14. SAKAL

15. SOSYAL ÇALIŞMALAR



a. Vakıflar ve Dernekler


1. Soru:

Dernek ve vakıf kurmanın faydası nedir?


Dernek ve vakıf kurmanın sosyal hizmetleri güzel yapmak bakımından çok büyük faydaları vardır. Onun için biz sizi güzel gayelerinizi tahakkuk ettirmek bakımından böyle çalışmalar yapmaya hararetle teşvik ediyoruz.

Hocamız rahmetullâhi aleyh de bizim Hakyol Vakfını kendisi emretmişti, o kurdurmuştu. Bizden önceki büyüklerimiz de çeşit çeşit vakıflar kurmuşlar, hayrât u hasenât bırakmışlar. İslâm’da vakfın sevabı hakkında çok rivayetler var. Onun için vakıf kurmak da sevaptır. Hayırlı gayeleri tahakkuk ettirmek için el birliğini sağlayan o iş birliği de ayrıca sevaptır. Tek başına yapacağı [işi] beraberce yapmak da sevaptır. Dernek kurmak da sevaptır.

Müslüman şimdi sosyal hayatı bilmiyor, içine kapalı. Biz de bu cemiyetin içinden yetişmiş insanlar olarak, biraz da mürekkep yalamış, üniversite hocalığı yapmış kimseleriz, bir sosyal eksikliğimiz olduğunu biliyoruz. İstiyoruz ki müslüman, Müslümanlığın sadece camiye gidip gelmekten ibaret olmadığını öğrensin, sosyal çalışmalara girişsin. Sosyal çalışmaları kendisi güzel yapamıyor. O zaman derneklere katılsın, güzel yapandan yavaş yavaş öğrenir diye dernek kuruyoruz.


Demek ki eskilerin tecrübelerinden faydalanılmasına, yenilerin güzelce ibadet ve hayrât u hasenâtı yapmasını öğrenmesine, bir de el birliği ile olduğundan daha büyük çapta hayırlar yapmasına vesile olduğundan dernek kurmak çok faydalı, çok güzel bir şeydir. Tavsiye ederim.

Kadın dernekleri kurun, kadınlar çalışsın, hayırlı çalışmalar

290

yapsın. Erkek dernekleri kurun. Çeşitli cami yaptırma, çevre derneği, hayır hasenât, kültür derneği, eğitim öğretim müesseseleri... Bunların hepsinin faydası vardır.

Asra göre İslâmî hizmetler değişiklik gösterir. Bu asrın, bu devletin, bu devrenin, bu bölgenin hizmet şekli budur. Bunlar da güzel olur, daha fazla olur. Büyükler; “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.” demişler. İki eli birbirine çırptın mı hiç olmazsa bir ses çıkar. Bir elin nesi var; kıymeti yok. Demek ki bir kişinin yapacağı şey mahduttur, iki kişinin, üç kişinin, beş kişinin yapacağı daha fazladır. Onun için namazlar bile daha çok sevaplı oluyor. Tek başına namaz kılıyorsun, bir sevap alıyorsun; cemaatle namaz kılıyorsun, 27 kat sevap alıyorsun. Camideki cemaatin sayısı arttıkça Allah sevabı arttırıyor. Bunlar birliğe beraberliğe teşvik içindir.


O bakımdan sosyal hayata girin. Sosyal çalışmalara katılın. Kıyıda köşede iş bilmez, cemiyet hayatına katılmaz, hıristiyan ruhbanların cemiyeti terk eden kaçkınları gibi olmayın. İslâm’ın ruhbanlığı cihattır; her çeşit sahada İslâm’ın gelişmesi için cehd etmektir. Bunu yeni nesil daha iyi anlar. Eskilerin de tecrübeleri çoktur. Eskilerle yeniler iş birliği ile hayırları yapsın.


2. Soru:

Bundan 1,5 yıl önce falanca yerde bir dernek kurduk. Hâlihazırda derneğimizin maddî imkânları sıfırın altında. Herhangi bir faaliyet yapsak devamlı borçlanıyoruz. Bize destek veren bir esnaf bile yok. Bizde para yok ki iş yapalım. Borcumuz da var. Biz ne yapalım? Emirlerinizi bekliyoruz.


Dernek demek, derlenip toplanıp bir araya gelmek demek. Maksadımız müslümanların bir araya gelmesi, bir araya gelecekler, oturacaklar; “Bak burada Allah’ın kullarıyız, hepimizin hizmet etmesi lâzım. Allah hizmet edenleri seviyor. Yapılacak vazifeler yapılmadığı zaman müslümanlar sorumlu duruma düşer. Allah bu güzel günlerin hesabını sorar.

291

Bu güzel günlerde İslâm için çalışılmayıp da sonra memleket kâfirlerin istilâsına uğrarsa? Başka ülkelerde olmadı mı? Emsâli yok mu? Çalışmamız lâzım! İslâm dininde namaz bir ibadet. Onun gibi zekât da bir ibadet değil mi? Parayla da ibadet mecburiyeti yok mu? Onun için, hepimiz elimizden geldiğince yardım edelim.” diye nasihat etmek gerekiyor. Birbirimize nasihat ederek bu tembelliği bırakmamız gerekiyor.

Evet, her şey parayla oluyor, muhterem kardeşlerim! İslâm’ın gelişmesinde de böyleydi. Ebû Bekr-i Sıddîk’ın bilmem kaç bin altını vardı, hepsini Rasûlullah’a verdi. Osmân-ı Zinnûreyn nice nice paralar verdi.


Bu işler, orduların teçhiz edilmesi, silahların alınması paralarla oluyor. Bugün Azerbaycan’ın elinde modern silahlar olsun, Ermenistan’ı siler süpürür, Türkiye’ye komşu olur. Parası olmadığı için olmuyor. Bosna-Hersek’in elinde füzeler olsun, Sırbistan’ı siler süpürür, müslümanlar tekrar Yugoslavya’da İslâm cumhuriyeti kurarlar. Parasızlıktan oluyor. Müslümanlar parayı vermediği için yeniliyorlar.

292

İngilizler Çanakkale’ye kadar gemilerini yanaştırdılar. Oradan top atıyorlar, bizim askerlerimizi şehid ediyorlardı. Bizim toplarımız onların gemilerine ulaşmıyordu.

Teknolojik gerilikten ölüyoruz. Parasızlıktan, teknolojik yönden geri olduğumuz için kaybediyoruz. İmanımız var, cihadımız var, gayretimiz var, iyi niyetimiz var; yetmiyor. Para ortaya konulacak. Müslümanlar ciddi çalışacak.


Güzel bir misaldir: Japonlar Amerikalılar’a yenildiler. Hiroşima, Nagazaki, iki tane atom bombasını yiyince, “Üçüncüyü Tokyo’ya atacağız ha!” deyince Japon imparatoru dedi ki;

“—Ey Japonlar! Maalesef düşmanın elinde çok ileri silahlar var. İki şehrimizi mahvetti. Tokyo’ya da atarsa biteriz. Teslim oluyoruz.” Kayıtsız şartsız teslim oldular. Ama bir cümle söyledi, dedi ki;

“—Savaş şimdi bitmiyor. Savaş şimdi başlıyor!” dedi.

Şimdi Japonya Amerika’yı yenmiş durumda… Neden? Japon parası Amerikan parasından kuvvetli. Japonlar Amerika’ya yerleştiler. Japonlar Amerikan şirketlerini sermayedârı oldular, hisselerini aldılar. Avrupa’ya mal satıyorlar, Amerika’ya mal satıyorlar, Türkiye’ye mal satıyorlar… İsuzu, Nissan, Toyota, Mazda; bize bir sürü ismi öğrettiler. Harıl harıl paracıklarımızı alıyorlar.

“—Japon harikası gaz sobası...” Ne harikası; kokudan yanına yaklaşılmıyor! Ama kokusuz, dumansızmış; aldatmaca, boyamaca…

Aslında biz her şeyi kendimiz yapabiliriz. Ama iş parayla oluyor. Ekonomik savaş çok önemli.


Bu ekonomik savaşta ben ne diyorum size?

Düşmanınızın malını almayın, onu yenersiniz. Malını almayın, bak nasıl dize gelir. Türkiye’yi çok güzel bir pazar olarak görüyorlar.

Bizim ağalarımız, paşalarımız hepsi efedir; 500 Mercedes’den aşağı binmezler.

“—Mercedes alacağım.” dediği zaman da Mercedes fabrikasının

sahibi koltuğuna geriliyor, göbeğini geriyor;

“—Şu kadar fiyat.”

293

“—Olsun, ver.” Veriyor, alıyor; veriyor, alıyor...

Ya ne olacak, kendin yerli bir araba yap, onunla gez. Çekoslavakya yapıyor. Yugoslavya yapıyor. İtalya yapıyor. Rusya yapıyor. Külüstür, tangır tungur arabaları... Romanya yapıyor. Dacia marka ve saire... Türkiye niye yapamasın?

Yapar, daha âlâsını yapar, geliştirir.


Yabancı malı kullanmayacağız. Düşmanımızın malını katiyen almayacağız. Ölecek durumda değiliz. Memleketimizde sebze var, meyve var, her türlü imkânımız var. Hiç başkasının malını almayın ve almamayı herkese söyleyin!

Herifleri besle; besle kargayı, oysun gözünü... Sen ticaret yapıyorsun, alış veriş yapıyorsun, zenginleştiriyorsun; o paraları götürüyor, düşmanına veriyor, seni yeniyor. Kullandığınız bir yabancı mal, o kadar paranın düşmana yardımı demek. Deterjanlar, losyonlar, şampuanlar, ıvırlar, zıvırlar, biralar, Tuborglar, Efes Pilsenler vs. Tabii İslâm’da içki haram. Ama bira yapmak zor bir şey mi?

Yani ne mantık, anlayamıyorum. Yapılamayacak şeyi al, anladık; ama yeme ya, içme! O devirde miyiz, şu anda memleket batıyor. Hükümet işçiye, memura para veremiyor. İç borçlanma, dış borçlanma... Bir ayda şu kadar para dışarıya ödüyoruz. Herkes cebine döviz parası koymuş, Türk parası koymuyor. Dövizin enflasyonu kadar da Amerika’ya senede %10, Almanya’ya %5-6, Fransa’ya bilmem ne kadar para kaptırıyoruz. Böyle aptallık olur m u ya?


Kullanma hiçbir şeyini! Kil çamuruyla yıka, sabunsuz yıka! Pek ak olmasın, pek parlak olmasın. Ciklet çiğneme, ıvır zıvır şeyi yeme, içme! Ayran iç! Koyun besle! Kendi mahsulünü kullan! Şu heriflere para kaptırma! Bu bir savaş. Oyuncak değil, savaş! Bir şeyini almayacaksın. Anlatamıyoruz...

Devletler şimdi konvansiyonel devlet oldu, tüccar devlet oldu. Ticaret ile gelişiyor. Ticaret olmadığı zaman batıyor. İç ve dış ticaret dengesi aleyhine olduğu zaman, gemisi batmaya başlıyor.

İngiltere batmak üzere... Fransa sallantıda… Avrupa parası tehlikede… Tamam işte, herifleri tam batacağı sıra, ne

294

destekliyorsun? Ne alıyorsun? Alma, yeme, sabret! Ne aç kalırsın, ne açık kalırsın.


Millet bunun bir savaş olduğunu bilmiyor. Hele hele münevverler, aydınlar hiç bilmiyor; “Git, işin mi yok?” diyor. Girecek yabancı süpermarkete, dolduracak bilmem kaç yüz binlik, bilmem kaç milyonluk parayı, “Ucuza aldım.” diyecek. E memleketi batırıyorsun! Senin mahallendeki adamdan, fukarâcıktan al! Gittim, bakkal dükkânında oturdum, inşaat malzemesi satan dükkânda oturdum, başka yerde oturdum. Ticaret mallarımızın yüzde 50’den fazlası gayrimüslimlerin imalatı. Yani batmışız. Açıkça söylüyorum: Memleket olarak batmışız! Malı ben üreteceğim, kendi malımı kullanacağım, başkasına da satacağım. O zaman zengin olacağım. Dışarıdan boyuna al… Dünyanın en güzel pazarı; Öyle şey olur mu?

Herkes malını buraya yığıyor, satıyor. Onları alıyorsun, kendi sanayin ölüyor. Kendi paran sudan sebeplerle, tozdan sebeplerle dışa gidiyor.


Bunu millete anlatamıyoruz. Siz anlatın biraz. Yakınlarınıza söyleyin. Çok önemli... Savaş bu! İnsan düşmana cephane, silah verir mi? Para verir mi? Para demek, “silah” demek. Para kazandırır mı insan düşmana?

Ben şahsen çarşıya pazara çıkarken; “Yâ Rabbi! Beni hayırlı kimseyle alış veriş yaptır. Müslümanın malını bana nasip et.” diye dua ediyorum. Siz de öyle dua edin. Müslümanın malı olmazsa almayın. Aklınızı kullanın!


3. Soru:

Bize Hakyol Vakfı, İlim Sanat Vakfı, dergiler, televizyon ve radyo çalışmaları ve Hakyol Vakfı’na bağlı diğer kuruluşlar hakkında bilgi verir misiniz?


Teşekkür ederim. Bunlardan uzun boylu bahsetmeyi ben de isterim ama öğle namazı kaçar, öğle yemeği yiyemezsiniz, ikindi namazı gelir, akşam olur diye de korkarım. İsterseniz eûzu

295

besmeleyi çekip başlayayım isterseniz bunu yavaş yavaş anlatabileceğimiz başka bir zamana bırakalım.

Bizim üç tane vakfımız var. Bir İlim, Kültür, Sanat Vakfı; bu kelimelerin gösterdiği çalışmaları yapıyor. Bilimsel çalışmalar yapıyor, kültürel çalışmalar yapıyor, sanat çalışmaları yapıyor. Toplantılar, sempozyumlar, kitap neşri, eğitim vesaireler.

Hakyol Vakfı’mız var, eğitim dostluk ve yardımlaşma vakfıdır; eğitim işlerinin her çeşidiyle meşgul oluyor. Yardımlaşma, zekât toplama, sadaka verme, fakirlere yurt içinde yurt dışında hayır gönderme; dostluk, müslümanlar arasındaki muhabbetin gelişmesi, grupların birbirleriyle tanışması gibi çalışmaları yapıyor. Dergiler çıkarıyorlar, radyo yayınları yapıyorlar, her dalda eğitim çalışmaları var.

Bir de Sağlık Vakfı’mız vardır. Sağlık Vakfımız da sağlık problemleriyle ilgili çalışmalar yapıyor. Klinikler açıyor, hastaneler açıyor, sağlık faaliyetleri var, sağlık taramaları yapıyor, dergiler çıkarıyor; böylece hizmetleri götürmeye çalışıyor.

Yüzlerce derneğimiz var. Derneklerimizin bir kısmı Çevre- Kültür dernekleridir. Çevreyi güzelleştirmek, orman tesis etmek, kültürel çalışmalar yapmak gibi çalışmalarımız var. Kadınlarla ilgili derneklerimiz var. Kadın derneklerimiz kadınların meseleleriyle ilgileniyor, çocukların eğitimiyle ilgileniyor, kreşler anaokulları açıyor. Kadınlarla ilgili kültürel çalışmalar ve yayın çalışmaları yapıyor.


b. Sosyal Çalışmalarımızı Destekleyin!


1. Soru:

Bazı ağabeylerimiz ve kardeşlerimiz vakıf çalışmalarına maddî ve mânevî katkıdan geri duruyorlar; bu konuda ikaz eder misiniz?


Hazret-i Ali Efendimiz’in bir sözü ile, bu ikazı yapmak istiyorum muhterem kardeşlerim! Hazret-i Ali Efendimiz buyurmuş ki: “Hiç kimseye iyilik etmedim, hiç kimseye kötülük

296

etmedim.”

Allah Allah!.. İnsan iyilik etmediyse kötülük etmiş olur. Kötülük etmemişse, hiç mi sadaka vermedi, hayır yapmadı mübârek Hazret-i Ali Efendimiz?..

Demek istemiş ki: “Yaptığım iyiliklerin sevabı bana gelecek; demek ki, kendime iyilik yapmışım!.. Yaptığım kötülüklerin vizr ü vebali, günahı bana gelecek; demek ki kendime kötülük etmişim!..” Demek ki bu söze göre, bu nükte hatırınızda kalsın: Kim hayır hasenat yaparsa, aslında ahirete sevap transfer etmiş olur, hayır kazanmış olur; ahirette yüzü güler. Hayırlardan geri durmayın!.. Bak, ölümün çabuk gelebileceğini söyledik. Hayırlara gayretli olun! Allah yolunda hizmetiniz çok olsun!..

Allah-u Teâlâ büyük sevaplı işleri yapıp da, vefat ettikten sonra bile sevap kazanmaya devam etmeyi cümlemize nasîb eylesin...


2. Soru:

Konya’da iyi niyetli olduğuna inandığımız bir grup ihvân kardeşimiz, değişik cemaatlerden müslüman kişilirlerle birlikte Bosna ve Çeçenistan’a giden yardımları organize etmek amacıyla vakıf çalışmaları yapmaktadırlar: Sosyal Araştırma ve Dayanışma Vakfı. Bu arkadaşlar mesailerinin ekserisini bu vakıfta harcamaktadırlar. Bizim bu arkadaşlara ve bu vakfa karşı nasıl bir davranış içinde olmamız lâzım?


Muhterem kardeşlerim! Biz bir kardeş grubuyuz, bizim yolumuz dolayısıyla aramızda kuvvetli bir bağ meydana gelmiştir ve her türlü İslâmî çalışmaları düşünüp programlı, güzel bir şekilde yapmaya gayret ediyoruz. Vakıflarımız var, yüzlerce derneğimiz var, vakıflarımızın şubeleri var; dergilerimiz, taşınıp, planlı var, yayınlarımız var, radyo neşriyatımız var, televizyon çalışmalarımız var.

Ben bizim ihvanımızdan şunu bekliyorum: Bize ait çalışmaları destekleyecekler. Çünkü biz bu çalışmaların mahsuru var mı yok

297

mu, eksiği var mı yok mu bunları merkezden düşünüyoruz, hazırlıyoruz, planlıyoruz başlatıyoruz.

Şimdi biz hiçbir şey yapmasak, âtıl, bâtıl kenarda dursak, çalışma yapmamamız üzerine arkadaşlarımız oraya buraya gitsin. Ama bizim çalışmalarımız bu kadar çeşitli, herkesi imrendirecek kadar güzel, başarılı, bizi de hamd edecek, şükredecek şekilde memnun edici bir tarzda giderken arkadaşlarımızın başka başka şeylere kaymaları aslında kayıp oluyor. Yani bizim camiamızdan kayıyor, sonra bizim kontrolümüzden de çıkıyor.


Ben herhangi bir başka kuruluşu suçlamak istemem ama iyi niyetlisi olur, kötü niyetlisi olur, istismarcısı olur, sömürücüsü olur, göstermelik şey yapanı olur, paraları toplayıp toplayıp cebe indirenler olur, yanlış yerlere verenler olur. Onun için bu gibi şeylerde mutlaka İSPA, yani İskerderpaşa damgası olması lâzım. Kardeşlerimizin, ihvânsa, mutlaka bizim müesseselerimizle ilgili çalışmalar yapmasını, hayırlarını bizim kanalımızla yapmasını temenni ediyorum.

Bizim arkadaşlarımız bu şuura sahip olsalar bizim faaliyetlerimiz 100 misli daha genişleyecek. Bakıyorsun bizim hacıefendi falanca Kur’an kursunun tepeden tırnağa altı katının halılarını yapmış. İyi güzel Allah kabul etmiş ama be mübarek kardeşim, gel bizim İskenderpaşa’nın yanına bir Kur’an kursu yap, onu tepeden tırnağa donat, İskenderpaşa bir Kur’an kursuna sahip olsun yine aynı sevabı al.

Siz bunu herkese söyleyin, her yerde söyleyin kendiniz de böyle şey yapın. Kendi çalışmalarımızı kendimiz yapalım, inşaallah bunun ileriye doğru daha başka büyük faydaları olacak, ilerde de bunların şeyi var.


c. Müslümanların Birleşmesi


1. Soru:

Neden Türkiye’de müslümanlar parçalanmış, bölünmüş durumda, çeşitli gruplara ayrılmış durumda? Bu müslümanların

298

aynı çatı altında birleşmeleri için çalışmalar yapılıyor mu?


Bu çok önemli bir konu... Hakîkaten müslümanlar kardeş oldukları halde, bir arada olmaları gerektiği halde ayrılıklar var... Ayrılıklar bir şey değil, farklı çalışmalar olabilir. Çünkü çeşitli ekoller vardır, mektepler vardır. Nasıl hukuk, siyasal, ziraat, veteriner filân oluyorsa; hattâ aynı fakülte muhtelif yerlerde oluyorsa, meselâ hukuk fakültesi İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da filân oluyorsa; mekteplerin, eğitim görülen yerlerin farklı olması ayrılığa sebep olmamalı!..

Herkesin Kur’an’a sarılması lâzım!.. Allah’tan korkması lâzım!.. İslâm’ın emirleri bahis konusu olduğu zaman birleşmesi lâzım!.. Allah’ın emrini yerine getirmek, Allah’ın dinini yüceltmek, kâfiri defetmek hususunda herkesin birleşmesi lâzım!..

Buna çok muhtacız bu devirde... Ben de bugün neşredilen dergide aynı şeyi yazdım. Müslümanların hele şu günlerde, dört bir yanı düşmanlarla çevrili olduğu için, mutlaka küçük ihtilâfları bırakıp, birlik beraberlik içinde olması lâzım!.. Birbirleriyle uğraşmaması, birbirini engellememeğe uğraşması lâzım!..


2. Soru:

Vahdet hakkında görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?


Vahdet, birlik beraberlik demek... Müslümanların birlik ve beraberlik içinde olması bugün en hayatî meseledir. Tabii vahdette, birlik ve beraberlikte bir ince nokta vardır; yanlış anlaşılmasın diye onu her zaman söylüyoruz. Hazret-i İbrâhim AS’dan misal vereyim:

Hazret-i İbrâhim AS Nemrud’un kavminden bir fert... Şehir halkı, bütün kalabalık Nemrud’a tâbî olmuş, İbrâhim AS hepsine karşı çıkıyor.

“—Kim haklı?..” İbrâhim AS haklı...

“—Neden haklı; niye kalabalığa uymuyor, neden ayrılık çıkartıyor?”

299

Birlik hakla beraber olmaktır, hakîkatle beraber olmaktır da ondan... İbrâhim AS birlikte, ötekiler tefrikada...

“—Kim tefrikada, İbrâhim AS mı?” Hayır! İbrâhim AS vahdette, ittifakta, ittihadda; geriye kalan bütün şehir ahalisi, kâfirler, müşrikler hepsi tefrikacı...

“—Neden?” Haktan ayrılmışlar da ondan... Tefrikacı onlar; ittifakçı, ittihadcı bu...

İbrâhim AS hatırınızda kalsın diye, ondan misal veriyorum.


Büyüklerimiz kitaplarda bunu çok güzel yazmışlardır. Altı çizile çizile yazılmış, beyan edilmiştir. Birlik ve beraberlik, hakla beraberliktir. Kalabalıkla beraberlik helâk eder insanı...

İnsan kalabalıkla beraber oldu mu, mahvolur. Stadyumda beraber olacaksın, Kızılay’da beraber olacaksın, eğlence yerlerinde beraber olacaksın... Muazzez Abacı bir konser verecek oldu mu, stadyum tutuyorlar. Ama bir camiye bir mübarek hocaefendi gelse, iki saf insan gelmiyor meselâ... Kuru kalabalığın hiç kıymeti yok... O kuru kalabalık sirke sineğine benzer. Hangi sirkeyi koyduğun zaman, meydanda sinekler olur; hiç kıymeti yok... Onlar biraz sonra ölürler, sapır sapır kenara serilirler. Kalabalığın hiç kıymeti yoktur. Birlik ve beraberlik, hakla beraber olmaktır.

Onun için, nerde hak varsa, haktan yana olacak! Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 18


زُلْ مَعَ الحَقِّ حَيْثُ زَالَ (حب. طب. ع. مخول السلمي)


18 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIII, s.196, no:5882; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.322, no:763; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.III, s.137, no:1568; İbn-i Esîr, Üsdü’l- Gàbe, c.I, s.998; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VI, s.56, no:7854; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VIII, s.29, no:2045; Mahvel el-Behzî es-Sülemî, babasından.

Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.176, no:7276; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1363, no:43578, 43580; Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.593, no:12342; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.331. no:4236 ve c.XXXXI, s.231, no:44741; RE. 13/6.

300

(Zül mea’l-hakkı haysü zâle) “Hak nereye giderse hakla beraber ol!”

Bunları ben makalelerde yazdım, herkes bilsin, öğrensin diye... Birlik ve beraberliğin kanunlarını bilsin diye, öğretmek için hadis- i şeriflerden misal aldım.

Peygamber Efendimiz diyor ki: “Hak nereye giderse hakla beraber ol!” Yenimahalle’ye gitti, Yenimahalle’ye git!

Hacıbayram’a geçti, Hacıbayram’a git! Keçiören’e gitti, Keçiören’e git! İlle Yenimahalle’de kalacağım, ille şurada kalacağım deme, hak nerede ise hakla beraber ol! Bulunduğun yerden hak ayrılmışsa, oradan sen de ayrıl!.. Hakkın eteğine yapış, hakla beraber ol; bir kişi bile olsa... O zaman kurtulursun. Yoksa koca kalabalığa, koca kavme uyarsan, yandın!

“—Herkes plaja gidiyor, biz gitmeyecek miyiz?” Gitmeyeceksin!..

“—Herkes eğlenceye gidiyor, biz gitmeyecek miyiz?”

Gitmeyeceksin!.. Hakla beraber olacaksın!.. Vahdetin esrarı ve kanunları budur.


3. Soru:

Bir grup Müslüman, müslümanlara çatmak için geliyor. “Müslüman böyle yapar mı?” deyince, “Ashab zamanında olan şeyler. Çünkü Hz. Âişe validemiz de Hz. Ali Efendimiz’le tartışmıştır.” deniliyor. Bunun açıklamasını yapar mısınız?


Şimdi bir şey diyeceğim ama, dokuz defa yutkunayım da kötü bir söz söylemeyeyim diye yutkunuyorum. Alimin birisi diyor ki:


من تفقه بغير فقهٍ، فهو حمارٌ.


(Men tefakkaha bi-gayri fıkhin, fehüve hımârun) “Fıkıh bilgisi olmadan ahkâm kesmeğe kalkan, eşektir.” diyor. Yani, uzun kulaklı, kuyruklu, dört ayaklı, nallı bir hayvan var ya hani; öyle

301

demektir. Çünkü fıkıh oyuncak değildir.

Yâni, ashabdan örnek alacağın zaman, bula bula Hz. Âişe Validemiz ile Hz. Ali Efendimiz’in ihtilafını mı buldun be dangalak adam? Hiç mi aklın yok ya?

Hiç sevgiden, muhabbetten, ilimden, irfandan, güzellikten bir şey anlamadın da bunu mu anladın? Bu kadar ashâb-ı kirâmın yaşayışından, hayatından bunu mu anladın? Böyle şey olur mu?


Müslümanlar müslümanlarla iyi geçinmekle emrolunmuştur, affetmekle, ihtilafları kapatmakla, biribirini sevmekle emrolunmuştur; dargın durmak haramdır, kalp kırmak Kâbe’yi yıkmaktan beterdir. Bunlardan hiç ibret almadın da bula bula Hz. Âişe Validemiz ile Hz. Ali Efendimiz ihtilaf etti diye iki insanın ihtilafını mı örnek olarak göstereceksin? Onlar ihtilaf etmiş biz de ihtilaf edelim mi diyeceksin? Böyle fıkıh mı olur? Böyle ahkâm çıkartmak mı olur? Böyle anlayışsızlık mı olur?

Bu işi bilmeyen insanlar sussun! Çünkü uzun kulaklı, dört ayaklı, uzun kuyruklu gibi olur. Bilenler, bu işi iyi bilenler konuşsun.


Bak iki gün önce ne dedim: Hasan-ı Basrî Hazretlerine birisi bir mesele sormuş, çok güzel cevabı almış memnun kalmış, ondan sonra demiş ki;

“—Efendim, niye size zamanın öteki fakihleri itiraz ediyorlar hep?

Bu da diyor ki:

“—Evladım senin gözün hiç fakih mi gördü? Etrafta fakih mi kaldı?

Fakih nasıl kimsedir? Dünyaya meyletmeyen, ahirete rağbet eden, takvâ ehli olan, kimsenin malına göz dikmeyen, kimseyi istismar etmek istemeyen kimsedir.. Şartlarını geçen gün okudum ya, fakih odur diyor.

Yani insanın aklında bin bir türlü fitne fesat, menfaat kaygısı oldu mu, o insanın kafası doğru çalışmaz. Çalıştırmaz, Allah zaten

302

doğru çalıştırmaz, doğruyu göstermez. Doğruyu görmek ve anlamak mü’mine Allah’ın ikramıdır.

Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:19


اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ (خ. في تارخه، ت. غريب، وابن السني في الطب، حل. عن أبي سعيد؛ طب. خط. والحكيم،

وسمويه عن أبي أمامة؛ ابن جرير عن ابن عمر)


RE. 14/12 (İttekù firâsete’l-mü’mini) “Mü’minin ferasetinden korkun! (Feinnehû yenzuru bi-nûri’llâhi) Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar; gerçekleri çok güzel görür, iyiyi kötüyü anlar.” Allah mü’mine o ferâseti veriyor, ferâseti olmayan da, bak Hasan-ı Basrî zamanı tâbiin zamanında ya. Tâbiin zamanında, “Fakih kalmadı, fakih mi gördü senin gözün?” diyor soru soran insana. Çünkü dünyaya dalmış, zevke dalmış, mevki makam hırsı... Tabii yiyeceğini bulamayan insanlar nerdeyse vali oldu. Değişti devir, zenginlik arttı, fütühat oldu, itibar arttı. Zenginlikten şımarmamak, iyi müslüman olarak kalmak, kolay bir şey değil...

Müslümanlar birbirlerini sevecek, birlik ve beraberlik içinde çalışacak ve ihtilaflarını halledecek. Kâfirler birbirleriyle



19 Tirmizî, Sünen, c.X, s.399, no:3052; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.312, no:3254; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VII, s.354, no:1529; Ukaylî, Duafâ, c.VIII, s.95, no:1856; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.191, no:1234; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIV, s.67, no:1537; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.V, s.351, no:1154; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.102, no:7497; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.III, s.183, no:2042; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.387, no:663; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.374, no:370; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.III, s.86; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.207; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.V, s.99, no:2500; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.118; Ebû Ümâme RA’dan. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.94; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.88, no:30730; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.41, no:80; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.334, no:531.

303

ihtilaflarını hallediyor, ittifak edip müslümanlarla çarpışıyor, mü’minler birbiriyle anlaşmıyor, ihtilaf edip fırka fırka olup perişan oluyor.

Şu Bulgaristan’da üç tane parti ayrı ayrı seçime girdiler, seçimi Yunanlı komünist tarafı kazandı. Doğrudan doğruya iktidara gelecek; birleşmediler, kaptırdılar. Üçü birleşselerdi karşı taraf kazanamayacaktı. Anahtar parti olacaklardı, kendileri iktidarda yer alacaklardı. Öteki tarafta Sırp yanlısı, Yunan yanlısı, zalim, komünist taraf ekseriyete gelemeyecekti. Bu üç tane şeyin bu kadarına kafası çalışmıyor.


Bu hıyanet değil midir ya? Birlik beraberlik olacak, aklını mantığını kullanacak. Onun için diyorum ki ben; “Liderlik filan önemli değil. İnsanların takva ehli, evliyâ insanlara tâbi olması lâzım. Öyle olmadı mı, her lider bir başka tarafa çekiyor parçalıyor.” Ondan sonra çıkıyor birisi, böyle olmadık laf söylüyor. Kavga gürültü, senin karını dul bırakacağım, çocuğunu öksüz bırakacağım diye camide kavgaya kalkıyor. İslâm’da var mı böyle şey? Allah böyle şeye razı gelir mi?

Allah ıslah etsin. Allah bizi yolundan ayırmasın. Hakkı hak olarak görmeyi nasip eylesin. Ona uymayı nasip etsin. Batılı bâtıl olarak görüp ondan korunmayı nasip etsin. Feraset versin, nur versin, takvâ versin, ilim irfan versin.


d. Hidayete Vesile Olmak


1. Soru:

Arkadaşımızın hidâyete ermesi için hayır duanızı bekliyoruz. Ne tavsiye edersiniz?


Allah bütün şaşıranlarımıza hidâyet eylesin... Onların da anaları, babaları müslümandı. İşte bu küfürle imanın harbinde şaşırıyorlar, sapıtıyorlar. Allah şaşıranları doğru yola çeksin... Bize de onları doğru yola çekme hususunda şeref nasib etsin... O

304

şeref bize ait olsun...

Çünkü, “Senin elinle bir insanın hidâyete gelmesi, dünyanın içindeki her şeye sahib olmaktan senin için daha hayırlıdır.” diye Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifi var... O bakımdan biz insanları çekip çekip doğru yola getirmeğe çalışacağız. Nasihatle, tatlılıkla, kalbini kazanarak, politika yaparak... Nasıl politika yapacağız?

Bir arkadaşımız anlatıyor:

“—Ben filanca kimseyi doğru yola çekmeğe niyetlendim, kafama koydum. O da futbola çok meraklıydı. Sırf onu doğru yola çekmek için kaç defa futbol oynadım.” diyor. Oynamış, oynamış; ondan sonra o kimseyi doğru yola çekmiş, derviş yapmış hattâ... Şimdi iyi bir insan maşaallah... Yâni, doğru yola girmesine vesile olmuş.


Bizim silsilemizde adı geçen Şeyh Yusuf-u Hemedânî KS Hazretleri, doksan bin mecûsîyi müslüman etmiş. Mübarekler nasıl büyük insan oluyorlar! Allah hidâyet ediyor ama, çalışıyorsun, sen vesile oluyorsun, sevabı sana geliyor. Hidâyeti Allah veriyor ama, —tabiri câizse— çalışana komisyon geliyor.

O bakımdan, Allah hepimizi dini yaymaya çalışmakta yüksek gayretli eylesin...


2. Soru:

Bir kimseye İslâm’ı anlatırken yalan söylenir mi?


Karşı tarafı beğendirmek için mi demek istiyor acaba, bilmiyorum, fakat dobra dobra söyleyince, İslâm’ın kendisi o kadar güzeldir ki yalan söylemeye lüzum yoktur.

Peygamber Efendimiz yalanın üç yerde söylenebileceğini anlatıyor:

“Bir, karıyla kocanın arasını düzeltmek için.”

Birbirlerine darılmışlar, küsmüşler, yuvayı yıkacaklar; ona yalan, buna yalan, ikisini barıştırıyor... “—O seni istiyormuş da, pişmanmış da...” “İki kardeşin, dargının, küsmüş olan insanları barıştırmak

305

için... Bir de harpte câizdir.” diyor.

Başka zaman dobra dobra anlatmak lâzım.


Geçen gün hoşuma gitti... Çocuğu kasabasında, şehrinde turizm bürosunda çalışıyormuş.

“—Evladım istediğin turistleri evimize getir, Müslümanlığı görsünler.” demiş.

O da zaman zaman böyle getiriyormuş.

“—Hocam, bir tanesini kazansak...” diyor.

“—Müslümanlar nasıl olsa bizim, kâfirlerden bir tanesini müslüman etsek kârdır.” diye düşünüyor.

Ondan sonra bir Japon kızı gele gide derken müslüman olmuş. Ama bunlar misafir etmiş de “Müslüman ol!” dememişler. Kız da onların yanında değil de bir başka yere gitmiş. Konya’daymış, İstanbul’a gelmiş, İstanbul’da Beyoğlu müftülüğünde gitmiş “Ben müslüman olacağım.” diye; müslüman olmuş, kapanmış. Methediyor. Sonra oğluna da onu almış, yani gelini olmuş.

“—Hocam yalan diye bir şey bilmiyorlar.” diyor.

Güzel, dobra dobra yani. Biz de doğru olacağız.


e. Çevremizle İlgilenmek


1. Soru:

Müslümanım deyip de bizi çok aşırı bulan, hanımlarla el sıkışan akraba ve komşulara gitmeğe çekiniyoruz. Nasıl yapmalıyız?


Biz biraz böyle İslâm’a uygun, Allah’ın rızâsına uygun yaşamak istiyoruz diye hakîkaten akrabadan, eşten, dosttan bazı kimseler bizi aşırı buluyor. Elini uzatıyor, sıkmayınca da kızıyor. “Bu kadar gerici olma!” diyor. Sen niye bu kadar ileri gidiyorsun?.. İslâm’da el sıkmak yok ki!.. Peygamber Efendimiz, ashabın hanım olanlarıyla bey’at alırken bile el sıkmamış. El sıkmak yok işte, bizim töremiz böyle...

Bunu tatlı tatlı anlatmak durumundayız. Biz şimdi hakîkaten İslâm’ı unutmuş bir toplum içinde bulunuyoruz. Bizim

306

problemimiz var... Tabii, her devrin müslümanının problemi vardır. Biz problemlerimizi güleç yüzle, tatlı tatlı, yumuşak yumuşak anlatmak durumundayız. Anlattığın zaman, anlıyor. Hiç olmazsa, gülerek söylediğin zaman kızmıyor. Birisine bir tokat vursan, gülsen; güldüğünü görünce, o sana kızmaz. Şaka yapmış demek ki der. Tabii, böyle bir şakayı tasvib etmiyoruz da... Tebessüm karşı reaksiyonu engelliyor. Mütebessim olarak tatlı tatlı, yumuşak yumuşak söylersek, biraz da şakaya bulaştırırsak iyi olur.

“Amcacığım, kusura bakma! Ellerinden öperim, ayaklarından öperim ama, Allah’ın emri böyle olduğundan, beni hoş gör!.. İşte ben de böyleyim, ne yapacaksın...” filân diyerek, nâme yapıp bir takım tatlı sözlerle gönlünü alıp, yine de yolunda yürümeli insan...

Benim hayatımda karşılaştığım, bu hususta sonuç almış güzel misaller var... En azılı muhalifi için, “Yumuşak davran, hem fikrini söyle, hem de ona sevdiğini söyle!” diye tavsiye etmişimdir kardeşimize... Sonunda onu yumuşatmıştır, hacca gitmeye râzı etmiştir.


Onun için, hem fikrimizden, Allah’ın emirlerinden fedâkârlık yapmayacağız. Hem de yumuşak bir tarzda, karşı tarafa fikrimizi anlatacağız. Adam bluejean pantolon giyiyor, adam saçlarını omuzuna kadar uzatıyor, bıyıklarını aşağı kadar sarkıtıyor... O öyle yapıyorsa, beni de kendime göre törem bu... Japon şöyle yapıyor, İngiliz böyle yapıyor... Ruslar, erkekler karşı karşıya geldiği zaman dudaktan öpüşüyor. Sıhhate uygun değil bu... Gayri sıhhî gayr-i ahlâkî bir şey...

Bizim töremizde, biz müslümanız. Bizim her şeyimiz böyledir; hanımız örtülüdür, hanımlar erkeklerle el sıkmaz. Erkekler kadınlar ayrı oturur. Peygamber Efendimiz böyle emretmiş, böyle tavsiye etmiş:

“—Yâ Fâtıma! Perdenin arkasına çekil kızım, yanımda başkaları var!” demiş.

Peygamber Efendimiz ashabıyla kızının evine gittiği zaman, haremlikli, selâmlıklı oturuyorlarsa, biz de otururuz; ne var yâni?

307

Bu bizim töremizdir, biz böyleyiz deriz, olur biter. Başından söyleriz. Dananın kuyruğu başından kopar, ne olacaksa olur. Ondan sonra beğenen beğenir. Zâten herkese ziyarete gitmek de doğru değildir. Bir mahalleye gittin; bütün komşuları ziyarete gitmek, bütün komşuların evine gelmesi doğru değildir. Seçeceksin, tane tane etrafındaki arkadaş grubunu oluşturacaksın. “Filânca insan iyi insan, hanımı iyi insan... Ben şunlarla ailevî ziyaretleşmeyi tesis edeyim!.. Aman, filâncadan sakınayım!” diye bir çalışma içinde olacaksın.

Fedâkârlık yapmak yok, tatlılıkla iknâ etme metodu var...


2. Soru:

Tatil için köye gitmeyi düşünüyoruz; ne tavsiye edersiniz?


Allah sıhhat afiyetle gidip, huzur ve saadetle gelmek nasib etsin... İyi tatiller nasib etsin... Gittiği yerde İslâmî hizmetler, tebliğ irşad çalışmaları yapmasını, etrafını biraz uyarmasını, uyandırmasını tavsiye ederim. Büyük şehirden gelen insanlar tecrübesini oralara taşımalı, oralarda da İslâmî çalışmalar gelişmeli!


3. Soru:

Tatilde köyümüze gittiğimiz zaman neler yapmamızı tavsiye edersiniz?


İki çeşit çalışma yaparsınız. Bir; tatil zamanınız olduğu için zamanınızı dini bilgileri öğrenmekle, ibadet yapmakla değerlendirirsiniz.

İkincisi; şehirden köye gitmiş bir münevver kimse olmanız dolayısıyla oradaki insanlara faydalı olmaya çalışırsınız. Kur’ân-ı Kerîm’den; bir meal kitabından, bir tefsir kitabından bir iki âyeti kerîme okuyup hadîs-i şerîflerden birkaç tane tatlı tatlı anlatmak suretiyle muhtelif toplantı yerlerinde dinimizin emirlerini öğretebilirsiniz.

Evinizde toplantılar yapabilirsiniz. Arkadaşları çağırırsınız.

308

Belli kitapları okumak, onların sorularını cevaplandırmak tarzında iyi olur. Bir, şahsi gelişmeniz için hizmet; bir de köylünüzün faydalanacağı hizmetler yapmanız uygun olur.


4. Soru:

Memleketimize dönünce nasıl hizmet edelim?


Arkadaşlarla istişare edersiniz. İstişarenin bereketiyle yürünen yolda çalışmaları yaparsınız.

Derneklerle ilgili hususları yönetici kardeşlerimizle görüşürsünüz. Dernekler Allah rızası için topluca çalışma yapılan yerleridir. Orada Allah rızası için çalışmalar yapmak lâzım. Çalışmalara katılan katılır, katılmayan kendisi bilir.

Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:20



20 Buhàrî, Sahîh, c.III, s.1331, no:3442; Müslim, Sahîh, c.III, s.1524, no:1037; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.97, no:16927; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XIX, s.386, no:906; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.58, no:7957; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.315, no:554; Muàviye ibn-i Ebî Süfyan RA’dan. Buhàrî, Sahîh, c.VI, s.2667, no:6881; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX,s.403, no:961; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.373; Muğîre ibn-i Şu’be RA’dan.

Müslim, Sahîh, c.I, s.137, no:156; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.345, no:14762; İbn-i Hibbân. Sahîh, c.XV, s.231, no:6819; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IX, s.39, no:9077; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.5, s.102, no:7603; Ebû Avâne, Müsned, c.1, s.99, no:317; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s39, no:17670; Câbir ibn-i Abdillâh RA’dan.

Müslim, Sahîh, c.III, s.1523, no: 1920; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.499, no:4252; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.504, no:2229; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, no:279, no:22456; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XV, s.109, no:6714; Saîd ibn-i Mansûr, Sünen, c.II, s.144, no:2372; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.181, no:18398; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.II, s.289; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.45, no:2690; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.76, no:914; Sevban RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.269, no:22374; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VIII, s.145, no:7643; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.27, no:860; Ebû Ümâme el-Bâhilî RA’dan.

Ebû Dâvud, Sünen, c.3, s.4, no:2484; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.429, no:19864; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.81, no:2392; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XVIII, s.124, no:254; İmrân ibn-i Husayn RA’dan. Tirmizî, Sünen, c.IV, s.485, no:2192; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.4, no:6; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.261, no:61; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.383, no:899; Muàviye ibn-i Kurre babasından.

309

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي يُ قَاتِ لُونَ عَلَى الْحَقِّ ظَاهِرِينَ، لاَ


يَضُرُّهُمْ مَنْ خَ الَفَهُمْ، حَتَّى يَأْتِيَ أَمْرُ اللهِ


(Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî yükàtilûne ale’l-hakkı zàhirîne, lâ yedurruhüm men hàlefehüm, hattâ ye’tiye emru’llàh)

(Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî) “Benim ümmetimden bir seçkin, şuurlu zümre bulunacak, (yukàtilûne ale’l-hakkı) bunlar hak üzere İslâm’ı savunacaklar, mukàtele edecekler, yılmayacaklar, gevşemeyecekler, fütur getirmeyecekler, Allah’ı dinine yardımcı olacaklar; (zàhirîne) ve galebe çalacaklar, yâni üstün gelecekler. (Lâ yedurruhüm men hàlefehüm) Kendilerinden görünüp, yakınlarından görünüp de, onlara muhalefet edenler, yardımsız bırakanların yardımsız bırakmaları bunlara zarar veremeyecek.”

(Hattâ ye’tiye emru’llàh) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emri, buyruğu, vaadi gelinceye kadar, kıyamet kopuncaya kadar, daima böyle bir zümre mevcut olacak.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk’a dua ediyoruz, bu devirde Allah bizi o zümreden eylesin. Onun için yardım eden eder, etmeyene aldırmayın; siz yolunuzda yürümeye devam edin!


f. Başörtüsü Meselesi


Soru:

Fakültedeki hanım kardeşlerimizin başörtüsünden dolayı


Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.104, no:17006; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VII, s.53, no:6360; Selemetü’bnü Nüfeyl RA’dan. Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.496, no:8389; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.9, no:38; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.76, no:913; Hz. Ömer RA’dan. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IX, s.307; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.19, no:47; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.394, no:1563; Ebû Hüreyre RA’dan. Bezzâr, Müsned, c.IV, s.52, no:1216; Sa’d ibn-i Ebî Vakkas RA’dan.

310

hakları engelleniyor; ne yapmamız lâzım?


Haklarını korumak için çalışmaları lâzım!

Her hadis-i şerif güzel de, bir hadis-i şerif çok hoşuma gidiyor: Bir insanın malını korumak için, canını korumak için uğraşması... Dağbaşında meselâ, harâmî yolunu kesmiş, çekmiş tabancayı, “Ver parayı!” diyor. Bu konuda Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:21


مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ، وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دَمِهِ فَهُوَ شَهِ يدٌ،


وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دِينِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ، وَمَنْ قُتِلَ دُونَ أَهْلِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ


(حم. حب ن سعيد بن زيد)


RE. 437/11 (Men kutile dûne mâlihî fehüve şehîdün) “Kim malını korumak için savaşırken ölürse, şehiddir. (Ve men kutile dûne demihî fehüve şehîdün) Kim canını korumak için savaşırken ölürse, şehiddir.”

(Ve men kutile dûne dînihî fehüve şehîdün) “Bir kimse dini uğrunda öldürülse, o şehiddir. (Ve men kutile dûne ehlihî fehüve şehîdün) Bir kimse ehlini müdafaada öldürülse, o da şehiddir.” Canını kurtarmak için uğraşmayı anlıyor da insan; demek ki, malı bile vermeyeceğiz.

“—Vermiyorum yâ, Allah Allah!..” diyebileceğiz. Yerine göre



21 Tirmizî, Sünen, c.V, s.315, no:1341; Ebû Dâvud, Sünen, c.XII, s.388, no:4142; Neseî, Sünen, c.XII, s.465, no:4027; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.190, no:1652; Neseî, Sünenü’l-Kübra, c.II, s.310, no:3558; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.III, s.266, no:5858; Abdürrezzak, Musannef, c.I, s.66, no:106; Tayalisî, Müsned, c.I, s.32, no:233; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s:66, no:106; Said ibn-i Zeyd RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.416, no:11180; Keşfü’l-Hafa, c.II, s.269, no:2559; Câmiü’l-Ehâdis, c.XXI, s.209, no:23315.

311

tabii...

Hadis-i şerifin bize verdiği ruh önemli!.. Hakkını koruyacaksın yâni... Hakkını korumak için, malını korumak için mücadele edeceksin. “Yâhu amma nekes adammış, malını vermemek için öldü boş yere!” diyebilirler ama, öyle değil... Öbür adam bunun karşısına çıkıp, o harâmîliği yapmayacaktı, yolu kesmeyecekti. Bunun müdafaası meşrûdur. O meşrû müdâfaa esnasında ölürse, şehid oluyor.

Siz de hukukunuza sahip olun lütfen! Çünkü insanın hürriyeti en güzel şeydir. Haklarını insanın takib etmesi, bilmesi, koruması, kollaması lâzım!


g. Evinizi İhmal Etmeyin!


Soru:

Beyler hizmete koşarken evlerini ihmal ediyorlar. Bu konuda ifrat ve tefrit nedir, sınır nedir?


Bizim kardeşlerimizin bir kısmı çok koşturur hakîkaten... Anadolu’ya gider, kasabaları gezer... Veyâhut toplantı olur; pazartesi gün toplantı, cuma günü toplantı, cumartesi gün toplantı, pazar toplantı... Evde hanım bekler, bey gelecek. Saat bir olur, iki olur; yok... “Hay Allah! Yine gelmedi...” Tabii bu bir kere olursa, iki kere olursa, haftada bir gün olursa, iki gün olursa; tamam... Ama, hanım beyi tanıyamayacak, bey çocuklarını tanıyamayacak, “Bunlar benim çocuklarım mıydı?” filân diyecek kadar çok olursa; tabii, o zaman hanım haklıdır.

Çünkü, hadis-i şerifte bildiriliyor ki, Peygamber SAS Ebü’d- Derdâ Hazretleri’ne hitaben şöyle buyurdu:22




22 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.112, no:285; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.IV, s.275, no:8128; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.176, no:20; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XLVII, s.116; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.188; Ebû Cuhayfe RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.45, no:5403; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.27, no:25480.

312

يَا أَبَا الدَّرْدَاءِ! إِنَّ لِجَسَدِكَ عَلَيْكَ حَق ا، وَلأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَق ا، وَلِرَبِّكَ


عَلَيْكَ حَق ا؛ وَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ! صُمْ وَ أَفْطِرْ، وَقُمْ وَنَمْ، وَائْتِ


أَهْلَكَ (حل. عن أبي جحيفة)


RE. 492/10 (Yâ ebe’d-derdâ!) “Ey Ebü’d-Derdâ! (İnne li-cesedike aleyke hakkan) Hiç şüphe yok ki bedeninin, vücudunun senin üzerinde hakkı vardır. Bu hakkı bu vücuduna vermezsen, bu elin, bu ayağın, bu vücudun senden davacı olur.” (Ve li-ehlike aleyke hakkan) “Aile efradının, zevcenin ve çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır.”

(Ve li-rabbike aleyke hakkan) “Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır.” Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne karşı görevler var.

(Ve a’ti külle zî hakkın hakkahû) “O halde, her hak sahibine hakkını ver!” (Sum ve eftir) “Bazı günler oruç tut, bazı günler tutma, iftar et! (Ve kum ve nim) Geceleyin namaza kalk, bazı zamanlarda uykunu da uyu! (Ve’ti ehleke) Eşinin yanına da git!” buyurdu.


Rabbimizin hakkı sonsuz da, Efendimiz böyle söylüyor. Hakların taksimine müsaade etmiş Rabbimiz... Bedenine karşı vazifeleri olduğuna ve onunla ilgilenmesine müsaade etmiş... Hanımına karşı vazifeleri olduğuna ve onunla ilgilenmesi gerektiğine müsaade etmiş. Her hak sahibine hakkını ölçülü olarak vermeyi, Ebüd Derdâ RA’a Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor, Selmânü’l-Fârisî ile bu konuda aralarında olan tatlı ihtilâftan dolayı...

Selmânü’l-Fârisî onun evine gittiği zaman gördü ki, Ebü’d- Derdâ RA dünyayı terk etmiş, pejmürde... Hanım pejmürde, ev perişan... İbadetten başka bir şey yapmıyor. Uyku yok, durak yok, yemek yok, içmek yok, oruç var... Onun üzerine, ölçülü olmayı tavsiye etti Selmânü’l-Fârisî... Ötekisi de şikâyet etti:

“—Yâ Rasûlallah! Selman benim eve misafir geldi ve beni

313

alışmış olduğum mutad ibadetlerimden alıkoydu. Nafile orucumu bozdurttu, gece uyku uyutturdu bana...” dedi.

O zaman Peygamber Efendimiz, Selman’ı haklı buldu. “Selman haklıdır. Senin üzerinde ailenin hakkı var, çoluk çocuğunun hakkı var... Bedeninin de bir hakkı var; uyku uyuyacak, dinlenecek... Rabbine karşı ibadet borçları da var...” dedi. Her hakkı sahibine ölçülü olarak vermesini tavsiye etti.


Biz de bu ölçülerle bağlıyız. Ebü’d-Derdâ RA gibi, biz de görevlerimizi taksim etmeliyiz. Çoluk çocuğumuza karşı görevimiz var... Şu kitapları biz okumazsak kim okuyacak evde?..

Çocuğu yetiştirmemiz lâzım!.. Hanımı yetiştirmemiz lâzım!.. Hanımlar umumiyetle beyler kadar İslâmî bilgileri alabilmiş değillerdir. Camiye gidebilmiş, hutbeyi vaazı dinleyebilmiş değillerdir. Hanımlarımızı yetiştireceğiz, çocuklarımızı yetiştireceğiz.

Tabii, eş ve zevce olmak dolayısıyla o bize vefâkâr, bağlı ve fedâkâr, evimizin işlerini gören bir kimse olduğu için, onun da problemleri olabileceğini, rûhen sıkılacağını filân düşünerek çâreler arayacağız.


Mesela biz burada çoluk çocuğuyla, aileleriyle bir toplantı tertip ettik. Diyebilirdik ki; “İskenderpaşa’da bir haftalık bir eğitim programı uygulayacağız. Günde üç tane konferans olacak.” Ama burada yaptık.

Neden? Çocuklar biraz rahatlasın diye.

Hakikaten burada çocukların yanaklarının rengi değişti, kızarmaya başladı. Çünkü İstanbul’un havası kirli. İstanbul’da 100 binde 75 kanser olayı oluyormuş; Karadeniz’de 100 binde çok daha az, 13...

O bakımdan, onların da gönlünü hoş etmeye dikkat edeceğiz. Çünkü ailenin reisiyiz.


Sonra bir şey var: Toplantı yapıyoruz, vakıf toplantısı, bilmem ne toplantısı... Toplantının başlangıcı başlıyor da, freni yok, sonu

314

yok... Saat on iki, yarım, bir, bir buçuk, iki... Bıraksan sabaha kadar devam edecek. Metodlu çalışmaya ve iş bitirmeye alışmalıyız.

Rahmetli Numan Kurtulmuş’un oğlu İsmail Bey vardı. Hocamız’ın sohbetlerine gelirdi. Saatine bakar, 9 oldu mu, “Bana müsaade...” der, kalkar giderdi. Babasının kitabının tashihini yapardı. Çok metotluydu rahmetli... Tabii Hocamız’ın meclisinden kalkılmaz da, o öyle bir şey yapmıştı.

Biz de metotlu olmaya çalışalım. Haftanın günlerini ayıralım. Hanımlar da, beylerin Allah rızâsı için hizmet yaptığını, müslümanlığa faydalı çalışma yaptığını bilerek müsterih olsunlar ve onlara destek olsunlar!.. “Hadi ben sabredeyim, sen de o hizmeti yap! Ben de sana kolaylık gösterdiğim için, sevabın bir kısmı da bana gelir.” diye düşünmeleri uygun olur. Ölçüsü bu...


h. Rotaryenler


Soru:

Rotari ve rotaryan ne demektir? Bunlar bazı sosyal faaliyetlerde bulunuyorlar, aşı kampanyaları vesaireler yapıyorlar diyor.


Rotari ve rotaryan sanayi erbabının yani fabrika vesair gibi şeylerin sahibi, atölye gibi şeylerin sahibi olan insanların bir araya gelerek yabancı ülkelerde kurmuş oldukları bir kulüp gibi bir şeydir. Bunlar daha ziyade sanayici kimseler oluyorlar. Ondan sonra bunlara benzer Lions kulüpler var, kadınlar arasında Lionesler var, çocuklar gençler arasında Leolar kulübü var. Mason kulübü var. Onlar gibi bir kulüp bu. Merkezi yurt dışında. Şimdi kanunla serbestleşti, Türkiye’de de bu kulübün şubeleri açılıyor.

Eskiden yurt dışından bir derneğe üye olmak, bakanlar kurulunun müsaadesi ile filandı. Şimdi ortak pazara girmenin bir hazırlığı olarak bütün bu çeşit derneklere girmek de serbest bırakıldı. Bunlar eskiden suçtu, şimdi serbest hale geldi.

Kişiler burada şey yaptıkları zaman, o derneğin tüzüklerine uygun olarak hareket etmek zorunda… Tabii bunlar sanayinin gelişmiş olduğu şehirlerde teşkilatlanmış durumda; Adana, Bursa

315

gibi, belki bizim bu Adapazarı’nda filan da bilmiyorum var mıdır yok mudur şubesi ama, her yerde teşkilatlanıyorlar. Bu derneğe mensup olan kimseye de roteryan deniliyor, yani o derneğe mensup kimse manasına, mason derneğine mensup olana farmason denildiği gibi filan bir şey oluyor.

Bazı kampanyalar yapıyorlar diyor kardeşimiz, yaparlar. Maksat reklam ve propagandadır. Bugün dünya reklam ve propaganda üzerinde dönüyor. Her türlü şeyi yaparlar. Komünistler de şirin görünmek için çok şeyler yaptılar ama fırsat ellerine geçtiği zaman nasıl insanların boğazına tel dolayıp da şey yaptığını sonradan gördük.

Ben şahsen yabancı isimli her şeye muhalifim. Kendimizin kardeşliğimiz, birliğimiz, beraberliğimiz, derneklerimiz, vakıflarımız, hayrât u hasenâtımız yeter de artar bile. Bu dış ülkelerin sosyal dernekleri arkasında o ülkelerin zengin imkanları, paraları pulları vardır. Bunlara geniş salahiyetler verildiği zaman memleketleri istila ederler, avuçları içine alırlar, insanları da organize de ederler, istenmeyen güçler oluşur. Bunu ilgililerin bilmesi lâzım, şimdi onu şey yapmıyorlar [engellemiyorlar] teşvik ediyorlar ve onlar da şu anda kültürel güzel çalışmalar yapıyorlar ama başka ülkelerde ne yaptığına dair gazetelerde çeşit çeşit yayınlar var, onlara oradaki ikazlara dikkat etmek gerekir.


i. İzcilik


Soru:

İzcilik için ne buyurursunuz?


Bu bir bilgidir. Dağda, bayırda, kırda, tabiat şartları altında, yoksulluk içinde insan nasıl hareket edecek? Nasıl düzenli hareket edecek? Bir de bir disiplin, düzen, ast üst, emir komuta zincirine alışmak çalışmasıdır. Bizim bulduğumuz bir şey değildir. İngilizler’den birisi bulmuştur. Gençleri hayra kanalize etmek için, kendi istediği istikamete kanalize etmek için bulunmuş bir uygulamadır. Gençleri bir disiplin altında tutuyorlar, çalışıyorlar.

Onlar bütün halk tabakalarını, her yaştan insanı oyalayacak

316

bir sosyal meşgale bulurlar. Almanya’da, Avustralya’da, İngiltere’de, Amerika’da benim gördüğüm budur. İbret almak lâzım.

Onların müesseselerini taklit etmememiz daha uygun olur. Şahsen ben onların müesseselerini taklit etmemeyi tercih ederim. Hadis-i şeriflerden, ayet-i kerimelerden, bizim kendi prensiplerimizden, kendi sistemlerimizi kurmamız ve o yolda çalışmamız lâzım.

“—Anneler gününde annene hediye ver!” Bugün vermiyorum. Var mı bir diyeceğin?

“—Babalar gününde babana hediye ver.” Kim söylemiş?

“—UNESCO söylemiş.” Başına çalınsın. Ben başka gün vereceğim. O zaman vermem.

“—Neden?” Ben onlara tâbi değilim. Ben annemi, babamı çok severim. Mevlid günü veririm. Giderim kandil günü veririm. Cuma günü giderim, elini öperim.

Neden? Benim sistemim başka. Müslüman başkasını taklit etmez. Müslüman kendi öz müessesesinde çalışma yapar. Onun için gençleri meşgul edecek bir müessese kurmamız lâzım. Kuralım, tamam. Ama başkalarının taklidi değil.


Bizim millet, “Haydi sanayiciler Rotary kulübe girsin. Esnaf Lions kulübe girsin. Ötekiler şöyle yapsın böyle yapsın.” düşüncesinde. Avrupa’da, Amerika’da İngiltere’de ne kadar müessese varsa hepsi aynen burada var.

Olmaz ki, uymaz ki! Başkasının elbisesi benim sırtıma gelmez! Adamın zevki başka, keyfi başka… Gidip bir yabancının yaptığını ne diye taklit edeyim? Benim kendi öz hayır müesseselerim yok mu? Vakıflarım var. Niye benim kardeşim bir başka yere girsin. Başka bir organizasyona girsin.

“—Efendim hayır müessesidir.” Canım, hayır müessesesiyse gel sen İslâmî müesseseye hayrını yap, o müessese şan kazansın. Ormanda ağaç dikmek sevapsa

317

“Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerifidir.” diye, dik. “Falanca

kulübün üyesiyim.” diye dikme.

Ne diye ona prim kazandırıyorsun? Ne diye gidip İngiliz’e Amerikalı’ya tâbi oluyorsun? Üstelik onların başka maksatları da var.


Onun için biz kendi organizasyonlarımızı kuracağız. Müstakil, bize mahsus…

Biz müslümanız. Biz içki içmeyiz, namaz vakti geldi mi başka işle meşgul olmayız. Kumar oynamayız, vakti telef etmeyiz. Tavla oynamayız, iskambil oynamayız, sigara içmeyiz. Bizim kendi dünyamızda, kendi organizasyonlarımızı, sosyal müesseselerimizi kurmamız lâzım.

Eğer bir yerimiz kurulacaksa bizim yerimiz sandalyeli, masalı olmaz; sedirli olur. Bir köşesi mihraplı olur. Vakitleri belli olur. Yapacağımız işler ona göre olur. Onun için böyle “izcilik, gözcülük” değil de kendi öz çalışmalarımızı uygulamalıyız.


Ama okulda vesairede böyle şeyler yapıyorlar, bu disipline alıştırıyorlar. Ondan sonra beynelmilel kardeşlik adına birbirleriyle tanıştırıyorlar. İngilizler boys camplarıyla bizdeki izciler tanışıyor. Ondan sonra büyüyünce de onu Mason kulübüne vesaire alıyorlar.

“Beynelmilel kardeşlik” diyor. Ama şimdi borusunu öttürüyor. Çifte standart uyguluyor. Kendi işi olduğu zaman sen yapıyorsun, tamam. Senin işin olduğu zaman, o senin işini yapmıyor. Azerbaycan’da Ermeniler ilerlerken ses çıkmıyor. Azerî kardeşlerimiz biraz güç kuvvet toplayıp onlara karşı hareket yapınca, Birleşmiş Milletler harekete geçiyor, Amerika harekete geçiyor.

Bosna Hersek’te kan gövdeyi götürüyor, minareler yıkılıyor; kimseden ses seda çıkmıyor. Ama Türkiye’ye bir afyonkeş İngiliz gelse, “Üstünde afyon bulundu.” diye hapse tıkılsa, kıyametler kopuyor. Çifte standart!

Onlara kanmamak, prim vermemek lâzım!

318

j. Müslümanlar Kardeştir


1. Soru:

Diğer cemaat ve liderler İslâm aleyhine yaklaşan bu tehlikelerin farkında değil mi?


Gazeteleri okuyorsunuz. Bizim yıllardır söylediğimiz şeyler şimdi artık onlar tarafından da söyleniyor. Birçok kimse, köşe yazarı, “Birlik beraberlik zamanıdır; tefrika zamanı değildir!” diyorlar. Birleşmeleri için bir güzel zemin... İnşaallah ileriye dönük olarak olur. Hepsi taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğunu yavaş yavaş anlamaya başladılar.


2. Soru:

Bizim bu çalışmalarımızı, sözlerimizi ve hazırlıklarımızı hafife alanlar var. Onlarla karşılıklı konuşuyoruz...


Polisler bir cinayeti bir parmak ucunun izinden tespit

edebiliyorlar. Bir saçın bıçağa yapışmış telinin mikroskopla incelenmesinden, damlayan bir kanın tahlilinden, bir delilden çıkartıyorlar.

Ben bizim müslümanlara hayret ediyorum ki böyle küçük delillerden bile “leb” demeden leblebiyi anlamaları lâzım gelirken; kulaklarının dibinde davul çalındığı halde, gümbür gümbür olaylar üstüne geldiği halde hâlâ hafife almak, herhalde ağustos böceği zihniyeti olsa gerek... Kışın anlayacaklar!


3. Soru:

Şu veya bu gruptaki kardeşlere karşı tutumumuz nasıl olmalıdır?


Biz, müslüman olanları tek bir grup olarak görüyoruz. Kardeş olarak görüyoruz. Öteki alt grupları da aileler olarak görüyoruz. Eğitim aileleri olarak görüyoruz. Nasıl sen bir ailedensin, ben bir

319

ailedenim… Herkesin annesi, babası, yuvası, evi, barkı, memleketi... var. Normal ama dost olabiliyorlar. Biz böyle dost olacağız, dost olmalıyız. Çünkü müslümanları Allah kardeş etmiştir. Peygamber Efendimiz de bu kardeşliği çok vurgulamıştır. O da kardeşimizdir, ötekisi de kardeşimizdir.

Sevgiyle muamele edeceğiz. Seveceğiz, yanaşacağız, barışacağız, ahbaplık edeceğiz. Hatası varsa, yumuşak yumuşak söyleyeceğiz, tatlı tatlı; “Aziz kardeşim, ver bakalım elini. Boynuna bir sarılayım. Seni şöyle bir öpeyim bakayım gözlerinden. Bak, senin şu şeyini çok seviyorum. Şöyle iyisin, böyle iyisin… Amma…” diyeceksiniz arkasından; “Şu hatanı görüyorum, şu da olmasa daha iyi olmaz mı?.. Acaba ben mi yanlış görüyorum?” filan diye düzeltirsiniz.

Severseniz, severseniz sevginin tesirini görürsünüz. Seven insanın sözü karşı tarafa batmaz. Sevmezseniz bakışınız bile batar. Bakışınızdan bile kavga çıkabilir. Müslümanları müslüman olduğu için, kalbindeki iman cevherinden dolayı seveceksiniz muhterem kardeşlerim!


4. Soru:

Diğer cemaatlerle ittifak kurup beraber hareket edebilir miyiz?


Çevrenizdeki çeşitli cemaatleri, kafa yapılarını, seviyelerini, hatta düşman grupları düşünürsünüz... Çünkü basında ve televizyonda günlerdir “Kahrolsun Şeriat!” diye bağıran insanlar çıktı karşımıza... Bunlar Sırp dölü müdür, neyin nesidir? Onların burada beşinci kolu mudur, müttefiki midir?..

Şeriat, İslâm demek! %99’u müslüman olan bir ülkede İslâm’a “Kahrolsun!” diyebilir mi bir insan?! Bu kadar şuursuz olabilir mi?! Bunlara kim dedirtiyor, nasıl dedirtiyor?.. Bunlar sonra savaş olursa kimin tarafında yer alırlar? Dışarıdan Yunanistan, Bulgaristan saldırırsa bunlar ne yapar? Bunları bilmek lâzım. Belki soylarını kurcalasan Ermeni çıkacak, belki başka şey çıkacak... Irken kimseyi suçlamıyorum ama davranış olarak müslümanı parçalamak, arkadan hançerlemek, halkı birbirine

320

kırdırmak çalışması gibi çalışmalar yapılıyor. Hatta bir takım gazeteler de hıyanet içinde...


k. Sohbet Toplantıları


1. Soru:

Böyle dinî sebeplerle beraber olduğumuz zaman, anlamlı ve şuurlu bir hayat halini sürüyoruz ama o olmadığı zaman gevşiyoruz.


Peygamber Efendimiz’e de sahâbe-i kirâm:

“—Yâ Rasûlallah, sizin yanınızda olduğumuz zaman çok güzel hallerde oluyoruz ama evimize gittiğimiz, dışarı çıktığımız zaman o hali muhafaza edemiyoruz.” buyurmuş.

Demek ki kolay olmuyor ama birazcık olması için yine zikre, abdestli olmaya, abdestli gezmeye devam etmek lâzım. Dili zikirli, Kur’anlı, kendisi abdestli, namazlı olacak. Bir de iyi insanlarla meclislere devam etmek lâzım. Yoksa o meclisleri yapmak lâzım.


2. Soru:

Hocam bizim mahallemizde hiç toplantı yok.


Tamam, Pazartesi-Perşembe toplantıyı yapın! Hiç bir şey bilmezseniz Kur’an okuyun, hatim indirin! Biraz okuması olan bazı kitapları okusun, mecmualarımızın makalelerini okuyun. Gazetelerin dinî kısımlarını okuyun, takvimin arkasını okuyun. Emin olun, ben bakıyorum, o kadar hoşuma gidiyor ki takvim yaprakları… Yırtıp da atmaya kıyamıyorum.

Ben takvim yapraklarını kaldırıp bütün olarak sene sonuna kadar muhafaza ediyorum. Çünkü hepsi hazine, çok güzel bilgiler var içinde. Yani bir insan o gün için evindeki takvimin arkasındaki bilgileri ezberlese senenin sonunda alim olur. İkinci üçüncü senenin sonunda müftü olur. Dördüncü beşinci senenin sonunda Diyanet İşleri Başkanı olur, inşaallah.

321

2. Soru:

Kişinin arkadaşını, ihvanını sevmesinde bir sınır var mıdır? İnsan dostunu nasıl sevmelidir? Bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim.


Tabii, bütün sevgiler Allah-u Teâla Hazretleri’nin rızasına uygun istikamette olur ve orada biter. Çok sevdiğiniz bir insan günah olan bir şeyi ister, tavsiye eder ve teşvik ederse; orada tabii o sevgi olmaz. Sevginin hududu, şeriatın çizdiği çizgilerdir. O bakımdan kardeşlerimizi seveceğiz. “Allah sev dedi, birbirimizle bizi kardeş etti.” diye seveceğiz ama ölçülü bir sevgi ile sevmek lâzım.

Peygamber SAS Efendimiz’in bu hususta bir hadis-i şerifi var,

diyor ki:23



23 Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.447, no:1321; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.260, no:6593; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.IV, s.489, no:1705; İbn-i ebî Şeybe, Musannef, c.XIV, s.102, no:37026; Ziyâü’l-Makdîsî, el-Ehàdîsü’l-Muhtâre, c.I,

322

أُحْبِبْ حَبِيبَكَ هَوْنــًا مَا، عَسٰى أنْ يَكُونَ بَغِيضَكَ يَوْمًا مَا؛ وأبْغِضْ


بَغِيضَكَ هَوْنــًا مَا، عَسٰى أنْ يَكُونَ حَبِيبَكَ يَوْمً ا مَّ ا (ت. هب. عن


أبي هريرَةَ؛ طب. عن ابن عُمَرَ وعن ابن عمرو؛ قط. في الأفراد


عد. هب. عن علي موقوفًا)


(Ühbub habîbeke hevnen mâ) “Sevdiğin insanı ihtiyatla sev, gözü kapalı sevme! (Asâ en yekûne bağîdeke yevmen mâ) Bir zaman gelir, belki düşman olursun. Ona göre tedbirli ol! (Übğud bağîdeke hevnen mâ) Düşmanlık ettiğin kimseye de ihtiyatlı davran! (Asâ en yekûne habîbeke yevmen mâ) Belki bir gün gelir barışırsınız, dost olursunuz. Sonra söylediğin, sarf ettiğin bir sözden dolayı mahcup olursun.” Yâni, “Sonunda pişman olacağın bir söz söyleme!” demek istiyor.

Demek ki seveceğiz fakat çok aşırı itimat edip sırrımızı verip de sonradan müşkül bir durumda kalma gibi durumların da olmaması da tavsiye edilmiş oluyor. Tabi sevgi Allah yolunda olacaktır. Birbirinize hayrı ve hakkı tavsiye edeceksiniz ve kötülük olduğu zaman da ikaz etme vazifesi vardır. Şunu şöyle


s.247, no:434; Ebü’ş-Şeyh, el-Emsâl, c.I, s.149, no:111; Temmâmü’r-Râzî, el- Fevâid, c.II, s.208, no:1539; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXX, s.371, Hz. Ali RA’dan. Tirmizî, Sünen, c.VII, s.277, no:1920; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.357, no:3395; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.IV, s.489, no:1711; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.II, s.208, no:1543; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.427, no:6316; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.298; Ebû Hüreyre RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.213, no:5119; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.430, no:739; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.III, s.434, no:1432; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.213, no:5120; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.24, no:24742; Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.167, no:13103: Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.53, no:130; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.440, no:707.

323

yapmayın, bunu böyle yapmayın, bu aykırı oldu filan tarzında.


l. Emr-i Ma’ruf, Nehy-i Münker


1. Soru:

Bir kardeşimiz, herkesin işine karışıyor; “Bunu şöyle yapma, böyle yapma” diye birçok şeyler söylüyormuş. Ben; “Böyle yapma, kimseye karışma!” diyorum, o da bana; “Ben emr-i mâruf nehy-i münker yapıyorum.” diyor. Ben de ona Bakara sûresinin 44. âyetini okuyorum: “Kendi nefsinize bakmaz da başkalarına mı bakarsınız?” O da bana; “Sen müctehid misin, işime karışma.” diyor. Lütfen bu konuyu biraz aydınlatır mısın?


Emr-i ma’ruf nehy-i münker bir vazifedir. Yapılacak, söylenecek; karışmamak diye bir şey yok. Söylenecek ama emr-i mârufun nehy-i münkerin âdâbına uygun olarak söylenecek. Bir de emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yapan kimse emr-i ma’ruf nehy- i münker yaptığı, konuştuğu konuyu iyi bilecek. Bilmeden olursa olmaz! Mezhep farklarını, içtihat farklarını, fetvaları bilmezse haksız ve yanlış bir şey yapabilir.

Meselâ, ben bir Cuma namazından sonra; “Bu Râmûz kitabında geçen bazı vazifeler vardı, onları yapayım.” diye oturdum. Arkamdaki bir hacı efendi bana kızmış, köpürmüş; “Bu niye sünneti kılmadı?” diye söylenmiş. Yanında da bizim arkadaşlardan birisi var. “O hocadır, profesördür. Buradan kızacağına gidip ona söylesene!” demiş. Gelip bana da söylemiyor, söylese ben izah edeceğim.

“Kardeşim! İmam farzı bitirdikten sonra kalkıp sünneti kılmak mecburiyeti yok. Şöyle biraz tesbihat var, onları çekeceğim; ondan sonra ötekileri kılacağım!” diyeceğim ama, adamcağız bilmediği için orada oturmuş, kalkmış, köpürmüş.

Dur! Ne oluyorsun? Bilmediğin konuda konuşuyorsun. Konuyu bilmek lâzım.


2. Soru:

324

Allah’ın Rasûlü SAS “Kötü arkadaştan sakınız!” buyuruyor. Kâfir bir devlette nasıl sakınabiliriz? Kötü kişiler arkadaşlarımız değil ama patronumuz, öğretmenimiz, başkanımız… Bunlardan sakınmak için ne yapmalıyız, onları nasıl terk edeceğiz?


İnsan isterse Almanya’da olsun ister Amerika’da olsun ister Rusya’da olsun; arkadaşın iyisini seçebilir, kötüsünden uzak durabilir. İş yerini de sevdiği insanlarla kurulu bir işyeri olarak seçebilir. İsterse özel iş yapabilir. İlle memur olacaksın, ille şurada duracaksın diye bir şey yoktur. Canın sıkılıyorsa beğenmiyorsan o işyerini bırakırsın, kendi keyfine göre bir işyeri açarsın; olur biter. Bunlar mazeret değil, ille mecburiyet yoktur. Bizler el-hamdü lillah aynı ülkede beraber yaşadığımız hâlde bunun mümkün olacağını düşünüyoruz.


m. Hakimlik, Savcılık


Soru:

Tağutî bir ülkede hâkim, savcı, avukat olmanın hükmü nedir?


Bunu hukuk fakültesinden mezun hukukçu kardeşlerimiz bana sormuşlardı. Ben dedim ki;

“—Ben bu meselelerin detayını iyi bilmiyorum. İhvanımızdan hâkimlik yapmış olan, şimdi emekli olmuş olan bir müslüman mütedeyyin kardeşimiz var. Gidin ona sorun!” Kalktılar gittiler, İstanbul’da ona sordular. O demiş ki;

“—Ben bu mesleğin içinde yaşadım, emekli oldum. Nice nice müslümanlara nice nice faydalar sağladım. Nice nice adaletsizlikleri engelledim. Aman bu işi yapın!”


Bir başka misal:

Eyüp’te sıkıyönetim zamanında; “Vay siz izinsiz oturum yaptınız, toplandınız!..” diye otuz-kırk kişi tıkmışlar içeri, nezarete almışlar. Savcı almış bunları karşısına, bakmış; hepsi sakallı, nur yüzlü, mübarek, masum halktan insanlar, senden benden olan

325

insanlar. Bir onları kendisine getiren adama bakmış bir bunlara bakmış. Ona demiş ki;

“Utanmıyor musun yahu bunları benim karşıma getirmeye? Bunların hepsi masum, karınca ezmez, haram yemez insanlar! Ne istiyorsun bunlardan? Defol karşımdan!..” Tabii getiren, onun maiyetinde, mâdunu oluyor. Onu bir azarlamış. Ondan sonra da ötekilere demiş ki;

“Beyler! Müslüman çocuklarınızı savcı, hâkim yetiştirin. Eğer benim yerimde bir başka dinsiz imansız birisi olsaydı sizin epeyce canınızı yakar, sizi üzer, terletirdi. Hadi bakalım yallah!..”


Onlara böyle bir nasihat çekip salıvermiş. Bu, bu muhterem kardeşimize cevap olabilir. Hangi meslek olursa olsun bir insan sıkı durursa bulunduğu meslekte Müslümanlığa, insanlığa, hayra, adalete hizmet edebilir.


n. Sohbet Metodu


Soru:

Tebliğ konusundaki düşüncelerinizi almak istiyorum. Eğitimci olarak biz öğretmenler, öğrenciler konusunda nasihatimiz ne olacak?


İslâm’ın tebliği; lafla tebliğ yetmiyor, onu cevaplandırmış oldum. Alacaksın, çocuğa uzun uzun anlatacaksın. Uzun zaman beraber olacaksın.

PeygamberEfendimiz’inİslâm’ı öğretme usûlü neydi?

Uzun zaman beraber olma yoluydu. Neydi yani? Sohbetti. Sohbet ne demek? Arkadaşlık demek. Sahibe-yeshabu, bir kimseyle beraber olmak demek. Peygamber Efendimiz yanına sahabesini alıyordu, gece gündüz onlarla beraberdi. İslâm’ı öyle öğretti. Yoksa bir vaazla olmaz.

Öğretmenler çocukları alacak, belli zamanlarda belli saatlerde belli günlerde belli kitapları okuyacaklar. “Şu kitabı okuyalım. Ben size yardımcı olayım.” Beraberlik olacak.

326

İslâm’da eğitimi öğretmenin yolu nedir? Sohbet. Yani ne demek? Beraberlik demek. Sohbet ne demek? Kalkıp konuşmak demek değil. Sohbet, beraberlik” demek.


Pakistan’dan, Hindistan’dan adamlar geliyor, Cemaat-i Tebliğ

diyorlar. İslâm’ı nasıl öğretiyorlar?

Geliyor, diyor ki:

“—İslâm şöyledir böyledir, şöyle yapın böyle yapın... İslâm’ı yaymak için çalışmak lâzım. Var mı içinizden bize katılacak? Hadi bizimle gel.” diyor.

Bunu alıyor, buradan Manisa’ya, Manisa’dan Akhisar’a, Akhisar’dan Balıkesir’e gidiyor. Bu ne? Yanına aldığı insanı yolda eğitmek için, beraberlik metodu bu. İslâm’ı öğretmekte beraberlik metodu. Anlatabiliyor muyum?

Millet bunu bilmiyor. Millet sanıyor ki söylersen olur. Söylense olsaydı, Allah-uTeàlâ Hazretleri bir melek indirirdi, tebliğ ederdi, giderdi.

PeygamberEfendimiz 23 yıl ashabının arasında yaşadı; İslâm’ı

327

beraberlikle, beraber oluşla öğretti. Sohbetle ne demek? Laf söyleyerek demek değil; beraber oluşla.


İslâm’ın beraber oluşla öğretilmesi çok önemli bir husustur. Tasavvufî terbiye de budur. Dervişle şeyh bir arada oluyor, akşam sabah beraber oluyor. PeygamberEfendimiz’in ashabına öğrettiği gibi, şeyh de müridini o tarzda yetiştiriyor.

Beraberlik metodu olacak. Beraberlik çok olacak da anlatacaksın anlatacaksın, İslâm’ı öğrenecek.


o. Yabancı Kelime Kullanmak


Soru:

“İdeoloji” kelimesi “İslâm ideolojisi” şeklinde kullanılabilir mi? Kâfirlerin kullandığı birtakım kelimeleri kullanmak caiz midir? Örneğin “insan hakları”, “sivil toplum” gibi.


Biz kendimiz arkadaşlarımızın arasında şaka yollu diyoruz: Birisi bir yabancı kelime kullandığı zaman “cezalandın” diyoruz,”100 bin lira ver bakalım Hakyol Vakfı’na” diye şaka yapıyoruz. Almıyoruz ama bu şakayı yapıyoruz İlle yakasına yapışıp da “Ver parayı!” diye parayı tahsil etmiyoruz ama cezayı şaka olsun diye söylüyoruz, yapmamaya alışsın diye.

Yabancı kelimeler yavaş yavaş dilimize giriyor. Kendi kelimelerimizi unutturuyor, yerleşiyor. Bu da bir çeşit istiladır. Onun için biz onun karşısındayız. Kullanmamaya çalışıyoruz. Siz de kullanmamaya gayret edersiniz.

Onların hiçbir şeyini kullanmamalıyız. Kendimiz üretmeliyiz. Kendimiz gayret etmeliyiz. Fikirleri kendimiz ortaya atmalıyız. Hatta onların gündemine bile tâbi olmamalıyız. Gündemi bile kendimiz ortaya koymaya çalışmalıyız. Adamlar siyasî sebeplerle iktidar-muhalefet mücadelesinden tutuyor, ortaya bir laiklik kavgası atıyor, herkes ondan bahsediyor. Bahsetmek bile doğru değil.

328

Neden? Onların ortaya attığı gündemi üretmek oluyor.

Sen ortaya başka gündem atarsın, onu konuşursun; senin istediğin sahada konuşma olur, onların istediği sahada olmaz. Onlara dahi dikkat etmek lâzım.


p. Milliyetçilik


Soru:

Milliyetçilik hakkında görüşleriniz nelerdir?


İslâm’da müslümanların hepsi aynı millettendir. el-Küfrü milletün vâhidetün. “Küfür bir millettir.” O zaman; el-Mü’minûne milletün vahideh. “Müslümanlar da bir millettir.” İnneme’l- mü’minûne ihvetün. “Müslümanlar kardeştir.” Müslümanın inancı budur.

Tabii bizim memleketimizdeki milliyetçi kardeşlerimizin sevdikleri şeyleri biz de seviyoruz. Orta Asya’daki kardeşlerimiz, Kırım’daki, Kafkasya’daki vs. Çünkü onlar aynı zamanda

329

müslümandır. Ama dinden imandan çıkmış, azılı bir din düşmanı olmuşsa, ırkımızdan da olsa, cinsimizden de olsa sevmiyoruz. Çünkü Allah’ın sevmediğini sevmeyiz. Mesele böyledir.

Biz de dünyanın her yerindeki müslüman kardeşlerimize hizmet etmek, yardım etmek istiyoruz. Özbekistan’a, Semerkand’a gittik. Buhara’da oradaki kardeşlerimizle gözyaşlarıyla oturduk konuştuk müslüman kardeşimiz olduğu için.


r. Batıda Din Hürriyeti


Soru:

Neden hıristiyan beldede dinî hürriyet varken, müslüman beldede baskı ve zulüm var? Bu çelişki nereden kaynaklanmakta?


Cevap: Bizim Müslümanlığımız gevşek olduğundan, içtimâî terbiyemiz zayıf olduğundan, haklarımızı koruyamadığımızdan kaynaklanmakta.

İngiltere’de de, Amerika’da da, Fransa’da da adam zamanında krallık yapmış, despotluk yapmış, zulüm yapmış, derebeylik yapmış. Ama halklar haklarını korumak için mücadele etmişler, etmişler, etmişler, bir seviyeye gelmişler. Hakları mücadeleyle almışlar. Bizde böyle bir mücadele yapılmamış.

Bedavadan, beleşten hak ve hürriyet olmuyor arkadaşlar! Benim vardığım sonuç bu.

Mafyalar çatır çatır insanın parasını pulunu alıyor. Bedava olmuyor. Ter dökmek lâzım, uğraşmak lâzım. Hürriyetin bedeli var. Hakların bedeli var. Hakları almak için çalışmazsan olmaz.


Hıristiyan beldede haydi bakalım bir haksızlık yap! Arkadaşlar anlatıyor:

“—Ben ilk geldiğim zaman sıraya uymamıştım, otobüse en önden binmek istemiştim. Kuyruk vardı. Hepsi bağırdı, indirdi.” diyor.

Türkiye’de bağırmıyor da ondan karışıklık oluyor. Burada bağırıyorlar. Adam bağırıyor, hakkını arıyor. Hak aramaktan

330

kaynaklanıyor. Biz hakkımızı aramadığımız için zalim fırsat buluyor.

Bir de zalime destek oluyorlar. Burada zalimi alaşağı ederler. Bir bakan bir zulüm yapsın, bir şey yapsın, hemen gider istifaya zorlarlar. İstifa etmezse taşlarlar, canına okurlar. Türkiye’de öyle olmuyor. Ondan oluyor.

Sonuç itibariyle kabahat bizim. Sosyal yani içtimâî terbiyemiz zayıf, vatandaşlık çalışmamız az, vatandaşlık duygusu eksik. Kuzu gibi oluğumuzdan kurtlar geliyor, bizi parçalıyor. Kuzu gibi olmayacağız, ne gibi olacağız? Arslan gibi olacağız.

Arslan gibi olursan kurt gelir, parçalayamaz. Kuzu gibi olursan kurt da parçalar, çakal da parçalar, tilki de parçalar, herkes parçalar.

Hatta kurt kuzunun yanına gelmiş:

“—Seni yiyeceğim.” demiş.

“—Niye?” demiş.

“—Suyumu bulandırıyorsun.” demiş.

“—Kurt amca, ben senin suyunu nasıl bulandırabilirim? Su senin tarafından bu tarafa doğru akıyor, bu tarafa doğru gidiyor. Ben bulandırsam bile, benim bulandırdığım su sana gelmiyor.” Ama yine yemiş. Çünkü kuzudur. Kurt kuzuyu yer.

Arslan olmak lâzım, rolleri değişmek lâzım. Roller değişmeyince kuzuları yiyecek insan her zaman bulunur.


s. Müftülüğü Kabul Etmemek


Soru:

Risâle-i Kuşeyrî’de Melâmîler’i anlatırken onların görüşü olarak halkın gözünde iyi olanın kesinlikle Hakk’ın gözünde kötü olabileceği ifadeleri yer alıyor. Böyle bir genelleme nasıl yapılır? Melâmîler’in görüşlerini anlatır mısınız?

Bir de İmâm-ı Âzam’ın kadılığı kabul etmeyişi buna örnek veriliyor. “Ehil olan bir zâtın müslümanların ihtiyacı olan kadılık görevini yapması gerekmez mi?” diyenlere nasıl cevap vereceğiz?

331

Melâmîler halkın gözünde iyi olanın kesinlikle Hakk’ın gözünde kötü olacağını söylemişler. Halkın gözüne girmeye çalışmak, halka iyiliklerini göstermek gerekmiyor; Hakk’ın rızasını almak, Allah’ın bileceği bir şekilde hayırları ibadetleri gizli yapmak gerektiğini vurgulamak için böyle söylemişler.


İmâm-ı Âzam’ın da vazifeyi kabul etmemesinin, Allahu a’lem çeşitli sebepleri vardır. Yönetim Peygamber Efendimiz’in evlâdına karşı, iktidarı gasben almış, Peygamber Efendimiz’in evlatlarına kan kusturuyor, zulmediyor. Buna da resmî bir görev veriyor, “Bak bu da bizim tarafımızda, bizim iktidarımızı destekliyor.” demek istiyor. Bu gibi perdenin arkasında başka birçok şey var.

O iktidara pasif, yapabildiği kadar mukavemet gösteriyor. Bir taraftan, “Ben senin iktidarını meşru saymıyorum!” da demek istiyor. “Ben senin iktidarına ne diye yardakçılık edeyim?” demiş oluyor. Çünkü, yönetime zorbalıkla geçmiş insanların yönetimlerinin meşru olmadığını düşünüyor. Bu var.

Tabii bir insan kendisi bir vazifeye geleceği zaman, enini

332

boyunu düşünür. Yönetim iyi bir yönetim bile olsa, kadılık yapmanın zorluğunu, yanlış karar vermenin vebalini düşünür.

En tehlikeli mesleklerden birisi kadılıktır, ikincisi müftülük. Kadılık daha tehlikelidir çünkü ikisi arasında hükmedecek; yanlış hükmetti mi âhirette vay haline! Müftülük de çok tehlikeli.


Bir fıkra anlatayım:

Hasan Basri Çantay vardı, rahmetli, bu Meâl-i Kerîm’i yazan zât-ı muhterem. Benim babamın dostu, tanıştığım kimse. Bir kardeşimiz bir yere müftü olmuş, duasını almaya yanına gitmiş:

“—Efendim ben falanca yere müftü oldum.” diye. Demiş ki:

“—Ben sana bir fıkra anlatayım da, müftülüğü bu fıkrayı hiç hatırından çıkartmadan yap!” Fıkrayı anlatmaya başlamış. Bu çeşit fıkraları ben doğru görmüyorum ama, Hasan Basri Hoca müftüyü ikaz etmek için anlatmış.

Bir müftüyle bir müslüman anlaşmışlar. Demişler ki; “Dünyada kardeşiz, arkadaşız, âhirette de birbirimizi arayalım, kollayalım. Birimiz cennetlik olursa ötekisini arasın bulsun, kollasın, takip etsin. Tamam mı?” “Tamam.” Söz vermişler. Ölmüşler. Ölünce bu müslüman cennete gitmiş.


Tabii burasını bilmiyoruz, cennet de fıkra mevzu olamayacağı için ben bunu sevmiyorum. Ama Hasan Basri Hoca, rahmetli, bir şeyi anlatmak için bunu söylemiş. Tabii hoca da değil aslında, edip bir insan, meal yazdığı için “Hasan Basri Hoca” deniliyor.

Cennette müftüyle sözleştiler diye müftüyü aramaya başlamış. Firdevs-i A’lâ’yı aramış, yok; öbür tarafı aramış, sekiz cenneti her tarafı aramış, kıyıyı köşeyi soruşturmuş vs. vs. yahu müftü efendi cennette yok.

“—Ya müftü efendi cehenneme gidecek değil ya!” demiş.

Bir daha aramış, yok; bir daha aramış, yok!

“—Allah Allah, acaba bilmediğimiz bir sebepten cehenneme mi düştü muvakkat olarak?”

333

Müsaade istemiş... Cehennemi aramaya başlamış; en yukarıdan başlamış, yok; daha aşağıdan, daha aşağıdan, daha aşağıdan... Yedi kat cehennemi aramış, yok; bir daha aramış, yok; bir daha aramış, yok. Nihayet en aşağıdaki, cehennemin en çukur yeri olan Gayya Kuyusu’nda, aşağıda bir kelle görmüş... Bir dikkatli bakmış; eyvah, müftü efendi!

Gitmiş yanına, varmış:

“—Yahu müftü efendi, bu ne haldir?” Cehenneme düşmüş, cehennemin de Gayya Kuyusu’na düşmüş, ta aşağıda...

“—Bu ne haldir yahu?” demiş.

“—Sus, hiç sesini çıkartma, benim hâlime çok şükür.” demiş.

“—Ne şükrü?” demiş.

“—Yahu altımda kadı efendi var da, ben onun omuzlarına basıyorum, hiç olmazsa başımı dışarı çıkartabildim.” demiş.


Kadı tamamen Gayya Kuyusu’nun irinine gark olmuş, müftü de hiç olmazsa onun omuzlarına ayak basmış da, başını çıkarmasına “Çok şükür!” diyormuş, diye bunu anlatmış.

Tabii niye anlatıyor?

“—Müftülük zordur, kadılık daha zordur. Aman müftülüğünü iyi yap, günah işleme, fetvayı bilerek ver, yalan iş yapma!” demiş oluyor, o maksatla söylemiş.


Bunu nereden açtık? İmâm-ı Âzam’ın kadılığı kabul etmemesinden… Şimdi bu fıkrayı duyduktan sonra, ben seni kadı yapmak istesem kabul eder misin? Müftü yapmak istesem kabul eder misin?

“—Aman bir başkasını bul! Benden daha alimler var!” dersin.

İmâm-ı Âzam öyle de demiş olabilir. Ama hayatını incelediğimiz zaman, zindanda dövülmüş, işkence de görmüş; asıl işin içinde başka işler de olduğu seziliyor.


t. Hizmetler ve Finansman Kaynağı

334

1. Soru:

Söylediğiniz gibi birçok çalışmalar yapmamız gerekiyor. Gerekli finansman kaynaklarından bahsedebilir misiniz?


İşin en önemli noktalarından birisi de finans kaynağıdır, işin finansmanıdır. Elbette bir işin yapılması için para lâzımdır. Ama ben sizin moralinizi yükseltecek bir şey söyleyeyim. Biz grup olarak, İskenderpaşalılar olarak, girdiğimiz teşebbüslerin hepsine sıfırdan başladık. Vakıflarımıza, şirketlerimize sıfır sermayeyle başladık; borçla başladık. Negatif sermayeyle başladık; çalışarak bir nokta elde ettik.

Neden? Azim bir sermayedir; akıl bir sermayedir. Dürüstlük bir sermayedir. Onlar da bizim sermayemiz. Siz dürüstseniz; bilgili ve azimliyseniz size finansman sağlayacak birçok insan bulabilirsiniz. Ama bu vasıflardan yoksunsanız elinize finansman imkânları geçse, babanızdan miras kalsa bile har vurup harman savurursunuz. Paranız olsa bile onu kullanmasını bilemezsiniz. Onun için şunu da söyleyeyim ki;

“—Siz bu işleri yapacaksanız yapın, ben size para veririm.” demiyorum. Çünkü benim param yok.

Şahsen değil de bir takım sosyal çalışmaları yapmak için benim paraya ihtiyacım sizden daha fazla.

Para meselesi çok önemli değil; bilgisi olan bir insana nasıl olsa bir sermayedar ortak olabilir. Onun için birçok bilgili insan bugün ayda on bin, yirmi bin lira maaş alıp uzmanlık sahalarında, böyle müesseselerde çalışabiliyorlar. Sonra küçük sermayeler birleştiği zaman ciddi yekün tutar.


2. Soru:

Çalışma ve faaliyet alanlarımızı, başyazılarınızdaki hedefler doğrultusunda yapmak için izin verilmiş oluyor mu?


Zaten niye yazıyoruz? Allah doğruyu, hakkı göstersin; işletsin. Sadece bilgi, insana vebaldir.

335

الْعِلْمِ بِلًَ عَمَلٍ وَبَالٌ


(El-ilmü bilâ amelin vebâlün) [Amel edilmeyen ilim vebaldir.]

Biliyor, yapmıyor; vebaldir. Bilecek, yapacak... Elinden geldiğince yapacak, hem de ötekilerden çok daha fazla çalışarak...

Bugün Amerika Japonlar’ın ekonomik istilası altında... Japonlar Amerikan şirketlerinin bile hisse senetlerini alıyorlar. Amerika’yı ve Avrupa’yı ekonomik yönden sarsma çalışmaları içindeler ve dünyanın yedi süper devletinden birisi durumundalar. Bunu sağlamaları aşırı çalışmalarındandır; 29-30 yaşında sürmenaj olup ölmelerindendir. Amerika’nın Newyork şehrinde, Manhattan iş merkezinde Amerikan iş yerlerinin ışıkları saat 6’da sönerken Japonlar’ınki 4 saat daha devam eder, 10’da söner. 4 saat daha fazla çalışarak o [başarıyı] sağlarlar.

Onun için sizler de şuursuz halkımızın karşısında, onların yanında en aşağı 4 saat, 6 saat veya 8 saat daha fazla çalışarak başarı hususunda fiilî gayretlerinizi göstermiş olacaksınız.


u. Cihad


Soru:

Günümüzde İslâm adına mücadele ettiğini iddia eden birçok grup var, bunlar yaptıkları her şeyi cihad içine sokuyorlar ve yaptıklarının eleştirilmemesi için bu kelimenin yani cihadın arkasına sığınıyorlar belki bazen de bu kelimenin mânasını çok kısır hale getiriyorlar. Bu konuda ne buyurursunuz?


Cevap: el-Cevap; doğrudur, haktır, hakikaten öyledir. Ben de öyle derim, cevabım o. Herkes yaptığı işin kendi nefsi için bile olsa cihad olduğunu iddia ediyor. Peygamber Efendimiz’e soruyorlar;

“—Kim Allah yolunda cihad edendir?” Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:24



24 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.58, no:123; Müslim, Sahîh, c.III, s.1512, no:1904; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.18, no:2517; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.179, no:1646; Neseî,

336

مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا، فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللهِ

(حم. م .خ. د. ت. ن. ه. عن أبي موسى)


RE. 432/4 (Men kàtele li-tekûne kelimetu’llàhi hiye’l-ulyâ, fehüve fî sebîli’llâh) “Kim Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sözü en


Sünen, c.VI, s.23, no:3136; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.931, no:2783; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.392, no:19511; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.493, no:4636; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.66, no:486; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.188, no:7253; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.V, s.268, no:9567; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.167, no:18325; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.16, no:4344; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.V, s.98; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.195, no:553; İbn-i Ebî Âsım, Cihad, c.II, s.588, no:242; Dâra Kutnî, İlel, c.VII, s.227, no:1311; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.486, no:7428, 7429; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.472, no:10493; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1557, no:2560; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.110, no:23091.

337

yüksek olsun, Allah’ın dini yayılsın, Allah’ın dinine hizmet olsun diye çarpışmışsa, o Allah yolunda çarpışmıştır. Kimin Allah yolunda cihad ettiğini Allah daha iyi bilir.” buyuruyor.

Kalplerine göredir, niyetlerine göredir. Yapılan işlere göredir. Yapılan işlerin plan program ve istikametine göredir. Ona göre cihad olur, Allah yoluna hizmet olur veyahut müslümanlara köstek olur, engel olur, zarar olur; ikisi de olabilir. Allah şaşırtmasın.


v. Diyanet Teşkilatı


Soru:

Diyanet kurumu İslâmî midir? Kuruluş gayesi nedir? Cuma namazı kılınır mı, kılınamaz mı?


Diyanet bir teşkilattır. Eskiden Şer’iyye Vekâleti vardı. Bunun gelişmesi öyle... Evkaf Vekâleti vardı, Şer’iyye Vekâleti vardı, meşihat makamı, bir bakanlıktı eskiden. Sonradan Cumhuriyet devresinde Osmanlılar’daki bu müessese küçültülmüştür, Diyanet İşleri Başkanlığı haline getirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’ndeki insanların din işlerinin büro işlerini yürütmek ve diğer meselelerini yapmak üzere koca

Şer’iyye Vekâleti ile Evkaf Vekâleti ayrılmıştır. Evkaf Vekâleti Vakıflar Genel Müdürlüğü olmuştur. O ecdadın vakıflarıyla turistik otel yapılmıştır, şöyle yapılmıştır, böyle yapılmıştır, satılmıştır vesaire. Çok yanlış işler yapılmıştır. Bunu Vakıflar’ın içindeki daire başkanı arkadaşlar konferanslarla söylemişlerdi, itiraz edilecek bir konu değildir, büyük hatadır.

Şer’iyye Vekâleti de küçültülmüştür, Diyanet İşleri Başkanlığı haline getirilmiştir. Bir devletin dairesidir. İnsanlar oraya tayinle geliyorlar. Üçlü kararnâme ile, imza ile oraya tayin ediliyor. Bu böyledir. Fakat bu teşkilatın içindeki kardeşlerimizi, bu teşkilat böyledir diye hor ve küçük göremeyiz; görmek insafa sığmaz, imana sığmaz, iyi müslümanlığa sığmaz. O kardeşlerimiz de şu veya bu sebeple orada hizmet görmeyi, ne yapalım, bir

338

mecburiyettir diye yapmışlardır ve bir kısmı da çok güzel hizmet görmüşlerdir.


Nice büyük evliyâullah vardır ki bir yerde imamdır veya müftülük yapmıştır veya Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır. Ne yapsınlar? Yani hiç yapmasa iş tamamen… Ömer Nasuhi Bilmen bizim tekkemizin dervişidir. Rahmetullahi aleyh, mübarek, büyük alim, Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır. Kimseye eğilmemiştir, “eyvallah” dememiştir, dini savunmuştur, dinî hizmetler yapmıştır.

Hatta çok kahramanca bir şeyi anlatılıyor da belki tam anlatamayacağım. Menderes zamanında onun mason bir adamı vardı. Söylemeyelim ismini. Menderes’in bir adamı vardı ve Menderes’in, başbakanın adamı olduğu için, makamını da söylemiyorum ama biliyorum, adını da biliyorum, öyle, İstanbul’da İstanbul Müftülüğü’nü gezerken Ömer Nasuhi Hoca’nın -İstanbul Müftüsü- odasına girmiş. Bir köşede paravana var, paravananın arkasında seccade var. Hocaefendi İstanbul Müftüsü, orada vakti geldiği zaman namaz kılıyor. “Bu ne böyle?” demiş. Biraz kâfirce sözler söylemiş adam, inançsız ya... Başbakanlıkta da görevli. Ona öyle bir cevap vermiş ki Ömer Nasuhi Bilmen, keşke böyle satır satır yazılı olsa da okusam, perişan etmiş onu. Evet, halim selim insandı, “gık” demezdi ama böyle de bir insan tabi.

Ne yapsın? İşte bir yangın içinden kurtarmaya çalışmıştır, hizmet etmiştir. Mübarek insandır, çok seviyorum. Bekir Haki Hoca, çok mübarek insandır. Örfî idare zamanında vilâyete oturmuş olan general. üç tane binbaşı göndermiş:

“—Bundan sonra ezanı Türkçe okuyacaksınız!” diye.

Askerin din işleri ile alakası ne? Ne karışıyorsun? Ondan sonra üç binbaşı gelmişler, o zaman İstanbul Müftüsü olan Bekir Haki Hocaefendi Rh.A’e, demişler ki:

“—Paşa Hazretleri’nden selâm var, bundan sonra ezanı Türkçe okuyacaksın!”

İstanbul Valiliği de, İstanbul Örfî İdare Komutanlığı da emrinde adamın; iki karpuz koltuğunda…

339

“—Bana bak, defolun gidin!” demiş, kovalamış onları.

Vali ve Örfî İdare Komutanı hışımla telefon açmış arkasından, demiş ki:

“—Ben sana üç tane adamımı gönderdim, kovalamışsın onları, kovmuşsun huzurundan.”

“—Evladım, ben aksakallıyım, şu kadar yaştayım. El-hamdü lillâh bu zamana kadar müslüman yaşadım, bundan sonra da müslüman yaşamak niyetindeyim. Kimseye Eyvallah’ım yoktur!” demiş.

Bir de onun yüzüne telefonu kapatmış.


Diyanet’te çalıştılar, müftülük yaptılar diye bu adamlara kötü gözle bakamayız muhterem kardeşlerim! Bir insan, evet, alimlerin, din adamlarının politikacıların emrine girmesi çok büyük ardır, ayıptır. Doğru… Din politikadan yüksektir.

Politikacıların din adamlarına hürmet edeni makbuldür. Din adamlarının politikacılara dalkavukluk edeni merduttur. Hadîs-i şerîflerde bu böyledir, kesindir, şek şüphe yok. Ama koca bir Diyanet teşkilatını suçlayamayız. Pırlanta gibi kardeşlerimiz vardır, elini bırakıp ayağını öpeceğimiz insanlar vardır.


Evren Paşa:

“—Şu şöyledir, bu böyledir, aksini iddia eden yazsın bana!” demiş.

Doğu Anadolu’ya seyahatleri oldu, ateşli konuşmuş. Birisi de bizim Elazığ’da mı, bir hoca efendi, mübarek, yazmış cevabını. Söyledik kendisine.

“—Hepsi yanlıştır, işin doğrusu budur. İşte âyet, işte hadis!”

Yazmış, göndermiş. Belki okumadı bile Evren Paşa. Köşk’ten oranın savcılığına bir yazı gelmiş:

“—Şu adam hakkında takibat yapın, cezalandırın!” diye.

Savcılık, o mektup yazıp da doğruyu söyleyen hocayı karakola çağırmış. Bütün ahali duymuş, karakola toplanmış. “Hocamızı ne yapacaksınız?” Bakmışlar ki ahali infial halinde, “Yok, bir şey yapmayacağız, sade bir sorgulama...” Pekâlâ.

340

Şimdi sorgu hakimi, oturtmuş hocayı karşısına, kaşını gözünü oynatarak diyormuş ki:

“—Hocaefendi, bu mektubu sen yazmadın değil mi? Bu mektubu senin nâmına birisi yazmış da altına senin imzanı atmış değil mi?” Kaşını gözünü oynatıyormuş, “Böyle de!” mânasına, kurtarmaya çalışıyor hocayı.

Hoca şöyle cevap vermiş:

“—Yok, vallah billah ki ben yazmışam. Şahitlerim bile vardır. Vallahi ben yazdım, istersen şahit getireyim.”

Bu hocanın ayağı öpülür yâ... Böyle insan...


Bizim Ahmet Akın Çığman Hoca vardır. Buralara da gelmiştir, böyle dev gibi bir hoca efendidir, babayiğit, sarıklı, arslan gibi bir insan. O da tutmuş:

“—Şu şu şu sözleri yanlıştır reis-i cumhurun.” demiş.

Reis-i cumhursa reis-i cumhur ama, hakikatsa hakikat… Biz haksız bir şey yaptığı zaman, reis-i cumhurun da karşısında konuşuruz, parti başkanının da karşısında konuşuruz.

Hürriyet gazetesi hemen müzevirlemiş, reis-i cumhur Doğu Anadolu’dan, uçaktan İstanbul’a inince:

“—Efendim bir hoca var, bir düğün konuşmasında sizi tenkit etmiş, sizin yanlış söylediğinizi söylemiş.”

“—Kim o?”

“—Ahmet Çığman…”

“—Arayın, bulun!” Vali muavinleri müftülüğe telefon etmişler. Demişler ki: “—Efendim, böyle bir adam yok bizim kadromuzda.”

Müftülük öyle cevap vermiş. Aramışlar, taramışlar, yok.

Çünkü Ahmet Hoca bizim ihvanımızdan, Diyanet’te kadrosu olmayan bir kimse, serbest bir insan, Diyanet’te kadrolu değil. Aramışlar, yok. Bizim Ahmet Hoca duymuş. Danışmış arkadaşlara.

“—Ne yapalım, bizi arıyorlarmış, gidelim mi?”

“—E gidin.” demişler; kalkmış, gitmiş.

Florya tarafında köşkü mü vardı neydi... Kendisi anlatıyor

341

ondan sonra: “Beni kapıda sert karşıladılar.” diyor. “Gel bakalım! Sen misin o hoca? Gir içeri bakalım!” “Girdim.” diyor, oturmuş.

“—Sen böyle böyle dedin mi?”

“—Evet, söyledim. Haksızsınız çünkü âyet-i kerîme böyle söylüyor, hadîs-i şerîf böyle söylüyor, fıkhın hükmü budur.”

İyi de fakihtir, Şam’da filan da okumuştur, Arapçası da güzeldir hocamızın, Allah selamet versin. Güzelce cevabını vermiş.

Adam da memnun olmuş, elini sıkmış, güleç yüz göstermiş, öyle uğurlamış. Anlatınca da anlıyor. Böyle bir hocaya ne diyelim?


Evren Paşa bizim fakülteye geldi. Ben o zaman henüz emekliliğimi istememiştim. Ama Hacı Bayram’da cenaze vardı, oraya gitmiştim, o zaman gelmiş. Teftişte, öğrenci kapısından girmiş, birinci kata merdivenlerden çıkmış, karşı kapıyı yoklamış, kilitli; öbür kapıyı yoklamış, kilitli; öbür kapıyı yoklamış, kilitli. Hocalar odalarını kilitliyor, hocaların hepsi aşağıda, ne yapsınlar, reis-i cumhur gelecek diye ana kapıdan bekliyorlar, o yan kapıdan girmiş.

Koridorun sonunda karşılamışlar, dekanlığın odasına almışlar. Şöyle ceplerini karıştırmış, bir kağıt çıkartmış. Demiş ki;

“—Berat Gecesinde Allah-u Teâlâ Hazretleri içkiye müdavim olanları (müdminü hamr) da affetmeyecek. Herkes affolacak da onları affetmeyecek. Demek ki müdavim olanlar affolmuyor ama arada sırada bir tek atanlara bir şey yok. Yani arada sırada, az içerse bir şey yok...” gibi bir şey söylemiş.

Bizim o zaman dekan Hadis Profesörü Talat Koçyiğit’ti. O da;

“—Hayır efendim, mesele böyle değildir; içkinin azı da çoğu da haramdır. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı sarhoşluk vermese bile damlası bile haramdır.”

Bu hususta buyrulmuş ki:25



25 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.352, no:3681; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.292, no:1865; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1125, no:3393; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.6, no:5576; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.296, no:17167; Tahàvî, Şerhü’l- Maànî, c.IV, s.217, no:5976; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Müskir; c.I, s.60, n:21;

342

مَا أَسْكَرَ كَثِيرُهُ، فَقَلِيلُهُ حَرَامٌ (حم. د. ت. حب. عن جابر؛ حم. ن. ه. عن ابن عمرو)


(Mâ eskere kesîruhû, fekalîluhû harâmün) “Bir şeyin, bir maddenin çoğu sarhoş ediyorsa, azı da haramdır.” Yine buyrulmuş ki:26


Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VIII, s.377, no:1751; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.330; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Neseî, Sünen, c.VIII, s.300, no:5607; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1125, no:3394; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.167, no:6558; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.254, no:43; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.296, no:17168; Neseî, Sünenü’l- Kübrâ, c.III, s.216, no:5117; Tahàvî, Şerhü’l-Maànî, c.IV, s.217, no:5974; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.52, no:111; Cürcânî, Târih-i Cürcan, c.I, s.327; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIII, s.160; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1124, no:3392; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.91, no:5648; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.262, no:83; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.197, no:626; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Müskir; c.I, s.59, n:18; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.292, no:730; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.II, s.53; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.I, s.397; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.112, no:12120; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.50, no:3966; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Müskir; c.I, s.61, n:23; Enes ibn- i Mâlik RA’dan. Hàkim, Müstedrek, c.III, s.466, no:5748; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.254, no:44; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IV, s.205, no:4149; İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstîàb, c.I, s.135; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.332; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.233, no:783; Huvât ibn-i Cübeyr RA’dan. Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.250, no:21; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.43; Hz. Ali RA’dan. Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.250, no:22; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.III, s.297; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.420; Hz. Aişe RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.V, s.139, no:4880; Zeyd ibn-i Sâbit RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.344, no:13154; Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.84, no:8109, 8110; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.408, no:19752.


26 Müslim, Sahîh, c.III, s.1587, no:2003; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.352, no:3679; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.290, no:1861; Neseî, Sünen, c.VIII, s.297, no:5585; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.16, no:4645; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.188, no:5366; İmam Şâfiî, Müsned, c.I, s.284, no:1362; Dâra Kutnî, Sünen,

343

كُلُّ مُسْكِرٍ خَمْرٌ، وَكُلُّ مُسْكِرٍ حَرَامٌ (م. حم. عن ابن عمر؛ طب. عن قيس بن سعد؛ كر. عن أنس)


(Küllü müskirün hamrun) “İnsana sarhoşluk veren her şey içkidir, (ve küllü müskirün harâmün) ve sarhoşluk veren şeylerin hepsi haramdır.”

Yâni her sarhoş edici şey içki babından sayılır, isterse koklamakla olsun… Benzol, etanol, metanol, adını bilmediğimiz kimyevî maddeleri kokluyorlarmış; ayakkabı köselesini yapıştırmaya mahsus şeyi kokluyorlarmış, kafasını buluyormuş. Bu da haram. Duman ama haram. Neden? Sarhoşluk veren her şey haram.

Anlatmış güzelce, “Güzel söylemiş.” filan diyorlar.


Kütüphaneye girmiş. Bizim çok güzel kütüphanemiz vardı, İlâhiyat Fakültesi’nin kütüphanesi; modern, ışıklı, güzel... Girmiş, tıklım tıklım dolu, gençler çalışıyorlar, öğreniyorlar, öğrenecekler, araştırma yapıyorlar.


c.IV, s.248, no:11-17; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.260, no:1916; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XII, s.294, no:13157; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.195, no:3954; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.329, no:546; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.470, no:5621; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.288, no:17118; Neseî, Sünenü’l- Kübrâ, c.III, s.212, no:5095; Tahàvî, Şerhü’l-Maànî, c.IV, s.215, no:5957; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.38, no:876; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l- Müskir, c.I, s.57, no:14; Ahmed ibn-i Hanbel, el-Eşribe, c.I, s.6, no:7; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.654; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XVIII, s.427, no:3569; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.5, no:1584; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VII, s.211, no:2111; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXVII, s.5; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.352, no:898; Kays ibn-i Sa’d ibn-i Ubâde Rh.A’ten. İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LV, s.128; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.83, no:8106; Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.555, no:13277; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.987, no:1992.

344

Karteksin başında, kitap fişlerinde bir kız da bir şey arıyormuş, uzun mantolu, başörtülü... Dosdoğru başına gitmiş:

“—Sen niye böyle örtünüyorsun?” demiş.

Kız dönmüş bakmış, karşısında zamanın reis-i cumhuru; sararmış solmuş kızcağız.

“—Allah’ın emri örtünmek olduğu için örtünüyorum efendim.” demiş.

“—Nereden belli?” demiş. Kızcağız aklı başında, afallamış, heyecanlanmış, zorlamış kendisini;

“—Hatırlayamadım efendim.” demiş.

“—İşte, bilmeden cahilâne, taklîden yapıyorlar.” demiş.

Arkasında rektörler var, bilmem bir sürü kimse var. Kız;

“—Efendim, şimdi hatırladım.” demiş. Hatırlamış, okumuş Nur sûresindeki ayet-i kerimeyi, izahını yapmış vesaire... Tamam, cevap verdi, Kur’an-ı Kerim’den cevap, aldı cevabı.

“—Senin baban gerici mi?” demiş kıza.

“—Hayır efendim, gerici değil, o da ilerici… O da benim başörtüme karşı!” demiş.

“—Tamam, tamam... İşte bunlar ailelerinde böyle şey görmüyorlar, büyük şehirlerde birtakım gizli örgütler bunları alıyor, kafalarını böyle bozuyor.” demiş, buna benzer bir söz söylemiş.

Kız;

“—Hayır efendim, öyle de değil.” demiş. “Ben ilk önce hemşirelik yüksekokuluna gittim. Orada başörtüsünü yasakladılar. Halbuki ben de başörtüsü ile okumak istiyordum. Sordum, soruşturdum, ‘Başörtüsü ile nerede tahsil yapabilirim?’ diye. ‘İlâhiyat Fakültesi’nde başını örtebilirsin!’ dediler, ondan geldim efendim. Ne örgüt var, ne teşkilat var, ne başka bir şey var.”

“—Bunlar iflah olmaz!” demiş, arkadaşlarıyla, yani yanındakilerle gitmiş.


Muhterem kardeşlerim!

Şimdi bu soru da sert bir soru. Bütün bir teşkilatı

345

suçlayamayız. Hatta doğru olmaz, çünkü kötüler istisnadır, iyiler esastır. Üç tane imam kötü çıksa, “bütün imamlar kötü” denmez. Üç tane öğretmen kötü çıksa öğretmenlik mesleğine gölge düşmeyeceği gibidir bu. Bu teşkilatın aleyhinde konuşmak bize yakışmaz.

Bu teşkilatın içinden olup da teşkilat başkanına da karşı çıkan, hakkı destekleyen, hakkı söyleyen, emr-i mâruf yapan, nehy-i münker yapan bir sürü de kahraman kardeşimiz vardır. Bu teşkilatı boş bırakmak da doğru değildir. Boş bırakırsak tamamen onların zihniyetinden insanların eline geçerse daha kötüye kullanılır. Kaplanın kanadı olursa yapacağı zarar daha büyük olur.

Binâen aleyh, bu soru da sert bir soru olmuştur, biraz sertlik kokuyor, doğru değil.

346
16. POLİTİKA
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2