PROF. DR. MAHMUD ES’AD COŞAN

1. İMAN



a. Yaratılışımızın Sebebi


Soru: Allah-u Teàlâ Hazretleri kâinatı ve insanı niçin yarattı?


Bunu Kur’an-ı Kerim’de, Allah-u Teàlâ Hazretleri ayet-i kerimeyle bildiriyor:


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)


(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’budûn.) “Ben cinleri ve insanları başka bir şey için yaratmadım; ancak ve sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56) buyuruyor.

Şimdi, ibadet tabii sadece dar mânâlı namaz, oruç tutmak demek değil. İbadet, Allah’a kulluk yapmak demek... Yâni, Allah’a Allah’ın istediği şekilde kulluk yapmak demek. Her yönden kulluğunu güzel yapması demek... İbadetin mânâsı bu. Yâni uyu dediği yerde uyuyacak, uyan dediği yerde uyanacak; ye dediği yerde yiyecek, yeme dediği yerde yemeyecek, sabredecek, Allah’ın her emrini tutacak... Kalk dediği zaman kalkacak, yap dediği zaman yapacak...

Başka bir ayet-i kerimede:


لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً (الملك:٢)


(Li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ) “Hanginiz daha güzel ameller işleyecek?” (Mülk, 67/2) diye imtihan etmek için yaratıldığı bildiriliyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanı yaratacağını meleklere bildirdiği zaman:

31

وَإِذْ قَالَ رَبُّـُكَ لِلْمَلٰ ئِكَةِ إنِّي جَاعِلٌ فِي اْلاَرْ ضِ خَلِيفَـُةً، قَالُوا


أَتَجـُْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْ فِكُ الدِّمَاءَ، وَنَـُحْنُ نُـُسَـُبِّحُ


بِـُـُحَـُمْـُدِكَ وَ نُـُـُقَـُـُدِّسُ لَـُكَ، قَـُـُالَ إِ نِّى أَعْـُلَـُمُ مَـُا لاَ تـَُـُعْـُلَـُمـُُـُو نَ (البقرة:٠٣)


(Ve iz kale rabbüke li’l-melâiketi innî câilün fi’l-ardı halîfeh) “Yeryüzünde ben bir halife yaratacağım! Yeryüzüne hakim olan, orada idare eden, orada iş ve fiiliyatta bulunan varlıklar yaratacağım!” deyince, melekler de anlamamışlar ve demişler ki:

(Kàlû etec’alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfikü’d-dimâe, ve nahnü nüsebbihu bi-hamdike ve nükaddisü lek) “Biz sana ibadet ederken, sana tesbih ederken, seni takdis eylerken yâ Rabbi; orada kan döken, can yakan varlıkları mı yaratacaksın?”

Biz insan cinsinin böyle savaşacağını, kan döküleceğini filân da Levh-i Mahfûz’dan görmüşler demek ki...

(Kàle innî a’lemu mâ lâ ta’lemûn) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki: “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim! Bunu böyle murad eyledim, böyle istedim, böyle diledim.” (Bakara, 2/30) diyor.

Demek ki, melekler dahi sormuşlar bu soru gibi... Hikmetleri var... Allah-u Teàlâ Hazretleri imtihan için insan neslini yaratmış.


Ama, bir söz vardır hadis-i kudsî gibi... Eski ümmetler tarafından söylenmiş de, bizim İslâmî literatürümüze de geçmiş.

Belki, Dâvud AS veya Benî İsrâil peygamberlerinden birisi tarafından söylendiği rivayeti var:


كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيّا، فَأَحْبَبْتُ أَنْ أُعْرَفَ، فَخَلَ قْتُ الْخَلْقَ لِ يَعْرُفِنِي .


(Küntü kenzen mahfiyyen) “Ben bir gizli hazine idim, (feahbebtü en u’rafe) bilinmeyi murad eyledim, sevdim, istedim;

32

(fehalaktü’l-halka li-ya’rifunî) beni bilsinler, bulsunlar, bana ibadet etsinler diye mahlûkatı ondan yarattım.” diye eski ümmetlerden gelme bir söz vardır.

Tabii, onların da kaynakları hak kitaplar, semâvî dinler olduğu için, böyle bir rivayeti bizimkiler de almışlar. İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri de Kenz-i Mahfî diye bir kitap yazmış. Mutasavvıfların bu husustaki merakları ve onlara cevapları vardır.

Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri, “Kendisi bilinsin ve kendisine ibadet olunsun, kulları kendisini bilsinler ve kulluk etsinler!” diye insan neslini yaratmış. Onlara cenneti hazırlamış ve kötülük yaptıkları takdirde de ceza vereceğini bildirmiş oluyor.


2. Soru:

Allah-u Teàlâ’nın bizleri, “Ben beğenilmek için yarattım...” diyerek yaratması bir âsilik ve kibre yol açmaz mı?


Bu soruyu soran şuna işaret etmek istiyor. Eski ümmetlerden gelen bir söz vardır hadis-i kudsî gibi. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki:


كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيّا، فَأَحْبَبْتُ أَنْ أُعْرَفَ، فَخَلَ قْتُ الْخَلْقَ لِ يَعْرُفِنِي .


(Küntü kenzen mahfiyyen) “Ben bir gizli hazine idim, (feahbebtü en u’rafe) bilinmeyi murad eyledim, sevdim, istedim; (fehalaktü’l-halka li-ya’rifunî) beni bilsinler, bulsunlar, bana ibadet etsinler diye mahlûkatı ondan yarattım.” Herhalde o sözü kasdediyor. Onun kibir olacak bir tarafı yok. Allah kulları kendisini bilsinler diye yaratmış. Kullar bilmeye çalışsınlar, ma’rifetullahı tahsile çalışsınlar. Bunda bir kibirlilik malzeme yok, durum yok.

Ama insanoğlu, kendisi güzel yaratılmıştır gibi bir mânayı kasdediyorsa doğrudur. Allah-u Teàlâ Hazretleri insanları ahsen-i takvîm üzere yaratmıştır, gerçekten mahlukâtın en

33

mükemmelidir. Akılla irfanla nice güçlü kuvvetli mahlukları, filleri, develeri bile tasarrufumuzun altında kullanıyoruz. Semaya çıkıyoruz, yerin içine gidiyoruz. Tabii bu da Yaradan’a hamd ü

senâ edilecek bir şey.

Allah bizi güzel bir hal üzere yaratmış ama, bu güzellik iman ile tamam oluyor. İnsan küfür ile esfel-i sâfilîne düşüyor, o zaman yine övünülecek bir şey yok. “Ben mü’minim, bununla övünebilirim.” dersek, ona da güvencemiz yok. İşin sonu önemli; insan âhir ömründe hüsn-ü hâtimeye mazhar olursa, tamam. Ama en son anda sûi hâtimeye uğrarsa, yani kötü bir şekilde ölürse, o zaman yazık… Demek ki, sonunu bilmediği için, sonu meçhul olduğundan ondan da övünülecek bir durum yoktur. Binâen aleyh, hiçbir yerden insanın kendisini beğenmesine, kibre düşmesine yol açacak bir durum görünmüyor. Haddini bilip boynunu bükmekten, aczini anlayıp Allah’a iltica etmekten başka bir çare yoktur.


İnsan yaratılışına nasıl sevinmeli? Bir tarafta hiçlik, öbür

tarafta zor bir test ve mükâfaat... Allah-u Teàlâ’nıın beğenilmek için yaratmış olması sevinmemiz için yeterli mi?

Hz. Ömer RA: “—Yâ Ömer, keşke anan seni hiç doğurmasaydı!” demiş, “Keşke ot olsaydın! Keşke mükellef olmayan bir yaratık olsaydın!” diye söylemiş.

Tabii bu, Allah’ın rızasını kazanmanın zor olduğunu gösteriyor.

Ama insan olmanın şerefi çok büyüktür. Allah-u Teàlâ Hazretleri kimseye vermediği şerefi insanoğluna vermiştir. İnsanoğlu Allah’ın istediği insan olunca, meleklerden de üstün olur. Bu büyük bir avantajdır, büyük bir nimettir. Ma’rifetullaha mazhar olmak, emanete ehil olmak, lâyık olmak, rızasını kazanmak, cennetine girmek nimeti böyle oluyor. Öteki mahlukâta bu avantaj olmadığından insan olarak yaratıldığımıza ne kadar şükretsek az gelir! El-hamdü lillah, çok şükür Rabbimiz’in nimetlerine...

34

3. Soru:

Hem dünya hem âhiret için çalışmak konusunda hadis-i şerifler var. Bunu bize biraz açıklar mısınız?


Müslüman bu dünyaya neden gönderilmiştir?

Müslüman bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Ayetler bu konuda sarih, kesin ve açık:


الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً (الملك:٢)


(Ellezî haleka’l-mevte ve’l-hayâte li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ) [O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.] (Mülk, 67/2) gibi ayet-i kerimelerde bildirildiği gibi imtihan için gönderildiği kesin.


Dünyaya imtihan için gönderildik. Allah’ın sevdiği şeyleri yaparak imtihanı kazanacağız. Sevmediği şeyleri yaparsak imtihan başarısız olacak, insan cezaya uğrayacak; bu belli.

Onun için, bu dünyada ana zihniyetimiz, gayemiz, faaliyetlerimiz âhireti kazanmaya yönelik olacak. Fakat bunu yapayım derken, insanlar bazen sorumluluklarını da unutuyorlar. Yüklendikleri sorumluluklar var.

“—Nedir o sorumluluklar?” Onlar da hadîs-i şeriflerle sabit. Zaten dinde fakih olmak, yani gerçek alim olmak işin her tarafını bilmekle mümkün oluyor. Yani bir nasihati duyup ona göre hareket edip, bir tarafı yapıp öbür tarafı yıkmakla olmuyor. Her tarafı düzeltmek lazım. O da hadis-i şerifte. Bir ayet-i kerimede şöyle bir hüküm varsa, şu tarafta da bu hüküm var; ikisini birden bilirse tam alim oluyor.


İnsan âhiret için çalışacak ama vücudunun kendisi üzerinde hakkı var, bir. Şu vücut davacı olabilir; sahibi iyi kullanmazsa bu vücut ondan davacı olabilir. Yıpratırsa… Ben mesela sigara içenlere, vücudunu yıpratanlara, bakmayanlara acıyorum.

35

Neden? Vücut bir emanettir. “Emaneti iyi kullanmadı, koruyamadı.” diye sorgu sual olacak. Yıpratmaya hakkı yok mesela, bir. Ailesine karşı sorumlulukları var. Meselâ evin reisi ise; umumiyetle erkekler evin reisi oluyor, değil mi? Hanımın, çocuğun, evdeki insanların nafakası, iâşesi, giyimi, kuşamı, tahsili, terbiyesi bunun boynuna borç… Bunu ihmal ederse sorumlu olur. Allah çünkü o vazifeyi vermiş:


الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَآءِ (النساء:٤٣)


(Er-ricâlü kavvâmûne ale’n-nisâi) [Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur.] (Nisa, 4/34) buyurmuş. Bu vazifenin yapılması lazım.

O halde ailesine helâl lokma getirmesi gerekiyor.


Sonra annesinin, babasının hakları var, onlara riayet etmesi lazım. Sonra Allah’a karşı ibadet borçları var, onları yerine getirmesi lazım. İçinde bulunduğu topluma karşı görevleri var.

Mesela, düşman hücum etti, ne yapıyoruz? Ordu kuruyoruz,

düşmana karşı çarpışıyoruz. Herkes cihada gidiyor. Neden yapıyoruz bunu? Topluma karşı vazifemiz var, onun için bunu yapıyoruz. Yani toplumu korumak için. “Ben Ankara’da oturuyorum, düşman Edirne’ye gelmiş, bana ne!” demiyor millet; Kars’ta bile olsa askere gidiyor, çarpışıyor, değil mi?


Topluma karşı vazifeler var. Bunların hepsinde ayetler, hadis-i şerifler var.

“—Ben Allah’ın rızasını kazanacağım?” diye ahirete çalışıp, öteki görevleri ihmal ederse bir insan, o zaman çoluk çocuk perişan oluyor, aç kalıyor, açık kalıyor, hatta ölüyor. Çocuğunu doktora götürmüyor, çocuk hastalıktan ölüyor.

“—Niye tedavi ettirmedin? Niye bakmadın? Niye gıdasını sağlamadın?” diye sorumlu olur. Cihada çağrıldı, savaşa çağrıldı;

36

gitmezse sorumlu olur. Falanca işi yapmasa sorumlu olur. Hatta evli, karısına karşı sorumlulukları var, yapmasa sorumlu olur. Vazifeleri var, yapmasa sorumlu olur.

“—Ben evlendim, zahidâne bir hayat yaşamak istiyorum. Hanım öbür odada dursun, ben de bu odada dururum.”

Olmuyor, o da yasak, o da doğru değil.


İşte bütün bunları dengeli bir şekilde götürmek gerektiğinden. Peygamber Efendimiz hadis-i şerifte de böyle buyurmuş, alimlerimiz de bunu açıkça beyan etmişler. Dünyevî birtakım şeyler için çalışmış, çalışmak lazım. Sahabe-i kiramın da mesleği vardı. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz bezzaz idi, yani manifaturacıydı. Hz. Osman Efendimiz’in kervan getirip sattığını biliyoruz. Peygamber Efendimiz’in kervan yönettiğini bir kere biliyoruz. Herkesin Medine çarşısında işi gücü vardı, gelip gidiyorlardı, tarlası bahçesi vardı, hurmalara bakıyorlardı, topluyorlardı, aşılıyorlardı, satıyorlardı. Yani bu vazifelerin de yapılması lazım.

Peygamber SAS Efendimiz bir meşhur hadis-i şerifinde Ebü’d- Derdâ Hazretleri’ne hitaben şöyle buyurdu:1


يَا أَبَا الدَّرْدَاءِ! إِن لِجَسَدِكَ عَلَيْكَ حَ قّ ا، وَلأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقّا، وَلِرَبِّكَ


عَلَيْكَ حَقّا؛ وَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ! صُمْ وَ أَفْطِرْ، وَقُمْ وَنَمْ، وَائْ تِ


أَهْلَكَ (حل. عن أبي جحيفة)


RE. 492/10 (Yâ ebe’d-derdâ!) “Ey Ebü’d-Derdâ! (İnne li-cesedike



1 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.112, no:285; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.275, no:8128; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.176, no:20; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XLVII, s.116; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.188; Ebû Cuhayfe RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.45, no:5403; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.27, no:25480.

37

aleyke hakkan) Hiç şüphe yok ki bedeninin, vücudunun senin üzerinde hakkı vardır. Bu hakkı bu vücuduna vermezsen, bu elin, bu ayağın, bu vücudun senden davacı olur.” (Ve li-ehlike aleyke hakkan) “Aile efradının, zevcenin ve çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır.”

(Ve li-rabbike aleyke hakkan) “Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır.” Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne karşı görevler var.

(Ve a’ti külle zî hakkın hakkahû) “O halde, her hak sahibine hakkını ver!” (Sum ve eftir) “Bazı günler oruç tut, bazı günler tutma, iftar et! (Ve kum ve nim) Geceleyin namaza kalk, bazı zamanlarda uykunu da uyu! (Ve’ti ehleke) Eşinin yanına da git!” buyurdu.


Yani, “Senin etrafında bulunan kimselerin hakkına riayet et, hepsinin hakkını ver! Hiçbirinin hakkını vermezlik yapma, hakkını vermekte kusur işleme!” diyor.

İnsanın çocuğuna karşı görevi var, hanımına karşı görevi var, ana babasına karşı görevi var. Kendi canına, vücuduna karşı görevi var. İşte hem dünya için, hem âhiret için çalışmak bu.

Etrafındaki sorumlu olduğun kimselerin gıdasını, yiyeceğini, içeceğini sağlamak, tâlim ve terbiyesini sağlamak beşerî birtakım münasebetleri gerektiriyor. Bunları ihmal edersen târik-i dünya oluyorsun. Ruhbanlık yok İslâm’da, doğru değil.

“—Bunları yapacağım!” diye cumayı bırakmak, namazı bırakmak, helali bırakmak, âhireti bırakmak; o da yok…

Onun için, hem dünya için, hem ahiret için çalışmak gerekiyor.


4. Soru:

“Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi dileyemezsiniz.” âyet-i Kerimesi aleyhimize kullanılıyor. Mesela pek çok günahkâr “Allah dilemediği için ben dileyemiyor ve ibadetlerimi yapamıyorum.” diyebiliyor. Bu nasıl açıklanır?


Bunu alimlerimiz açıklamışlar. Allah’ın iradesine karşı bir kulun başka bir irade kullanıp da Allah istemediği halde bir şeyi

38

yapması mümkün değil. Olur mu? Güç kuvvet sahibi olan Allah istemeden, bir insanın bir şey yapması mümkün mü? Bu doğru, hiçbir şeyi yapamaz.

Ama Allah-u Teàlâ Hazretleri insanlara sorumluluk, mesuliyet yükleyecek bir ihtiyar, irade-i cüz’iyye vermiştir, ondan dolayı kişi mes’ul oluyor. Kâfir; “Yâ Rabbi! Sen beni kâfir yapmışsın, ne yapayım, takdirim böyleymiş!” diyemez. Çünkü kâfire Allah Kur’an-ı Kerim’de hitap etmiş, davet etmiş, doğru yola gelmeyi söylemiş. O kabul etmediğinden, kabul salâhiyeti olduğundan, irade-i cüziyyesi olduğundan mes’ul oluyor. Yani mazeret olmuyor. Çünkü Allah mazeret olmayacak kadar da bazı şeyleri seçme hakkı vermiş. Ama bu seçme hakkı kâinatı yönetme hakkı değil.

“—Ben dağları deviririm, rüzgârları çeviririm, yağmurları yağdırırım, otları bitiririm.” diyebilir mi insan?

Diyemez. Yapamayacağı milyarlarca şey var, yapabileceği birazcık bir şeyler var; o da Allah’ın sözünü dinleyip doğru yola gelmek, emrini tutmak. Allah ona o salahiyeti, o kabiliyeti vermiş.


b. Allah-u Teàlâ’nın Biz Demesi


1. Soru:

Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri, niçin bazı ayetlerde ben demiyor da, biz diyor?


Arapça’da azamet nun’u denilir, nun harfi vardır. Fiil sîgalarının baş tarafına geldiği zaman, o çoğulu göstermez; söyleyen kimsenin azametini, ululuğunu gösterir.

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri, kendisiyle ilgili ayet-i kerimelerde ifade olarak azamet nunuyla, o sîga ile “Biz azîmü’ş- şân” diyor. Yâni, “Ben azamet sahibi Allah şöyle emrediyorum.” demektir o... Arap dilinin bir inceliğidir, özelliğidir. Oradaki bizden maksat, müteadditlik değildir, çok çok olmak değildir. Kudretinin sonsuz olması, gücünün sonsuz olması mânâsına gelir. O bakımdan öyle ifade ediliyor.

39

2. Soru:

Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de ‘biz’ ifadesini kullanıyor, sebeb- i hikmeti nedir?


Ona azamet sîgası derler. Arapça’nın özelliğindendir. Arap dilinde ululuk, azamet, celâl, büyüklük, izzet göstermek için “biz” sîgası kullanılır. “Çoğul” mânasına değildir, Allah’ın azametini gösterir. Tevazuun çeşitli şekilleri vardır ya. Mesela “âcizâne” diyoruz, “bendeniz” diyoruz. “Bendeniz” ne demek? “Köleniz” demek.

“—Kimsin sen?” diyor meselâ. “—Bendeniz, filancayım efendim!” Yâni, “Köleniz!” diyor.

Neden bu? Tevazu sîgası. Kula yakışan tevazudur. Allah-u Teàlâ Hazretleri azamet sahibi, kibriya sahibi, celâl sahibi olduğundan, ona da azamet nûn’u derler. “Biz azîmü’ş-şân” der. Orada çokluk, kesret, cemi bahis konusu değildir. Buna azamet derler. Ayrı bir sîgadır. Arapça’nın özelliği.

İngilizce’de buna benzer ne vardır? İngilizce’de kibarlık için (your) derler. (Your) aslında siz demektir. Sen demek istediğiniz kimseye dahi siz derler; kibarlık olsun diye.

Karşısındaki bir kişidir. Sorar:

“—Sizin isminiz nedir efendim, siz nereden geldiniz efendim?” Etrafında başka kimse mi var? Hayır. Bir kişidir ama (your) siz diye hitap ederler. (You) demez, (your) der. Bazı dillerde böyle şeyler vardır.

Ayrıca, siz mânasına gelen kelime, yine siz olarak kullanılır. Nezaket olarak sen kelimesi kullanılmaz, siz kullanılır. Orada nezaket olarak, bir kişi muhatabına siz diye hitap ediyor.

Burada da azamet göstermek için bir kişi, mütekellim, yâni birinci şahıs biz ifadesi kullanıyor. Bu Arapça’nın özelliğidir.


c. Yed-i Kudret Ne Demek?


Soru:

40

“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a and olsun ki” diye yemin ederken, bu 7 kudret nedir?


Bu yanlış anlaşılmış. Bu yed-i kudret demek, altıdan sonra gelen yedi (7) mânâsına değil... Arapça’da yed, el demektir. “Yed-i kudretinde olan Allah’a and olsun ki” demek, “Kudreti elinde olan Allah’a and olsun ki” demek...

“—Canımız kimin elinde?” “—Allah’ın elinde...” Peygamber SAS Efendimiz de diyor ki:

“—Şu benim canım, elinde olan Allah’a yemin olsun ki...”

“—Bizi yaşatan kim?” “—Allah!” “—Öldüren kim?”

“—Allah!” Allah’ın kudreti elindeyiz, yed-i kudretindeyiz.

Tabii, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin eli deyince, sakın bizim elimiz gibi parmaklı, etli, kemikli, sinirli, eklemli bir el de hatırınıza gelmesin! Onun için, kudret eli deniyor. Kudreti mânâsına tefsirî bir tamlamadır bu...


d. İslâm’ın Şartı Beş


Soru:

Niçin “İslâm’ın şartı beştir.” denilmiştir? Bu söz İslâm’ı sınırlıyor. Oysa, İslâm’ın şartları çoktur. Çocuklarımıza böyle öğretiyoruz.


İslâm’ın şartları çoktur; doğru... Farzları çoktur ve onların hepsini yapmamız lâzım! Yalnız, Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şerifi vardır bu hususta:2



2 Buhàrî, Sahih, c.I, s.11, no:7; Müslim, Sahîh, c.I, s.103, no:21; Tirmizî, Sünen, c.IX, s.190, no:2534; Neseî, Sünen, c.XV, s.193, no:4915; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II,s.120, no:6015; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.374, no:158; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.412, no:13518; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III,

41

بُنِيَ اْلإِسْلاَمُ عَلٰى خَمْسٍ: شَهَادَةِ أَنْ لاَ إلٰ هَ إِلاَّ اللهُ، وَ أَنَّ مُحَمَّدًا


رَسُولُ اللهِ، وَإِقَامِ الصَّلاَةِ، وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ، وَحَجِّ الْبَيْتِ، وَصَوْمِ رَمَضَانَ


(خ. حم. ق. ت. ن. عن ابن عمر)


(Büniye’l-islâmü alâ hamsin) “İslâm, beş temel esas üzerine bina olunmuştur.” diyor. Daha başka şeyler de var fikrini de taşıyor zâten bu ifade... Ama, “Çok önemli beş şey üzerine dayanmaktadır.” demiş oluyor:

1. (Şehâdeti en lâ ilâhe illa’llàh, ve enne muhammeden rasûlü’llàh) “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed SAS’in Allah’ın rasûlü olduğuna şehadet etmek.” 2. (Ve ikàmi’s-salâti) “Namaz kılmak.” 3. (Ve îtâi’z-zekâti) “Zekât vermek.” 4. (Ve hacci’l-beyti) “Beytullah’ı haccetmek.” 5. (Ve savmi ramedàn) “Ramazan’da oruç tutmak.”


Peygamber Efendimiz’in öğretim metodunu bilmek lâzım!

Peygamber Efendimiz, farzların hepsini bir oturuşta sıralamazdı. Al sana 54 tane farz: Tıkır tıkır, tıkır tıkır... Kim hatırında tutacak? Kâğıt kalem yok o devirde... Sonra ümmî adamlar...

Meselâ, bugün Yirminci Yüzyıl’da bile, adam bana geliyor da bir Elemneşrahleke Sûresi’ni ezberleyemiyor. Ezberleyemiyorum diyor. Beş satır, altı ayet sûreyi ezberleyemiyor.

O bakımdan, Peygamber Efendimiz herkesin anlayabileceği bir dilden konuşurdu. Bazen ifadesini üç defa tekrar ederdi ki,


s.427, no:3972; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.159, no:308; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.164, no:5788; Hamîdî, Müsned, c.II, s.308, no:703; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.261, no:823; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.92, no:166; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.27, no:21; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.139, no:10426.

42

hatırda kalsın diye... Yerine ve karşısındaki şahsın anlayışına göre hitap ederdi.


Bu hadis-i şerif sahihtir. İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir ama, bu söz tahsis için söylenmemiştir. Yâni, “Bu beş şey İslâm’dır, başkası İslâm değildir.” mânasına değil. “Bunlar çok önemlidir, bilhassa bunlara dayanır.” demek...

“Namaz kılmazsa bir insan, çok kötü bir iş yapıyor... Oruç tutmazsa, çok büyük eksikliği var... Zekât vermezse, çok büyük eksikliği var...” mânâsına geliyor. Yoksa, başka farzlar yok

mânâsına değil... İslâm’ın birçok emirleri var... İslâm’ı böyle öğretelim! Yine eğitim maksadıyla, 32 farz demişler, kitaplara, kâğıtlara basmışlardır. Evlerin duvarlarına levha edip asmışızdır. 54 farz denmiştir, şerhleri yapılmıştır. Tabii, 54 tane de değildir farzlar, daha da fazladır ama, başlıcaları demek oluyor.

Bunu böylece bilin, çocuklarınıza da böyle öğretin! “İslâm sadece şundan ibaret!” gibi bir yanlış kanaate düşmemelerini sağlayın!


e. Müslüman Olmayan Cennete Girer mi?


1. Soru:

Müslüman olmayan insanlar cennete girebilir mi?


Peygamber Efendimiz’in devri başladıktan sonra müslüman olmayanlar cennete girmeyecek. Peygamber Efendimiz’den sonraki insanlar Peygamber Efendimiz’e inanmamışlarsa, Kur’an’a inanmamışlarsa, müslüman olmamışlarsa cennete giremeyecekler.

Peygamber Efendimiz’den önceki insanlar, Hz. İsa’ya kadar hıristiyanların iyi olanları cennete girecek. Hz. İsa’dan Musa aleyhisselâm’a kadar, Hz. İsa gelmeden önce Musa aleyhisselam’dan sonra o arada yaşayan insanlar, Musa aleyhisselâm’a uyanlar cennete girecek. Yani her peygamberin

43

devri var, devresi var; o devre geldi mi artık ona bağlanmak mecburiyeti oluyor.

Peygamber Efendimiz geldikten sonra bir insan müslüman olmazsa Peygamber Efendimiz’i reddetmiş olduğu için, kabul etmediği için cennete girmez. Mü’min olması lazım. “Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” demesi lazım. Biz burada müslüman olacaklara, onun için onu telkin ediyoruz.


2. Soru:

Yahudiler ve hristiyanlardan peygamberlerine itaat edenler cennete girer mi?


Yahudilerden ve hristiyanlardan kendi muteber devrelerinde, dinleri mer’iyyette iken, onun mûcebince amel etmişlerse, cennete girerler. Ayet-i kerime vardır bu hususta, sarihtir:


إِن الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَ ارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللهِ


وَالْيَوْمِ الْْخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ


عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ (البقرة:٢٦)


(İnne’llezîne âmenû ve’llezîne hâdû ve’n-nasârâ ve’s-sâbiîne men âmene bi’llâhi ve’l-yevmi’l-âhıri ve amile sàlihan felehüm ecruhüm inde rabbihim, ve lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn) [Şüphesiz iman edenler; yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden de Allah’a ve ahiret gününe inanıp sàlih amel

işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.] (Bakara, 2/62)

Ama İslâm geldikten sonra, ötekileri neshetmiştir, kaldırmıştır. Artık Mûsâ AS bile gelse, Peygamber Efendimiz’e

44

tâbî olacağından, onlarla amel etmek kifayet etmez.

Ayrıca Mûsevîlik ve İsevîlik bozulmuştur. İçine yanlış inançlar, kanaatler girmiştir. Bugünkü haliyle bozuk akîdelere sahib olduğundan, o bakımdan da doğru inançta değillerdir. Mutlaka İslâm’a gelmeleri Allah tarafından isteniyor.


3. Soru:

Bir tefsirde kâfirlerin de cennete girecekleri savunuluyor; bu hususta ne dersiniz?


Bu doğru değildir. Kâfirler cennete girmeyecek. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:3


وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ، لاَ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا

(ط. حم. و ابن منيع، وعبد بن حميد، ت. والشاشي،

وابن قانع، ق. ض. عن الزبير بن عوَّام)


(Ve’llezî nefsü muhammedin bi-yedîhî) “Muhammed’in nefsi, kudreti elinde olan Allah’a yemin olsun ki, (lâ tedhulü’l-cennete hattâ tü’minû) iman etmedikçe cennete giremezsiniz.” İman etmeyen bir insanın cennete girmesi mümkün mü? Mümkün değil... Mü’min olmadan cennete girmek yoktur.

Bir ayet-i kerimede de şöyle buyruluyor:


إِن اللهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ (النساء:٨٤)




3 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.664, no:2510; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.164, no:1412, 1430; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.27, no:193; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.32, no:669; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.X, s.385, no:19438; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.V, s.267, no:6613; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.232, no:20854; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.63, no:97; Zübeyr ibn-i Avvâm RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.835, no:7443; Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.64, no:12732; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XII, s.439, no:12255; RE. 283/2.

45

(İnna’llàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî) “Allah kendisine şirk koşulmasını aslâ affetmez! Müşrikliği, kâfirliği aslâ affetmez! (Ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâ’) Bundan başka günahları dilediği kimse için affedebilir.” (Nisa, 4/48) Amma, küfrü şirki affetmez.

Kâfirler, imansızlar ebedî cehennemde kalacaklardır. Onun için o görüş yanlıştır, doğru değildir.


4. Soru:

İslâm’ı hiç duymamış kişilerin durumu ne olacak?


Nazarî olarak, belki de hakiki olarak dünyada İslâm’ı duymamış insanlar olabilir. Bakarsın Himalayalar’ın tepesinde 8 bin metre yükseklikte bir köyde İslâm’ı hiç duymamış köylü insanlar vardır. Medeniyet de görmemiştir, oraya otomobil de hiç çıkmamıştır, radyo da yoktur; İslâm’ı hiç duymamıştır. Veya Amazon’un keşfedilmemiş ormanlarında bir yerde bir kabile vardır da İslâm’ı hiç görmemiştir. Kutuplarda vardır, bilmediğimiz bir yerde vardır… Olabilir. Avustralya’nın bile bilinmeyen bazı kısımları vardır.

İslâm’ı hiç duymamış bir insanın görevi, Allah’ı bilmektir.

Allah’ı bilecek. Allah’ın varlığını bilecek, bulacak, birliğini de bulacak. Allah’a inanır da birkaç tanrıya inanırsa olmaz. Allah’ın bir olduğunu anlayacak, tevhid inancına sahip olacak. O zaman cennete girer. Ama Allah’ın varlığını birliğini bilememişse, o zaman müşrik olarak, imansız olarak kaldığından cennete girmez. İmanla mükelleftir, şeriatla mükellef değildir. Şeriat ahkâmı yok ki, bilmiyor ki uygulasın. Namazı, orucu, zekâtı bilmiyor; ama imanla mükelleftir.


f. İnsanın Eceli


1. Soru:

Bir insanın eceli değişir mi? “Ana-babaya hayır hasenatta bulunan evlâdın ömrü uzar.” deniliyor; izah eder misiniz?

46

Bu hususta ulemâmızın çeşitli sözleri var; ben bu sözleri karıştırmayı uygun görmüyorum. Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden biliyoruz ki, “Anne-babaya hizmet ve hürmet edenin, hayr ü hasenât yapanın ömrü artar.” deniliyor. “Sıla-i rahim yapanın ömrü artar.” diye bildiriliyor. Ömrü artar.

“—Ama, ecel muayyendir deniliyor, nasıl oluyor?” Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kaderiyle ilgili bir sırdan oluyor. Kader denilen esrâr-ı ilâhî ile ilgili... Allah-u Teàlâ her şeyi biliyor; evveli biliyor, ahiri biliyor, olmuşu biliyor, olacağı biliyor. Hepsi hesaba dahil oluyor. Onun için, ana babaya hayr ü hasenâtın ve sıla-i rahimin ömrü uzattığı doğrudur. Çünkü, Efendimiz öyle buyurmuş. Bu işin tekniğinin nasıl olduğu, kulun üzerine lâzım değil... Allah-u Teàlâ Hazretleri onu yapıyor, oluyor.

Sen hayr ü hasenâta devam et, sıla-i rahime devam et; ömrün uzar.


2.Soru:

İnsanların ömrü saniyesine kadar önceden belirtildiğine göre, bazı ülkelerde yaş ortalamasının yüksek olmasını dinen nasıl ifade edebiliriz?


“Allah öyle takdir etmiş!” diye ifade ederiz. Her şey takdirle olduğuna göre; “Allah oralarda öyle takdir etmiş!” diye ifade ederiz.

Şimdi tabii sorulan soru, sırr-ı kaderle, kaderin sırlarıyla

ilgilidir. Kaderin esrarı vardır. Kaderin esrarı, ince bir meseledir. Herkes tarafından kolay anlaşılamaz.

Kader var diye tedbir terk edilmez. Yani tedbir kulun vazifesidir, takdir Allah’ın işidir. Biz Allah’ın işine karışamayız, bir de bilemeyiz.

Ama bize yüklenilen vazife nedir? Tedbir almak ve emirleri istenilen şekilde yapmaktır. Allah, “İçki içmeyin!” demiş. Allah şöyle yapmayın, böyle yapmayın demiş. Zararlı şeylerden bizi korumak için yasaklamıştır. Onları yapıyor müslümanlar, o

47

zaman zarara uğruyorlar. Ötekiler müslümanların ahlâkıyla ahlâklanıyor, Allah’ın emirlerine uygun yaşıyor. Onlar o zaman Allah’ın vaad ettiği mükâfatlara nâil olabiliyor.


Meselâ, hiçbir Alman, tıka basa karnını doyurmaz. Biz ölünceye kadar yemek yeriz. “Öf öldüm be!” demeden sofradan kalkmayız. “Biraz daha ye!” deyince, “Artık yiyecek halim kalmadı, tıka basa doldum!” filan diye, “Şurama kadar doldum!” demeden kalkmayız.

Halbuki onlar öyle yapmaz. Gramını ölçer, çok hareket eder. Peygamber Efendimiz diyor ki;

“—Yemek yedikten sonra hemen uyumayın! Zikrullahla ve ibadetle eritin yemeği.” diyor.

Yemeği yiyip yatıyor millet. Hasta olur; kalp olur, şunu olur, bunu olur... Onlar çok hareket ederler, yürürler.

Bizim dedelerimiz camiye gitmeyi, gelmeyi hiç ihmal etmemişler. Devamlı böyle hareket halinde, sıhhatli olmuşlar. Öyle yapmazsa insan kilo alır, sağlığı bozulur.

Allah’ın emrini tutan, Allah’ın emrine uygun hareket eden müslim veya gayrimüslim, Allah’ın vaad ettiği mükâfata nâil olur. Sabah erken kalkan bir gayrimüslim, sabah horul horul uyuyan müslümandan daha kısmetli olur. Bu emre uymamaktan dolayıdır.


3. Soru:

Kişinin ne zaman nerede, ne şekilde öleceği Allah tarafından belirlenmiş mi? Eğer belirlenmişse, vurularak öldürülen bir kişiyi vuran kimsenin suçu nedir?


Bir kişinin nerede, ne zaman öleceği Allah tarafından mâlûmdur, bilinmektedir; kader olarak kendisine yazılmıştır. Allah’ın bilmemesi mümkün değil... Allah her şeyi bilir. Olmuşu da bilir, olacağı da bilir. Biz yarın ne olacağını bilmeyiz; Allah yarın ne olacağını da bilir.

Kurşunlayan katil olur, cehenneme gider, cezasını çeker. Ayet-

48

i kerimede buyruluyor ki:


وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُّتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَ ا (النساء:٣٩)


(Ve men yaktül mü’minen müteammiden fecezâühû cehennemü hàliden fîhâ) “Bir müslümanı kasden, bile bile öldüren bir kimsenin cezası, ebediyyen cehennemde kalmaktır!” Allah biliyor diye, kurşunlayanın suçu üzerinden kalkmaz.


4. Soru:

Eğer birisi bir zenginin parasını çalıp da onu öldürürse ne olur?


Kim bir müslümanı kasden öldürürse, ebediyen cehennemlik olur.Amma, bir şaki, bir haydut, bir bilmem kim, zamanında bu işi yapmış da, sonradan hatasını anlamışsa ne yapması lazım?

Bir kere öldürülenin yakınlarına karşı bir diyet borcu vardır. Yani, onlara karşı kan diyeti borcu vardır, onları verecek. Ondan sonra da o bedelleri ödedikten sonra da tevbe edecek, istiğfar edecek, Allah’tan affını dileyecek, uğraşacak, çalışacak.


g. Allah-u Teàlâ’yı Görmek


Soru:

Peygamber SAS Efendimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri ile görüştü mü? Nasıl görüştü. Perde arasından mı, arkasından mı; yüz yüze mi, göz göze mi?


Allah rahmet eylesin, Süleyman Çelebi alim insan. Mevlid’i çok güzel yazmış. Ve hakikaten insan öteki kaynakları, hadisleri okuduğu zaman bakıyor ki hadisleri tercüme etmiş, Mevlid’e öyle geçirmiş. Büyük ölçüde, çok güzel malzeme toplamış.

Geçen gün bize Malatya’dan alim bir zât geldi. Peygamber Efendimiz ile ilgili bir manzume yazmış. Uzun bir manzume.

49

Diyor ki:

“—Hocam ben bu manzumeyi ilk önce şiir olarak yazmadım.”

“—Ne yaptın?”

“—Önce Peygamber Efendimiz ile ilgili bilgileri, sair rivayetleri, âyetleri, hadisleri yazdım, topladım. Ondan sonra bunları şiir haline getirdim.”

Galiba Süleyman Çelebi de öyle yapmış. Kaynakları derlemiş, toplamış, önüne tarih kitaplarını, rivayetleri koymuş. Ondan sonra o Mevlid manzumesini yazmış. Çok güzel anlatıyor, çok mükemmel anlatıyor. Allah mekânını cennet etsin...

Diyor ki:


Şeş cihetten ol münezzeh Zülcelâl

Bî-kem ü keyf ona gösterdi Cemâl.


Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti

Âhirette öyle görür ümmeti.


Rivayetlerde de böyledir. “O altı cihetten münezzeh olan; yani sağ ve sol, ön ve arka, yukarı ve aşağı diye yön ve cihetten münezzeh olan Allahu Teâla Hazretleri niceliksiz, niteliksiz şekilde Cemâli’ni Resûlü’ne gösterdi.” diyor. Hadis-i şeriflerde de rivayetlerde de böyle anlatılıyor. Mi’rac ile ilgili hadis-i şeriflerde de böyle anlatılıyor.

Rasûlüllah SAS Efendimiz’e: “—Rabbini gördün mü?” diye soruyorlar.

“—Bir nur olarak gördüm.” diye cevapları var.

Ondan sonraki çeşitli zamanlarda da görmeleri var. Allah-u Teâla Hazretleri nasib etmiş. Mûsa AS’a:

“—Sen tahammül edemezsin!” dediği halde, Rasûlüllah Efendimiz’i Mi’rac’a çıkarmış ve cemâlini göstermiş. Âhirette bizler de öyle göreceğiz.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;

“—Siz dolunay, mehtap olduğu zaman Ay’ı görmekte sıkıntı çeker misiniz? Herkes bakar, herkes görür. İşte Rabbiniz’i âhirette

50

öyle göreceksiniz. Aynen mehtabı görür gibi âşikâre göreceksiniz.”

Demek ki göreceğiz.


h. Vesveseden Nasıl Kurtuluruz?


1. Soru:

İmanı götüren vesveselerden nasıl kurtulurum?


Kur’an okursunuz, akàid kitaplarını okursunuz, zikre sarılırsınız; bunlar sizi korur, kurtarır.


2. Soru:

Şeytanın vesvesesinden kurtulmak için ne tavsiye edersiniz?


Şeytanın vesvesesinin imanı bütün olanlara ve Allah’a tevekkülü sağlam olanlara tesir etmediğini ayet-i kerime bildiriyor:


إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

(النحل:٩٩)


(İnnehû leyse lehû sultànün ale’llezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn) “Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur.” (Nahl, 16/99)

Onun için Allah’a tam inanacaksınız, tam güveneceksiniz. Yarım yamalak bir şey değil de, “Rabbim beni görüyor, bana rızkımı o veriyor... Her şey ondan, güç kuvvet onun...” diye böyle, ona karşı bağlılığınızı arttırdınız mı, şeytan küçülür, küçülür, bir şey yapamaz.

Ezan okundu mu, kaçıyor... Zikredenden de kaçıyor. Ezan okundu mu, ezanın duyulmadığı yere kadar ufalıyor, ufalıyor, ufalıyor, kaçıyor gidiyor. Namazda şaşırtmak için, ezandan sonra geliyor. Demek ki adam zikir erbabı olsa, gelemeyecek yanına...

51

Hep Allahu ekber, hep Lâ ilâhe illa’llah diyen bir kimse olsa, yanaşamayacak.

Onun için zikre sarılıp, imana sarılıp, tevekküle sarılıp onun tesiri engellenir.


3. Soru:

Takvâyı ve ihlâsı nasıl elde edebiliriz?


Takvâlı olmayan takvâyı, ihlâslı olmayan bir insan ihlâsı nasıl elde eder? Takvâlı, ihlâslı insanlara bakar; takvânın, ihlâsın ne olduğunu kitaplardan okur, öğrenir, sevabını anlar; takvâsızlığın, ihlâssızlığın insanın başına ne belalar getireceğini öğrenir, bu bilgilenmeden sonra uyanırsa uyanır.

Onun için tavsiye ederim; İmam Gazâlî Hazretlerinin İhyâu ulûm’unu okuyun. Küçük kitaplar da vardır; Kimyâ-ı Saâdet, Âbidler Yolu gibi daha isimlerini hatırlayamadığım başka kitaplar da olabilir. O kitapları okuduğu zaman olur.

Bir de benim size tavsiye edebileceğim pratik bir yol; hakikaten dinî bakımdan çok kaliteli insanların, büyük zâtların hayatlarını okumak. Bu konuda çok tesirli oluyor. Evliyâullahın hayatını, menâkıbını okumak insana çok tesir ediyor. O halde tavsiyem; işe ilk önce peygamberlerin hayatlarını okumakla başlayın.


Âdem AS ne yapmış? Nuh AS’ın hayatı nedir? Yakup, Yusuf, Eyüb aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât gibi peygamberlerin hayatını okuyun; çünkü en büyük insanlar onlar.

Ondan sonra sahâbe-i kirâmın hayatını okuyun. Biz mecmualarımızda Sahabe Hayatından Tablolar diye iki cilt bir eser verdik. Bunları okumamışsanız okuyun. Sonra Tezkiretü’l- Evliyâ’yı okuyun. Sonra Tabakâtu’s-Sûfiyye kitaplarını okuyun. Bunlar evliyâullahın hayatlarını güzel anlatan kitaplar. Mustafa Necati Bursalı’nın eserlerini de çok beğeniyorum, birkaç tanesine baktım, gayet güzel anlatıyor, yazıyor. Oradan insana bir aşk ve şevk geliyor; onun çok faydası var.

52

4. Soru:

Zikirlerimi yapıyorum. Ama içimden bir ses bana, yaptığım güzel ibadetlerin elimden gideceğini söylüyor ve elimden gidiyor. Bunu ben hiç anlamıyorum. Çok zor bir durumdayım, tavsiyelerinizi bekliyorum.


Bu bir vesvesedir. Vesveseye itibar etmemek lâzım! Kul hüva’llah, Kul eùzü bi-rabbi’l-felak, Kul eùzü bi-rabbi’n-nâs sûrelerini okumak lâzım! İbâdetleri, Allah emretti diye yapıyoruz, elimizden gitmez. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:


فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه . وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَ رَّةٍ شَرّا يَرَه (الزلزال:٧-٨)


(Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskàle zerretin şerran yerah.) “Zerre kadar hayır işleyen, hayrının sevabını, karşılığını görecek. Zerre kadar şer işleyen de cezâsını çekecek!” (Zilzâl, 99/7-8) Hatta, yapılan iyilikleri Allah kat kat katlayıp artıracak, küçücük bir hayır, Uhud Dağı kadar büyük olacak. İnsan küçücük bir hayır verse, sanki Uhud Dağı kadar vermiş gibi, Allah sevabı artıracak, fazl ü keremiyle cennetine sokacak. O bakımdan mü’minler Allah’ın fazlıyla, lütfuyla cennete girecek. Böyle vesveseye lüzum yok!


5. Soru:

Benim aklımdan hiç istemediğim halde İslâmî olmayan duygu ve düşünceler geçiyor. Zaman zaman bu vesveseler beni çok sıkıntıya sokuyor. Bundan kurtulmak için ne yapmamı tavsiye edersiniz?

53

1) Abdestli gezmeyi tavsiye ederim.

2) Kul hüva’llah, Kul eûzü bi-rabbi’l-felak, Kul eûzü bi-rabbi’n- nâs sûrelerini çok okumasını tavsiye ederim.


i. Lâ ilâhe illa’llah Diyen Cennete Girer


1. Soru:

“Kelime-i tevhidi söyleyen her insan cennete girecektir.” şeklinde bir hadis var mı? Son günlerde bu hadisin arkasına sığınarak, “İslâm’ın hiç bir hükmünü yerine getirmese dahi o inanan cennete girecek!” deniliyor; bu doğru mu?


Evet böyle bir hadis-i şerif vardır. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:4


مَنْ قَالَ: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، دَخَلَ الْجَنَّةَ (حب. عن جابر؛ حب. ط. حل. عن أبي ذر؛ ك. عن أبي طلحة؛ طب. ع. حل. عن معاذ)


(Men kàle lâ ilâhe illa’llahu, dehale’l-cenneh.) “Kim Lâ ilâhe illa’llah derse, cennete girer.”



4 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.279, no:7638; Ebû Talha el-Ensàrî RA’dan. Tayâlisî, Müsned, c.I, s.60, no:444; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.172; Ebû Zerri’l-Gıfârî RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.313, no:790; Taberânî, Dua, c.I, s.434, no:1477; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXVI, s.290; Ebû Şeybe el-Ensârî RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VII, s.48, no:6348; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.328, no:2124; Seleme ibn-i Nuaym el-Eşcaî RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.205, no:2932; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.III, s.214, no:2113; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.447, no:1929; Ukaylî, Duafâ, c.IV, s.68, no:1622; Ebü’d-Derdâ RA’dan. Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.34, no:3941; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.174; Muaz ibn-i Cebel RA’dan. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.X, s.,397; Ebû Hüreyre RA’dan. Mizzî, el-Fevâid, c.I, s.191, no:445; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c. XLVI, s.436; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

54

Bazı rivayetlerde (muhlisan) “ihlâslı olarak derse, kalbinden tam inanmış olarak derse...” ifadesi vardır. Demek ki, ihlâsla o kanaatte olursa, cennete girecektir.

Ama, cennete girmenin iki şekli vardır: Bir, doğrudan doğruya cennete girmek… Buna “Bi-gayri hisâb dühûl-ü evvelîn ile cennete girmek” derler. Hesap görmeden, hemen ilk girenlerle, Peygamber Efendimiz’in girdiği gibi cennete girmek... Bir de cehenneme düşüp, cezâsı kadar, günahı kadar yandıktan sonra cennete gitmek vardır.

Lâ ilâhe illa’llah diyen kimse amel işlemediyse, namazlarını kılmadıysa, zekâtlarını vermediyse, vazifelerini yapmadıysa; onlardan günaha girmiş oluyor. O cezâlarını çekecek kadar cehennemde yanar, ondan sonra cennete girer.

Amma, Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte buyuruyor ki:

“—Aman cehenneme düşmemeğe çalışın! Çünkü, düşen milyonlarca sene yanacak!”

O çıkıyor hadis-i şeriften... Evet girecek ama, cehennemde milyonlarca sene yandıktan sonra girecek. Onun için vazifeleri yapmağa gayret edin!


2. Soru:

Cehenneme girip çıkanla, cehenneme girmeden cennete girenler aynı mıdır?


Değildir. Cennete hiç cehenneme düşmeden girenlerin bile dereceleri farklıdır. İnsanların derece olarak en yüksekleri, Kur’an’ı en iyi bilenleri, en iyi yaşayanları olacak. Kur’an’ı tam bilen, tam kâmil insanın derecesi en yüksek olacak. Kur’an’daki bilgisinin azlığına göre derece derece azalacak.

Cennet ehlinin mertebe bakımından en aşağıda olanları, cehennemde yanıp da cennete sonradan girmiş olanlar. Ama en son giren insana bile Allah-u Teàlâ Hazretleri cennette o kadar büyük nimetler ihsan edecek ki, o şahıs sanacak ki cennette kendisine verilen şey dünyada hiçbir kula nasip olmamış. Hiç kimseye bu kadar verilmemiştir sanacak. En son girene bu dünya kadar, bu gökler kadar nimetler verilecek.

55

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi cennetlik eylesin… Cenneti kaçırmak çok büyük bir mahrumiyet.


j. Günah İşleyen Kimse


1. Soru:

Bir haramı işlerken, meselâ içki içerken, zinâ ederken ölen bir kimsenin iman durumu nasıldır?


Bunlar Allah’ın bildiği işlerdir. Günah işlerken ölen bir kimse günahkârdır ama, “O kâfirdir.” denemez. İçki büyük günahtır, zinâ büyük günahtır. Büyük günahının cezasını çekecektir ama, mü’min ise, Allah’a imanı varsa, cennete girecektir.

Oluyor bazen... Sarhoş oluyor adam, çok kuvvetli imanı da oluyor. Mübtelâ, kurtaramıyor kendisini... Pişman, perişan; zıkkım diyor, kurtulsam diyor. Böyle şeyler olabiliyor.

Ehl-i sünnet ulemâmızın hükmü kesindir:

“—Büyük günah insanı dinden çıkartmaz!”

Evet, büyük günahkârdır ama, dinden çıkmış demek değildir. Bunu böylece bilesiniz.

Allah affetsin... Allah kötü durumlara düşürmesin, günah işlettirmesin... Böyle bir kötü durumda ölen de olursa, “Allah taksiratını affetsin...” diyoruz.


2. Soru:

İslâm’ın hükmüyle amel etmezden önceki hayatında artist olarak çok açık filmler çeviren fakat şu anda İslâm ile müşerref olmuş olan ve takvâ ehli bir insan haline gelen kimselerin eski filmleri kendisine vebal verir mi?


Bir insanın iman etmesinden sonra geçmiş günahları

affolunuyor ama, seyredildikçe de günah devam ediyor. Oradan da bir vebal oluyor. Allah affeylesin... Eski günahlar affolunuyor ama, devam ettiği zaman iş biraz müşkül oluyor.

Devam eden günahlara, bizden sonra da devam edecek olan günahlara Allah bizi bulaştırmasın...

56

İnsan bir köşede bir hata işler, tek başına tevbe eder, bağışlanır. Ama öyle günahlar var ki devam edip duruyor. Çok zor, Allah affeylesin… Allah affedebilir. Temennimiz Allah’ın affetmesidir.


3. Soru:

Tevbenin şekli ve şartları nelerdir? Küfre düşenin tevbesi nasıl olacak?


Küfre düşenin tevbesi, gözyaşı döküp tekrar kelime-i şehadet

getirmektir. Allah’tan afv u mağfiret istemektir: “Bir hata işledim yâ Rabbi! Ben senin varlığını, birliğini ikrar ediyorum.” demektir.

Tevbenin şartları için de meselâ, Tenbîhü’l-Gàfilîn’e veya Riyâzü’s-Sàlihîn’e veyahut İhyâu Ulûm’a bakarsınız şartlarını öğrenebilirsiniz: Günahlara nâdim olmak, bir daha işlememeye kesin kararlı olmak, günahta ısrar etmemek… filan gibi şartları vardır. Detayını oradan öğrenin!


k. Son Nefeste İmanlı Gitmek


Soru:

Son nefeste imanlı gitmek, ömrümüzde “Lâ ilâhe illa’llah, muhammeden rasûlü’llah” dememize mi bağlı, yoksa son nefeste demekle mi olur?


Şimdi muhterem kardeşlerim! Bir insan ömrü boyunca müslüman gibi yaşasa, yaşasa da, en son bir-iki saatinde kâfir olsa; küfür bütün amellerini hebâen mensûrâ eder, kâfir olarak gider. Bütün işler sonuna, akıbetine göre değerlendirilir. Kişinin en son durumu önemlidir.

Yâni —lâ teşbih ve lâ temsil— iki takım maç ediyor; birisi 85 puan almış, ötekisi 92 puan almış... Daha dur bakalım, maç devam ederken belli olmaz. Bir atak yapar, ötekisini geçebilir.

Ömür bitmedikçe, kötü durumda olanın üzülmesine lüzum yok; belki durumunu düzeltir, Allah’ın sevgili kulu olabilir. İyi durumda olanın da güvenmesine sebep yok; ayağı bir kayarsa,

57

mahvolabilir. İşin sonu önemlidir. Onun için, en son nefesimiz şu dudaklarımızdan çıkıp da ruhumuzu teslim edinceye kadar, Allah’ın yolunda gitmeye gayret edeceğiz. En son nefese göredir itibar... En son nefesteki durumuna göredir.


Yalnız, en son nefes derken iki şeyi istisnâ etmek lâzım:

Birincisi: Hâlet-i ye’s denilen, gözden perdeler kaldırıldıktan sonra olan uyanışın kıymeti yoktur. Asıl ayıkken olan imanın kıymeti vardır. Ötekisinin kıymeti olmadığına dair ayetler vardır; bu bir...

İkinci söyleyeceğim nokta: Ömrü boyunca insan neye gayret ederse, son nefesini Allah ona göre lütfeder. Bir de o durum var.

Bu da şu hadis-i şeriften çıkıyor:


تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ


(Temûtûn, kemâ taîşûn) “Nasıl yaşarsanız, o yaşayışınıza uygun bir şekilde ölürsünüz!” buyruluyor.

Onun için ayıkken, aklı başındayken, mantığı muhakemesi çalışıyorken insanın, Allah’ın istediği kul olmağa gayret etmesi ve öyle yaşaması lâzım!

“—Ama Hocam, bazılarını görüyoruz, iyi gibi yaşıyor da sû-i hâtime ile, kötü son ile gidiyor?” Onun içi bozuktur da, yine yaşantısına uygun olarak öyle gidiyordur. Yâni, içinde bir bozukluk vardır da ondandır.

O bakımdan dışa değil, kalbinize önem vereceksiniz. İçinizin, imanınızın sağlam olmasına, kalbinizin pâk olmasına dikkat edeceksiniz. Allah yolunda çalışacaksınız. Zikirde devam edeceksiniz, ibadette devam edeceksiniz, Koşturacaksınız, koşturacaksınız, son nefese kadar çalışacaksınız. Allah, bu çalışmanıza uygun olarak, size güzel sonuç nasib eder.


2. Soru:

Bir insan son nefeste kötü bir durumda göçse; meselâ kelime-i

58

şehâdet getirmeden yanlış bir hal üzere göçse ne olur?


Her iş en son nefese göre olduğundan, işlerin sonu önemli olduğundan, imansız göçmüşse, bütün ömrü boyu yaptığı şeyler hebâ olur.

“—İnsanın son nefeste imân-ı kâmil ile göçmek için ne yapması lazım?” İdmanlı olması lazım. Hazırlıklı olması lazım! Sekerât-ı mevt olduğu zaman insan sarhoşlar. Ne yapacağını şaşırır, aklı başından gider, eli ayağı titrer. İnsanın o zamanda imanını muhafaza etmesi için ihtiyarı, şuuru elinde kalmaz.

Ne yapacak? Önceden hazırlanacak; zikirle kalbini nurlandıracak, çalışacak, çabalayacak. Allah imân-ı kâmil ile göçmesini nasip edecek. Onun için en sağlam yol, o mânevi terbiyeyi alma yoludur. O terbiyeyi almamış insanlar darmadağın perişan olur, giderler.


3. Soru:

Müslüman olarak ölmeyenler hakkında “Keşke müslüman olarak ölselerdi.” demek doğru mudur?


Cevap: Doğrudur. Ne olacak, ona acıyoruz. “Keşke müslüman olsaydı, aklını başına toplasaydı…” Belki bu söz başkalarını duygulandırır. Olabilir, bir mahzuru yoktur.

Ama İslâm’da kâfir olan bir kimseye dua etmek yoktur. Âyet-i Kerimeyle yasaktır, dua etmek yok. Ama “Keşke başta aklını başına toplasaydı da, bak yazık etti kendisine, böyle yapmasaydı…” Bu denilir, bunda bir şey yok. Kâfire dua yasak, tevbe istiğfar yasak; çünkü Allah’ı inkâr etmiş, karşı gelmiş. Olmuyor.


l. Allah Sevgisi


1. Soru:

Allah’ın dostu olmak için ne yapmalıyız?

59

Çok kısadır bunun cevabı... Allah’ın dostu olmak için, Allah’ı seveceksin, sayacaksın; emrini tutacaksın, yasaklarından kaçacaksın!

“—Ne emrettiysen yâ Rabbi, başım gözüm üstüne; yapacağım!” diyeceksin. Ne yasaklamışsa, “Hoştur bana senden gelen; yasakladığını da kabul ediyorum, ona uyacağım yâ Rabbi!” diyeceksin,

Allah yolunda yürüyeceksin... Zikriyle meşgul olacaksın.


2. Soru:

İhlâslı veya ihlâssız insanlar tarafından sevilmemek, Allah tarafından da sevilmemek anlamına gelir mi?


Hayır, ikisi arasında fark var. İhlâslı insanlar tarafından sevilmemek, bazen Allah tarafından sevilmemek mânasına gelir, her zaman değil... Bazen onlar da anlayamazlar, kötü sanırlar; ama aslında iyidir. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerifte diyor ki:

“—Nice saçı başı dağınık, üstü başı tozlu topraklı insan vardır ki kimse sözüne itibar etmez, yüzüne bakmaz. Kaybolsa aramaz, hâlini hatırını sormaz. Kız istese kız vermez. Ama Allah’ın evliyâsıdır, sevgili kuludur...” Kimse bilmez. Salih kimse de bilmiyor, sevmiyor. Böyle olabilir.

Ama ihlâssız kimselerin sevmemesinin hiç kıymeti yok. Tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış. İstediği kadar sevmesin... Kızan kızının evine gitsin. Bir şey yok. Neden? İhlâssız. Onun ölçüsü İslâm değil. O namaz kılanı sevmez, sakal bırakanı sevmez, müslümanı sevmez, hacca gideni sevmez, içki içmeyeni sevmez... Ölçüleri ters. Onun kıymeti yok.


m. Ebû Tàlib’in İmanı


Soru:

Ebû Tàlib’in müslümanlığı sahih midir?

60

Müslüman olmadan ölmeden öldüğüne dair rivayetler vardır. Peygamber Efendimiz rica etmiştir:

“—Amcacığım, ne olur benim peygamber olduğuma şehadet ediver de, ben de sana şefaat edeyim!” diye...

“—Arkamdan bu Kureyşliler teneke çalar, benimle alay eder, ölümden korktu derler.” demiştir diye, iman etmeden gittiğine dair rivayetler vardır.

Eğer birisi bir yerde, müslüman olduğuna dair bir rivayet görmüşse, Peygamber Efendimiz’in sevdiği bir kimse olması dolayısıyla, temenni ederiz ki kurtulacak bir şeyi olsun, cennete girsin. Bizim okuduğumuz rivayetlerde, iman etmeden gittiği ve azap göreceği bildiriliyor.

Şöyle meshetmiş de Peygamber Efendimiz, başından ayağına kadar... Onun için, onun cehennemde azabı ayağından vurup ateş başından çıkacak. Peygamber Efendimiz’in değdiği yere değmeyecek ama, içinden yakacak.


n. Kadere Razı Olmak


1. Soru:

“Keşke demek şeytandır.” diye bir hadîs-i şerif var mı, açıklar mısınız?


“Keşke demek şeytandandır.” diye bir hadis yok. Hatırında yanlış kalmış, eksik kalmış. İnsanın ibareyi sağlam öğrenmesi lazım.

Peygamber SAS Efendimiz:

“Bir şey başına geldiği zaman de ki: Allah’ın takdiridir. Bu benim başıma geldi. Keşke şöyle olsaydı, böyle olsaydı, deme! Çünkü o şeytanın senin üzerinde işlem yapmasına kapı açar!” diyor.

“—Hay Allah! Keşke Ankara’ya gelmeseydim, arabam bu kazayı yapmazdı… Keşke şu sokağa girmeseydim, başıma saksı düşmezdi…” O oldu, bitti artık. Allah’ın takdiri böyleymiş, diyeceksin.

61

“—Eskiye ait keşkeler, pişmanlıklar, şeytanın senin üzerinde işlem yapmasına sebep olur!” diyor. Yoksa keşke kelimesini yasaklamıyor. Hiç kullanmayacaksın, mânasına değil.


“—Ah keşke gençliğimde aklım başımda olsaydı da, ilim öğrenseydim… Ah keşke gençliğimdeki enerjim olsaydı da ilme gitseydim…” Buralarda kullanılabilir, güzel şeylerde kullanılabilir. Kadere itiraz gibi olan yerde kullanılması doğru değildir, buyurmuş.

Buradan şunu anlıyoruz, hep bastıra bastıra söylüyorum:

Bir şeyi doğru öğrenin, tam öğrenin. Yarım öğrendiniz mi çok yanlış noktalara gidersiniz. Bazen birisi bana geliyor diyor ki;

“—Hocam! Siz şöyle demişsiniz…” “—Yâhu demem, dememişimdir. Ben bir haftada otuz tane konuşma yapıyorum. Nerede ne dediğimi hatırlamam mümkün değil, dememişimdir. Benim bilgim öyle değil. Bu konuda şöyle diyorum…” Kurcalıyor kurcalıyor; anlaşılıyor ki yanlış duymuş, yarım duymuş, eksik duymuş. Yarım olursa olmaz, tam, iyice öğrenin!


2. Soru:

“Kula belâ gelmez, Hak yazmayınca / Hak belâ yazmaz, kul azmayınca…” sözüne mi yoksa; “Allah’ın en çok imtihana tâbi tuttuğu, Allah’ın en çok sevdiği ârif kullar!” sözüne mi itibar edeceğiz?


Kelimelerin muhtelif dillerde muhtelif mânaları vardır. Belâ kelimesinin Arapça’da mânası imtihandır. Belâin hasenâ, güzel bir imtihanla imtihan olmak mânasına gelir. Türkçedeki mânası musibettir.

“—Sen bana belâ mısın be adam? Karşıma dikildin sabahtan beri! Dır dır dır, vır vır vır…” Orada Türkçe’deki mânası Arapça’dan farklıdır. Meselâ müsaade sözü, Arapça’da “yardım etmek” demektir.

“—Müsaade eder misiniz?” demek, “Yardım eder misiniz?”

62

demektir. Türkçe’de müsaade, izin almaktır; mânası farklı.

Onun için bizim şairin söylediği söz:


Kula belâ gelmez Hak yazmayınca

Hak belâ yazmaz kul azmayınca


İmtihan; tabii yazacak, ondan gelecek; elbette doğru. Kul azgınlık yapınca, o zaman bir ilâhî ceza gelir. Cezadır, haklı bir şeydir, doğru… Allah kulları müptelâ eder, çeşitli iptilâlara uğratır, imtihan eder, sabrını ölçer. Bir de bazen şamar yer, tokat yer. O da yaptığı bir kötü şeyin cezasıdır. O da tamam.


o. Tanrı Demek Caiz mi?


Soru:

Bazı insanlar Allah’a tanrı diyorlar; bu doğru mudur? Allah ile tanrı arasındaki fark nedir?


Bazı insanların içinde Süleyman Çelebi de var, bendeniz de varım... Tanrı denilebilir. “Birdir Allah, andan artık tanrı yok!” diye Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden hatırlayabilirsiniz.

Tanrı kelimesi, Arapçadaki ilâh kelimesinin tam karşılığıdır. Arapçada ilâh, Türkçede tanrı, İngilizcede god, Almancada got... Böyle gidiyor. Arapçada ilâh kelimesini kullanmak câizse, Türkçede tanrı kelimesi tam onun karşılığı olduğundan, kullanmak câiz olur.

Ondan dolayı Süleyman Çelebi de Mevlid’inde kullanmıştır, tanrı demiştir. Eski devirlerdeki yazılmış din kitaplarında Tanrı Teàlâ, Tanrı Tebâreke ve Teàlâ filân diye çok geçer. Kullanılabilir. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de ilâh kelimesi kullanılabiliyor.


وَإِلَهُكُمْ إِلٰ هٌ وَاحِدٌ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ (البقرة:٣٦١)

63

(Ve ilâhüküm ilâhün vâhid, lâ ilâhe illâ hüve’r-rahmânü’r- rahîm) “İlâhınız bir tek Allah’tır. Ondan başka ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/163)

Demek ki ilâh kelimesi Allah yerine, Allah makamında Kur’an-ı Kerim’de kullanılabildiğine göre, tanrı kelimesinin de kullanılmasında şer’an bir mahzur yoktur.

Ama tanrı kelimesi ve ilâh kelimesi, god kelimesi, got kelimesi, yezdan kelimesi ve daha başka kelimeler insanların tapındığı her tapınılan şeye verilebilir; cins ismidir. Allah sözü, lafza-i celâli ise, Rabbimizin ism-i hâsıdır, ism-i a’zâmıdır. Bütün sıfatları sinesinde barındıran, toplayan özel ismidir.

Allah kelimesini her şeye kullanamazsınız. Meselâ, “Mısırlılar öküze tanrı diye tapınıyorlar veyahut “Mısırlıların tanrısı firavundur.” diyebilirsiniz de, “Mısırlıların Allah’ı firavundur.” diyemezsiniz. Çünkü o cins isimdir, berikisi özel isimdir.


2. Soru:

Allah-u Teàlâ’nın Esmâ-i Hüsnâ’sında “tanrı” isminin olmadığını biliyoruz. Fakat birçok kitapta tanrı isminin kullanıldığını görüyoruz. Bu caiz midir?


Caizdir. Çünkü tanrı ismi Arapçadaki (ilâh) kelimesinin bizim dilimizdeki karşılığıdır. Arapçada ilâh var, Türkçede karşılığı tanrı demektir. Her dilin kendine göre kelimeleri vardır.

İlah kelimesi de Kur’an-ı Kerim’de geçiyor. Mesela:


وَإِلَهُكُمْ إِلٰ هٌ وَاحِدٌ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ (البقرة:٣٦١)


(Ve ilâhüküm ilâhün vâhid, lâ ilâhe illâ hüve’r-rahmânü’r- rahîm) “İlâhınız bir tek Allah’tır. Ondan başka ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/163) âyet-i Kerimesinde geçiyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri için ilâh kelimesi kullanılıyor. Onun

Türkçedeki karşılığı olan tanrı kelimesi de kullanılabilir,

64

kullanılmıştır. Mevlid’de geçer, Tanrı Teàlâ diye diğer eski kitaplarda geçer. Eski büyüklerimiz câiz görmüşler, mahzur görmemişler.

İngilizler God derler. Yalnız şu vardır: Tanrı kelimesi cins isimdir. Hem Allah-u Teâla Hazretleri için kullanılır, hem de bâtıl tapılan mâbudlar için kullanılabilir. Ama Allah sözü Rabbimiz’in İsm-i Hâssı, İsm-i Âzamı olduğundan o tektir. Onu kullanmak daha sevaplıdır. Ama öteki şeyler de kullanılabilir. İlâh kelimesi kullanılır, Rahman, Rahîm, Melik, Kuddûs…

Bütün Esmâ-i Hüsnâ’sını kullanmak caizdir. Ama bizde bir reaksiyon meydana gelmiş. Tanrı kelimesi sanki yanlış gibi düşünülüyor, pek uygun görülmüyor. Allah desek daha iyi ama tanrı denildiği zaman da bir suç, bir günah olmuş olmuyor.


p. İtikadda ve Amelde Selefîlik


1. Soru:

“Ben itikadda ve amelde selefîyim!” sözü neyi gerektirir, gerçeği nedir?


Suudî Arabistan’da mezheblere karşı bir hareket meydana geldi. Bazı insanlar çıktılar, “Biz selefiyiz, selefin yaptığını yapıyoruz.” dediler.

Halbuki selef demek, bu mezhebleri kuran kimseler; İmam-ı Azamlar, İmam Ahmed ibn-i Hanbeller, İmam Şafîler ve onların kendilerinden hadis aldığı kimseler... Onlar kendilerinden dinî bir şey ortaya koymadılar. Yalnız, topladıkları bilgileri yorumlarken ortaya çıkan ictihadları farklı oldu. Sahabenin bile ictihadlarının farklı olduğu yerler var...

İnsanlar bir şeye karar verirken, herkes aynı kararı veremiyor. Meselâ, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:

“—Filânca kaleye doğru gidiyoruz, kaleye gidene kadar kimse namaz kılmasın!” demiş.

Bazıları demişler ki:

“—Rasûlüllah Efendimiz böyle söyledi, kılmayalım!”

65

Oraya kadar kılmamışlar. Bazıları da demişler ki:

“—Bunu şu maksatla söylemiştir; biz kılalım!” demişler.

Dinlememiş oluyor Rasûlüllah’ı ama, bir ictihad, bir yorum… Buna benzer şeyler olabiliyor.


Meselâ, Peygamber Efendimiz bir keresinde:

“—Seferde iken oruç tutmayın!” buyurmuş.

Bazıları demişler ki:

“—Rasûlüllah Efendimiz tutmayın dedi, tutmayız.” Tutmamışlar, söz dinlemişler. Bazıları da demişler ki: “—Efendimiz biz dayanamayız diye, bize acıdığından tutmayın dedi. Biz dayanabiliriz, tutalım!” demişler.

Tutmuşlar ama, baygın düşmüşler, halsiz düşmüşler, başkalarına yük olmuşlar. Yâni, sahabe-i kirâmın Peygamber

Efendimiz’in hayatında bile bir mesele konusunda çeşitli görüşleri, anlayış farkları olabiliyor.

Tirmizî ve Ahmed ibn-i Hanbel şöyle rivayet ediyor:5


أَن النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، لَمَّ ا بَعَثَهُ إِلَى الْيَمَنِ، فَقَالَ : كَيْفَ


تَقْضِي؟ قَالَ : أَقْضِي بِكِتَابِ اللهِ . قَالَ : فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي كِتَابِ


اللهِ؟ قَالَ : فَبِسُنَّةِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ . قَالَ : فَإِنْ لَمْ


يَكُنْ فِي سُنَّةِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ؟ قَالَ : أَجْتَهِدُ رَأْيِي.


قَالَ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الْحَمْدُ للهِ الَّذِي وَفَّقَ



5 Tirmizî, Sünen, c.V, s.162, no:1249; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.236, no:22114; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.170, no:362; Dârimî, Sünen, c.I, s.72, no:168; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.72, no:124; Tahâvî, Müşkilü’l- Asâr, c.VIII, s.118, no:3050; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.X, s.177, no:29710; Muaz ibn-i Cebel RA’dan.

66

رَسُولَ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (حم. عن معاذ)


(Enne’n-nebiyye SAS, lemmâ beasehû ile’l-yemen, fekàle) “Peygamber SAS Efendimiz Muaz ibn-i Cebel’i Yemen’e kadı ve vâli olarak gönderirken, sordu:

(Keyfe takdî) “Orada ne ile hükmedeceksin?” (Kàle) O da dedi ki:

(Akdî bi-kitâbi’llâh) “Allah’ın kitabı ile hükmederim.” Yâni, “Kur’an-ı Kerim’i açarım, ahkâmını uygularım orada…

(Kàle) Peygamber Efendimiz tekrar sordu:

(Fein lem yekün fî kitâbi’llâh) “Kur’an-ı Kerim’de aradığın konuya dair bir mâlûmat bulamazsan, o zaman ne yapacaksın?”

(Kàle) Dedi ki:

(Febi-sünneti rasûlü’llàhi salla’llàhu aleyhi ve sellem) “Rasûlüllah’ın sünnetine göre hareket ederim.” Yâni, “Yâ Rasûlallah! Senin sözlerin, senin tavsiyelerin, senin bize öğrettiğin İslâmî hakikatler ne ise, onlara göre hareket ederim.” (Kàle) Peygamber SAS Efendimiz tekrar sordu:

(Fein lem yekün fî sünneti rasûli’llâhi SAS) “Rasûlüllah’ın sünnetinde de aradığın konuya dair bir mâlûmat bulamazsan, o zaman ne yapacaksın?”

(Kàle) Muaz ibn-i Cebel RA dedi ki:

(Ectehidü re’yî) “O zaman ictihad ederim yâ Rasûlallah!” (Kàle, fekàle rasûlü’llàhi SAS) Muaz ibn-i Cebel, “İctihad ederim!” deyince, Efendimiz çok memnun oldu: (El-hamdü li’llâhi’llezî veffeka rasûle rasûli’llâhi SAS) “Rasûlünün rasûlünü bu derece olgun bir fikir seviyesine getiren Allah’a hamd olsun!” dedi.

Demek ki, Peygamber Efendimiz’in vali olarak, kadı olarak, hâkim olarak gönderdiği kimselerin dahi, o anda mevcut olmayan bir mesele hakkında soru sorulduğu zaman, düşünüp karar vermesi olabiliyor. Peygamber Efendimiz bu cevabı beğenmiş, o zât için dua etmiş.

67

Anlayış farkları olabilir. Tabii kararlar da farklı olur. Kararların farklılığı, alınan bilgilerin farklılığından kaynaklanabilir, zihnin başka türlü çalışmasından olabilir, zevklerden olabilir, niyetlerin farklılığından olabilir. Bunlar, Peygamber Efendimiz zamanında bile olmuşsa, ondan sonraki devirlerde hadis-i şerifler çoğalınca, hadis-i şeriflerin sıhhati, rivâyetlerin kuvveti bahis konusu olunca, adamların güvenilirliği bahis konusu olunca, çeşitli meselelerde alimlerin karar vermelerinde farklılıklar olmuştur.

Gene de olur. Benim bugün size anlattığım şu dersi, siz yarın öbür gün başkasına anlatırken, biriniz başka türlü anlatır, ötekisi başka türlü anlatır. Bu insanların kavrayışındaki farktandır.

Bilimsel çalışma yapmışlar. Bu işin mütehassısı, mezheb imamı olmuşlar, önder olmuşlar. Bunları hiçe sayıp, “Biz selefîyiz!” dediler. Sanki onlar selefî değil mi? Yâni bu İmam Şafî,

Ahmed ibn-i Hanbel, İmam Mâlik... Selefe en yakın insanlar onlar... İmam Malik’den daha selefî kim olabilir?

Sanki bunlar hak değilmiş gibi, bir de selefîlik diye bir şey

68

çıkardılar; o da bir mezhep oldu. Onlar da bir konuda şöyle veya böyle yaparak, ayrı bir baş çekmiş oldular, ayrı bir mezheb oldu.

Şimdi bize, dışardaki cereyanların hepsinin nümûnesi geliyor maşaallah... Blue-jean modası da geliyor, saç modası da geliyor, kıyafet modası da geliyor... Fikrî cereyanlar da geliyor, komünizm de geliyor, bilmem ne de geliyor... Tabii Mısır’da, Suud’da, Suriye’de, Irak’ta, Pakistan’da ve sairede okuyan insanlar da, oranın çeşitli fikirlerini getiriyorlar buraya... Ondan sonra:

“—Selefîyim!” diyorlar.

Pekiyi ama niye selefîsin, hayrola? İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri’nin mezhebinden ne zarar gördün? Yâni ne var? Sen İmam-ı Azam’dan daha mı alimsin, çok mu daha iyi biliyorsun?

Veya o selefîyim diyen adamlar, selefî cereyanını çıkartanlar, İmam-ı Azam kadar biliyorlar mıydı bu meseleleri?


Öyle bir şey çıkmış, şimdi taassupla onu götürüyorlar. İtikadda ve amelde selefiyim diyorlar. Hele itikadda selefîyim diyorsa, bayağı bir tehlikededir. Çünkü, o selefî olanlar mücessimeye doğru kayıyor. “Arş, istivâ, vechu’llah, yedu’llah...” gibi tabirlerin izahında mücessimeye kayıyorlar.

69

Hattâ İbn-i Teymiyye, “Gecenin şu kadarı geçtikten sonra Allah-u Teàlâ semâ-i dünyaya nüzûl eder.” hadis-i şerifini izah ederken, kürsüden inmiş, “Şöyle benim kürsüden indiğim gibi, aşağıya iner.” demiş.

Öyle şey olur mu? Allah’ın nüzûl etmesi, senin kürsüden inmene benzer mi? Bu tamamen mücessimeye kayan, alimlerimizin tasvip etmediği bir izah tarzı olmuş oluyor.

O zamanın alimleri de tasvip etmemişler. İbn-i Teymiyye’yi bu sözünden dolayı muhakeme edip, hapsetmişler.


O bakımdan selefîyim demek, “Ben babamın, dedemin yolunu hiç bir şey anlamadan, falanca yerden esen rüzgâra göre değiştirdim; şimdi yeni bir modayı tutturuyorum.” demek... Yâni, dinî cereyanlar da, Amerika’dan gelen blue-jean modası gibi bir şey bence...

İnsan çok büyük alim olur da, İmam-ı Azam’ı okur, anlar; İmam Şafî’yi okur, anlar; İmam Malik’i anlar... Ondan sonra da, “Şu şurada hata etmiş, ben şu kanaatteyim!” der. Tamam, olabilir; bu bir ictihad meselesidir.

Bunlar, sanki kendileri ayrı bir din çıkartmışlar gibi, selefîyim deyince bunların hepsini inkâr ediyorlar. Yâni, İslâmî gelişmeyi sıfırlayıp tekrar geriye almak demek, selefîyim demek...

Koca koca kitaplar yazmış alimlerimiz, ince ince izahlar yapmışlar. Sil! İmam Matüridî’ye düşman... İmam Eş’arî’ye düşman... Selefî itikadı dedikleri, kendi ayrı itikadları var... İmam-ı Azam’ı çok büyük hasım görüyorlar. Filân filân... Güyâ asla dönüş...


Bizim lise mezunu, Arapçası olmayan, ama okuma heveslisi, biraz eli kalem tutan ukelâ takımı İslâmcı yazarlar, çizerler vardır; onlar getirdiler bu modayı... Bir de oralarda okuyup, oralardan burs alıp, maaş alıp, oralardan mezun olup, o lafları duyup, karşısında ecdadımızın müdafaasını duyma imkânını bulamamış tahsilliler var... Onlar kalktılar, buraya geldiler. Orada duydukları sözleri burada tekrar ediyorlar, bilmeden...

70

Halbuki orada farklı düşünenleri konuşturmuyorlar. Türkiye’de devletin devrimbazlığı telkin ettiği gibi, orada devletin ideolojisi selefîlik... Onlar onu telkin ediyor. Ona göre propagandayla yetişmiş, karşı fikri kabul etmiyor. İmam Gazalî’nin kitaplarını sokmuyor... Bazı yazarları okutmuyor... Kasîde-i Bür’e’ye bilmem ne diyor... Başlarında bazı alimler var, dünyanın düz olduğunu iddia ediyor. Kafaları böyle...

Olmaz ki! İnsanın bilimsel gelişmeleri, söylenen sözleri anlaması lâzım! Gelişmenin hepsini inkâr edip, geriye gitmemesi lâzım!


2. Soru:

Birisi “Selefîlik nedir?” diye soruyor. Bazı kimselerin selefî olduğunu söylediklerini naklediyor.


Selef, çoğulu eslaf; insanın geçmişleri demek. Selefîlik de, geçmiş müslümanların yoluna tâbi olmak demek. En eski müslümanların yolu nedir? Sahâbe-i kirâmın yolu… İşte o yola uymak.

Bu tabii şundan kaynaklanıyor: Asırlar geçtikçe insanlar dine yeni bazı töreler, âdetler katmışlarsa, din bid’atlerle dolmuşsa bozulmuş oluyor. Bid’atle olan ibadeti de Allah kabul etmiyor, sevmiyor. Her şeyin aslına uygun olması lazım diye, bunlar da “Biz selefiyiz!” diyorlar, “Asla gidiyoruz.” diyorlar.

Fikir bakımından güzel gibi görünse de, aslında bu selefîlerin durumu o kadar güzel değil. Çünkü selefîyiz derken mezhepleri ve

saireleri tanımamak gibi bir duruma kadar gidiyorlar. Halbuki İmâm-ı Âzam, İmam Şâfi, İmam Mâlik; onlar çok büyük alimler, çok mübarek insanlar... Onlar hadis-i şerifleri, ayet-i kerimeleri çok güzel inceleyip, dinimizin esaslarını kitaplara inceden inceye, bizim bugün okuyup anlamakta alimlerimizin bile zorluk çekeceği teferruatla, ömürlerini küçük yaştan beri bu işe vererek, çok güzel koymuşlar.

Onun için, onları da inkâr etmek, o zaman o problemleri çözmeyi kendilerinin yüklenmesi demek olur. Onu yüklenecek

71

ilimleri de olmadığı için bocalarlar. Bir de büyük alimleri inkâr etmenin edepsizliği onları çarpar. Nitekim de çarpıyor.


Evet, insanın dinini bid’atlerden sıyırması lazım, yaptığı her şeyi dinin aslına, Kur’an-ı Kerim’e, hadis-i şerifin özüne uygun yapması lazım. Zaten İmâm-ı Âzam Efendimiz de öyle yapmış. Sanki İmâm-ı Âzam’dan daha mı takvâlı bu?

İmam Şâfi Efendimiz de öyle yapmış. İmam Mâlik Efendimiz de öyle yapmış. İnsan, “Ben onların içtihadını beğenmiyorum!” gibi bir havaya girerse, “Onlara itimat etmiyorum.” Derse, o zaman suizan olur, kibir olur, yalan olur, yanlış olur. İlimleri onlar kadar büyük olmadığı için doğruyu da bulamazlar.

Onun için, biz aslında onlardan daha selefîyiz. Biz İmâm-ı Âzam’a tâbi olarak daha selefîyiz. Onlar işi karıştırdığı için, selefîlik derken biraz daha yanlış işler yapıyorlar. Fiilî durumları iyi değil.

72

Bakın bizim tekke burası... Hocamız Mehmed Zahid Efendi’den sonra biz görevlenmişiz, biz bu vazifeyi yapıyoruz. Ne yapıyoruz? Size ne yapıyoruz? Ne söyledik deminden beri? Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şeriflerini okuyoruz. Bundan daha güzel selefîlik mi olur? Dinin aslına bundan daha güzel nasıl bağlanacaksınız? Kur’an-ı Kerim’e, hadis-i şerife bağlanıyoruz işte, daha ne?

Mezhep imamları ne yapmışlar? Dinin ahkâmını hadis-i şeriflerden çıkartmışlar. O hadis-i şerifler olmasa, onların kitapları olmasa sen abdesti nasıl alacaksın? Orucu nasıl tutacaksın? Zekâtı nasıl vereceksin? O çalışmalara muhtaçsın!

Asırlardır yapılan güzel çalışmaların hepsini bir kalemde doğramak, “Ben fidan yetiştireceğim.” diye yetişmiş bir ağacı kökünden kesmek gibi olur.

Be adam! Ne istiyorsun; yetişmiş ağaç, güzel işte, meyvesi var, herkese faydalı olup duruyor, sahibine para kazandırıp duruyor, güzel güzel meyveler veriyor. Daha ne istiyorsun?

“—Fidan dikeceğim…” Ya git be adam, öbür tarafa dik! Bunu ne kesiyorsun? Kesmeye lüzum yok ki!


r. Kardeşlerime Bir Kavuşsaydım!


Soru:

Hadis-i Şeriflerde sahabiler için, “Onlar seçilmiş kimselerdir.” deniliyor. Neden onlar seçilmiş kimseler de, bize bu nasib olmamış; açıklar mısınız?


Allah herkese başka nimetler veriyor. Herkesin gözü başka, kaşı başka... Boyu başka, posu başka... Memleketi başka, meziyetleri başka türlü oluyor. Bir farkı yok, önemi yok... Önemi var ama kader bu... Allah onlara sahabe olmayı nasib etmiş.

Yalnız bir müjde var: Peygamber SAS Hazretleri bir keresinde

73

buyurdu ki:6


مَتٰى أَلْقٰى إِخْوَانِي؟ قَالُو: أَ لَ سْنَا إِخْوَانَكَ؟ قَالَ: بَلْ أَنْتُمْ أَصْحَابِي؛


وَ إِخْوَانِي، الَّذِينَ آمَنُوا بِي وَلَمْ يَرَوْنِي، أَنَ ا إِلَيْهِمْ بِاْلأَشْوَاقِ (ع. و


أبو الشيخ عن أنس)


RE: 390/2 (Metâ elkà ihvânî) “Ah, ah şu kardeşlerime bir mülâki olsaydım, bir kavuşsaydım!”

Böyle bir hasretli söz söyledi Peygamber Efendimiz.

(Kàlû) Sahabe-i Kirâm bu sözü duyunca dediler ki:

(Yâ rasûla’llàh, elesnâ ihvânek) “Yâ Rasûlallah, bizler senin kardeşlerin değil miyiz? İşte karşındayız ya! Kimlere kavuşmak istiyorsun sen?” (Kàle: Bel entüm ashâbî) “Sizler benim ashâbımsınız. (Ve ihvânî ellezîne âmenû bî ve lem yeravnî) Benim ihvânım, benden asırlar sonra, yıllar sonra gelip de, beni görmedikleri halde, bana iman edip de yolumca yürüyenlerdir. (Ene ileyhim bi’l-eşvâk) Ben onları iştiyakla bekliyorum.” dedi.

Rasûlüllah’ın ihvânı olmağa çalışın! Yâni, böyle özlediği, kavuşmak istediği kimse olmağa çalışın! Takdir-i ilâhi bizi Yirminci Yüzyıl’da dünyaya getirmiş, Peygamber Efendimiz’in asrında gelmemişiz. Her şey hikmetle...


s. Sünneti İnkâr Eden


Soru:



6 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.155, no:12601; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.V, s.341, no:5494; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.118, no:3390; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.336, no:34583; Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.53, no:16697; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.348, no:20940.

74

Sünneti inkâr etmek, ya da her zaman şüpheyle bakmanın hükmü nedir?


En aşağı sapıklıktır, dalâlettir. Sünnet inkâr edilirse, insan kâfir de olur. Ebû Yusuf’a göre, sünneti inkâr küfre götürür insanı... Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri:


قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ (اۤل عمران:١٣)


(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe fettebiùnî yuhbibkümu’llàh) [De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana itâat edin ki, Allah da sizi sevsin!] (Âl-i İmran, 3/31) buyuruyor.


أَطِيعُوا اللهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ (النساء:٩٥)


(Etîu’llàhe ve etîu’r-rasûl) [Allah’a itâat edin ve Rasûlüne itâat edin!] (Nisâ, 4/59) buyuruyor.

Rasûlüllah’a itâat şarttır. Sünnetine tâbî olmak lâzım! İnkâr eden kâfir olur.


t. Herkesi Sevmek Gerekir mi?


1. Soru:

“Bütün insanları Allah yarattığına göre, sevmese yaratmazdı. O halde kâfir, müslüman, fâsık, sarhoş, ehl-i kitap ayırt etmeden sevmek gerekir.” diye söyleniyor. Böyle bir sevgi İslâm’a göre câiz midir?


Hayır, böyle şey olmaz! Allah-u Teàlâ Hazretleri mahlûkatı yaratmış, insanoğlunu da kendisini bilmesi için yaratmıştır. Dünyaya imtihan için göndermiştir. Allah yolunda gidenler sevilir, hubb-u fillâh’tan dolayı; Allah yoluna aykırı gidenlere kızılır, buğz-u fillâh’tan dolayı... O da farzdır, o da farzdır.

Zâten, Allah yolunda gidenleri seversen, ötekileri sevmek

75

mümkün olmaz. İkisi bir arada mümkün olmaz... “Yemeğe hem tuz katacağım, hem şeker katacağım, hem zehir katacağım; tatlı olacak yemek...” Olmaz, ikisi birbirine zıt olan şeyler bir arada olmaz. Sevdiğin zaman, sevdiğin kimsenin düşmanını sevemezsin!

Sevdiğin kimsenin düşmanına yardım edemezsin! Sevdiğin kimseye kötülük edene, dostluk gösteremezsin! Dostluğa aykırı olur.

Çok basit bir gerçektir bu... Meselâ, Türkiye’yi seviyorsun; gidip Bulgar’la dost olamazsın. Bulgar’ı seviyorsan; o zaman Türkiye’de casussun demek ki...

Sevginin pozitifi vardır, negatifi vardır. Negatifi buğz etmektir. Allah rızâsı için buğz etmek de vardır. Günaha buğz edilir, şeytana buğz edilir, kâfire buğz edilir. Öyle boş kâğıdın altını imzalamışsın, “Herkesi seveceğim!” diyorsun... Olur mu?

Sahtekârı seveceksin, hırsızı seveceksin, katili seveceksin, deliyi seveceksin... Öyle şey olur mu? Olmaz!

İslâm’da böyle saçma şey yoktur! Böyle bir düşünce de, sakat bir eğitimdir. Kişi hiç kimseyi ayırt etmeden sevecekmiş... Öyle şey olmaz, Allah darılır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sevmediği kimseyi sen seversen, Allah sana darılır. Allah’ın sevmediğini sevmemek, sevdiğini sevmek durumundayız.


2. Soru:

İslâm’ın azılı düşmanı bir kimse için, “O benim sâdık bir dostumdu.” diyen bir kişi ne ölçüde müslümandır?


İslâm’ın azılı düşmanına şahıs diyor ki; “O benim sâdık bir dostumdu.” Tabii bunu mümkün olduğu kadar hüsnü zanla anlatmak lazım. İnsan “Eskiden dostumdu da şimdi sapıttı zavallı...” diye anlayabilir, öyle yorumlayabilir. Yoksa Allah’ın sevmediğini sevmek Allah’la harp etmektir. Allah’ın sevdiğine düşmanlık etmek Allah’la harp etmektir. Mü’minin şânı Allah’ın sevmediğini sevmemektir, Allah’ın sevdiğini sevmektir. Aslında öyle olması lazım.

Ama şimdi bizim dünyamızda cahillik yaygınlaştı,

76

Türkiyemiz’de müslümanlar arasındaki cahillik de çok arttı. Adam çok böyle küfre girer çıkar laflar, sözler edebiliyorlar; hem kendisini müslüman sanıyor hem de böyle acayip durumlar oluyor. Dua etmek lazım. Cahil, bilgisi az... “ Allah ıslah etsin, akıl fikir versin...” diye güzel güzel anlatmaya çalışmak lazım.


u. Yakîn


Soru:

Ayne’l-yakîn, ilme’l-yakîn, hakka’l-yakîn mefhumlarını izah eder misiniz?


“Yakîn, şeksiz şüphesiz imandır.” dedik. İçinde şek olmayan imandır. İlme’l-yakîn, bu imanın bilgi olarak insanda hâsıl olmasıdır. Ayne’l-yakîn, bizzat görme suretiyle tereddütünün kalmayıp kesin olarak bilmesidir. Hakke’l-yakîn, mahiyetini tam kavrayarak, derinlemesine o imanın insanda hâsıl olmasıdır.

Bir misalle anlatmak gerekirse: Bugün içimizde hiç gitmemiş olduğu halde Yeni Zelanda diye bir yerin olduğunu hiç kimse inkâr etmiyor. Ben de gitmedim, sizler de gitmediniz belki, içinizde Yeni Zelanda’yı görmüş olan kimse olduğunu tahmin etmiyorum. Ama dünya üzerinde Yeni Zelanda diye bir yerin olduğunu artık biliyoruz. Bu ilim, ilme’l-yakîn. İçimizde şeksiz şüphesiz, tereddütsüz bilgi var. Ama kendimiz ilim yollarından bir yolla buna kesin olarak inanıyoruz, tereddütümüz yok, “Acaba var mı, yok mu?” demiyoruz. Var ama bu kadar. Bu tevatürle hâsıl olabilir, daha başka delillerle, belgelerle hâsıl olabilir. Tabii bu kadar Yeni Zelanda’nın varlığı gibi bazen kesin olmaz. Ama şeylerde küçük delillerle de hâsıl olur. İlme’l-yakîn derler.

Bir de bizzat görerek; “Evet, o öyledir. Tamam, ben biliyorum, itimat et, öyle, gördüm.” diyecek tarzda olursa, buna da ayne’l- yakîn derler. Bir de mahiyetini tam kavramak şeklinde olursa, bu da hakka’l-yakîndir.


Bu Allah’ı bilmek, Allah’a iman konusuna tatbik edilirse ilme’l-

77

yakîn ma’rifetullahta, Allah’a inanmakta Allah’ın vahdaniyetini bilmektir. İlmihal kitaplarında okuyup da Allah’ın şerîki, nazîri olmadığını bilmesidir. Ayne’l-yakîn; ilminin ilerlemesiyle, çeşitli müşahedeleriyle, gördükleriyle bunu anlamasıdır. Hakke’l- yakînde mahiyetine tam erişip böyle âlim-i hakikî olmasıdır.


v. Levh-i Mahfuz


Soru:

Levh-i mahfuz görülebilir mi, değişebilir mi?


Allah’ın gösterdiği kullar görebilir ve değiştiğine dair rivayetler vardır.


يَمْحُوا اللهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ (الرعد:٩٣)


(Yemhu’llàhu mâ yeşâü ve yüsbitü ve indehû ümmü’l-kitâb) “Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Bütün kitapların aslı, ana kitap onun yanındadır.” (Ra’d, 13/39) ayet-i kerimesinin izahında ve daha başka ayetlerde bu husus bildiriliyor.

Meselâ, menâkıbda geçer ki, bir şahsın dervişi kendisinin Levh-i Mahfuz’da cehennemliklerin arasında isminin yazıldığını görmüş. Demiş ki:

“—Üstâdım, zât-ı âlinizin ismini Levh-i Mahfuz’da cehennemliklerin arasında yazılmış görüyorum. Siz ibadet ediyorsunuz, namaz kılıyorsunuz ama, cehennemliklerin arasındasınız.” “—Ben ibadeti Allah emrettiği için yapıyorum. Cennetlik de olsam, cehennemlik de olsam, vazifem; onu yapmağa devam edeceğim! Ben onu senden önce kaç senedir görüyorum.” demiş.

Yâni, vazifesine, kulluğuna hiç aksatma vermeden devam ediyor. Ertesi gün derviş yine gelmiş:

“—Efendim, baktım levha değişmiş. İsminizi cennetlikler arasında gördüm bu sefer...” demiş.

78

Allah-u Teàlâ’nın nazarında, ind-i ilâhisinde zaman yoktur, evvel yoktur, ahir yoktur. Zamandan ve mekândan münezzehtir.


يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ (ابرهيم:٧٢)


(Yef’alü’llàhu mâ yeşâu) “Rabbü’l-àlemîn, ne dilerse onu yapar.” (İbrâhim, 14/27)


إِن اللهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (المائدة:١)


(İnna’llàhe yahkümü mâ yürîd) “Allah neyi dilerse öyle hükmeder.” (Maide, 4/1)

Sahih hadis-i şeriflerde bildiriliyor ki:7


الدُّعاءُ يَرُدُّ القَضَاءَ بَعْدَ أَ نْ يُبْرَمَ (كر. عن نمير بن أوس مرسلاً)


(Ed-duâu yeruddü’l-kadàe ba’de en yübrame) “Kulun yaptığı dua Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hükm-ü ilâhîsini kesinlik kazanmışken değiştirir. Allah duayı kabul eder.”

Dua işlerin değişmesine sebep olur. Dua edersin, Allah duayı kabul eder ve işi değiştirebilir. Demek ki bazı değişmeleri lütfediyor Mevlâ... O da Allah’ın bir takdiridir diye izah ediliyor.

Levh-i Mahfuz’da değişiklik olur, oluyor. Olduğunun misalleri çok...


y. İnsanın Sorumlulukları




7 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXII, s.158; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VI, s.511, no:8911; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1077; Nümeyr ibn-i Evs el-Eş’arî Rh.A’ten.]

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.63, no:3119; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.499, no:12407; RE. 207/12.

79

Soru:

Hem dünya, hem ahiret için çalışma konusunda hadis-i şerifler var; bunu bize biraz açıklar mısınız?


Muhterem kardeşlerim! Müslüman bu dünyaya gönderilmiş bir insandır. Müslüman bu dünyaya neden gönderilmiştir? Müslüman bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Ayetler sarih bu konuda, kesin ve açık...


الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً (الملك:٢)


(Ellezî haleka’l-mevte ve’l-hayâte li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ) “Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri, hangimiz daha güzel işler yapacak, ömrünü a’mâl-i sàliha ile değerlendirip güzel geçirecek, bunu imtihan etmek, görmek ve denemek için ölümü ve

hayatı yarattı. İnsanları yeryüzüne gönderdi, insanları yeryüzüne çıkardı.” (Mülk, 67/2) Dünyaya imtihan için gönderilmişiz. Allah’ın sevdiği şeyleri kazanarak imtihanı kazanacağız. Sevmediği şeyleri yaparsa, imtihan başarısız olacak, cezaya uğrayacak insan; bu belli... Onun için, bu dünyada ana faaliyetlerimiz ahireti kazanmağa yönelik olacak!

Ana gaye bu; fakat bunu yapayım derken insanlar, sorumluluklarını da unutuyorlar bazan... Yüklendikleri sorumluluklar var... Nedir o sorumluluklar? Onları da hadis-i şerifler göstermiş. İşte zâten dinde fakih olmak, yâni gerçek alim olmak, her tarafını bilmekle mümkün oluyor işin... Yâni, bir nasihatı duyup ona göre hareket edip, bir tarafı yapıp öbür tarafı yıkmakla olmuyor. Her tarafı düzeltmek lâzım! O da hadis-i şeriften... Bir ayet-i kerimede şöyle bir hüküm varsa, şu tarafta da şu hüküm var... İkisini birden bilirse tam alim oluyor.


Şimdi insan ahiret için çalışacak ama, vücudunun kendisi üzerinde hakkı var... Yâni şu vücut, sahibi iyi kullanmazsa, yıpratırsa, ondan davacı olabilir. Meselâ; ben acıyorum sigara

80

içenlere, vücudunu yıpratanlara, vücuduna bakmayanlara... Neden? Vücut bir emanettir. Emaneti iyi kullanmadı, koruyamadı diye sorgu sual olacak. Yıpratmağa hakkı yok...

Ailesine karşı sorumlulukları var... Meselâ evin reisi ise; hanımın, çocuğun, evdeki insanların nafakası, iaşesi, ibatesi, giyimi, kuşamı, tahsili, terbiyesi bunun boynuna borç... Şimdi bunu ihmal ederse, sorumlu olur. Çünkü, Allah o vazifeyi vermiş:


الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ (النساء:٤٣)


(Er-ricâlü kavvâmûne ale’n-nisâ’) [Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur.] (Nisâ, 4/34) buyurmuş. Bu vazifelerin yapılması lâzım! O halde, bunlara helâl lokma getirilmesi gerekiyor.

Sonra, annesinin babasının hakları var; onlara riayet etmesi lâzım! Sonra, Allah’a karşı ibadet borçları var; onları yerine getirmesi lâzım!

İçinde bulunduğu cemiyete, topluma karşı görevleri var... Meselâ, düşman hücum etti; ne yapıyoruz? Ordu kuruyoruz, düşmana karşı çarpışıyoruz. Herkes cihada gidiyor... Neden yapıyoruz bunu? Topluma karşı vazifemiz var, onun için yapıyoruz. Yâni, toplumu korumak için... “Ben Ankara’da oturuyorum. Düşman Edirne’ye gelmiş, bana ne?” demiyoruz. Kars’ta bile olsak, askere gidiyoruz, çarpışıyoruz. Topluma karşı vazifeler var... Bunların hepsi hakkında ayetler, hadis-i şerifler var...


“—Ben Allah’ın rızasını kazanacağım!” diye ahirete çalışıp, öteki görevleri ihmal ederse bir insan; o zaman, çoluk çocuk perişan oluyor, aç kalıyor, açık kalıyor... Ölüyor hattâ...

Çocuğunu doktora götürmüyor, çocuk hastalıktan ölüyor; “Niye tedavi ettirmedin, niye bakmadın, niye tedavisini sağlamadın?” diye sorumlu olur.

Cihada çağrıldı, savaşa çağrıldı; gitmese sorumlu olur.

81

Hattâ evinde karısına karşı sorumlulukları var, vazifeleri var; yapmasa sorumlu olur. “Efendim, ben evlendim ama, zâhidâne bir hayat yaşamak istiyorum. Hanım öbür odada dursun, ben de bu odada durayım!” Olmaz, o da doğru değil...

İşte bütün bunları dengeli bir şekilde götürmek gerektiğinden, demişler ki, —hadis-i şerifte de böyle buyurmuş Peygamberimiz, alimlerimiz de bunu açıkça beyan etmişler— “Dünyevî bir takım şeyler için de çalışmak lâzım!”


Sahabe-i Kirâm’ın da mesleği vardı. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz bezzâz idi; yâni, manifaturacıydı. Hazret-i Osman Efendimiz’in kervan getirip, ticaret yaptığını biliyoruz. Peygamber Efendimiz’in kervan yönettiğini biliyoruz. Herkesin Medine çarşısında işi gücü vardı, gelip gidiyorlardı... Tarlası bahçesi vardı... Hurmalara bakıyorlardı, aşılıyorlardı, topluyorlardı, satıyorlardı. Yâni, bu vazifelerin de yapılması lâzım!

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki, bir meşhur hadis-i

82

şerifinde:8


إِن لِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقّا، وَلِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقّ ا، وَلِضَيْفِكَ عَلَيْكَ حَقّا،


وَإِنَّ لأَِهْلِكَ عَلَيْكَ حَقّا، فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ (ت. عن أ بي

جحيفة)


(İnne li-nefsike aleyke hakkan) “Senin üzerinde nefsinin hakkı var, (ve li-rabbike aleyke hakkan) Rabbinin hakkı var, (ve li- dayfike aleyke hakkan) misafirinin hakkı var, (ve li-ehlike aleyke

hakkan) ehlinin de hakki var; (fea’ti külle zî hakkın hakkahû) her hak sahibine hakkını ver!” Yani, “Senin etrafında sana bağlı olup, hepsine karşı görevin olan kimselerin hepsinin hakkına riayet et, hepsinin hakkını ver! Hiç birinin hakkını vermekte kusur işleme!” diyor.

Çocuğuna karşı görevi var, hanımına karşı görevi var... Ana- babasına karşı görevi var... Kendi canına karşı, vücuduna karşı görevi var vs. İşte bu, hem dünya için, hem ahiret için çalışmakla olur.

Etrafındaki sorumlu olduğu insanların gıdasını, yiyeceğini, içeceğini sağlamak; ta’lim ve terbiyesini sağlamak, beşerî bir takım münâsebetleri gerektiriyor. Bunları ihmal edersen, târik-i dünya oluyorsun. Ruhbanlık yok İslâm’da, doğru değil!

Bunları yapacağım diye cumayı bırakmak, namazı bırakmak, helâli bırakmak, ahireti bırakmak; o da yok! Onun için onu da, onu da yapacaksın.


z. Sevapların Elden Gitmesi


1. Soru:

Kazanılan amellerin, sevapların gitmesi, kaybolması var



8 Tirmizi, Sünen, c.VIII, s.436, no:2337; Ebu Cuhayfe RA’dan.

83

mıdır? Varsa, bu nasıl olur?


Evet, kazanılan amellerin, sevapların elden gitmesi, mahvolması, silinmesi vardır. Meselâ, ayet-i kerimeden misâl:


لاَ تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالأَْذَى (البقرة:٢٤٦)


(Lâ tübtılû sadakàtiküm bi’l-menni ve’l-ezâ) [Başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın!] (Bakara, 2/264)

Sadaka veriyorsun; başa kaktığın zaman sevabı gider, iptal olur, bâtıl olur.

Sonra, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:9


الْحَسَدُ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ، كَمَا تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَبَ (د. هب.

عن أبي هريرة؛ ه . ع . ش. هب. والديلمي عن أنس)


RE. 202/17 (El-hasedü ye’külü’l-hasenât, kemâ te’külü’n-nâru’l- hatab) “Ateşin odunları yakıp kül ettiği, bitirdiği gibi, hased de hasedci insanın başka yerlerde, başka sebeplerle yapmış olduğu güzel ibadetlerin sevaplarını yok eder.”

Onun için, amelleri yakıp bitirip, yok eden davranışlardan



9 Ebû Dâvud, Sünen, c.II s.693, no:4903; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.266, no:6608; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.418, no:1430; Ebû Hüreyre RA’dan.

İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1408, no:4210; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.330, no:3656; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.V, s.330, no:26594; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.267, no:6610; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.136, no:1049; Bezzâr, Müsned, c.II, s.271, no:6212; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.2, s.159, no:2812; İbn-i Abdi’l-Ber, Temhîd, c.VI, s.124; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.V, s.247; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.II, s.227; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIV, s.170; Enes RA’dan. Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.136, no:1048; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.833, no:7438; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.117, no:1132; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XII, s.193, no:11738.

84

kurtulmak lâzım, onlara düşmemek lâzım! Sadaka verdi mi, başa kakmamak lâzım!

İşte amellerin hebâ olmaması için çareler nelerdir; bunları tasavvuf anlatıyor.


2. Soru:

Sonumuzdan nasıl emin olabiliriz?


Dua edeceğiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri hüsnü hatimeler nasib eylesin diye. Bir şey var. Zaten sonumuzun iyi olması içindir, Neden?

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Allah, Allah diye diye yaşarsanız, Lâ ilâhe illa’llàh diye diye yaşarsanız, sonunda Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah diye diye ölürsünüz.

Allah’ı anmazsanız, Allah’ı düşünmezseniz bu söylediğimiz güzel ibadetleri takvaya uygun olarak yapmazsanız sonunda cezayı belâyı çeker dinlemeyenler Allah o duruma düşürmesin.


3. Soru: İntihar edenin durumu nedir? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin onu affetme durumu var mıdır?


Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şerifine göre, bir kimse ne türlü intihar etmişse, ebediyen cehennemde onunla azap görür. Yani kendisine bıçak saplayarak intihar etmişse, cehennemde ebediyen kendine bıçak saplama olacak. Kendisini dağdan aşağı kayalara atmış, parçalanıp ölmüşse, ebediyen cehennemde dağdan atlayıp kayalardan parçalanma olacak. “Kendisine böyle azap olur.” diye bildiriliyor.

Çünkü canı Allah veriyor, can almak kulun işi değildir. İntihar etmek de haramdır, yasaktır. Fakat, Allah insanı düşürmesin, bazı hastalıklar oluyor. Doktorlar bunu bilirler, psikolojik bir takım rahatsızlıklar olabiliyor. Belki böyle bir hastalık sebebiyle, yani sorumlu olmadığı bir zamanda bu gibi şeyler mümkündür.

85

Allah belki hastalığından dolayı affeder. Özel durumlarda, mâzur olduğu bir şekilde, sorumlu olmadığı bir zaman olmuşsa belki affeder. Ama normal olarak, intihar eden cehennemliktir. Çünkü cana kıymıştır.


4. Soru:

Elfâz-ı küfür nedir?


Elfâz-ı küfür, ben müslümanım dese de, söylediği zaman insanı küfre götüren sözler demektir. Halkın arasında alışılmış bir takım klasik sözler vardır. Kulaktan dolma duyduğu için, kızdığı zaman onları söyleyiverir insan... Düşünmeden söyler, sonunda küfre düşebilir. “Ben mü’minim el-hamdü lillâh!” filân dediği halde, o sözden dolayı küfre düşer.

Onun için büyüklerimiz, elfâz-ı küfür nedir diye, şöyle dersen kâfir olursun diye kitaplarda liste halinde vermişlerdir. Onları okursunuz.

86
2. ŞİRK