Şeytan ayetlerinin aslı var mıdır?


Müşrikler, kâfirler İslâm dini çıktığı zamandan beri müslümanlarla uğraştılar. Peygamber Efendimiz’e iftira ettiler, mecnun dediler, şair dediler. Öldürmeğe çalıştılar, şehirlerinden dışarı çıkarttılar. Müslümanlara işkence ettiler. Bu arada da çeşit çeşit yalanlar uydurdular.

Bu ayetlerin hiç aslı esası yoktur. Ama, İslâm’ın düşmanları şimdi Yirminci Yüzyıl’da da olduğundan, eski kâfirlerden, eski şeytanlardan, şeyâtînü’l-insten kalmış olan şeyleri tekrar tekrar ortaya atıp, milletin kafasını karıştırmağa çalışıyorlar.

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz için buyuruyor ki:

 

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ . لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ .

 

ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ (الحقّة:٤٤-٤٦)

 

(Velev takavvele aleynâ ba’da’l-ekàvîl) “Eğer bu peygamber, biz kendisine vahyetmediğimiz halde kendiliğinden, Allah böyle söylüyor diye bazı sözler ortaya atsaydı; (Leehaznâ minhü bi’l-yemîn. Sümme lekata’nâ minhü’l-vetîn) biz onu yakalar, onun şah damarını parçalardık, müsaade etmezdik!” (Hakka, 69/44-46) buyuruyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber SAS Efendimiz’i hak peygamber olarak gönderdi. Söylediği sözler hak sözdür. Peygamberler ma’sûmdur; yâni hıfz u himâye olunmuşlardır, korunmuşlardır. Şeytan sokulamaz, şeytan tesir edemez. Günahlara düşmezler, günahlı işleri yapmazlar.

Peygamber Efendimiz daha küçük çocukken, arkadaşları bir düğün seyretmeğe gittiler. Bir keresinde:

“—Bu gece de ben düğün seyretmeğe gideyim!” dedi.

Yarı yolda ona Allah bir uyku verdi, düğün yerine gidemedi. “Düğün seyretmek, çalgı ona gerekmez!” diye.

Yâsin Sûresi’nde hepiniz biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz için:

 

وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُبِينٌ

(يس:٦٩)

 

(Ve mâ allemnâhü’ş-şi’ra ve mâ yenbağî lehû) “Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik, şiir ona gerekmezdi. (İn hüve illâ zikrün ve Kur’anün mübîn) Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.” (Yâsin, 36/69) buyuruluyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayet-i kerimede de buyuruyor ki:

 

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (الحجر:٩)

 

(İnnâ nahnü nezzelne’z-zikre ve innâ lehû lehàfizùn) “Kur’an-ı kerim’i biz indirdik; onun hıfzedilmesi, korunması da bize aittir. Kıyamete kadar onu biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9)

 

يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

 (الصف:٨)

 

(Yürîdûne li-yutfiû nûra’llàhi bi-efvahihim, va’llàhu mütimmü nûrihî velev kerihe’l-kâfirûn) “Onlar ağızlarıyla üfleyerek Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saf, 61/8)

Allah’ın nurunu üflemekle kimse söndüremez! Amma, işte böyle fitne karıştırırlar, eski rivayetlerden bir şeyler bulmağa çalışırlar. Eski zamanın müşriklerinin sözlerini ortaya atarlar.

 

Meselâ; Mekke’de gelmiş As ibn-i Vâil... Eline çürümüş kemiği almış, şöyle ufalıyor Peygamber Efendimiz’in karşısında...

“—Allah bu çürümüş kemiği de mi diriltecek?” diyor.

Ayet-i kerime nâzil oluyor:

 

قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

(يسٰ:٧٩)

 

(Kul yuhyihe’llezî enşeehâ evvele merreh) “De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. (Ve hüve bi-külli halkın alîm) Çünkü o, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsin, 36/79)

Allah ilk başta nasıl yarattıysa, o kemiği tekrar diriltecek! O her çeşit yaratmaya kadirdir! Yoktan da yaratır, kemikten de yaratır, topraktan da yaratır, nurdan da yaratır. Öldükten sonra da diriltir, ahiret hayatını da yaratır. Allah her şeye kàdirdir.

“—Çürümüş kemikler nasıl dirilecek?”

“—Senin üzerine vazife mi? Allah yaratacak. Her çeşit yaratmaya kadirdir.”

Televizyonda bir filim görsen, aklına “Hiç böyle şey olur mu?” diye gelmiyor. Adam uzay gemisinin hücresinde duruyor, içeri giriyor, bir ışınlanıyor; “Hoop...” Ay’ın yüzeyine geçiyor. Hiç itiraz geliyor mu içinizden? O zaman “Gık...” demiyorsunuz. Ama öbür tarafta, “Allah-u Teàlâ Hazretleri yaratacak.” deyince, çeşit çeşit şeyler oluyor.

 

Şimdi, bu da bir iftira! Bunun hiç kitaplarımızda aslı, esası yok... Bu adamların iddiası ne? “Peygamber Efendimiz’e şeytan tesir etmiş de, bazı sözler söyletmiş...” filân gibi... Yok öyle bir şey! Şeytan tesir eder mi Peygamber Efendimize? Allah-u Teàlâ’nın Peygamberine, mümkün mü böyle bir şey?

Bunlar İslâm’ı zedelemek için, müslümanların imanını sarsmak için ortaya atılmış yalanlar, dolanlar... Kim yapıyor? En meşhur gazeteler yapıyor. Bir birisi yazıyor, bir birisi yazıyor, bir ötekisi yazıyor. Maksat ne? Dertleri, karınlarının ağrıları, müslümanların Türkiye’de kuvvetlenmesi... Müslümanların kuvvetlenmesini hazmedemiyorlar. Gençlerin camileri doldurmasını hazmede-miyorlar. Kızlarımızın başlarını örtmesini hazmedemiyorlar.

Niye plajdaki çıplakla, fahişeyle uğraşmıyorsun da; benim namuslu kız kardeşimle, benim bacımla uğraşıyorsun? Niye o fahişeyi fahişelikten alıkoymağa çalışmıyorsun da, bu namuslunun başını açmağa çalışıyorsun? Hiç akıl mantık kabul etmeyecek işler...

“—Neden böyle yapıyorlar?”

“—İslâm’dan korkuyorlar, müslümanlardan korkuyorlar.”

“—Kim korkuyor?”

“—Kâfirler korkuyor.”

“—Pekiyi, buradakilerin korkusu ne?”

Kâfirler korksun, titresin! Rus korksun, Yunanlı korksun, Bulgar korksun... Korkmayınca, bak neler yapıyorlar! Bizim eski devletimiz olsaydı, Fransa’ya mektup yazıp da kralları hapisten çıkarttığımız zamanda, Bulgaristan’da böyle isim değişikliği yapabilirler miydi? Yunanistan bu zulmü yapabilir miydi? Mâsumları banyo küvetinde öldürüp öldürüp de, üst üste yığabilirler miydi? Yapamazlardı ama, biz zayıflayınca yapıyorlar.

 

Şimdi biz kuvvetleniyoruz, müslümanlar dinine sarılıyor, imam-hatip okullarının adedi çoğalıyor diye, Kanada Üniversitesi’nde araştırma yapıyorlar ve tehlike işareti, sinyali veriyorlar. Kanada Üniversitesi’nin, Mc. Gill Üniversitesi’nin, bizim imam-hatip okullarıyla ne ilgisi var? “Türkiye’de müslümanlık gelişiyor!” diye, ödleri patlıyor.

Haydiii, bu sefer bizimkiler de:

“—İmam-hatip okulları açılmasın, adedi dondurulsun, meslek okullarına ağırlık verelim!” bilmem ne diyorlar.

Seni güdüyorlar koyun gibi! Enayi, güdülüyorsun sen! Sen kendi menfaatini düşüneceksin.

“—Benim memleketimin menfaati nedir? Şunu yaparsam nereye gider, bunu yaparsam bu nereye gider?” diye, yapılan işin faydasının kime geleceğini, zararının kime gideceğini hesaplamak lâzım! Şu memleketin sahibi olan insanların, “Şu memleket bize emanet edilmiştir.” diye düşünmesi lâzım!

İmam-hatip okullarının açılmasından endişe ediyorlar. Kur’an kursları açılıyor diye kıyamet kopartıyorlar. Pekiyi Kur’an kursu ne? Kur’an-ı Kerim’i, dinî bilgileri öğreten kurslar... Bir sene... Zâten eti ne, budu ne; bir senede insan ne öğrenir? İmam-hatip okulunu, ilâhiyat fakültesini, bilmem neyi yirmi sene okumuş olan insan bile kolay kolay bir şeyler öğrenemiyor. Bir senede ne olacak ama, onu hemen yaygara yapıyorlar.

 

Şu memlekette kötülük şu kadar arttı, ahlâksızlık bu kadar arttı, rüşvet şu kadar arttı... Anarşi bu kadar arttı, adam öldürme şu kadar fazlalaştı... Hayâlî ihracat şu kadar arttı... Bilmem bir sürü böyle şey... E bunlarla uğraşalım! Hayır; müslümanın başörtüsüyle, müslümanın imam-hatibiyle, müslümanın Kur’an kursuyla, müslümanın ayetleriyle, müslümanın hadisleriyle uğraşıyorlar.

Hocamız bir kitap yazmıştı, Yemek Adâbı diye, hadis-i şeriflerle... “Sağ elinizle yeyin, üç parmakla yeyin!” bilmem ne... Gazeteler onların her birini bir alay mevzuu yaptı, yazdı. Sen Allah’ın Rasûlü’nün hadisleriyle alay edersen, kâfirsin! Peki, kâfir böyle diyor; müslüman niye ona kulak veriyor? Cahil de ondan... Dost kim, düşman kim bilmiyor da ondan...

 

Bir Japon, Japon güreşinde Japonlara mahsus bir kıyafet giyiyor, beline kuşak takıyor, kimse bir şey demiyor da; biz kendi kıyafetimizi giyemiyoruz! Japon kimonosunu giyiyor, öyle yaşıyor da, biz yaşayamıyoruz! Olmaz ki! Eğer hürriyet varsa, eğer demokrasi varsa, eğer din ve vicdan hürriyeti varsa, eğer eğitim hürriyeti varsa, eğer bunlar anayasal düzende de imzalanmış, tasvip görmüşse; o zaman herkesin uyması lâzım! Bir şey diyememesi lâzım! Sen de hakkını, hukukunu korumalısın!

“—Efendim, kâfirin elini tutamazsın, kalemini tutamazsın! Memlekette hürriyet var… Herkes isterse dinin aleyhine yazar, ister lehine yazar.”

Haa, o zaman da paranı dökeceksin çuvalla orta yere... Gazeteni kuracaksın, mecmuanı kuracaksın, bunlara cevap vereceksin! Dağıtım müesseseni kuracaksın, Türkiye’nin en uzak köşesine kadar senin mecmuaların, gazetelerin dağılacak. Senin fikirlerini okuyacak, bunların cevaplarını okuyacak millet...

Bak, gündemi onlar tesbit ediyorlar. Yâni hangi konunun münakaşası yapılacak, onlar seçiyorlar. Ortaya bir fitne atıyorlar, bizim kardeşimiz de bir not veriyor; “Şeytan ayetlerinin aslı var mı?” diye... Biz de camide tutup onu anlatmak zorunda kalıyoruz.

 

Halbuki, sen Hazret-i İsâ’ya nasıl Allah’ın oğlu dersin? Allah’ın peygamberi... Nasıl sen buna Allah’ın oğlu dersin? Evlendi mi, karısı mı vardı, doğumla mı doğdu, izdivaç mı oldu, gerdek mi oldu? Bu nasıl saçmalıktır Yirminci Yüzyıl’da? Gündemi biz tesbit etsek, bunu söyleyeceğiz. O zaman ne papa kalacak, ne papaz kalacak, ne kilise kalacak!

Ona fırsat gelmesin diye, müslümanın Kur’an’a bağlılığı zayıflasın diye, şeytan ayeti, bilmem nesi... Hintli öyle demiş, bilmem ne böyle demiş... Hintli zâten tenâsül aletine tapıyor, öküze tapıyor... Adamın aklı olsaydı, doğru düzgün bir şeye inanırdı. Gündemi biz tesbit etsek, bunu söyleyeceğiz.

Hindistan’da öküz kutsal... Neresi kutsal bunun? Biz bunu yatırıyoruz, kırt kırt kesiyoruz, etini de yiyoruz. Pirzola yapıyoruz, pastırma yapıyoruz, yumurta kırıyoruz, yiyoruz. Neresi kutsal bunun? Bunun boynuzuna mı tapıyorsun, derisine mi tapıyorsun? Derisinden de pabuç yapıyoruz; ayağımızın altında... Senin taptığın bu mu? Senin taptığın benim ayağımın altında!

Hintli bilmem ne yazmış bu kitabı... Yâ sen ilkönce kendine bak, bir kere senin kendi dinin ne? Hindistan’da 400 kadar mezheb var... Kimisi Buda’ya tapar. Buda’nın heykeline baksan, sekiz tane kolu var... Sekiz tane kollu adam gördünüz mü hiç şimdiye kadar? Yok... Sonra, tenâsül aletine tapıyor Hintlilerin bir kısmı...

 

Bizim dedelerimiz bunların hepsini gördüler. Bizim dedelerimiz kaç asır Hindistan’da yönetici olarak bulundu, imparatorluk kurdu. Onların dinini de biliriz, hristiyanları da biliriz, yahudileri de biliriz, ateşperestleri de biliriz. Hak din İslâm! El-hamdü li’llâh, alâ ni’meti’l-İslâm... Bizi müslüman yapan Allah’a hamd olsun...

Ama gündemi tesbit etmek meselesi var ya; hangi mesele konuşulacak? Hak din konuşulacak! Hangi din haktır, hangi din batıldır? Öyle kıyıdan kenardan hık mık deme, çık bakalım karşıma! Saklandığın yerden bir karşıma dikil bakalım! Sen hangi dindensin? Sen Hint dinlerinden birisinden misin; senin dinin iki para etmez! Neyin var senin? Sen hristiyan mısın; senin dinin muharref! Sen Allah’ın sana gönderdiği peygambere, tanrının oğlu demişsin. Bundan saçma şey mi olur?

 

لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ (المائدة:١٧)

 

(Lekad kefere’llezîne kàlû inna’llàhe hüve’l-mesîhu’bnü meryem) “‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesîh’dir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide, 5/17) diye Kur’an-ı kerim bildiriyor.

Allah transandantal varlıktır, müteâlî varlıktır diye filozoflar bile İslâm’ın çizgisine geliyor. Neden hristiyan filozof geliyor, müslüman oluyor? Aklı almadığı için...

Neden filânca papaz hâlâ hristiyan kalıyor; hem de kitap yazmış ilim adamıymış? “Ben labaratuara geldiğim zaman kilisenin kitabını kapatırım; kiliseye gittiğim zaman labaratuarın kitabını kapatırım.” diyor. Orada öyle, burada böyle; öyle şey mi olur? İki çatal, birbirine zıt iki şey... Haydi bakalım, bir birliğe er bakalım; ikisinden hangisi doğru, bir anla!

 

O zaman, Prof. Moris Bükey (Maurice Bucaille) gibi, bir onu inceliyor, bir onu inceliyor; bu yanlış diyor, müslüman oluyor. Başka çaresi yok! O yanlış, bu doğru... İslâm’a gir!

Papazlardan, piskoposlardan, hahamlardan, komünistlerden, filozoflardan, doktorlardan, yazarlardan nice insan müslüman oluyor. Ramazan geliyor işte, bir ay sonra... Yine gazetelerde görürsünüz; şu müslüman oldu, bu müslüman oldu...

O adamlar durup dururken mi müslüman oluyor? Kolay mıdır; bir insanın yaşayıp dururken, bir cemiyete muhalefet edip başka bir dine girmesi kolay bir şey midir? Çok büyük hadisedir. Anasıyla darılacak, babasıyla darılacak, toplumuyla ters düşecek, başka bir ülkeye gitmesi gerekecek... Onu yapıyor. Bak, sen müslüman doğmuşun, müslüman yaşamakta zorlanıyorsun; o dinini değiştiriyor, İslâm’a geliyor. Bütün topluma karşı gelerek, büyük bir kahramanlık gösteriyor.

O bakımdan, müslümanlar olarak İslâm’ı tanıtacak vasıtalara sahip olmamız lâzım!

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN