Diyanet kurumu İslâmî midir? Kuruluş gayesi nedir? Cuma namazı kılınır mı, kılınamaz mı?


Diyanet bir teşkilattır. Eskiden Şer’iyye Vekâleti vardı. Bunun gelişmesi öyle... Evkaf Vekâleti vardı, Şer’iyye Vekâleti vardı, meşihat makamı, bir bakanlıktı eskiden. Sonradan Cumhuriyet devresinde Osmanlılar’daki bu müessese küçültülmüştür, Diyanet İşleri Başkanlığı haline getirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’ndeki insanların din işlerinin büro işlerini yürütmek ve diğer meselelerini yapmak üzere koca Şer’iyye Vekâleti ile Evkaf Vekâleti ayrılmıştır. Evkaf Vekâleti Vakıflar Genel Müdürlüğü olmuştur. O ecdadın vakıflarıyla turistik otel yapılmıştır, şöyle yapılmıştır, böyle yapılmıştır, satılmıştır vesaire. Çok yanlış işler yapılmıştır. Bunu Vakıflar’ın içindeki daire başkanı arkadaşlar konferanslarla söylemişlerdi, itiraz edilecek bir konu değildir, büyük hatadır.

Şer’iyye Vekâleti de küçültülmüştür, Diyanet İşleri Başkanlığı haline getirilmiştir. Bir devletin dairesidir. İnsanlar oraya tayinle geliyorlar. Üçlü kararnâme ile, imza ile oraya tayin ediliyor. Bu böyledir. Fakat bu teşkilatın içindeki kardeşlerimizi, bu teşkilat böyledir diye hor ve küçük göremeyiz; görmek insafa sığmaz, imana sığmaz, iyi müslümanlığa sığmaz. O kardeşlerimiz de şu veya bu sebeple orada hizmet görmeyi, ne yapalım, bir mecburiyettir diye yapmışlardır ve bir kısmı da çok güzel hizmet görmüşlerdir.

 

Nice büyük evliyâullah vardır ki bir yerde imamdır veya müftülük yapmıştır veya Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır. Ne yapsınlar? Yani hiç yapmasa iş tamamen… Ömer Nasuhi Bilmen bizim tekkemizin dervişidir. Rahmetullahi aleyh, mübarek, büyük alim, Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır. Kimseye eğilmemiştir, “eyvallah” dememiştir, dini savunmuştur, dinî hizmetler yapmıştır.

Hatta çok kahramanca bir şeyi anlatılıyor da belki tam anlatamayacağım. Menderes zamanında onun mason bir adamı vardı. Söylemeyelim ismini. Menderes’in bir adamı vardı ve Menderes’in, başbakanın adamı olduğu için, makamını da söylemiyorum ama biliyorum, adını da biliyorum, öyle, İstanbul’da İstanbul Müftülüğü’nü gezerken Ömer Nasuhi Hoca’nın -İstanbul Müftüsü- odasına girmiş. Bir köşede paravana var, paravananın arkasında seccade var. Hocaefendi İstanbul Müftüsü, orada vakti geldiği zaman namaz kılıyor. “Bu ne böyle?” demiş. Biraz kâfirce sözler söylemiş adam, inançsız ya... Başbakanlıkta da görevli. Ona öyle bir cevap vermiş ki Ömer Nasuhi Bilmen, keşke böyle satır satır yazılı olsa da okusam, perişan etmiş onu. Evet, halim selim insandı, “gık” demezdi ama böyle de bir insan tabi.

Ne yapsın? İşte bir yangın içinden kurtarmaya çalışmıştır, hizmet etmiştir. Mübarek insandır, çok seviyorum. Bekir Haki Hoca, çok mübarek insandır. Örfî idare zamanında vilâyete oturmuş olan general. üç tane binbaşı göndermiş:

“—Bundan sonra ezanı Türkçe okuyacaksınız!” diye.

Askerin din işleri ile alakası ne? Ne karışıyorsun? Ondan sonra üç binbaşı gelmişler, o zaman İstanbul Müftüsü olan Bekir Haki Hocaefendi Rh.A’e, demişler ki:

“—Paşa Hazretleri’nden selâm var, bundan sonra ezanı Türkçe okuyacaksın!”

İstanbul Valiliği de, İstanbul Örfî İdare Komutanlığı da emrinde adamın; iki karpuz koltuğunda…

“—Bana bak, defolun gidin!” demiş, kovalamış onları.

Vali ve Örfî İdare Komutanı hışımla telefon açmış arkasından, demiş ki:

“—Ben sana üç tane adamımı gönderdim, kovalamışsın onları, kovmuşsun huzurundan.”

“—Evladım, ben aksakallıyım, şu kadar yaştayım. El-hamdü lillâh bu zamana kadar müslüman yaşadım, bundan sonra da müslüman yaşamak niyetindeyim. Kimseye Eyvallah’ım yoktur!” demiş.

Bir de onun yüzüne telefonu kapatmış.

 

Diyanet’te çalıştılar, müftülük yaptılar diye bu adamlara kötü gözle bakamayız muhterem kardeşlerim! Bir insan, evet, alimlerin, din adamlarının politikacıların emrine girmesi çok büyük ardır, ayıptır. Doğru… Din politikadan yüksektir.

Politikacıların din adamlarına hürmet edeni makbuldür. Din adamlarının politikacılara dalkavukluk edeni merduttur. Hadîs-i şerîflerde bu böyledir, kesindir, şek şüphe yok. Ama koca bir Diyanet teşkilatını suçlayamayız. Pırlanta gibi kardeşlerimiz vardır, elini bırakıp ayağını öpeceğimiz insanlar vardır.

 

Evren Paşa:

“—Şu şöyledir, bu böyledir, aksini iddia eden yazsın bana!” demiş.

Doğu Anadolu’ya seyahatleri oldu, ateşli konuşmuş. Birisi de bizim Elazığ’da mı, bir hoca efendi, mübarek, yazmış cevabını. Söyledik kendisine.

“—Hepsi yanlıştır, işin doğrusu budur. İşte âyet, işte hadis!”

Yazmış, göndermiş. Belki okumadı bile Evren Paşa. Köşk’ten oranın savcılığına bir yazı gelmiş:

“—Şu adam hakkında takibat yapın, cezalandırın!” diye.

Savcılık, o mektup yazıp da doğruyu söyleyen hocayı karakola çağırmış. Bütün ahali duymuş, karakola toplanmış. “Hocamızı ne yapacaksınız?” Bakmışlar ki ahali infial halinde, “Yok, bir şey yapmayacağız, sade bir sorgulama...” Pekâlâ.

Şimdi sorgu hakimi, oturtmuş hocayı karşısına, kaşını gözünü oynatarak diyormuş ki:

“—Hocaefendi, bu mektubu sen yazmadın değil mi? Bu mektubu senin nâmına birisi yazmış da altına senin imzanı atmış değil mi?” Kaşını gözünü oynatıyormuş, “Böyle de!” mânasına, kurtarmaya çalışıyor hocayı.

Hoca şöyle cevap vermiş:

“—Yok, vallah billah ki ben yazmışam. Şahitlerim bile vardır. Vallahi ben yazdım, istersen şahit getireyim.”

Bu hocanın ayağı öpülür yâ... Böyle insan...

 

Bizim Ahmet Akın Çığman Hoca vardır. Buralara da gelmiştir, böyle dev gibi bir hoca efendidir, babayiğit, sarıklı, arslan gibi bir insan. O da tutmuş:

“—Şu şu şu sözleri yanlıştır reis-i cumhurun.” demiş.

Reis-i cumhursa reis-i cumhur ama, hakikatsa hakikat… Biz haksız bir şey yaptığı zaman, reis-i cumhurun da karşısında konuşuruz, parti başkanının da karşısında konuşuruz.

Hürriyet gazetesi hemen müzevirlemiş, reis-i cumhur Doğu Anadolu’dan, uçaktan İstanbul’a inince:

“—Efendim bir hoca var, bir düğün konuşmasında sizi tenkit etmiş, sizin yanlış söylediğinizi söylemiş.”

“—Kim o?”

“—Ahmet Çığman…”

“—Arayın, bulun!”

Vali muavinleri müftülüğe telefon etmişler. Demişler ki:

“—Efendim, böyle bir adam yok bizim kadromuzda.”

Müftülük öyle cevap vermiş. Aramışlar, taramışlar, yok.

Çünkü Ahmet Hoca bizim ihvanımızdan, Diyanet’te kadrosu olmayan bir kimse, serbest bir insan, Diyanet’te kadrolu değil. Aramışlar, yok. Bizim Ahmet Hoca duymuş. Danışmış arkadaşlara.

“—Ne yapalım, bizi arıyorlarmış, gidelim mi?”

“—E gidin.” demişler; kalkmış, gitmiş.

Florya tarafında köşkü mü vardı neydi... Kendisi anlatıyor ondan sonra: “Beni kapıda sert karşıladılar.” diyor. “Gel bakalım! Sen misin o hoca? Gir içeri bakalım!” “Girdim.” diyor, oturmuş.

“—Sen böyle böyle dedin mi?”

“—Evet, söyledim. Haksızsınız çünkü âyet-i kerîme böyle söylüyor, hadîs-i şerîf böyle söylüyor, fıkhın hükmü budur.”

İyi de fakihtir, Şam’da filan da okumuştur, Arapçası da güzeldir hocamızın, Allah selamet versin. Güzelce cevabını vermiş.

Adam da memnun olmuş, elini sıkmış, güleç yüz göstermiş, öyle uğurlamış. Anlatınca da anlıyor. Böyle bir hocaya ne diyelim?

 

Evren Paşa bizim fakülteye geldi. Ben o zaman henüz emekliliğimi istememiştim. Ama Hacı Bayram’da cenaze vardı, oraya gitmiştim, o zaman gelmiş. Teftişte, öğrenci kapısından girmiş, birinci kata merdivenlerden çıkmış, karşı kapıyı yoklamış, kilitli; öbür kapıyı yoklamış, kilitli; öbür kapıyı yoklamış, kilitli. Hocalar odalarını kilitliyor, hocaların hepsi aşağıda, ne yapsınlar, reis-i cumhur gelecek diye ana kapıdan bekliyorlar, o yan kapıdan girmiş.

Koridorun sonunda karşılamışlar, dekanlığın odasına almışlar. Şöyle ceplerini karıştırmış, bir kağıt çıkartmış. Demiş ki;

“—Berat Gecesinde Allah-u Teâlâ Hazretleri içkiye müdavim olanları (müdminü hamr) da affetmeyecek. Herkes affolacak da onları affetmeyecek. Demek ki müdavim olanlar affolmuyor ama arada sırada bir tek atanlara bir şey yok. Yani arada sırada, az içerse bir şey yok...” gibi bir şey söylemiş.

Bizim o zaman dekan Hadis Profesörü Talat Koçyiğit’ti. O da;

“—Hayır efendim, mesele böyle değildir; içkinin azı da çoğu da haramdır. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı sarhoşluk vermese bile damlası bile haramdır.”

Bu hususta buyrulmuş ki:[25]

 

مَا أَسْكَرَ كَثِيرُهُ، فَقَلِيلُهُ حَرَامٌ (حم. د. ت. حب. عن جابر؛

حم. ن. ه. عن ابن عمرو)

 

(Mâ eskere kesîruhû, fekalîluhû harâmün) “Bir şeyin, bir maddenin çoğu sarhoş ediyorsa, azı da haramdır.”

Yine buyrulmuş ki:[26]

 

كُلُّ مُسْكِرٍ خَمْرٌ، وَكُلُّ مُسْكِرٍ حَرَامٌ (م. حم. عن ابن عمر؛

طب. عن قيس بن سعد؛ كر. عن أنس)

 

(Küllü müskirün hamrun) “İnsana sarhoşluk veren her şey içkidir, (ve küllü müskirün harâmün) ve sarhoşluk veren şeylerin hepsi haramdır.”

Yâni her sarhoş edici şey içki babından sayılır, isterse koklamakla olsun… Benzol, etanol, metanol, adını bilmediğimiz kimyevî maddeleri kokluyorlarmış; ayakkabı köselesini yapıştırmaya mahsus şeyi kokluyorlarmış, kafasını buluyormuş. Bu da haram. Duman ama haram. Neden? Sarhoşluk veren her şey haram.

Anlatmış güzelce, “Güzel söylemiş.” filan diyorlar.

 

Kütüphaneye girmiş. Bizim çok güzel kütüphanemiz vardı, İlâhiyat Fakültesi’nin kütüphanesi; modern, ışıklı, güzel... Girmiş, tıklım tıklım dolu, gençler çalışıyorlar, öğreniyorlar, öğrenecekler, araştırma yapıyorlar.

Karteksin başında, kitap fişlerinde bir kız da bir şey arıyormuş, uzun mantolu, başörtülü... Dosdoğru başına gitmiş:

“—Sen niye böyle örtünüyorsun?” demiş.

Kız dönmüş bakmış, karşısında zamanın reis-i cumhuru; sararmış solmuş kızcağız.

“—Allah’ın emri örtünmek olduğu için örtünüyorum efendim.” demiş.

“—Nereden belli?” demiş. Kızcağız aklı başında, afallamış, heyecanlanmış, zorlamış kendisini;

“—Hatırlayamadım efendim.” demiş.

“—İşte, bilmeden cahilâne, taklîden yapıyorlar.” demiş.

Arkasında rektörler var, bilmem bir sürü kimse var. Kız;

“—Efendim, şimdi hatırladım.” demiş. Hatırlamış, okumuş Nur sûresindeki ayet-i kerimeyi, izahını yapmış vesaire... Tamam, cevap verdi, Kur’an-ı Kerim’den cevap, aldı cevabı.

“—Senin baban gerici mi?” demiş kıza.

“—Hayır efendim, gerici değil, o da ilerici… O da benim başörtüme karşı!” demiş.

“—Tamam, tamam... İşte bunlar ailelerinde böyle şey görmüyorlar, büyük şehirlerde birtakım gizli örgütler bunları alıyor, kafalarını böyle bozuyor.” demiş, buna benzer bir söz söylemiş.

Kız;

“—Hayır efendim, öyle de değil.” demiş. “Ben ilk önce hemşirelik yüksekokuluna gittim. Orada başörtüsünü yasakladılar. Halbuki ben de başörtüsü ile okumak istiyordum. Sordum, soruşturdum, ‘Başörtüsü ile nerede tahsil yapabilirim?’ diye. ‘İlâhiyat Fakültesi’nde başını örtebilirsin!’ dediler, ondan geldim efendim. Ne örgüt var, ne teşkilat var, ne başka bir şey var.”

“—Bunlar iflah olmaz!” demiş, arkadaşlarıyla, yani yanındakilerle gitmiş.

 

Muhterem kardeşlerim!

Şimdi bu soru da sert bir soru. Bütün bir teşkilatı suçlayamayız. Hatta doğru olmaz, çünkü kötüler istisnadır, iyiler esastır. Üç tane imam kötü çıksa, “bütün imamlar kötü” denmez. Üç tane öğretmen kötü çıksa öğretmenlik mesleğine gölge düşmeyeceği gibidir bu. Bu teşkilatın aleyhinde konuşmak bize yakışmaz.

Bu teşkilatın içinden olup da teşkilat başkanına da karşı çıkan, hakkı destekleyen, hakkı söyleyen, emr-i mâruf yapan, nehy-i münker yapan bir sürü de kahraman kardeşimiz vardır. Bu teşkilatı boş bırakmak da doğru değildir. Boş bırakırsak tamamen onların zihniyetinden insanların eline geçerse daha kötüye kullanılır. Kaplanın kanadı olursa yapacağı zarar daha büyük olur.

Binâen aleyh, bu soru da sert bir soru olmuştur, biraz sertlik kokuyor, doğru değil.

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN

[25] Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.352, no:3681; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.292, no:1865; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1125, no:3393; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.6, no:5576; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.296, no:17167; Tahàvî, Şerhü’l-Maànî, c.IV, s.217, no:5976; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Müskir; c.I, s.60, n:21; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VIII, s.377, no:1751; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.330; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

Neseî, Sünen, c.VIII, s.300, no:5607; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1125, no:3394; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.167, no:6558; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.254, no:43; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.296, no:17168; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.216, no:5117; Tahàvî, Şerhü’l-Maànî, c.IV, s.217, no:5974; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.52, no:111; Cürcânî, Târih-i Cürcan, c.I, s.327; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIII, s.160; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1124, no:3392; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.91, no:5648; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.262, no:83; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.197, no:626; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Müskir; c.I, s.59, n:18; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.292, no:730; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.II, s.53; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.I, s.397; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.112, no:12120; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.50, no:3966; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Müskir; c.I, s.61, n:23; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Hàkim, Müstedrek, c.III, s.466, no:5748; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.254, no:44; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IV, s.205, no:4149; İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstîàb, c.I, s.135; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.332; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.233, no:783; Huvât ibn-i Cübeyr RA’dan.

Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.250, no:21; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.43; Hz. Ali RA’dan.

Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.250, no:22; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.III, s.297; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.420; Hz. Aişe RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.V, s.139, no:4880; Zeyd ibn-i Sâbit RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.344, no:13154; Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.84, no:8109, 8110; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.408, no:19752.

[26] Müslim, Sahîh, c.III, s.1587, no:2003; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.352, no:3679; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.290, no:1861; Neseî, Sünen, c.VIII, s.297, no:5585; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.16, no:4645; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.188, no:5366; İmam Şâfiî, Müsned, c.I, s.284, no:1362; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.248, no:11-17; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.260, no:1916; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.294, no:13157; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.195, no:3954; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.329, no:546; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.470, no:5621; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.288, no:17118; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.212, no:5095; Tahàvî, Şerhü’l-Maànî, c.IV, s.215, no:5957; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.38, no:876; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Müskir, c.I, s.57, no:14; Ahmed ibn-i Hanbel, el-Eşribe, c.I, s.6, no:7; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.654; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XVIII, s.427, no:3569; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.5, no:1584; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VII, s.211, no:2111; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXVII, s.5; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.352, no:898; Kays ibn-i Sa’d ibn-i Ubâde Rh.A’ten.

İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LV, s.128; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.83, no:8106; Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.555, no:13277; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.987, no:1992.

Benzer Sorular

Kaynağa git