2. ŞİRK

3. PEYGAMBER EFENDİMİZ



a. Peygamber Sevgisi


Soru:

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden sonra Peygamber SAS Efendimiz’i mi, yoksa ana-babamızı mı sevmemiz gerekir?


Şeksiz, şüphesiz önce Peygamber SAS Efendimiz’i sevmemiz gerekir. Hadis-i şerifte böyle geçiyor. Diyor ki Peygamber Efendimiz:13


لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْ هِ مِنْ وَلَدِهِ، وَوَالِدِهِ ، وَالنَّاسِ


أَجْمَعِينَ (خ. م. ن. ه. حم. در. حب. ع. هب. عن أنس)


(Lâ yü’minü ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min veledihî, ve vâlidihî, ve’n-nâsi ecmaîn.) “Sizden biriniz beni annenizden, babanızdan, evlâdınızdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe tam mü’min olamaz!” buyuruyor.

Demek ki, Rasûlüllah sevgisi olmadan iyi müslüman olunmuyor.


b. Tek Yol Rasûlüllah’ın Yolu


Soru:



13 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.14, no:15; Müslim, Sahîh, c.I, s.67, no:44; Neseî, Sünen, c.VIII, s.114, no:5013; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.26, no:67; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.177, no:12837; Dârimî, Sünen, c.II, s.397, no:2741; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.405, no:179; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.23, no:3258; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.129, no:1374; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.534, no:11744; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.355, no:1175; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.29, no:70; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.490, no:17360.

105

“Allah der ki: Önce Rasûlüme git, ona kendini kabul ettir, benimle muhatap olamazsın!” diye söylediniz. Allah’la kul arasına hiç kimse giremez prensibi var... Burayı biraz açıklar mısınız?


Peygamber Efendimiz’e müracaat etmeden yollar kapalıdır. Peygamber SAS Efendimiz, Allah’la kul arasında mânî değil, engel değil... Allah’ın elçisi olduğundan, ona gitmek gerekiyor. Onsuz olmuyor. Ezanımız onsuz olmuyor, namazımız onsuz olmuyor, ona salât ü selâm getirmeyince olmuyor. Rasûlüllah’a bağlılık çok önemli!

Peygamber SAS diyor ki:

“—Sizden biriniz, ben kendisine anasından, evlâdından ve bütün insanlardan —başka rivayetlerde de sahib olduğu her şeyden— daha sevgili olmadıkça, o kimse gerçek mü’min olamaz!” diyor.

Peygamber Efendimiz bilmez miydi, kul ile Allah arasına kimse giremez prensibini? Kul Peygamber Efendimiz’i sevecek, bağlanacak, hayatını öğrenecek, sünnetini belleyecek, terbiyesine girecek, izini takip edecek; cennete öyle girecek! Onun dışında başka yol yok! Yol bir tane; o da Rasûlüllah Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi yoludur. O çok önemli!

Orada öyle ufak tefek tereddüde bile hiç yer yoktur. Orada Allah ile kul arasına girmek gibi bir şey yoktur. Allah ile kul arasında Rasûlüllah Efendimiz fazla değil... Yoldur, halkadır, götürücüdür. Onun için, onu başka türlü anlamasınlar.


2. Soru:

Her zaman okuduğumuz Fâtiha-i Şerife’deki sırât-ı müstakîm hakkında bilgi verir misiniz?


Çok kısa söylemek gerekirse, sırât-ı müstakîm Rasûlüllah’ın yoludur, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi yoludur. Çünkü diyor ki: “Ey kullarım, ‘Kendilerine nimet verdiğin kullarının yoluna bizi ilet!’ diye dua edin; ‘Dalâlete düşmüş olanların ve Allah’ın gazabına uğramışların yoluna değil…’” diyor.

106

Dalâlete düşmüş olanlar hıristiyanlar… Çünkü Hz. İsâ’ya “Allah’ın oğlu” dediler, peygamberi ilâh edindiler, kâfir oldular.


لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ (المائدة:٢٧)


(Lekad kefere’llezîne kàlû inna’llàhe hüve’l-mesîhü’bnü meryem) “‘Allah, Meryem’in oğlu İsa’dır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide, 5/72) Alenen kâfirlik...

Sonra yahudiler de sapıttılar. Kendilerine hak peygamber, hak kitap indiği halde Allah’ın gazap ettiği kavim durumuna düştüler.

Onların durumunda olmamak için çare, Peygamber Efendimiz’in yolunda yürümektir. Sünnet-i seniyyeye sarılmaktır. Takvâ yoludur. Yani tasavvuf ve takvâ, Peygamber Efendimiz’in yoludur. Ona dikkat ederek yürürseniz, Kur’an-ı Kerim’i çok okursanız, hadis-i şerifleri çok okursanız, büyük alimlerimizin hayatlarını okursanız, eserlerini okursanız o kendiliğinden belli olur.

Böyle bir zümre içinde olursanız, o yaşama kendiliğinden olur.

Zümreden koptuğunuz zaman, yollarından çıktığınız zaman, kendiniz yeni bir yol keşfedemezsiniz. Çünkü yol keşfedilmiş,

sırât-ı müstakîm ayan beyan meydandadır. Sizin saptığınız, kestirme sandığınız yol çıkmazdır; batar gidersiniz.


Onun için sırât-ı müstakîm, takvâ ehli müslümanların yürüdüğü yoldur. Ehl-i Sünnet, sünnet-i seniyyeye sarılan insanların yoludur. Cemaat-i kübrâ-i Muhammediye’den, cadde-i kübrâ-i Muhammediye’den yürüyen insanların yoludur.

Kur’an’a ve hadise sarılırsanız, kurtulursunuz. Ona dayalı yola girerseniz, kurtulursunuz. Ondan ayrıldınız mı derece derece kandırılırsınız.

Kandırılmak vardır. Göz boyama şeklinde olur. Hokkabaz bile kandırır sizi... Şapkasının içinden tavşan çıkartır, tavuk çıkartır, yumurta çıkartır. Yumurtayı kırar, içinden Hamidiye altını, Reşat altını çıkartır. Hokkabazdır ama kandırır. Hokkabaz bile sizi kandırabiliyorsa, başkası haydi haydi kandırabilir.

107

Kanmamak için Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak lazım! Kur’an-ı Kerim’e, hadis-i şerife sımsıkı sarılmak lazım!


c. Peygamberler Ma’sumdur


Soru: Peygamberler günah işleyebilir mi?


Peygamberler günah işlemezler. Allah onları günah işlemekten mahfuz tutmuştur. Onlar ma’sûmdurlar, günahlardan berîdirler, ismet sahibidirler. Olgun insanlardır, derin görüşlü insanlardır. Yalnız, yaşamlarında yaptıkları işlerde hataları, ayak sürçmeleri olabilir; bunlara zelle denilir. Zelle, ayağın kayması demek... Yâni, insan normal yolda yürürken şöyle bir sendelemesi gibi bir şeydir.

Zelle günah değildir. Ma’sumdurlar, Allah korumuştur onları... Koruduğu insanlar, kaliteli insanlar oldukları için günah işlemezler.


d. Şeytan Ayetleri Meselesi


Soru:

Şeytan ayetlerinin aslı var mıdır?


Müşrikler, kâfirler İslâm dini çıktığı zamandan beri müslümanlarla uğraştılar. Peygamber Efendimiz’e iftira ettiler, mecnun dediler, şair dediler. Öldürmeğe çalıştılar, şehirlerinden dışarı çıkarttılar. Müslümanlara işkence ettiler. Bu arada da çeşit çeşit yalanlar uydurdular.

Bu ayetlerin hiç aslı esası yoktur. Ama, İslâm’ın düşmanları şimdi Yirminci Yüzyıl’da da olduğundan, eski kâfirlerden, eski şeytanlardan, şeyâtînü’l-insten kalmış olan şeyleri tekrar tekrar ortaya atıp, milletin kafasını karıştırmağa çalışıyorlar.

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz için buyuruyor ki:

108

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الأَْقَاوِيلِ . لأََخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَ مِينِ .


ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ (الحقّة:٤٤-٤٦)


(Velev takavvele aleynâ ba’da’l-ekàvîl) “Eğer bu peygamber, biz kendisine vahyetmediğimiz halde kendiliğinden, Allah böyle söylüyor diye bazı sözler ortaya atsaydı; (Leehaznâ minhü bi’l- yemîn. Sümme lekata’nâ minhü’l-vetîn) biz onu yakalar, onun şah damarını parçalardık, müsaade etmezdik!” (Hakka, 69/44-46) buyuruyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber SAS Efendimiz’i hak peygamber olarak gönderdi. Söylediği sözler hak sözdür. Peygamberler ma’sûmdur; yâni hıfz u himâye olunmuşlardır, korunmuşlardır. Şeytan sokulamaz, şeytan tesir edemez. Günahlara düşmezler, günahlı işleri yapmazlar.

Peygamber Efendimiz daha küçük çocukken, arkadaşları bir düğün seyretmeğe gittiler. Bir keresinde: “—Bu gece de ben düğün seyretmeğe gideyim!” dedi.

Yarı yolda ona Allah bir uyku verdi, düğün yerine gidemedi. “Düğün seyretmek, çalgı ona gerekmez!” diye.

Yâsin Sûresi’nde hepiniz biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz için:


وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُبِينٌ

(يس:٩٦)


(Ve mâ allemnâhü’ş-şi’ra ve mâ yenbağî lehû) “Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik, şiir ona gerekmezdi. (İn hüve illâ zikrün ve Kur’anün mübîn) Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.” (Yâsin, 36/69)

buyuruluyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayet-i kerimede de buyuruyor ki:

109

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (الحجر:٩)


(İnnâ nahnü nezzelne’z-zikre ve innâ lehû lehàfizùn) “Kur’an-ı kerim’i biz indirdik; onun hıfzedilmesi, korunması da bize aittir. Kıyamete kadar onu biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9)


يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُ تِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

(الصف:٨)


(Yürîdûne li-yutfiû nûra’llàhi bi-efvahihim, va’llàhu mütimmü nûrihî velev kerihe’l-kâfirûn) “Onlar ağızlarıyla üfleyerek Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saf, 61/8)

Allah’ın nurunu üflemekle kimse söndüremez! Amma, işte böyle fitne karıştırırlar, eski rivayetlerden bir şeyler bulmağa çalışırlar. Eski zamanın müşriklerinin sözlerini ortaya atarlar.


Meselâ; Mekke’de gelmiş As ibn-i Vâil... Eline çürümüş kemiği almış, şöyle ufalıyor Peygamber Efendimiz’in karşısında...

“—Allah bu çürümüş kemiği de mi diriltecek?” diyor.

Ayet-i kerime nâzil oluyor:


قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

(يسٰ:٩٧)


(Kul yuhyihe’llezî enşeehâ evvele merreh) “De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. (Ve hüve bi-külli halkın alîm) Çünkü o, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsin, 36/79)

Allah ilk başta nasıl yarattıysa, o kemiği tekrar diriltecek! O her çeşit yaratmaya kadirdir! Yoktan da yaratır, kemikten de

110

yaratır, topraktan da yaratır, nurdan da yaratır. Öldükten sonra da diriltir, ahiret hayatını da yaratır. Allah her şeye kàdirdir.

“—Çürümüş kemikler nasıl dirilecek?” “—Senin üzerine vazife mi? Allah yaratacak. Her çeşit yaratmaya kadirdir.” Televizyonda bir filim görsen, aklına “Hiç böyle şey olur mu?” diye gelmiyor. Adam uzay gemisinin hücresinde duruyor, içeri giriyor, bir ışınlanıyor; “Hoop...” Ay’ın yüzeyine geçiyor. Hiç itiraz geliyor mu içinizden? O zaman “Gık...” demiyorsunuz. Ama öbür tarafta, “Allah-u Teàlâ Hazretleri yaratacak.” deyince, çeşit çeşit şeyler oluyor.


Şimdi, bu da bir iftira! Bunun hiç kitaplarımızda aslı, esası yok... Bu adamların iddiası ne? “Peygamber Efendimiz’e şeytan tesir etmiş de, bazı sözler söyletmiş...” filân gibi... Yok öyle bir şey! Şeytan tesir eder mi Peygamber Efendimize? Allah-u Teàlâ’nın Peygamberine, mümkün mü böyle bir şey?

Bunlar İslâm’ı zedelemek için, müslümanların imanını sarsmak için ortaya atılmış yalanlar, dolanlar... Kim yapıyor? En meşhur gazeteler yapıyor. Bir birisi yazıyor, bir birisi yazıyor, bir ötekisi yazıyor. Maksat ne? Dertleri, karınlarının ağrıları, müslümanların Türkiye’de kuvvetlenmesi... Müslümanların kuvvetlenmesini hazmedemiyorlar. Gençlerin camileri doldurmasını hazmede-miyorlar. Kızlarımızın başlarını örtmesini hazmedemiyorlar.

Niye plajdaki çıplakla, fahişeyle uğraşmıyorsun da; benim namuslu kız kardeşimle, benim bacımla uğraşıyorsun? Niye o fahişeyi fahişelikten alıkoymağa çalışmıyorsun da, bu namuslunun başını açmağa çalışıyorsun? Hiç akıl mantık kabul etmeyecek işler...

“—Neden böyle yapıyorlar?” “—İslâm’dan korkuyorlar, müslümanlardan korkuyorlar.”

“—Kim korkuyor?”

“—Kâfirler korkuyor.” “—Pekiyi, buradakilerin korkusu ne?”

111

Kâfirler korksun, titresin! Rus korksun, Yunanlı korksun, Bulgar korksun... Korkmayınca, bak neler yapıyorlar! Bizim eski devletimiz olsaydı, Fransa’ya mektup yazıp da kralları hapisten çıkarttığımız zamanda, Bulgaristan’da böyle isim değişikliği yapabilirler miydi? Yunanistan bu zulmü yapabilir miydi? Mâsumları banyo küvetinde öldürüp öldürüp de, üst üste yığabilirler miydi? Yapamazlardı ama, biz zayıflayınca yapıyorlar.


Şimdi biz kuvvetleniyoruz, müslümanlar dinine sarılıyor, imam-hatip okullarının adedi çoğalıyor diye, Kanada Üniversitesi’nde araştırma yapıyorlar ve tehlike işareti, sinyali veriyorlar. Kanada Üniversitesi’nin, Mc. Gill Üniversitesi’nin, bizim imam-hatip okullarıyla ne ilgisi var? “Türkiye’de müslümanlık gelişiyor!” diye, ödleri patlıyor.

Haydiii, bu sefer bizimkiler de:

“—İmam-hatip okulları açılmasın, adedi dondurulsun, meslek okullarına ağırlık verelim!” bilmem ne diyorlar.

Seni güdüyorlar koyun gibi! Enayi, güdülüyorsun sen! Sen kendi menfaatini düşüneceksin.

“—Benim memleketimin menfaati nedir? Şunu yaparsam nereye gider, bunu yaparsam bu nereye gider?” diye, yapılan işin faydasının kime geleceğini, zararının kime gideceğini hesaplamak lâzım! Şu memleketin sahibi olan insanların, “Şu memleket bize emanet edilmiştir.” diye düşünmesi lâzım! İmam-hatip okullarının açılmasından endişe ediyorlar. Kur’an kursları açılıyor diye kıyamet kopartıyorlar. Pekiyi Kur’an kursu ne? Kur’an-ı Kerim’i, dinî bilgileri öğreten kurslar... Bir sene... Zâten eti ne, budu ne; bir senede insan ne öğrenir? İmam-hatip okulunu, ilâhiyat fakültesini, bilmem neyi yirmi sene okumuş olan insan bile kolay kolay bir şeyler öğrenemiyor. Bir senede ne olacak ama, onu hemen yaygara yapıyorlar.


Şu memlekette kötülük şu kadar arttı, ahlâksızlık bu kadar arttı, rüşvet şu kadar arttı... Anarşi bu kadar arttı, adam öldürme şu kadar fazlalaştı... Hayâlî ihracat şu kadar arttı... Bilmem bir

112

sürü böyle şey... E bunlarla uğraşalım! Hayır; müslümanın başörtüsüyle, müslümanın imam-hatibiyle, müslümanın Kur’an kursuyla, müslümanın ayetleriyle, müslümanın hadisleriyle uğraşıyorlar. Hocamız bir kitap yazmıştı, Yemek Adâbı diye, hadis-i şeriflerle... “Sağ elinizle yeyin, üç parmakla yeyin!” bilmem ne... Gazeteler onların her birini bir alay mevzuu yaptı, yazdı. Sen Allah’ın Rasûlü’nün hadisleriyle alay edersen, kâfirsin! Peki, kâfir

böyle diyor; müslüman niye ona kulak veriyor? Cahil de ondan... Dost kim, düşman kim bilmiyor da ondan...


Bir Japon, Japon güreşinde Japonlara mahsus bir kıyafet giyiyor, beline kuşak takıyor, kimse bir şey demiyor da; biz kendi kıyafetimizi giyemiyoruz! Japon kimonosunu giyiyor, öyle yaşıyor da, biz yaşayamıyoruz! Olmaz ki! Eğer hürriyet varsa, eğer demokrasi varsa, eğer din ve vicdan hürriyeti varsa, eğer eğitim hürriyeti varsa, eğer bunlar anayasal düzende de imzalanmış, tasvip görmüşse; o zaman herkesin uyması lâzım! Bir şey diyememesi lâzım! Sen de hakkını, hukukunu korumalısın! “—Efendim, kâfirin elini tutamazsın, kalemini tutamazsın! Memlekette hürriyet var… Herkes isterse dinin aleyhine yazar, ister lehine yazar.”

Haa, o zaman da paranı dökeceksin çuvalla orta yere... Gazeteni kuracaksın, mecmuanı kuracaksın, bunlara cevap vereceksin! Dağıtım müesseseni kuracaksın, Türkiye’nin en uzak köşesine kadar senin mecmuaların, gazetelerin dağılacak. Senin fikirlerini okuyacak, bunların cevaplarını okuyacak millet...

Bak, gündemi onlar tesbit ediyorlar. Yâni hangi konunun münakaşası yapılacak, onlar seçiyorlar. Ortaya bir fitne atıyorlar, bizim kardeşimiz de bir not veriyor; “Şeytan ayetlerinin aslı var mı?” diye... Biz de camide tutup onu anlatmak zorunda kalıyoruz.


Halbuki, sen Hazret-i İsâ’ya nasıl Allah’ın oğlu dersin? Allah’ın peygamberi... Nasıl sen buna Allah’ın oğlu dersin? Evlendi mi, karısı mı vardı, doğumla mı doğdu, izdivaç mı oldu, gerdek mi

113

oldu? Bu nasıl saçmalıktır Yirminci Yüzyıl’da? Gündemi biz tesbit etsek, bunu söyleyeceğiz. O zaman ne papa kalacak, ne papaz kalacak, ne kilise kalacak!

Ona fırsat gelmesin diye, müslümanın Kur’an’a bağlılığı zayıflasın diye, şeytan ayeti, bilmem nesi... Hintli öyle demiş, bilmem ne böyle demiş... Hintli zâten tenâsül aletine tapıyor, öküze tapıyor... Adamın aklı olsaydı, doğru düzgün bir şeye inanırdı. Gündemi biz tesbit etsek, bunu söyleyeceğiz.

Hindistan’da öküz kutsal... Neresi kutsal bunun? Biz bunu yatırıyoruz, kırt kırt kesiyoruz, etini de yiyoruz. Pirzola yapıyoruz, pastırma yapıyoruz, yumurta kırıyoruz, yiyoruz. Neresi kutsal bunun? Bunun boynuzuna mı tapıyorsun, derisine mi tapıyorsun? Derisinden de pabuç yapıyoruz; ayağımızın altında... Senin taptığın bu mu? Senin taptığın benim ayağımın altında!

Hintli bilmem ne yazmış bu kitabı... Yâ sen ilkönce kendine bak, bir kere senin kendi dinin ne? Hindistan’da 400 kadar mezheb var... Kimisi Buda’ya tapar. Buda’nın heykeline baksan, sekiz tane kolu var... Sekiz tane kollu adam gördünüz mü hiç şimdiye kadar? Yok... Sonra, tenâsül aletine tapıyor Hintlilerin bir kısmı...


Bizim dedelerimiz bunların hepsini gördüler. Bizim dedelerimiz kaç asır Hindistan’da yönetici olarak bulundu, imparatorluk kurdu. Onların dinini de biliriz, hristiyanları da biliriz, yahudileri de biliriz, ateşperestleri de biliriz. Hak din İslâm! El-hamdü li’llâh, alâ ni’meti’l-İslâm... Bizi müslüman yapan Allah’a hamd olsun...

Ama gündemi tesbit etmek meselesi var ya; hangi mesele konuşulacak? Hak din konuşulacak! Hangi din haktır, hangi din batıldır? Öyle kıyıdan kenardan hık mık deme, çık bakalım karşıma! Saklandığın yerden bir karşıma dikil bakalım! Sen hangi dindensin? Sen Hint dinlerinden birisinden misin; senin dinin iki para etmez! Neyin var senin? Sen hristiyan mısın; senin dinin muharref! Sen Allah’ın sana gönderdiği peygambere, tanrının oğlu demişsin. Bundan saçma şey mi olur?

114

لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ (المائدة:٧١)


(Lekad kefere’llezîne kàlû inna’llàhe hüve’l-mesîhu’bnü meryem) “‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesîh’dir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide, 5/17) diye Kur’an-ı kerim bildiriyor.

Allah transandantal varlıktır, müteâlî varlıktır diye filozoflar bile İslâm’ın çizgisine geliyor. Neden hristiyan filozof geliyor,

müslüman oluyor? Aklı almadığı için...

Neden filânca papaz hâlâ hristiyan kalıyor; hem de kitap yazmış ilim adamıymış? “Ben labaratuara geldiğim zaman kilisenin kitabını kapatırım; kiliseye gittiğim zaman labaratuarın kitabını kapatırım.” diyor. Orada öyle, burada böyle; öyle şey mi olur? İki çatal, birbirine zıt iki şey... Haydi bakalım, bir birliğe er bakalım; ikisinden hangisi doğru, bir anla!


O zaman, Prof. Moris Bükey (Maurice Bucaille) gibi, bir onu inceliyor, bir onu inceliyor; bu yanlış diyor, müslüman oluyor. Başka çaresi yok! O yanlış, bu doğru... İslâm’a gir!

Papazlardan, piskoposlardan, hahamlardan, komünistlerden, filozoflardan, doktorlardan, yazarlardan nice insan müslüman oluyor. Ramazan geliyor işte, bir ay sonra... Yine gazetelerde görürsünüz; şu müslüman oldu, bu müslüman oldu...

O adamlar durup dururken mi müslüman oluyor? Kolay mıdır; bir insanın yaşayıp dururken, bir cemiyete muhalefet edip başka bir dine girmesi kolay bir şey midir? Çok büyük hadisedir. Anasıyla darılacak, babasıyla darılacak, toplumuyla ters düşecek, başka bir ülkeye gitmesi gerekecek... Onu yapıyor. Bak, sen müslüman doğmuşun, müslüman yaşamakta zorlanıyorsun; o dinini değiştiriyor, İslâm’a geliyor. Bütün topluma karşı gelerek, büyük bir kahramanlık gösteriyor.

O bakımdan, müslümanlar olarak İslâm’ı tanıtacak vasıtalara sahip olmamız lâzım!

115

2. Soru:

Salman Rüşdi’nin Şeytan Âyetleri adlı kitabındaki gibi şeytânî âyetler Kur’an’da var mıdır?


Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin hepsi Rahmânîdir, şeytânî bir ayet yoktur. Yalnız Salman Rüşdi’nin şey yaptığı husus, yaptığı şeytanlık, Peygamber SAS Efendimiz inen vahiyleri Kureyşlilere okurken, orada bazı muzip ve kâfir ve müşrikler böyle laflar uydurup söylemişler. Şeytan ayetleri dediği o.

Yani Peygamber Efendimiz değil de, Peygamber Efendimiz’in vazifesini engellemek ister gibi gargara yapmak için, yani işi karıştırmak için, Peygamber Efendimiz “Allah şöyle buyurdu.” diye ayetleri okurken, müşrikler de oradan uyduruk bir şeyler karıştırmak istediler. Mesele odur, gürültü patırtı odur.

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’inde buyuruyor ki, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:

- إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (الحجر:٩)


(İnnâ nahnü nezzelne’z-zikra ve innâ lehû lehafizûn) “Bu Kur’an-ı Kerim’i indiren biziz ve bunun korunması bizim kudretimiz altındadır, biz onu mutlaka koruyacağız.” (Hicr, 15/9)

Onun için Kur’an-ı Kerim âyetleri korunmuştur, elhamdülillah hiçbir eksiği, hiçbir fazlası olmadan elimizdeki Kur’an-ı Kerim

dünyanın her yerinde aynıdır.

Kâfirler Peygamber Efendimiz’in zamanında Peygamber Efendimiz’e çok zulümler yaptılar. Biliyorsunuz namaz kılarken başına, secde ettiği yere işkembe koymaya kalktılar. Öteki namaz kılanları dövebildiklerini dövdüler, öldürebildiklerini öldürdüler filan, çok çeşitli şeyler oldu. Bu Mekkeli müşriklerle uğraşmak kolay olmadı. Onlar çeşitli şeyleri her zaman yapıyorlar, yapmışlardır ama sonunda küfür yıkıldı gitti, şirk gitti, şeytan mağlup oldu, Hicaz’dan sürüldü, Allah’ın dini galip geldi, her

116

tarafa yayıldı.

Peygamber Efendimiz’le uğraşanlar o kadar çeşitli uğraşmalar yaptılar ki adını yalancı peygamber bile çıkarttılar. Peygamber Efendimiz âyet okuduğu gibi, onlar da kendileri âyet uydurmaya, taklide kalktılar. Onlar da etraflarına adamlar aldılar.

Peygamber Efendimiz dua ediyordu körün gözü açılıyordu, hasta iyi oluyordu, duası kabul oluyordu. O yalancı, sahte peygamber davasıyla ortaya çıkan şahıs da, ona da gözü ağrıyan adam getirdiler. Bir dua etti geçsin diye, gözü tamamen kör oldu. Yani yalancı olduğu için alçak, Allah öyle yaptı.

Yani yalancı peygamberler çıktı, Kur’an’a karşı, karşı âyet gibi başka şeyler çıkartmak isteyenler oldu.

Peygamber Efendimiz, Kâbe’nin yanında müslümanlara veyahut muhatabı Kureyşlilere Kur’an âyeti okurken, arkadan laf karıştırdılar, araya girmek isteyenler oldu. Onların hiçbirinin tesiri olmadı, olmayacak. Çünkü Allah, “Kur’an-ı Kerim’i ben koruyacağım!” buyurmuş olduğundan korumuştur.

Ama tabii bu kâfirler İslâm’la o zaman uğraştıkları gibi şimdi de uğraşıyorlar, çeşitli şekillerde mideyi bulandırmaya çalışıyorlar.


e. Peygamber Efendimiz’i Rüyada Görmek


1. Soru:

Peygamber Efendimiz’i rüyada görmenin çaresi nedir? Yol gösterebilir misiniz?


Peygamber Efendimiz’i rüyada görmenin şartı, sünnetine uymaktır. Sünnetine uyduğun, ümmetine hizmet ettiğin, Peygamber Efendimiz’in tavsiyelerini tutup hoşuna gidecek işler yaptığı zaman Rasûlullah Efendimiz ona görünür. Bunları yapmadığı zaman görünmez. Bazen de azarlamak için görünür. Yine o da sevgidendir. Yani sevilen bir müslüman bir günah, hata işlediği zaman azarlamak için görünür, kaş çatar;

“—Ben sana darıldım, niye böyle yapıyorsun?”

117

“—Ay, Rasûlullah bana darıldı! Ben bu işi bırakayım.” diye bırakır.

Bazen de öyle olur. Ama öyle de olsa, yine bir derece gösterir, Rasûlüllah’ı görmek iyi bir şey. Onun görünmesi için üç esası söyleyebilirim: 1. Sünnetine sarılmak,

2. Kendisine çok salât ü selâm getirmek,

3. Ümmetine güzel hizmet etmeye çalışmak.


2. Soru:

Rüyamda Peygamber Efendimiz’in başını omuzlarıyla beraber görüyorum. Yüzü eski bir örtüyle örtülü, bir aydınlık yok.


Yüzünü görmemek, sünnette kusur ettiğine işarettir. Zaten aşağıda da; ‘Ben inanan, fakat farzları tam olarak yapamayan bir insanım.’ diyor. Sünnetleri değil farzları bile tam yapamadığına göre, onun için nursuz olarak görüyor ve yüzünün hatlarını göremiyor.


f. Hadis-i Şerifi İnkâr


1. Soru:

Hocam! Bazı şahıslar hadislerin Peygamberimiz’in üzerinden söylenen sözler olduğunu iddia edip inkâr ediyorlar. Bu gibi kimselere tavrımız, onlarla ilişkilerimiz ne olmalı?


Cevap: Nasıl bu okuduğum kitapta “Ben şundan duydum, o şundan duymuş.” diye sağlam anlatıyor, kaynak gösteriyorsa dinde de her şey sağlam kaynak gösterilerek anlatılır. Bu hadislerin de büyük kitapları vardır. Benim evimde şu caminin yarısı kadar yer dolusu kitabım var. Bir sürü kitap var; yine ben kendimi çok kitap sahibi saymıyorum. Çok kitaplar var, bu konuda kaynaklar var.

O kaynaklarda “Hangi hadisin durumu nedir, râvîleri kimlerdir, sıhhat derecesi nedir?” yazılıdır. Bilen insan; “Şu hadis sahihtir, hasendir.” der. Zayıf hadislere “zayıf hadis”, mevzu

118

hadislere “mevzu hadis”, uydurma olan sözlere “bu hadis değildir, uydurmadır.” diye alimlerimiz zaten söylemiştir.

Uydurma olan bir şeye uydurma demekte mahzur yok, ama Peygamber Efendimiz’den geldiği kesin olarak bilinen bir hadisi bir insan inkâr ederse kâfir olur. Âyeti inkâr eden de kâfir olur; Peygamber Efendimiz’den geldiği kesin olan bir haberi de inkâr ederse o da kâfir olur.


2. Soru:

Her toplumun örf ve adeti var. Peygamber Efendimiz’in zamanında da Arapların örf ve adetleri vardı. Bunların hepsi, Peygamber Efendimiz yapmışsa sünnet sayılır mı; yoksa, bazıları örf ve adete mi girer?


Peygamber Efendimiz’in yaptığı şeylerin çeşitleri vardır, ayırımı vardır. Bir kısmı uyulması gereken şeylerdir, bir kısmı zamanla değişen şeylerdir; yeme-içme, alet-edevat, binek ve sâiredeki değişmeler gibi... İlle Peygamber Efendimiz merkebe bindi diye, deveye bindi diye, İstanbul’da deve kullanmağa çalışmak mümkün değil... Hayvan yaşamaz belki... Bunlar kitaplarda yazılıdır.


g. Örneğimiz Rasûlüllah SAS


Soru:

Hem bizim hayatımıza tatbik etmemiz hem de soranlara cevap verebilmemiz açısından bir günlük hayatınızı eğer mahzuru yoksa kısaca özetler misiniz, lütfen?


Hayır! Özetlemem, anlatmam! Çünkü ölçü ben değilim. Rasûlüllah’ın günlük hayatını öğrenin, öyle yapın!

Örnek kim?


لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللهَِّ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو

119

اللهََّ وَالْيَوْمَ الْْخِرَ وَذَكَرَ اللهََّ كَثِيرًا (الاحزاب:١٢)


(Lekad kâne leküm fî rasûli’llàhi üsvetün hasenetün li-men kâne yercu’llàhe ve’l-yevme’l-ahireh, ve zekera’llàhe kesîrâ) [Andolsun ki, Rasûlüllah sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.] (Ahzab, 33/21) ayet-i kerimeleri var...

Bizim örneğimiz, modelimiz Rasûlüllah SAS Efendimiz. O’na uyacağız, sünnet-i seniyyesine uyacağız. Onun gibi yapmaya çalışacağız.

Rasûlullah Efendimiz nasıl yapardı? Büyüklerimiz mümkün olduğu kadar onu yapmaya çalışmışlardır ama bazen bu ölçü şaşırılıyor.

Neden şaşırılıyor?

Meselâ. içimdeki bir acıyı sizinle dertleşerek söyleyeyim.

Derviş, hatta halife veya şeyh sigara içiyor, sigara tüttürüyor. Ezan okununca sigarayı şuraya koyuyor, mihraba geçiyor, namaz kıldırıyor. Ondan sonra sigarası yine ağzında…

“—Hocaefendi! Bu sigara oluyor mu?” deyince de;

“—Sen benim sigarama karışma!” diyor.

Böyle şeyler duydum.


Sonra bazı tekkeler duydum; oraya misafirler gittiği zaman sigara ikram ediyorlarmış.

Sigara haramdır. İsraf haramdır. Sıhhate zarar vermek haramdır. Bu sonradan ortaya çıkmış bid’attir, mükeyyefâttır, muzır malzemedir. Bunun içilmesi doğru olmaz. Bu, gün gibi âşikâr bir şey... Bunu camiye getirmek, tekkeye getirmek, fosurdatmak olmaz.

“—E Hocam! Falanca büyük şeyh de içmiş.” O şeyhin büyük şeyh olduğunu ben de biliyorum, seviyorum da onu ama büyük şeyh ölçü değildir; Peygamber Efendimiz ölçüdür. Ölçü fıkıh kitabıdır, ölçü şeriattır, ölçü Kur’an-ı Kerim’dir.

120

O onu neden yapmıştır, nasıl yapmıştır, ne kadar yapmıştır?

Sen onu anlayamazsın. O orada sigara içenlerle beraber sigara içiyor gibi yapmıştır, onları toplamıştır, öbür tarafa getirmiştir, tevbe ettirmiştir. Üç sene sabretmiştir, dördüncü sene yola getirmiştir. Ama o mekruh; “helâl” mânasına, “Kerahat kalktı.” mânasına gelmez. Eğri oturup doğru konuşmak lazım.

Ölçü ve örnek Peygamber Efendimiz’dir, Kur’an’dır, şeriattir. Onun için herkes ona uyacak. “Şeyhim sigara içiyor.” diye sigara içilmez.


Mürid öyle, bildiği bilmediği her şeyde şeyhini taklit ederse helak olur. Çünkü, şeyhin gördüğü bazı mânevî işaretler dolayısıyla yaptığı bazı şeyler olabiliyor.

“—Meyhaneden adam kurtarmak için oraya giriyor.” diye sen de meyhaneye girersen kendin tutulursun. O oradan adam çıkarmak için gider, sen de “Şeyhim meyhaneye gidiyor.” diye gidersin.

El-hamdü lillah biz gitmiyoruz da. Ama “Bazen böyle şeyler oluyormuş.” diye kitaplarda okuyoruz. Bunlar misal olsun diye söyleniyor. Onun için, her şey taklit edilmez. Bilmediği şeyler şeriate aykırı gibi görünüyorsa hüsn-ü tevil edilir.


Meselâ Mehmed Zâhid Hocamız, şeyhin birisini anlatırdı. Sadık, ileri bir müridi şeyhe hizmet ediyor. Çarşaflı bir kadın gelmiş. Şeyh efendi;

“—’Hoş geldin!’ demiş, odasına almış, kapıyı kapatmış. Dışarıdaki bekçi müride de;

“—Sakın ha kimseyi içeriye alma, biraz konuşacağız.” demiş. Biraz sonra çıkmış.

“—Su kaynat, kazanda su ısıt.” demiş.

Ondan sonra kadın bir iki saat durduktan sonra çıkmış, gitmiş. Şeyh müridi çağırmış;

“—Hakkımda ne düşündün?” demiş.

“—Estağfirullah efendim!”

121

“—Git, o kadına kim olduğunu sor.” “—Estağfirullah efendim, sizi kontrol edecek değilim ya!” “—Hayır! Mutlaka gideceksin, soracaksın.” Arkasından gitmiş, sormuş;

“—Hanımefendi, siz kimsiniz?” “—Ben şeyh efendinin kız kardeşiyim, ablasıyım. Onu ziyarete geldim.”


“—Niye suyu ısıt dedi?” Biraz sonra şeyh efendi, İnnâ li’llâhi ve innâ ileyhi râciûn, ruhunu teslim etmiş. Kazandaki su onun cenazesini yıkamaya yaramış. Yâni, vefat edeceği mâlum olmuş. Kız kardeşi ile helalleşmiş, namazını kılmış, suyunu da ısıttırmış, ondan sonra vefat etmiş.

Ama dışarıdan bakarsan, şeyh efendi bir kadını odasına aldı, iki saat kaldılar. Şeriatte nasıl? Bir yabancı kadınla bir erkek baş başa yalnız kalamaz.


Biz kadınlara ders verirken, tarikatı anlatırken Valide hanımı yanımıza alıyoruz veya perdenin arkasından anlatıyoruz veya tedbir alıyoruz veya hanımın beyini de yanına oturtuyoruz. Tabi mantosuyla, sokaktaki kıyafetiyle oturuyor, öyle anlatıyoruz.

Neden?

“—Şeriatin ahkâmı yerini bulsun, aykırı iş olmasın.” diye.

Filanca adamın meclisinde kadın erkek bir arada dururmuş. Adamın mâneviyâtı çok kuvvetliymiş; pamukla ateşi yan yana tutarmış da pamuk yanmazmış.

Öyle şey olmaz! Şeriatin ahkâmına aykırı olduğu için olmaz. Tasavvuf kitaplarımız öyle yazıyor. Birisi böyle yapmış, böyle demiş de, “Olmaz!” demiş.

Peygamber Efendimiz böyle yapmadığı için “Yâ Fatıma! Perdenin arkasına geç.” dediği için öyle yapmak lazım. Efendimiz gibi yapmak lazım.


O bakımdan Rasûlullah’ın hayatını okuyun! Ana kaynak odur.

122

Köşe başındaki ana taşına ipi çekiyoruz, şakülü de yukarıdan aşağı sarkıtıyoruz; duvarı örerken o ölçüye, o ipe göre yapıyoruz.

O köşe taşındaki ölçü yeri neresi? Peygamber Efendimiz. O ölçüye bakmaz da yanındaki tuğlaya bakarsan, olmaz. Herkes yanındaki tuğlaya bakarsa, duvara bakarsa yelken gibi eğri büğrü olur.

Saflara durulduğu zaman ne diyoruz?

“—Şu direklerin hizasında olun!” diyoruz.

Onu demediğimiz zaman hava grafiği gibi önde arkada, önde arkada zikzaklı oluyor.

Saf düz olacak! Yapamıyorlar. Ya yere çizgi çizeceksin, ya ip koyacaksın, ya iki direğin arası diyeceksin. Yapamıyorlar; ölçüye dikkat etmek lazım.

Aman kardeşlerim! İnsan yandaki tuğlaya bakarsa yanılır.

Ana çizginin bağlandığı Rasûlüllah’a bakacak, Kur’an-ı Kerim’e bakacak. Herkes ölçüyü ondan alacak. Ondan başka bir ölçü olmaz.

“—Falanca üstad, falanca kimse, falanca şahıs şöyle yaptı.” Sen onun neden yaptığını bilemezsin. Gitsen sorsan belki işin aslı anlaşılır.


Adamın birisi demiş ki;

“—Falanca büyük hoca efendiden duydum; ‘Eşek anırdığı zaman abdest bozulur.’ dedi.” Hoppala! Şimdi ben burada abdestliyim, dışarıda bir merkep bağırmaya başladı. Benim burada abdestim niye bozulsun?

“—O hoca öyle şey söylemez.” demişler.

“—Yok, söyledi! Şu kulaklarımla duydum.” demiş.

“—Söylemez.” “—Vallahi söyledi!” “—Gel bakalım, madem yemin ettin.” demişler; gitmişler, hocaya sormuşlar;

Hoca efendi, şöyle bir düşünmüş; hatırlamak için başını eğmiş, sakalını sıvazlamış, başını sallamış.

123

“—Evet, söyledim.” demiş.

Haydi bakalım! Ayıkla pirincin taşını.

Bu hoca cahil mi? Hayır!

“—Söyledim ama evlâdım, sen herhalde vaazın içinde uyumuşsun; vaazı dinlerken anlatılan şeyin başını duymamışsın, sonunu duymuşsun. Yanlış bilgi edinmişsin. Ben o vaazda neyi anlattım: Bir insan merkebine bindi. Su tulumu, testisi merkebine asılı. Yolda namaz vakti gelince indi. Abdest bozacak, abdest alacak, namaz kılacak. Merkep bir gürültüden ürktü, kaçtı gitti. Çölde merkebi ara Allah’ım ara; yok. Orada yok burada yok, uğraştı, didindi; yakalayamadı. Su yok. Şimdi bu adam ne yapacak? Namaz vakti geçiyor.

Teyemmüm abdesti aldı. Tam namaz kılacak, merkep geldi, yanında anırdı, bağırdı. Tamam, su geldi. O zaman ne olur? Su geldiği zaman teyemmümle namaz olmaz. Artık oradan suyu alacak, abdest alacak. Ondan abdesti bozuldu.’ dedim.”


İnsan anlatınca anlıyor da, anlatmayınca bilinmiyor. O bakımdan gerçekten büyüklerin, evliyâullahın kerametle bildiği bazı şeyler vardır. Onlar görürler, bazı şeyler söylerler; onları taklit etmek olmaz.

Bahaeddin-i Nakşibend Efendimiz ile ilgili bir menkabe

anlatırlar. Müridlerine:

“—Haydi gidelim, filanca tüccarın deposundaki malların hepsini alalım!” demiş.

Gitmişler, almışlar. Topları, kumaşları herkes kucaklamış, almış. Depoda bir şey kalmamış. Ertesi gün: “Haydi, aldığımız topları götürüp yerine koyalım!” demiş.

Tekrar götürmüşler, yerine koymuşlar.

Meğer o gün haramîler gelmiş, oraları talan etmişler. Bu zât iyi bir tüccarmış, mübarek bir insanmış, bunun da dükkânına girmişler ama bir şey yok, daha önce alındı; bir şey yapamamışlar.


Böyle şeyler olabilir. Yoksa ilk başta; “Hırsızlık için gidelim.”

124

demedi, korumak için gitti. Böyle menkabeler olabiliyor. İnsan bir şeyin esrarını bilince, o zaman başka türlü düşünür. İşin sonunu bilince başka şeyler yapabilir. Böyle şeyler olabiliyor. İnsan bilmediği şeyi taklit etmeyecek.

İmâm-ı Âzam Efendimiz’in sözü vardır:

“—Benim ahkâmımın hangi hadisten, hangi ayetten ne sebeple çıktığını bilmeyen, benim mezhebimin hükmüne göre cahilce, gözü kara hükmetmesin!” diyor.

Sebebini bilsin. “Sebebini bilmeyince yanlış hükme varabilir.” diye düşünmüş. Bu çok önemli bir noktadır.


Bazıları, hocalarına muhabbetten şeriattan çıkıyorlar.

Hocasına muhabbet ediyor, hocasının yanlış işlerini taklit ediyor, sigara tiryakisi oluyor ve saire, ve saire; raydan çıkabiliyor, yoldan çıkabiliyor.

Ölçü Rasûlüllah’tır, şeriatın ahkâmıdır. Herkes şeriatın ahkâmına uymak zorundadır.

“—Ben büyük şeyhim; kadınla erkeği yan yana tutarım da bir şey olmaz da...” Evet, olmayabilir ama, öyle yapmak doğru değildir. Büyüklerimiz de umumiyetle öyle yapmamışlardır. İstisnaî haller de onların bildiği bir şeydir, ötekilere ölçü olmaz.


h. Kasîde-i Bürde


Soru:

Kasîde-i Bürde hakkında bilgi verir misiniz?


Bir Kasîde-i Bür’e vardır, bir de Kasîde-i Bürde vardır. Yani bir sonu de ile biten, Diyarbakır’ın D’si, Eskişehir’in E’si: Bürde... Bir de bür’e, bür, yukarıdan kesme işareti e…


Kasîde-i Bürde Peygamber Efendimiz’in zamanında yaşayan Ka’b ibn-i. Züheyr’indir. O Peygamber Efendimiz’in aleyhine çalışan bir insanken, aleyhte sözler söylediği, şiirler yazdığı için

125

Peygamber Efendimiz; “Bu mendeburun öldürülmesi gerekir.” diye işaret vermiş, sahâbe-i kirâm da onu fırsat kollamaya başlamışlar, bir yerde yakalasalar öldürecekler.

O da kendisinin öldürülmesi üzerine emir çıktığını, müsaade çıktığını anlayınca ödü patlamış. Ondan sonra Peygamber Efendimiz’i methedici bir kaside yazmış bu sefer, onun adı Kasîde- i Bürde, Ka’b b. Züheyr’in.


Peygamber Efendimiz’in meclisine kadar gizlice kendisini göstermeden gelmiş, birden karşısına çıkmış;

“—Yâ Rasûlallah! Ben bir kusur işledim ama soylu, asil insanlar affedici olur.” filan mânasında beyitler var şiirinde.

Efendimiz de affetmiş onu, o da müslüman olmuş, ashabdan olmuş, Efendimiz iltifat da buyurmuş, sırtındaki Bürd-ü Yemânîsini, Yemen işi hırkasını çıkartmış, onun sırtına ikram olarak, hediye olarak, şairin câizesi olarak giydirmiş; o da onu giymiş, onun için bu şiire Kasîde-i Bürde derler. Yani hırka mükâfatını almasına sebep olan kasîde… Bu Peygamber Efendimiz’in sahabesi olmuş olan bir kimsenin yazdığı şiirdir, Peygamber Efendimiz’in zamanındandır.


i. Kasîde-i Bür’e


Soru:

Kasîde-i Bür’e hakkında bilgi verir misiniz?


Kasîde-i Bür’e, re’den sonra kesme işareti, bür’e.

Kasîde-i Bür’e İmam Bûsûrî Hazretleri’nindir. İmam Bûsûrî, On üçüncü Asır’da yaşamıştır. Mısır’da divanda, yani devletin yüksek mevkiilerinde hizmet görmüş bir edib, şair, fâzıl insandır.

Felç olmuş, felç olunca ayağı tutmamaya başlamış, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i medih yolunda Kasîde-i Bür’e isimli kasîdeyi yazmış. Yani ismi o zaman Kasîde-i Bür’e değil ama böyle bir kaside yazmış. Peygamber Efendimiz’e sevgisini saygısını, Peygamber Efendimiz’in evsâfını anlatan güzel

126

bir kasîde yazmış, uzun bir kasîde…

Bu kasîdenin bölüm bölüm her güne taksim edilmiş şekli bizim Evrâd’ımızda vardır.


Bu Kasîde-i Bür’e’yi yazınca, bitmiş yazısı, felçli kendisi, bunu yatağında veya oturduğu yerde yazmış. Gece rüyasına Rasûlüllah SAS Efendimiz gelmiş, rüyada ayaklarını şöyle sıvazlamış, meshetmiş, uykudan uyandığı zaman bakmış ki felci gitmiş. Felçten berî olmuş, kurtulmuş.

Berî olmak mânasından Kasîde-i Bür’e deniliyor. Berî olmak, kurtulmak mânasına; yani felç olması geçmiş, şifa bulmuş, hastalığı kalmamış.


Rasûlüllah sevdiği için, rüyasında onu öyle sıvazlamış ayağını, felçli olması gitmiş, izâle olmuş.

Onun için bu Kasîde-i Bür’e’yi sever bizim ecdadımız. Bunu makamla okumuşlardır, güzel makamlarla, ciddi ciddi, çocuklara öğretmişlerdir, ezberletmişlerdir. Hocamız da Kasîde-i Bür’e’den icazeti olduğundan, onu evrâdımızın içine koymuştur. Rasûlüllah madem sevmiş, rüyada iltifat eylemiş, biz de onun sevdiği kasîdeyi şey yaparız diye okurlar. Biz de seviyoruz, biliyorsunuz nasıl başlıyor?


Emin tezekküri cîrânin bi-zî selemi

Mezecte dem’an cerâ min mukletin bi-demi


Em hebbeti’r-rîhu min tilkâi kâzımetin

Ve evmeda’l-berku fi’z-zalmâi min idami.


diye böyle devam eden bir şiir.


Bu Arap kaside sanatına uygun çok güzel bir şiirdir. Yalnız başında hamdelesi, salvelesi, besmelesi olmadığından; bu bir eksiklik diye, daha sonradan yani her işin besmeleyle, hamdeleyle, salveleyle olması lâzım diye şairin birisi başına

127

ekleme yapmış;


El-hamdü li’llâhi münşi’l-halki min ademin

Sümme’s-salâtü ale’l-muhtâri fi’l-kıdemi


Mevlâye salli ve sellim dâimen ebedan

Alâ habîbike hayri’l-halki küllihimi.


Hamdele ve salveleyi de böyle eklediği için onu da başına şöyle yukarıya doğru ayrıca yazmışlardır, biz bunu okuyoruz.

Güzel bir kasidedir yani bizim Mevlid gibi, Mevlid-i Şerif gibi, Vesîletü’n-Necât, Süleyman Çelebi rahmetlinin eseri gibi güzel bir eserdir.

Buna Suudlular karşıdır. Suudlular şiire karşıdır, sanata karşıdır, böyle şeylerin korunmasına karşıdır, sanat eserlerinin sit alanlarına karşıdır. Eski binaları yıkmışlardır, mezarlıkları yıkmışlardır, türbeleri yıkmışlardır, her şeye karşıdır, aşırıdır onlar. Bu şiire de düşmandır onlar.


Bizim Evrâd’ı görürlerse, hacılar oraya götürdüğü zaman, bunun içinde Kaside-i Bür’e var diye bunun içinde bid’atlar var filan diye Evrad’ı da alıyorlar. Halbuki söz normal bir şeydir, sözün güzeli güzeldir, sevaptır, çirkini çirkindir, günahtır. Şiir de sözün bir parçasıdır, şiirin güzeli güzeldir; işte ilahiler, kasideler okuyoruz, Mevlid okuyoruz, bazıları buna karşı çıkıyorlar ama büyüklerimiz bunu tabii mâkul karşılamış.

Bizim Osmanlı alimleri ecdadımız zarif insanlardır. Bizim dedelerimiz hem takvâ ehlidir hem de edip, zarif insanlardır. Lügatı bile manzum yazmışlar. Lügat kitabını manzum yazmış, Türkçe’den Arapça’ya, Türkçe’den Farsça’ya manzum lügat yazmış. Lügatı bile şiirleştirmişler yani, öyle insanlar.


j. Mevlid Şiiri


Soru:

128

Bid’atların hepsi kötü mü yoksa Mevlid gibi bid’atlar dahi, o da iyi mi?


Mevlid konusunda ümmetin arasında münakaşa olmuştur. Bazıları bunu uygun görmemişlerdir. Fakat Mevlid, Peygamber Efendimiz’in tasvip edeceği bir şeydir.

Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz’in huzuruna Kâ’b ibn-i Züheyr geldi Bânet Suâdu isimli kasidesini okudu da Peygamber Efendimiz onu taltif için hırkasını çıkarttı giydirdi. Hırkasını hediye etti ona. Bânet Suâdu kasidesini Peygamber Efendimiz’e takdim etmiş, hem de Peygamber Efendimiz onun daha önceki kötü şiirlerinden dolayı cezalandırılmasını istemişti. O saklandı,

kendisini yakalattırmadan Peygamber Efendimiz’in meclisine kadar geldi hazırladığı kasideyi okuyup affını diledi. Yani,


(Ve’l özrü inde rasûli’llahi makbulü) filan diye de böyle şey yaparak affını diledi.

Rasûlüllah Efendimiz hem affetti, hem de hırkasını çıkardı giydirdi. O İstanbul’daki Hırka-ı Şerif camiindeki hırkanın bir

129

rivayete göre o hırka olduğu söyleniyor. Demek ki, şiirin İslâmî olanına Peygamber Efendimiz müsaade etmiştir. Hatta kendisinin Kab ibn-i Mâlik el-Ensari, Hassan ibn-i Sabit Hazretleri gibi şair sahâbesi vardır. Binâen aleyh Mevlid, Peygamber Efendimiz’e sevgiyi, duyguları terennüm eden bir şey olarak yasak değildir.


Bid’at deyip de Mevlid’in karşısına çıkanlar niçin çıkıyorlar?

Diyorlar ki bu böyle bir dinî merasim hâline geldi namaz gibi oruç gibi. Namaz, oruç, zekât, mevlit... Yani böyle dinî merasim gibi telakki ediliyor bu konuda İslâm’da böyle bir şey yok bid’at diyorlar. Halbuki öyle değildir. Onu söyleyen de Emir Sultan Hazretleri tavsiye etmiştir, haydi, Rasûlü<llah’a sevginizi ifade eden şiirler yazın demiştir, Süleyman Çelebi ondan yazmıştır.

Şiir de çok güzeldir; besmeleyle başlıyor, zikri anlatıyor, Esmâ- i Hüsnâ’yı söylüyor, Peygamber Efendimiz’in hayatını anlatıyor, miracını anlatıyor, gayet güzel bir şeydir. Ve asırlarca ümmeti Muhammed arasında okunmuş, feyiz vermiştir, insanları duygulandırmıştır. Yâni, onun kötü olmadığı kanaatinde olan bir kimseyim ben.


k. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri


Soru:

Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri hakkında çok kısa bir açıklama yapar mısınız?


Ebû Eyyûb Halid ibn-i Zeyd el-Ensârî el-Hazrecî... Hazrec kabilesinden, Peygamber Efendimiz de babası tarafından biraz akrabalık, sıhriyet olan bir sahabidir Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri. Eyüp Sultan semtine adını veren, orada kabri bulunan kişi. Bu zât, gerçekten çok kıymetli bir insandır. Hani “Peygamber Efendimiz’in ashabıdır” diye böyle yaldızlı övmek filan değil; gerçekten kıymetli bir insandır. Kıymetini anlayacaksınız.

130

Bir; kurra hafızdır. Yani Kur’an-ı Kerim’i çok iyi okuyan hafızdır, Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb Hazretleri. Kur’an-ı Kerim’i bir insan ezberlemişse onun şerefi çok yüksek olur. Tabii bunun zaten Peygamber Efendimiz’in ashabı olduğu için şerefi yüksek de, ashab arasında hangisi Kur’an’ı daha çok biliyorsa onun mertebesi daha yüksek olur.


Peygamber Efendimiz bir grup insanı sefere gönderecekti, hepsiyle tek tek konuştu. Hepsine, “Sen Kur’an-ı Kerim’den ne kadar biliyorsun?” diye sordu. Hepsi “Şunu biliyorum, bunu biliyorum.” dediler. Sonra bir genç, delikanlı geldi.

“—Sen ne biliyorsun Kur’an-ı Kerim’den?” “—Yâ Rasûlallah, ben şunu şunu şunu biliyorum, bir de Bakara Sûresi’ni biliyorum.” dedi.

Bakara Sûresi, Fatiha’dan sonra Elif lâm mîm diye başlayan, Âmene’r-rasûlü ile biten 286 âyetlik, iki buçuk cüzlük, kocaman bir sure… “Onu biliyorum.” deyince Peygamber Efendimiz dedi ki: “—Sen Bakara Sûresi’nin tamamını ezbere biliyor musun?”

131

“—Biliyorum yâ Rasûlallah.” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz buyurdu ki:14


اِذْهَبْ، فَأَنـُْتَ أَمِيرُهُمْ! (ت. خز. حب. ك. ن. عن أبي هريرة)


(İzheb ente emîruhüm) “Git, bu grubun komutanı sensin.” dedi, onu başkan yaptı.

Neden? Kur’an’ı en iyi bilen, en çok bilen başkan olur. Kur’an’ı en iyi bilen insan imam olur, önder olur, reis olur.


Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri kuvvetli hafız; bir… İkincisi; vahiy katibi. Peygamber Efendimiz’e vahiy geldiği zaman yazan katipler vardı ya, vahiy katibi.

Üçüncüsü; Peygamber SAS Efendimiz’den sonra bu Mescid-i Nebevî’de imamlık yapma şerefini almış. Burada imamlık yapmış bir müddet. Bu Mescid-i Nebevî’nin imamlığı vazifesi var. Medine valiliği vazifesi var, Medine’de valilik yapmış; dört… Allah yolunda cihad etmiş, mücahid sevabı var; beş.


Kendisi çok takvâ ehli bir insandı, çok titiz müslümandı. Abdullah ibn-i Ömer’in RA’ın düğününe gitti. Düğünde duvara asılı bir kumaş gördü. “—Bu kumaş ne?” dedi.

“—İşte kumaş, asılmış...” “—Rasûlullah zamanında ben böyle duvara kumaş asıldığını görmedim, bu bid’attır. Ben burada durmam.” dedi, kalktı.

“—Yapma, etme... Kumaşı kaldıralım, otur...” filan dedilerse de; “—Ben bid’at işlenen yerde durmam.” dedi, kalktı.

Takvâ ehli, çok salâbet-i dîniyye sahibi bir insandı.



14 Tirmizî, Sünen, c.V, s.156, no:2876; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.5, no:1509; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.V, s.499, no:2126; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.611, no:1622; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.227, no:8749; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.V, s.46, no:1216; Ebû Hüreyre RA’dan.

132

Libyalı bir profesör gelmişti de, ben onu “Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri diye burada sahabeden bir zât var, seni ona götüreyim. Tanıyor musun?” dedim.

“—Tanımaz olur muyum?” dedi, “O hayattayken de mücahiddi, öldükten sonra da mücahiddi.” dedi. İzah etti:

Vefatına yakın etrafına toplananlara demiş ki;

“—Ben öldüğüm zaman düşmanla çarpışın, düşmanı püskürtün, İstanbul surlarına yaklaşabildiğiniz kadar yakın gidin, en yakın yere beni gömün!” Vasiyeti böyle olmuş, öyle istemiş mübarek.


Vefat etmiş. Vefat edince arkadaşları bunu almışlar, çarpışa çarpışa, o da onların arasında, çarpışan grubun içinde; ölüyken de mücahid… Çarpışa çarpışa götürmüşler, surların yakınına gömmüşler.

Surdan bakmışlar;

“—Ne yapıyorsunuz orada? Kazdınız, birisini gömüyorsunuz.” Demişler ki:

“—Bu Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği bir insandı, çok

133

büyük bir zattı, vefat etti, işte buraya gömüyoruz.” “—Yahu” “Sizin aklınız mı yok? Siz muhasarayı kaldırıp buradan geri dönüp gittiğiniz zaman biz onu çıkartırız, parça parça ederiz.” demişler surdakiler.

O zaman o Emevi ordusunun komutanı demiş ki;

“—Eğer siz bu kabrin bir taşına dokunun, bu kabre bir zarar verin, müslümanların istila ettiği, koca Emevi İmparatorluğu içinde ne kadar kilise varsa hepsini yıkarım, bir tek kilise bırakmam!” demiş.

Bizanslılar’ın ödü patlamış, orası bozulacak diye; o kabri çok iyi korurlarmış. Hatta tecrübeleri de oluyor. Bizanslılar’dan o kabri ziyarete gidenler olurmuş çünkü gitti mi faydasını görüyor, hasta şifa buluyor...

Bir mübarek zâttır, başımızın tâcıdır. Allah şefaatine erdirsin.


l. Sünnet Tarihsel mi?


Soru:

Batı müsteşrikleri tarafından ortaya atılan ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi hocalarından bazılarınca da

savunulan sünnetin tarihselliği, dolayısıyla günümüz için delil olamayacağı gibi görüşlere ne dersiniz?


Batılılar ilim alanında bile her zaman bilimsel değillerdir. Ben bir üniversite hocası olarak, misaller de vererek bunu size söyleyebilirim. Batılılar ilmi dahi bir amaç için kullanırlar.

Onların bu rivayetleri niçin uydurduklarını söyledim. Sünnet-i seniyyenin bir çelik duvar olması dolayısıyla Ümmet-i Muhammed’i kıpırdatamadıkları, yıkamadıkları için böyle çalışma yapıyorlar.

Bazı fakültelerde bazı hocaların da onların fikirlerine katılması da çok görülen bir şeydir. Çünkü İslâm ülkelerinde Batılılar’ın sözcülüğünü bilerek veya bilmeyerek maaşlı veya maaşsız, gizli veya aşikâr sürdüren insanlar vardır, kadrolu insanlar vardır.

134

Mısır’da çıkmış bir şahıs, olmadık sözler söylemiştir. Kökenini incelerseniz filanca gizli cemiyettendir, falanca yere mensuptur ve art niyeti vardır.


Mesela Leone Caetani’nin Annali dell’Islam, İslâm Tarihi isimli eseri var. Asım Köksal uzun boylu emek sarf etti, onun yanlışlarını çıkarmaya ömrünü sarf etti.

İgnac Goldziher’in Muhammedanische Studien isimli eserinde -arkadaşlar tercüme ediyorlardı, birkaç sayfasına baktım- Arapça’dan yaptığı tercümelerde o kadar çok yanlışlar var ki!.. Adam yahudi, İslâm’ı incelemesi bir maksada dayanıyor.


Mesela ben Türkoloji’de doktora tezi aldığım zaman ne yaptım?

15. Yüzyıl’da hadis kitabı yazmış olan, İznik Medresesi’nde müderrislik yapmış olan bir alimi inceledim. Ama o Münih’teki Türkolog Profesör Hans, 16. Yüzyıl’da Osmanlılar’da Afyon İbtilâsı diye bir konu almış. Herkes kendisine uygun bir konu alıyor.

Bizim rahmetli Mehmet Çavuşoğlu vardı, profesör, Allah rahmet eylesin. O da Zâtî’nin Küfürleri üzerine bir çalışma yapmıştı. Herkes kendi üslûbuna göre bir şey seçiyor, bir tarafı tutuyor.


Ama şunu net olarak söyleyebilirim hatta ispat edebilirim: Görevli insanlar vardır! İslâm ülkelerinin üniversitelerinde görevli insanlar vardır, kadrolu insanlar vardır! Bir yerlerden emir alan, maaş alan ve amacı sünneti yıpratmak olan, tasavvufu kötülemek olan ve elbirliğiyle, organizasyon olarak çalışan; görevi İmâm-ı Âzam’a hücum etmek olan, bir safî müslümanın sevdiği, bağlandığı ne varsa hepsine var gücüyle hücum eden görevli insanlar vardır!

Her ünvanlı kişi o mesleğin erbabı olmuyor, Türkiye’de ve

Batı’da her zaman gerçeği söylemiyor. O bakımdan müteyakkız olunuz. Bir insanın söylediği sözleri dikkatle süzgeçten geçirin, delil arayın!

135

Ben şimdi mesela sizinle konuşurken ayetlerden, hadîs-i şeriflerden misaller vererek anlattım. O kanaatte olan insanlar bu âyetleri nasıl yalayıp yutacaklar, nasıl hiçe sayacaklar, nasıl yürürlükten kaldıracaklar?

Sünnet tarihselmiş, günümüz için delil olamazmış. Pekiyi, İslâm’ın delili olarak ne kalıyor o zaman?

Allah-u Teàlâ Hazretleri:


إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ الإِسْلاَمُ (آل عمران: ٩١)


(İnne’d-dîne inda’llàhi’l-islâm) “Allah’ın muteber saydığı geçerli din, sadece ve sadece İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19)


وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ اْلإِسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُ قْبَلَ مِنْهُ (آل عمران:٥٨)

136

(Ve men yebtaği gayre’l-islâmi dinen felen yukbele minhu) “İslâm’dan gayrı bir dinle tedeyyün edenler, ömrünü geçirenlerden ibadetleri, dinleri, dindarlıkları, zâhidlikleri, hayratları kabul olmayacaktır.” (Âl-i İmran, 3/85) diyor.

Peki, ben Allah’ın dini olan, Allah indinde geçerli din olan İslâm’ı nereden öğreneceğim, söyler mi bu beyler?

İslâm’ı öğrenmek istiyorum, ilim adamıyım. Çantamda merceğim var, cetvelim var, ölçmek biçmek için incelemek için her türlü malzemem var. Polis hafiyesi gibi çalışmaya hazırım, bütün izleri incelemeye hazırım. İslâm’ı öğrenmek istiyorum. Söyler misiniz bana İslâm’ı öğrenmek için ben ne yapacağım, nereden başlayayım?

Elimde ilk önce Kur’an-ı Kerim var, Allah’ın kelâmı, hiçbir şeyi değişmemiş. Ta Hz. Ali zamanında yazılmış imzalı Kur’an-ı Kerim

elimde mevcut. Binâen aleyh Kur’an-ı Kerim elimde bir delil.


Ondan sonra Peygamber SAS Efendimiz zamanında tespit edilmiş Efendimiz’in sözleri, hareketleri var. Ben bunları delil olarak almaz olur muyum?

Polis hafiyesi bir saç kılını delil olarak alıyor, değerlendiriyor; “Bu sarışın saç falancanın saçı...” diyor. Kanın tahlilini yapıyor, “A grubu Rh pozitif kan, işte bu da ondandır…” diyor, böyle sonuç çıkartıyor da ben Peygamber Efendimiz’den sahih râvilerle rivayet edilmiş olan bir vesikayı dinimin delili olarak almayacak mıyım?


Muhterem kardeşlerim!

İlmî düşünen bir insanın bu sözü söylemesi mümkün değildir! İnsanın eğri de otursa biraz doğru konuşması lazım! Dinimizi nereden öğreneceğiz?

Bin dört yüz yıl önce İslâm gelmiş, Peygamber Efendimiz yaşamış. Peygamber Efendimiz hakkındaki rivayetleri nazar-ı dikkate almazsak Peygamber Efendimiz’i nereden tanıyacağız?

Sonra ne hakla nazar-ı dikkate almıyoruz? Yunanlı’nın Aristo’su hakkında ne malzeme vardır elimizde? Eserinin sıhhatli olduğunu kim söyleyebilir? Yunanlı herhangi bir yazarı alın, Latin

137

yazarlarından falancayı alın, Fransızlar’ın herhangi bir şahsını alın; onun eserinin doğruluğunu bize ne ispat eder?

Ama hadis-i şerifler onların hepsinden çok daha kuvvetli bir şekilde tespit edilmiştir. Onu ancak inatçı bir insan, ayağını yere vurup vurup da ille “Kabul etmek istemiyorum!” diyen bir insan reddedebilir. Yoksa elimizde son derece bol malzeme, çok geniş malzeme var.


Bir İslâm tarihçisini düşünün, İslâm tarihini yazacaksınız, Arabistan’ın tarihini yazacaksınız; ne yapıyorsunuz?

Kitabeleri okumaya çalışıyorsunuz, kalıntıları geziyorsunuz, fotoğraf çekiyorsunuz, arkeolojik kazı yapıyorsunuz. Arkeoloji ilmi bizim bu hadis-i şerifin yanında solda sıfır kalır.

Arkeoloji ilminin bulguları ne kadardır, nedir? Devirleri yazıyorlar, Urartu devri diyorlar, Asurlular, Sümerler, şunlar bunlar diyorlar.

Malzeme ne kadar çıktı? Biz onlara inanıyoruz da Asur Devleti diyoruz, Mısırlılar’ın firavunları diyoruz, yirmi ikinci sülale vs. diyoruz.

Dünya tarihini mukayeseli olarak incelerseniz, bu kadar kuvvetli deliller hiçbir kültürde mevcut değildir!

Muhterem kardeşlerim! Bu adamlar doğru söylemiyorlar.

138
4. NAMAZ