1. İMAN

2. ŞİRK


a. Şirkin Tevbesi


Soru:

“Şirkin tevbesi yoktur.” diyorlar; ne dersiniz? Kul hakkının, adam öldürmenin tevbesi var mıdır? Kötü huyu olan bir kadının, kötü huyu olan bir erkeğin —cinsel sapıklıkları kasdediyor— tevbesi var mıdır?


Şirkin tevbesi imana gelmektir. İnsan mü’min olursa, kelime-i şehadet getirirse, Allah’ın varlığını, birliğini kabul ederse, müslüman oldum derse, Allah affeder. Onun tevbesi imana gelmektir.

Kul hakkının tevbesi; gidecek hakkı sahibine verecek, ondan sonra helâllik dileyecek. Bir müslümanı bir kimse öldürmüşse;


وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُّتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَ ا (النساء:٣٩)


(Ve men yaktül mü’minen müteammiden fecezâühû cehennemü hàliden fîhâ) “Bir müslümanı kasden, bile bile öldüren bir kimsenin cezası, ebediyyen cehennemde kalmaktır!” (Nisa, 4/93)

diye ayet-i kerime vardır. Fakat, pişman olmuşsa; onun da tevbe yolu kapalı değildir.

Yaptığını işin kötülüğünü anlayıp, kesilip, kat’î olarak bir daha yapmamağa azmetmekle, her günahın affolacağına dair Kur’an-ı Kerim’de ayet-i kerime var:


إِن اللهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ (النساء:٨٤)

87

(İnna’llàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâ’) “Allah şirki, kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

Bu ayet-i kerime, Allah-u Teàlâ’nın şirkten başka her günahı affedeceğine dair bir kapı, ihtimal bıraktığı için, sıdk ile tevbe ederse, ondan sonra doğru yolda yürürse, Allah-u Teàlâ Hazretleri affeder. O, şirki affetmez dediği, o günah ile ölenlerin ahiretteki durumlarıdır. Dünyada iken yanlış yoldan dönüp de imana gelirse, hepsi affolur.


b. Cenneti İsteyerek İbadet Etmek


Soru:

Cennet-cehennem kaygısıyla ibadet etmekle şirke bulaşılmış olur mu?


Bulaşılmış olmaz. Şirk demek, Allah’a ortak koşmak demek. Burada Allah’a ortak koşma yok! Yalnız, bir ahiret hesabı yapılıyor, “Cehenneme düşmeyeyim, cenneti kazanayım!” diye... Bu hesabı Kur’an-ı Kerim’de Allah kendisi teşvik ettiği için, “Bakın, cehennemden korkun! Cehennem ateşinden korunun!” dediği için… Ayet-i kerimede:


وَسَارِعُوا إِلَىٰ مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَْرْضُ


أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ (اۤل عمران:٣٣١)


(Ve sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm ve cennetin arduhe’s- semâvâtü ve’l-ardu üiddet li’l-müttakîn) [Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!] (Al-i İmran, 3/133) diye cenneti teşvik ettiği için, bunda bir şirk bahis konusu değildir. O düşünce doğru değil!

Şirk ne zaman bahis konusu olur. Meselâ:

88

“—Ben burada namaz kılacağım ama hem namazımı kılayım, hem de genel müdür görsün, bana müdürlük versin!” derse, o zaman şirke düşer.

Yâni, namazı bir Allah için kılıyor, bir de genel müdürden bir mevkî koparmak için kılıyor; o şirk olur.

Bu onun gibi değil! Cennet ve cehennem düşüncesi ile kendisine çeki-düzen vermek Kur’an-ı Kerim’de de teşvik edilen bir durum olduğundan, bu normal bir şeydir, şirke girmez.


Yalnız, büyüklerimiz demişler ki:

“—Asıl muhlis kullar, hâlis kullar cennet için de değil, cehennem için de değil, her şeyi Allah rızası için yaparlar.”

Meselâ; evliyâullahtan bir zâta birisi gelmiş, demiş ki:

“—Levh-i Mahfûz’da ben senin ismini cehennemliklerin arasında gördüm; ne diye namaz kılıyorsun, ne diye ibâdet ediyorsun?” Demiş:

“—Ben o yazının kaç sene önceden beri orada olduğunu görüyorum.” Yâni, kendi ismini Levh-i Mahfûz’da cehennemlikler arasında görüyormuş. “Ama, ben ibâdeti cennet için, cehennem için yapmıyorum ki, Allah rızası için yapıyorum; yapmağa devam edeceğim! Cehenneme düşsem de yine yapacağım; bu benim vazifem!” demiş, ibadete devam etmiş.

Ertesi gün bakmış ki, kendisiyle bir gün önce konuşan kimse gelmiş, demiş:

“—Yâhu, bugün bir şey oldu!”

“—Ne oldu?”

“—Baktım, senin ismin cehennemliklerin arasından silindi, cennetliklerin arasına yazıldı.” demiş.

Buradan güzel bir şey öğreniyoruz: Ne olursak olalım, Allah rızası için yapacağız her şeyi... Cennet için, cehennem için değil, Allah rızası için yapacağız. Yüksek olan duygu budur.


2. Soru:

İbadeti kendi nefsimiz için, kendi canımız için yaparsak bu şirk

89

olmaz mı?


Bu da şirk olmaz, bu da normal... İnsanoğlu kendisini dünyada zararlardan koruduğu gibi, günahlardan, ahiretin zararlarından da korumağa gayret edecek; bu onun vazifesi... Kulluk vazifesi bu! Kulluk ne demektir? Allah’a güzel ibâdet etmek ve yasaklarından kaçınmak, emirlerini tutmaktır. Bu da şirk değil!

Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki:


مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ أَسَاءَ فَعَلَيْهَا وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ

(فصلت:٦٤)


(Men amile sàlihan feli-nefsihî) “Kim sâlih amel işlerse, bu kendi lehinedir, kendi nefsi içindir; (ve men esâe fealeyhâ) kim de kötülük yaparsa, günah işlerse, o da kendi aleyhinedir. (Ve mâ rabbüke bi-zallâmin li’l-abîd) Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 41/46)


c. Her Şeyi Allah Rızası İçin Yapmak


1. Soru:

İslâm mükemmel bir hayat nizamı... Ben de bu dini mükemmel olduğu için seçip, ibâdet etmekle şirke bulaşmıyor muyum?


Hayır! Bunların hiç birisi şirk değil, bunlar normal duygular... Ama, daha yüksek duygular:


إِلٰـُهِي أَ نْتَ مَقْصُ ودِي، وَرِضَ اكَ مَطْلُوبِي!


“İlâhî ente maksùdî, ve rıdàke matlûbî” Yâ Rabbi benim maksûdum sensin, ben senin rızanı istiyorum!” diye, her şeyi sırf

Allah rızası için yapacak hale gelmek... Ahiret hesabı yapmamak, dünya hesabı yapmamak...

90

Eskiden her tarikatin bir başlık şekli varmış, kavuk şekli varmış; sarığın rengi varmış, sarılış şekli varmış. Nakşibendî Tarikatı’nın da külahları dört dilimli, dört parçalı oluyormuş. Dilime terk diyorlar. Dört terkli oluyormuş, başa giyilen başlık... Ondan sonra onun üzerine sarık sarılıyormuş.

Şimdi bir şâir diyor ki:


Der Tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çârı terk;

Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.


“Nakşibendîlikte dört terkli külâh giyilir; çünkü, Nakşibendîlikte dört terk vardır.” diyor. Terk dilim demek, bir de bırakmak demek... “Dört dilimlidir, çünkü dört şeyi terk

ediyorlar.” diye nükte yapıyor:

1. Terk-i dünya: Dünyayı terk edecek.

2. Terk-i ukbâ: Ahireti terk edecek.

3. Terk-i hestî: Varlığı terk edecek.

4. Terk-i terk: Terk ettiklerini de terk edecek.


Yâni, şöyle demek istiyor:

Terk-i dünya: İbâdeti dünya menfaati için yapmayacak. Şöyle yaparsam işten atarlar, böyle yaparsam işe alırlar... Böyle şey yok... Dünya menfaatine meyletmeyecek.

Terk-i ukbâ: Ahiret hesabı yapmayacak. “Şöyle olursa, böyle olursa, şu kadar sevap kazanırım...” filân diye hesap yapmayacak. O hesapların hepsi, Allah’ın fazl ü keremi karşısında yok olur. Gazaba gelir cehenneme atar, lütfa gelir affeder; o hesaplar tutmaz.

Terk-i hestî: Her çeşit varlığı terk edecek. Zenginse, zenginliğinden kibirlenmeyecek... Alimse, alimliğinden kibirlenmeyecek... Mevki-makam sahibiyse, mevkiinden, makamından kibirlenmeyecek. Her türlü varlıktan sıyrılacak. Sanki hiç bir şeyi yokmuş gibi mütevâzi olacak.

Terk-i terk: Bu şeyleri terk ettim diye böbürlenmeyecek,

91

bunları da unutacak. Üç şeyi terk ettiğini de unutacak, hiç hatırına da getirmeyecek. Çünkü, ondan da kibirlenir insan... “Yâ ben öyle olgun insanım ki, öyle yüksek insanım ki; terk-i dünyâ ettim, terk-i ukbâ ettim, terk-i varlık ettim...” filân diye yine böbürlenir, yine Allah’ın sevmediği kibre düşebilir diye, dört terk vardır diye söylemişler. Hatırınızda kalsın...

Demek ki, asıl iyi müslümanlık, asıl Allah’ın sevdiği şey, her şeyi Allah rızası için yapmak... Hesapla değil de, menfaat kaygısıyla değil de, Allah rızası için yapmak... Ama hesapla yaparsa, o da yasak değil; onu da bilin! Kimisi ondan anlar, kimisi daha yüksektir. O da câiz...


2. Soru:

“Hem bir müessese için çalışırsa, hem de Allah rızası için çalışırsa, bundan Allah rızası olmaz.” dediniz, biraz açıklar mısınız?


Muhterem kardeşlerim! Amellerde, niyet esastır. Peygamber SAS Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki:10




10 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.1, no:1; Müslim, Sahîh, c.III, s.1515, no:1907; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.670, no:2201; Neseî, Sünen, c.I, s.58, no:75; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1413, no:4227; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.25, no:168; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.73, no:142; Dâra Kutnî, Sünen, c.I, s.50, no:1; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.9, no:37; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.17, no:40; Bezzâr, Müsned, c.I, s.380, no:257; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.336, no:6837; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.41, no:181; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.79, no:78; Tahâvî, Şerh-i Maànî, c.III, s.96, no:4293; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.42; Hamîdî, Müsned, c.I, s.16, no:28; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.195, no:1171; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.62, no:188; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.244; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.136, no:656; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXII, s.166; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.171; Tahàvî, Şerh-i Maànî, c.III, s.96, no:4293; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.488, no:7438; Bezzâr, Müsned, c.I, s.64, no:257; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.IX, s.380, no:3707; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.48, no:78; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.206, no:483; Hz. Ömer RA’dan. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.342; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.422, no:7263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.1, no:1; Câmiü’l- Ehàdîs, c.IX, s.459, no:8819.

92

إِنَّمَا الأَعْمَالُ بِالنـُيَّاتِ (خ. م. د. ن. ه. حم. عن عمر)


(İnneme’l-a’mâlü bi’n-niyyât) “Ameller niyetlere göredir.”

“Niyet ettim Allah rızası için öğle namazının farzını kılmaya, Allahu Ekber.” diyoruz. “Niyet ettim bugün Ramazan orucuna…” diyoruz. “Niyet ettim umre, hac yapmaya…” diyoruz. “Yâ Rabbi, bunu bana kolaylaştır, bunu benden kabul et.” diyoruz.

Niyet her ibadetin temelidir, niyet bozuk olmayacak demek istiyoruz. Niyet bozuk oldu mu, art niyet oldu mu, kötü maksat oldu mu, o ibadet kabul olmaz demek istiyoruz.

Elbette insanoğulları çeşitli müesseselerde çalışıyor, çeşitli hizmetler yapıyor, işte o niyetin sâfî olmasına çok dikkat etmek lazım. Bir de kendi kendisini yoklaması lazım ki:

“—Acaba ben niyetimi sâfî sanıyorum ama işin içinde bir menfaat var mı yok mu? Başka bir şey var mı?” diye yoklamak lâzım.


Bir misal anlatayım bu konuda:

Büyük alimlerden birisi, camide daima imamın arkasında namaz kılarmış. Erken gelirmiş, otururmuş hemen arkasında namaz kılarmış. Ben biraz denedim Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’de imamın arkasında namaz kılabilir miyim diye. Ne mümkün? Askerler zaten herkesi oturtmuyorlar. Orası parsellenmiş, birinci saflar parsellenmiş herkes arkadaşına yer tutuyor, seccade koyuyor, sen en iyisi gariban arkada oturacaksın, boynunu bükeceksin.

Bu şahıs en önde namaz kılıyormuş. Bir gün bir mazeret olmuş, bir şey olmuş çok arkalarda kalmış, “saffı niâl” “takunyaların safı” derler, pabuçların çıkartıldığı, arkalarda namaz kılmış, çok utanmış. Bir de böyle etrafına bakınmış,

“—Eyvah! Beni böyle en arka safta birisi görse ne kadar ayıplar.” demiş. “Benim gibi hoca, alim, büyük bir zât da en arkada namaz kılıyor, beni herkes ayıplar.” demiş.

Der demez de aklına gelmiş:

93

“—Ayıplarsa ayıplasın be, hay Allah, ben demek ki bunca yıldır 30 yıldır birinci safta, imamın arkasında namazı insanlar ayıplamasın diye, insanlardan korkumdan mı kılıyormuşum? Vah bana, yazık bana…” demiş, 30 yıllık namazı ödemeye başlamış.


Anlatırlar ki Bâyezîd-i Bestâmî Hocamız, cennet-mekân, rahmetu’llahi aleyh 30 sene yaya hacca gitmiş. Kuvvetli hafızmış, her gün hatim indirmiş. Şu kadar tavaf etmiş, bu kadar ibadet etmiş bir haccında… Bunu da Gencer’in kütüphanesinde kitaptan okudum çok hoşuma gidiyor:

Bir haccında Arafat’tayken, içinden bir ses gelmiş. İçindeki ses ona:

“—Bâyezid yahu hadi gene iyisin, iyi yaşadın, 30 sene yaya hac ettin.” demiş.

Muhterem kardeşlerim! Yaya hac etmenin sevabı ne? Bir adımına 700 Mekke hasenesi veriliyor. Mekke hasenesi ne demek? Başka yerlerin hasenesinden 100 bin misli fazla demektir. 700’ün 100 bin fazlası kaç oluyor? Mehmed Âkif, bir hesapla söyle aklım

94

karıştı, bir adımına bu kadar sevap. Nereden kalkmış Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri? Adım adım nereye yaya hac yapmış? Her gün hatim indirmiş. İçinden demiş ki:

“—Ey Bâyezid! Haydi gene işin iş, yaşadın 30 sene haccettin yaya, ne kadar sevap kazanmışsındır, her gün hatim indirdin, filan oh ibadetin, durumun tamam garantili…” deyince, şöyle bir düşünmüş mübarek; insanın tüyleri ürperiyor.


Muhterem kardeşlerim! Tasavvuf erbabının işi böyle, işte başka türlü. İnsanın tüyleri ürperiyor. Bir düşünmüş:

“—Vay ben ibadetime mağrur oluyorum, ibadetimi beğeniyorum.”

İbadeti beğenmek doğru değil, makbul bir huy değil. Demiş ki:

“—Ey müslümanlar! 30 sene yaya haccettim, her gün hatmettim, bunların sevabını şurada satıyorum, var mı alan?”

Etrafına toplanmışlar. Herkes birbirinin yüzüne bakmış, cevap vermemiş. Nasıl alacaklar, kaç para verecekler? Bâyezîd-i Bistâmî’nin bir haccının değeri ne olur, çok mu istiyor az mı istiyor? Oradan börekçinin birisi cesaret göstermiş demiş ki:

“—Ben alırım.”

“—Kaça alırsın?”

“—İşte, üç tane böreğim var, ona alırım.” demiş.

“—Pekiyi verdim.” Üç tane böreği almış, 30 yıllık haccını ve o kadar günlük hatmini satmış. Satılır mı? Vallahi, billahi satılır. Söz önemlidir. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzurunda bazı şeylerin şakası yoktur, verdim dersin gider, aldım dersen olur. Oyuncak değil bu…

Hepsini vermiş, çıkartmış gözden. Üç tane çöreği almış, orada bakmış sıcaktan dili sarkan bir köpek. Bir tane atmış, köpek lup diye yutmuş. Daha istiyor, bir tanesini daha atmış, onu da yutmuş. Bir tanesini daha atmış onu da yutmuş. Oturmuş kenara, gözünü kapatmış, kendi nefsine demiş ki:

“—Ey benim zalim nefsim! Söyle bakalım şimdi neye güveneceksin? Var mı? Bir şeyin kaldı mı? Hadi bakalım Allah’ın

95

rahmetinden başka güvenecek bir şeyin kaldı mı? Mağrur nefsim benim! Ey ibadetine mağrur olan nefsim! Her şeyin gitti, hadi bakalım. Allah’ın rahmetinden başka bir şeyin kaldı mı?” demiş.


Muhterem kardeşlerim! İnsan, insaf ederse kendi amelini, amel-i kalbîsini, niyetini kontrol ederse kendi hatalarını bulur, düzeltir. İşler öyle kolay değildir. Peygamber Efendimiz SAS’e soruyorlar:

“—Herkes mücahidiz diyor. Mücahidlerin hangisi Allah yolunda?” Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:11


مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا، فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللهِ

(حم. م .خ. د. ت. ن. ه. عن أبي موسى)


RE. 432/4 (Men kàtele li-tekûne kelimetu’llàhi hiye’l-ulyâ, fehüve fî sebîli’llâh) “Kim Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sözü en yüksek olsun, Allah’ın dini yayılsın, Allah’ın dinine hizmet olsun diye çarpışmışsa, o Allah yolunda çarpışmıştır.” buyuruyor. Ancak o niyetle savaşırken öldürülürse şehiddir.

Şöhret için, dünyalık için çarpışan mücahid değildir. Nâm u nişân için çarpışan mücahid değildir. Kızgınlık için çarpışan mücahid değildir.



11 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.58, no:123; Müslim, Sahîh, c.III, s.1512, no:1904; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.18, no:2517; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.179, no:1646; Neseî, Sünen, c.VI, s.23, no:3136; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.931, no:2783; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.392, no:19511; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.493, no:4636; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.66, no:486; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.188, no:7253; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.V, s.268, no:9567; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.167, no:18325; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.16, no:4344; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.V, s.98; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.195, no:553; İbn-i Ebî Âsım, Cihad, c.II, s.588, no:242; Dâra Kutnî, İlel, c.VII, s.227, no:1311; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.486, no:7428, 7429; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.472, no:10493; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1557, no:2560; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.110, no:23091.

96

Hz. Ali kendi yüzüne tüküreni öldürmekten vazgeçti. Öldürecekti, yatırdı altına, yüzüne tükürünce bıraktı. O insan o zaman parça parça eder ya, tozunu bırakmaz ya… “Yüzüme de tükürdü.” diye hırsından… Ama Hz. Ali Efendimiz ne yaptı? Bıraktı.

Adam da şaşırdı:

“—Ne oldu? Neden vaz geçtin?” dedi.

“—Şimdiye kadar seni Allah için öldürecektim. Şimdi de yüzüme tükürünce sana çok kızdım, öldürsem nefsim için öldüreceğim, ondan öldürmedim.” dedi.

Adam müslüman oldu.


Bir başka sahabî birini yatırdı, öldüreceği sırada adam:

“—Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhû ve rasûlüh.” dedi.

Yatırılan adam müşrik, bastı kılıcı öldürdü, Rasûlüllah’a haberi getirdiler. Rasûlüllah dedi ki:

“—Sen yarın âhirette, Lâ ilâhe illa’llah diyen insanın hesabını nasıl vereceksin, halin ne olacak.”

“—Yâ Rasûlullah, tam öleceği için korkusundan, o anda ölüm korkusundan söyledi.”

“—Niyetini tam anlamak için kalbini yarmalı değil miydin?”Elâ şekakte kalbehû. “Kalbini yarmalı değil miydin? Kalbini mi yardın da niyetinin öyle olduğunu bildin?”

Öldürmeyecektin demek istiyor.


Onun için bu işler çok incedir, güzeldir. İslâm güzeldir ama Allah’a güzel kulluk etmek ve rızasını kazanmak da ince bir yoldur, çok ince bir yoldur, kolay değildir. Dikkat etmek lazım gelir, çok dikkatli olmak lazım. Çok dikkatli olmazsa, insan hata ederse Allah’ın rahmetinden uzak düşebilir. Cezaya uğrayabilir, ayıpladığı insanın durumuna düşebilir, ayıpladığı günahı işler durumuna düşebilir. Gururundan, kibirinden, ucubundan zarara uğrayabilir.

Tasavvuf, işte bu tehlikeleri anlatıyor, bu tehlikelere düşmesin

97

diye… Allah cümlemizi hıfz u himaye eylesin. Allah cümlemizi sevdiği kulların zümresine dahil eylesin. Tevfîkini refîk eylesin. Yanlış iş yaptırmasın. Yolunda daim, zikrinde kaim eylesin.


Söylediğimiz sözleri, birisinin düşmanlığını, ötekisinin dostlarına yağ çekmek için düşmanlık yapmak için söylemiyoruz.

Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri RA, Abdullah ibn-i Ömer’in düğününe gittiği zaman, duvara asılı kumaş görmüş.

“—Rasûlüllah zamanında böyle duvara kumaş asılması yoktu, siz çıkarttınız bunu, bunu beğenmedim.” Dedi, kalktı düğünden…

Dediler ki:

“—Aman etme, gitme! O kumaşı ordan indirelim.” “—Hayır! Böyle bir yerde duramam.” dedi.

Muhterem kardeşlerim! Abdullah ibn-i Ömer, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, ebâdile-i erbaadan, fakih sahabi… Abdullah ibn-i Ömer’e kız evinin işini yapıyor.

Allah rızası için emr-i mâruf nehy-i münker, nasihat hakkı söylemek Allah içindir. Allah bizi haktan, hayırdan ayırmasın. Kusurlarımızı bağışlasın, yolunda daim zikrinde kaim eylesin. Cennetiyle cemaliyle cümlenizi cümlemizi müşerref eylesin.


d. Evliyânın Himmeti


1. Soru:

“İyyâke nestaîn” ile himmet çatışmıyor mu?


إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ (الفاتحة:٤)


(İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn) “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz.” (Fâtiha, 1/4) (İyyâke nestaîn) demek, “Yâ Rabbi, ancak senden yardım isteriz!” demek... Evet, ancak Allah’tan yardım isteriz ama, Allah- u Teàlâ Hazretleri’nin bize emrettiği şeyleri de yaparız. Meselâ, “Şu duayı yapın! Şu namazı kılın! Şunu okuyun!” gibi tavsiyeleri

98

oluyor.

Yine bazı kullarına vermiş olduğu salâhiyetler oluyor. Meselâ, Peygamber SAS Efendimiz’e gelip dua isterlerdi. O da dua ederdi; o kulların o istediği olurdu.

O bakımdan sàlih kulların himmeti, “İyyâke nestaîn”e aykırı değildir. O sàlih kullar ehlullah olduğu için, ricâlullah olduğu için, Allah onlara salâhiyet vermiş olduğu için; yine Allah sevgisinden dolayı onlara hürmet edildiğinden dolayı olur. Allah müsaade ederse, olur; Allah müsaade etmezse, onlar bir şey yapamaz.


2. Soru:

Miftâhü’l-Kulûb isimli kitapta evliyâullahın, kutupların, gavslerin yetkilerinden bahsediliyor; bu tür ifadeler şirke girmez mi?


Şirke girmez. Bu hususta hadis-i şerifler vardır. Bunları söyleyenler kendiliklerinden söylemiyorlar. Orada yazdıkları şeylerle; evliyâullahın, kutupların, gavslerin vazifeleriyle ilgili hususlarda hadis-i şerifler vardır. İmam Suyûtî, bu hadis-i şerifler sağlamdır diye bir de müstakil risâle yazmıştır.

Allah bir kimseye salâhiyet verirse, o salâhiyetini kullandırması şirk filân değildir. Meselâ, Peygamber Efendimiz’e salâhiyet vermiş. Peygamber Efendimiz SAS emrediyor, nehyediyor; ahkâm koyuyor. Şirk olmaz mı? Olmaz, çünkü Allah’ın Rasûlü... Allah ona o salâhiyeti vermiş, onu yapsın diye peygamber tayin etmiş. Onun için normaldir.


e. Yüzü Suyu Hürmetine Dua


1. Soru:

“Yâ Rabbi, filânın yüzü suyu hürmetine hastama şifâ ver!” diye dua etmenin sakıncası var mıdır?


Allah’ın sevgili kulları vardır. Sevgili kullarının hatırına da böyle dua etmek vardır. Olur. Allah’ın sevgili kulları hürmetine

99

Allah’ın bazı kullarına ihsanlarda bulunduğunu biliyoruz. O bakımdan mahzuru yoktur.


2. Soru:

Geçen gün bir tefsir hocası, “Bir kimse Rasûlüllah, bir evliyâ veya sevdiğin kullar hürmetine şu işim olsun...” derse küfre girer dedi. “Bir şey istendi mi, Allah’tan istenir; kimse vesîle edinilmez.” dedi. Ne dersiniz?


Bu böyle değildir. Mâdem vesîle kelimesini kullandı;


وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ (المائدة:٥٣)


(Ve’bteğû ileyhi’l-vesîleh) “Ona yaklaşmaya yol arayın! Onun için vesile edinin!” (Mâide, 5/35) diye ayet-i kerime vardır.

Peygamber Efendimiz’in zamanında ve ashab-ı kirâmın arasında böyle şeyler olmuştur. Falanca kimsenin hürmetine diye dua edilmiştir. Peygamber Efendimiz’in ailesine hürmet olmuştur, amcasına hürmet olmuştur. Bunlar normal şeylerdir. Kişi küfre gitmiyor, küfür gibi bir şey geçmiyor içinden...

Allah’ın sevgili kullarının da Allah’ın izniyle şefaat hakkı vardır. Ayet-i kerimede bildiriliyor:


مَنْ ذَا الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلاَّ بِاِذْنِه (البقرة:٢٥٥)


(Men ze’llezî yeşfeu indehû illâ bi-iznih) [İzni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?] (Bakara, 2/255) Müsaade ettiği sevgili kulları hariç, kimse kalkıp da öyle aracılık, şefaatçilik yapamaz. Kendisinin müsaade ettikleri vardır.

Allah’ın izniyle şefaat hakkı olduğu için; bu söz doğru değildir. Bu hususta kavgalar, münakaşalar var da, bu aşırı uçtan bir hocanın sözü demek ki...

100

f. Yaptırdığı Camiye İsmini Koymak


Soru:

Cami yaptırdıktan sonra, ismini koydurmak şirke girer mi? Cami yaptırmanın mükâfatı nedir?


Cami yaptırmanın mükâfatını Peygamber Efendimiz:12


مَنْ بَنَى مَسْجِدًا يُذْكَرُ فِيهِ اسْمُ اللهِ، بَنَى اللهُ لَ هُ بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ


(حم. ع. حب. ك. ق. ض. والعدني عن عمر)


(Men benâ mesciden yüzkeru fîhi’smu’llàhi) “Kim içinde Allah’ın isminin anıldığı, namazın kılındığı, Kur’an’ın okunduğu, zikrin yapıldığı bir mescidi kim binâ ederse; (bena’llàhu lehû beyten fi’l-cenneh.) Allah da ona cennette bir ev bina eder.” Yâni, “Kim dünyada bir cami yaparsa, Allah cennette ona bir köşk bina eder.” diye bildiriyor. Tabii, kendi ismini koymazsa daha iyi olur. Çünkü, isim şöhrettir. Tasavvuf büyükleri:

“—İbadeti başkası görsün, bilsin diye yaparsa, bir bakıma mânevî bakımdan bu şirke girer.” demişler.

Tabii, o camiyi onun yaptığını Allah biliyor, başkası o ismi bilmese bile yine Allah o sevabı verecek. Onun için isimden sakınmak takvâya daha uygun oluyor, şöhret olmasın diye.

Sahabelerden birisinin ismini koysalar veya başka bir isim koysalar, kendi isimlerini saklasalar daha iyi olur.


g. Ehl-i Kitab’ın Durumu



12 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.20, no:126; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.486, no:4628; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.I, s.217, no:253; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.IV, s.230, no:19553; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.34, no:4276; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.172, no:18352; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XIX, s.416; Hz. Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.544, no:10709.

Kısmen: Hàkim, Müstedrek, c.II, s.98, no:2447; Hz. Ömer RA’dan.

101

Soru:

Şu anda Ehl-i Kitab var mıdır?


Şu bakımdan soruyor:

Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitab denilen, kendilerine bizden önce kitap indirilmiş kavimler var; yahudilere Tevrat indirilmiş, hıristiyanlara İncil indirilmiş.

Onlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki:


قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلٰى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ


نَعْبُدَ إِلاَّ اللهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شـَُيْـُئًا وَلاَ يـَُتـَُّخِذَ بَـُعْـُضُنَا بَـُعْـُضً ا


أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ (آل عمران: ٤٦)


(Kul yâ ehle’l-kitâb) Ey Rasûlüm onlara de ki: “Ey kendilerine kitap verilmiş kavimler! (Tealev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm) Sizinle bizim aramızda müşterek olan esasa gelin! (Ellâ na’büde illa’llàh) Allah’tan başkasına tapmayalım! (Ve lâ nüşrike bihî şey’en) Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım! (Ve lâ yettahize ba’dunâ ba’dan erbâben min dûni’llâh) Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın!” (Âl-i İmran, 3/64) diye Kur’an-ı Kerim’de onlara hitap var.

Bir başka yerde de buyuruluyor ki:


لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ (المائدة:٢٧)


(Lekad kefere’llezîne kàlû inna’llàhe hüve’l-mesîhü’bnü meryem) “‘Allah, Meryem’in oğlu İsa’dır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide, 5/72) Ondan sonra:

102

لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللهَ ثَالِثُ ثَلاَثَةٍ (المائدة:٣٧)


(Lekad kefere’llezîne kàlû inna’llàhe sâlisü selâseh) “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler, hristiyanların ekânim-i selâse dedikleri inanca sahip olanlar kâfir oldular.” (Mâide, 5/73) diye bildiriyor.

Kur’an-ı Kerim’de bunlar hakkında; “Kâfir oldular.” diye bildirildiği için, o zamanda da bu kanaatte olan insanlar olduğu anlaşılıyor. Şimdiki zamanın hıristiyanları da bu kanaatte… Aynı an’aneyi devam ettirmişler.

O zaman onlar o kanaatte oldukları halde, onlara yine Ehl-i Kitab deniliyordu; bu zamanda da aynı kanaatteler; yine Ehl-i Kitab deniliyor.

Binâen aleyh bu devirde de Allahu a’lem, Ehl-i Kitab var ama yine onlara Kur’an-ı Kerim’in o ayetleri nasihatte devam ediyor:

(Yâ ehle’l-kitâb) “Ey Ehli Kitab, kâfir duruma düşersiniz, bak böyle yapmayın, Hz. İsa’yı tanrı edinmeyin, Hz. Meryem’e ulûhiyet isnad etmeyin, Cebrail’e tapınmayın!” veyahut ‘Hz.

103

Üzeyir Allah’ın oğludur.’ demeyin!” Yahudilerin de buna benzer saçma sapan inanışları var; “Böyle demeyin!” diye o ayetler yine bunlara muhatap, yine bunlar kâfir; Ehl-i Kitab olunca kâfirlikten kurtulmuş değiller. Çünkü inançları sakat…

Şu devirde de Ehl-i Kitab yok değil, var. Bu bize neden gerekiyor?

“Ehl-i kitabın kestiği yenilir.” diye bir hüküm var. Yahudinin kestiğini, hıristiyanın kestiğini müslüman yiyebiliyor. Çünkü onlar puta kesmiyorlar, onlar Allah adına kesiyorlar. Onun için:


وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حِلٌّ لَّكُمْ (المائدة:٥)


(Ve taàmü’llezîne ûtü’l-kitâbe hıllün leküm) “Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir.” (Mâide, 5/5) buyruluyor.

Çünkü onlar öteki kavimlerden biraz daha farklı; az çok inanç görmüşler, az çok peygamber tanımışlar, az çok Allah’ın ayetlerini okumuşlar. Hatta kitaplarında belki bazı ayetler sağlam, bazıları bozulmuş. Yarım yamalak da olsa bir şeyleri olduğu için, onlara ayrı muamele yapılıyor. O muamele şimdi de yine devam eder.

Neden? Çünkü bugünkü Ehl-i Kitab’ın durumu da Peygamber Efendimiz’in zamanındaki Ehl-i Kitab’ın durumu da aynıdır. Onlar da kâfirdi, bunlar da kâfir… Peygamber Efendimiz’i tanımadıktan sonra, onlar o zamanda da kâfirdi, bugün de kâfirler. Kâfirlikten çıkmış olmuyorlar. Ehl-i Kitab ama müstesna bir durumları var; bir adım daha atarlarsa imana gelip, Allah’ın yolunda hayırlı bir insan durumuna gelebilirler.

104
3. PEYGAMBER EFENDİMİZ