15. SOSYAL ÇALIŞMALAR

16. POLİTİKA



a. Müslümanlar ve Siyaset


1. Soru:

Bir hoca, peygamberlerin iktidarlara ve saraya muhalefet ettiklerini, dolayısıyla günümüzün müslümanlarının da siyasetin dışında kalamayacağını söyledi. Ne dersiniz?


Bu böyle değildir. Hepiniz bilirsiniz ki Yusuf AS saraya girdi, vezir oldu, nâzır oldu. Mısır’ın hakimi onu çağırdı, hapisten çıkardı, kendisini Tarım Bakanı yaptı. O da sarayda kaldı. Öyle değil mi?

Demek ki hocanın bilgisi eksik. Doğru değil. “İllâ muhalefet edilecek” diye bir şey yok. Hayırlı yoldaysa, doğru yoldaysa desteklenir. Yanlış bir şeyi varsa söylenir, doğru yola irşad

edilmeye çalışılır.

Müslümanların siyasetle ilgilenmeleri meselesinde ben dergide yazı yazdım. “Müslümanlar her konuyla ilgilenir.” dedim. Müslümanlık; Ay’a giden insanın namazı nasıl kılacağı ile bile ilgileniyor. Dünya’nın idaresiyle, Türkiye’nin idaresiyle, bir devletin yönetimiyle niye ilgilenmesin? “—Din bir duygu, ona kimse karışmasın! Dindarlar şöyle bir köşede dursun! Laiklik; din ve devlet işlerini ayırmaktır!” vesaire.


İyi ama ben politikayla ilgilenmeyecek miyim? Bu benim hakkım değil mi? Vazifem değil mi?

Hakkımdır ve vazifemdir. İlgileneceksin. Mutlaka ilgileneceksin. Çünkü sana soruyorlar seçimlerde:

“—Efendi, buyur bakalım. Kimi istiyorsun? Başına kimi seçelim?” diye sormuyorlar mı?

Beğen, beğendiğini al! Arz-ı endam ediyor listelerde. Bak bu listede şunlar şunlar şunlar var. Bu listede bunlar bunlar bunlar var. Burada da bunlar bunlar var. “Hangisini istersin?” diyorlar.

347

Ben dedim ki:


Bir, Siyasette müslümanların yapması gereken üç iş var. En başta, tamamen müslümanlardan, ahlâklılardan, bilgililerden, ehliyetli insanlardan müteşekkil bir kadroyu kurmak, müslümanların boynuna borç.” Bunu yapmamışlar, çalışmamışlar, vakitleri geçirmişler, yeni bir teşekkül kuramamışlar. Mevcutlarla idare edecekler. Bu hatalı bir şey. İlk fırsatı kaçırmışlar.

İkinci noktada her parti aday yoklamaları yapıyor, merkez yoklaması yapıyor, adayları tespit ediyor. Birinci tren kaçtı ya hiç olmazsa ikinci trende iyi insanları sokmaya çalışacak, iki… Yani kötü insanı sokmamaya çalışacak.


Bu treni de kaçırdı. İstediği iyi insanları sokamadı. Şimdi kaldı üçüncü trene… Üçüncü trende de karşısına ihtimalleri dizmişler. Hani “Kırk katır mı istersin, kırk satır mı istersin?” diye masallarda vardır ya.

Kırk satır istese ne yapacak? Kırk tane satırla doğrayacaklar, öldürecekler. “Kırk katır istiyorum.” derse ne yapacaklar? Kırk katırın kuyruğuna bağlayacaklar, her birini bir başka tarafa dehleyecekler, adamı yine parçalayacaklar. Katırların arkasından tıngır mıngır yuvarlanırken kafası gözü parçalanacak. Yine ölecek. Yani ölümlerden ölüm beğen.


E şimdi bu üçüncü tercihe kalmışsa artık ne yapacak?

Ölümlerden ölüm beğenecek. O zaman bir tanesine gidecek, en uygun gördüğüne “şu olsun bari” diyecek ama bu en iptidai, en kötü şekil. İlk ikisini kaçırdıkları için büyük veballeri var.

Üçüncüde de doğru insanı seçemezlerse, seçtikleri insan da seçildikten sonra günahlara, haramlara rey verirse, vesile olursa seçenlerin de hepsine vebal gelir.

Ona oy vermiş olanların hepsi onun aldığı yanlış kararlara, attığı yanlış adımlara oy verdiği her şeye ortak olurlar. Çünkü

348

onlar seçtiler. Çünkü iyiyi seçmek için bir çalışma yapmadılar. O zaman artık âhirette onun hesabını verecekler.

Sen mi verdin bu açıklığa reyi? Sen mi verdin bu içkiye reyi? Sen mi verdin bu zinaya, bu geneleve reyi? Sen mi verdin şunu şunu? Sen mi verdin bu dinsize imansıza bu fırsatı? Sen mi verdin bu hırsıza bu hazineyi? O zaman onun cezası seçenlere mutlaka gelir.


Efendim, işte ben tahmin etmiyordum da bilmem ne de. Seçmemek de bir çare değil. Tabi en sonunda hiç birini beğenmezse vermeyecek. O zaman memlekette iyi insanı seçme imkânı varken o fırsat kaçırılmış oluyor. Yönetim bu sefer ahlâklı olmayan, dindar olmayan, namuslu olmayan, memleketini sevmeyen insanların eline geçiyor. Satıyorlar, hazineyi yağmalıyorlar. Çeşitli şeyler oluyor. O da bir vebal.

Akıllıca hareket nedir? İlk önce yüzde yüz iyilerden müteşekkil bir kadroyu kurmaktır. Ben bunu söyledim diye ortada kıyamet koptu.

Yazdım, söyledim. Söylerim. Bin defa sorulsa yine söylerim. Çünkü işin doğrusu bu. Aklın mantığın gereği bu. Onu yapmadıktan sonra, birinci tren kaçtıktan sonra, öteki trenlerle zaten öbür istasyonlara vaktinde yetişilmiyor. İş işten geçmiş oluyor. Gerisi oyalama, eveleme geveleme. “Ölme eşeğim ölme, yonca ektim de büyüyecek de, yedireceğim de kurtulacaksın.” demekten başka bir şey değil.


2. Soru:

Devlet nedir? Bizim bugünkü devlete bakışımız nasıl olmalıdır?


Devlet yönetimdir. İnsan toplumunun yönetimdeki mekanizmasıdır. Bizim devlete bakışımız Osmanlı zamanında tereddütsüz idi. Çünkü, amaçlar tamamen Kur’an-ı Kerim’le, İslâm’ın imanı ile aynı istikamette idi. Tabii, şimdi lâik devlet olunca bakış biraz değişiyor.

Ama, aslında lâik devlet demek, bazısına göre devletin dînî

349

kurallara göre idare edilmemesi demek; bazısına göre de, devletin içindeki fertlerin inançlarına müdahale etmemek, sadece hizmet etmek, inançları kendi şahıslarına bırakmak demek...

Onun için, lâiklik anlayışı üzerinde karşı tarafa savunmada bulunup, “Mâdem ki halkımızın çoğu müslümandır. Devlet de hizmet müessesesidir. O halde hizmetini yapsın! Lâikliğin gereği budur.” diye hakkımızı aramamız lâzım!..


b. İslâm ve Demokrasi


Soru:

Günümüzde demokrasiyi en iyi yol, kurtuluş yolu gibi göstermeye çalışan ve halkın kafasını karıştıran kimseler var; bu konuda siz ne dersiniz?


Demokrasi demek, halkın idaresi demek... Halkın idaresi demek, halkın fikri demek, halkın reyi demek ama, halk ne düşünüyor? Hayır düşünürse, iyi; şer düşünürse, kötü... Bir o bakımdan İslâmî değil bu... “Kendi bildiğine varan ya davulcuya varır, ya zurnacıya!” derdi bizim dedelerimiz... Halk kendisi bir şey düşünüyor; doğru mu düşünüyor, yanlış mı düşünüyor?

Allah’ın emrini bulacak, kendi kafasından bir şey mi koyacak ortaya? O bakımdan doğru değildir.

Sonra İslâm’da bazı insanların sözü düşer. Bazı insanların şahitlik yapmağa bile hakkı olmaz. Bir iki defa kusurlu davranış yaptığı zaman, şahitliğini bile kabul etmez kadılar... Güvenilir bir insan değildir diye... Böyle güvenilir olmayan insanların reyine devleti verirsen, o zaman devlet nâehil insanların eline geçer. İyi insanların elinde olması gerekirken...

İslâm’da ehl-i hall ü akd denilen, eşraftan, takvâ ehli alimlerden, fâzıllardan müteşekkil bir grubun söz hakimiyeti esastır.


c. Zâlimi Desteklemek

350

1. Soru:

Bizi yönetenler bize zulmetmektedirler. Örnek olarak; fikri için zulmedenler, başörtüsü taktığı için zulmedenler vs... Bunlara destek olan müslümanların defterlerine günah yazılır mı? Ayrıca bunlara az da olsa sevgi besleyenler, ahirette bunlarla beraber olurlar mı?


Zalime destek olan, zalimin yaptığı zulmün bütün veballerine ortak olur. Mutlaka olur. Ortak olunca o zalimin vebali azalmaz, aynısı buna da gelir. Kim sebep olmuşsa, destek olmuşsa... Ben bunu dergilerde yazdım, çok öncelerden yazdım, ikaz ettim.

Onun için zalimi destekleyemezsiniz. Bak, “Tebessüm bile etmeyin!” diyor. Desteklemek değil, tebessüm bile caiz değil... Onlara muhabbet duyanlar onlarla olur mu?.. Olur, o tehlike de var...

Zalimi sevmeyin; mazlumu sevin! Müslümanı sevin, dürüst insanı sevin, doğru insanı sevin! Adaletli insanı sevin, hakkı tutan insanı sevin! Sevecek bir şey mi bulamadınız?


2. Soru:

“Hürriyet olursa, müslümanlar artar.” dediniz, Türkiye’de hürriyet var mı?


“Türkiye’de hürriyet yok!” desek, yalan... “Var!” desek, bu tatmin olmayacak, haklı tarafları var... Yâni, hürriyetin olduğu taraflar var, olmadığı taraflar var; aşikâr bir şey... Bunun dâimâ münakaşasını yapıyoruz. Yazıyoruz, çiziyoruz, “Şurada haksızlık var, şunu düzeltin!” diyoruz. Bazı eksik tarafları var... Tam hürriyet olsa daha çok gelişiriz. Sıkıldığı için biraz zorlanıyoruz.

Kur’an kursu açtık diye kızıyorlar, camide toplandık diye kızıyorlar... Sakal bıraktık diye kızıyorlar, başı örttük diye kızıyorlar... Bunlar birer baskı... Bunlar olmadığı zaman daha rahat edeceğiz, o muhakkak...

Arkadaşımız kısmen haklı... Kısmen de el-hamdü lillâh dememiz lâzım yine... Beterin beteri var... Meselâ Bulgaristan’da,

351

silâhı alıyor, köye geliyor, “Adını değiştireceksin!” diyor. değiştirmeyeni öldürüyor, hapse götürüyor... Rusya’da hâkezâ... Başka yerlerde çeşitli zorluklar oluyor.


d. Parti Çalışmaları


1 Soru:

“İslâm’ı yaymak için, vasıtanın da İslâmî olması gerekir.” deniliyor. Bu durumda particilik caiz olur mu?


İslâm’ı yaymak için, vasıtanın İslâmî olması gerektiği doğru... Haramla olmaz bu iş! Yalnız İslâm’da particilik, müslümanların hizip hizip olup birbiriyle çekişmesi, tefrika olması bakımından yasaktır. Fakat şimdi Türkiye’de bazı kanunlar çıkartılmış, bu kanunlara göre yürüyor işler... Bu kanunları dinlemeden bir şey yapamazsın. Polis gelir, savcı gelir, hakim gelir, mevcut mekanizma işler.

Şimdi bu mevcut şartlar içinde, yapılması gereken hayırlı tedbirler neyse onları yapıp yürümek lâzım! Bu mânâsıyla mevcut şartlara göre, uygun olan bir çalışma tarzı tutturmak bir mahzur değildir. Bu mânâda insanın çalışması, meydanlarda hakkı söylemesi, insanları doğru yola çekmeğe vesile olması bakımından parti çalışması yapılması caizdir. Çünkü, tebliğ vesilesi oluyor, hakkı söylemeğe çalışıyorsun.

Müslümanların parça parça olup birbirleriyle çekişmesi doğru değil ama, mevcut bir kanûnî nizam içinde, konuşma ve tebliğ etme vasıtası olarak bu yol açık olduğuna göre, bu yolda çalışmakta bir mahzur yok... Buna haram diyemeyiz, çünkü hakkı söylüyorsun. Yalnız, söylenilen şeyler İslâm’a, hakka, Allah’ın rızâsına, hadis-i şerife uygun olacak!


2. Soru:

Siyâsî partilere oy verilmesi ve meclise gidilmesi İslâm’a ters düşmez mi, şirk değil mi?..

352

Hayır, şirk değildir. Şirk, Allah’a ortak koşmak demektir.

Siyâsî partilere oy verilmesi, bir iyi insanı seçip yönetime getirmede araç olabilir. Adetâ bir çeşit istişaredir seçim... “Kimi istiyorsanız seçin!” diye istişarede fikrini söylemektir. Sen de fikrini söylersen, bu İslâm’a uygun olur. Söylemezsen, İslâm’a ters olur.

“—Ama hepsi birbirinden berbat!” O zaman doğrusunu sen koy! Sen çık da bizi de kurtar, biz seni destekleyelim. Dürüst insan çıksın ortaya...

Birisini seçeceksin. Seçmemek de çare değildir, oy vermemek de çare değildir. Oy vermek mecburiyettir, dînî mecburiyettir benim âcizâne kanaatime göre... Çünkü, sen oy vermediğin zaman, öbür taraf baskın gelip hiç istemediğin bir insan çıkabiliyor. Katılmıyorsun, o zaman bakıyorsun: “Aaa, şu kadar oy farkıyla çıkmış bir edepsiz, hırsız kimse... Sen oy vermediğin için oraya çıktığından, onun vebali sana da gelir. Vermediğin için de gelir. Bu iş böyle...


3. Soru:

Parti kurup politikaya atılacağınız konusunda çeşitli spekülasyonlar var; bu konuyu açıklığa kavuşturur musunuz?


Şimdi, müslüman olarak her kişinin toplumuyla ilgilenmesi, içinde yaşadığı toplumu düzeltmeye çalışması gerekir. Bu düzeltme, her yönlü çalışma ile olur. Ben şahsen önemli çalışma olarak, kültürel çalışmayı görüyorum. Dergiler çıkartıyorum, kitaplar neşrediyorum. Konferanslar veriliyor, daha başka çalışmalar yapıyoruz. Radyo televizyon kurmağa çalışıyoruz,

yayınlar yapmağa gayret ediyoruz. Kurslar kurmuşuz, okullar kolejler açmışız. Böyle çalışmalar yapıyoruz.

Tabii, bunları yapmak başka çalışmaları yapmamak mânâsına gelmez. Toplumun bünyesini kuvvetlenmesi ve her yönden iyi duruma gelmesi için elimizden gelen her şeyi yapmamız lâzımdır. Kanunlara göre de seçme ve seçilme bir hak, aynı zamanda bir ödevdir. Seçim sandığına gitmeyene cezâ da yazıyorlar.

353

O halde, politika sahasında müslümanların çalışması normaldir. Nitekim, İslâm’dan bahseden, İslâm’a hizmet etmek istediğini söyleyen politikacılar vardır. Konuşmasını bu tarzda yapan insanlar vardır. Demek ki, parti kurulabilir, politika yapılabilir. Eski diyânet işleri başkanı Gümüşhâneli Lütfi Doğan benim talebemdir. İlâhiyattan mezundur. İşte politikanın içindedir, aynı zamanda mutasavvıftır. Reisicumhurluğa bile adaylığını koydu, görüyorsunuz.

Politikayı toplum çalışmalarının yegâne hizmet şekli olarak görmüyorum; küçük bir bölümü olarak görüyorum. Kültürü ve eğitim çalışmalarını daha önemli görüyorum.


4. Soru:

İslâm’da particilik var mıdır?


İslâm’da, bu bizim modern anlayışımıza göre, particilik diye bir şey yoktur. İslâm’ın sistemi, hep her şeyi kendine özgüdür, kendine mahsustur. İslâm’ın bütün sistemleri kendine mahsustur. Kapitalizm de değildir. Komünizm de değildir. Bilmem şu da değildir, bu da değildir. İslâm’ın her şeyi kendisine mahsustur. İslâm’ın yönetim biçiminin de kendine mahsus özellikleri vardır. İslâm’da bir beldenin hall ü akt erbâbı vardır. Halletmek, çözmek demek. Akdetmek, bağlamak demek. Yani işleri bağlama çözme, yani yürütme ve götürme işlerini yapan bir elit zümre vardır. Buna âyân ve eşraf denilebilir. Yani o beldenin gözde insanları… Bu gözdelik de takvâdan kaynaklanır.


Adam gadretmişse, zulmetmişse, İslâm’da şahitliğini bile kabul etmez hâkimler. Sorarlar:

“—Sen kimsin?” “—Falanca...” “—Ha, senin şu suçun var, senin şahitliğin kabul değildir!” derler.

Şahitliği bile kabul olmayan insanın, seçme ve seçilmede reyi de olmaz. Davulcunun, zurnacının, dömbelekçinin, göbekçinin,

354

göbek atıcının, şarkı söyleyicinin şahitliği yoktur İslâm’da… Yani takvâ ehli kimselerin söz hakkı vardır.


إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهَِّ أَتْقَاكُمْ (الحجرات:٣١)


(İnne ekrameküm inda’llàhi etkâküm) “Sizin Allah indinde en asaletliniz, en eşrefiniz, şerefliniz; takvâca en ileri olanınızdır.” (Hucurat, 49/13) dendiği için, takvâsı iyi olan, alim olan, fâzıl olan kimselerdir.

İşte bu âyân ve eşraf, hall ü akt erbabıdır. Onlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil ederler. Şahitliği kabul olmayacak duruma düşmüş insanlar bu gruba dâhil olamazlar. Bir insan bazı sebeplerden yalan söylemişse, bu gruba dahil olamaz.

Hâlis, muhlis, alim, fâzıl, kâmil insanların bir birliği vardır. Bunların birliği bir şûrâ teşkil eder. Birlik ve beraberlik… Onlar bir başkan seçerler. O başkana itaat edilir. İslâm’ın sistemi budur.


Bu mânâsıyla İslâm’ın kendi yapısında bu yok. Fakat bugün müslümanların yaşadığı ülkelerde, sistemler müslümanların istediği tarza göre kurulmamıştır. Sistemler Batılıların arzuları gibi veyahut onlar örnek alınarak, İslâmî endişesi olmayan insanlar tarafından konulmuş kanunlarla götürülmektedir. Ve o kanunlara göre işler yürütülmektedir.

Meselâ, bir arazinin bölünmesi, bir şirketin kurulması, herhangi bir işin yapılması, resmi makamlardan geçirilmesi, bir derneğin kuruluşu ve saire... Bunların hepsinin nizamı vardır ve siz bunlara uymazsanız, o işi yapamazsınız. Dış ticaretin, iç ticaretin birtakım şartları vardır. Bunlara uymak zorundasınız.

Bunun gibi, bu bakımdan müslümanların böyle ülkelerde olduğu zaman, tabii partileri olabilir. O zaman, “Ben kendim daha iyi bir çalışma yapacağım.” diye bir grup teşkil edip, ayrı bir parti çalışması olabilir o vakit. Aslında İslâm’ın kendisinde, hall ü akt erbabının şûrâsı, şûrânın kararları, seçtiği şahıslar, seçtiği şahısları indirme hakları ve saire vardır. Ama partiler bugünün

355

kanunlarına göre kurulur.


5. Soru:

Mehmed Zahid Kotku Hazretleri parti hakkında ne buyurmuşlardır? Cevaz vermişler midir?


Cevaz da vermiştir destek de vermiştir. Ben hatırlıyorum, beraber Samsun’a ve saire gittiğimiz zaman, bir partici gibi, partiye muhalif olan, başka kimseleri destekleyen şahıslara nasihat da etmiştir.

Ondan sonra da partinin desteklediği insanlar hatalı işler yaptığı zaman, onların aleyhinde de sözler söylemiş, yazılar yazmıştır. Çünkü din adamı hakkı söyler, hayrı söyler, herkese nasihat eder. Din politikanın emrinde değildir, hakkı söylemesi gerekir.

Biz de öyleyiz. Bizim de kavgamız, gürültümüz, dargınlığımız başka bir sebepten değildir. Çünkü denmiştir ki;

“—Din adamları da partinin hizmetine girecek.” Hayır, parti dinin hizmetine girecek! Din adamları partinin hizmetine girmez. Bizim kavgamızın aslı budur.


e. Kadının Yönetici Olması


1. Soru:

Peygamber Efendimiz Hazretleri, “Başlarına bir kadını yönetici yapan kavim iflah olmaz.” buyurmuş. Bir kadın başbakan oldu, şimdi biz ne yapalım?


İranlılar, Kisra’nın kızını kendilerine kraliçe seçmişler Peygamber Efendimiz’in zamanında... Kisra ölünce, Kisra’nın kızını, yâni İran Keyhüsrevinin kızını kendilerine hükümdar seçmişler. O zaman şöyle buyurmuş Rasûlüllah Efendimiz:27



27 Buhàrî, Sahîh, c.VI, s.2600, no:6686; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.527, no:2262; Neseî, Sünen, c.VIII, s.227, no:5388; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.51, no:20536; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.128, no:4608; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ,

356

لَنْ يُفْلِحَ قَوْمٌ، وَلَّوْا أَمْرَهُمُ امْرَأَةً (حم. خ. ت. ن. عن أبي بكرة)


RE. 354/4 (Len yüfliha kavmün vellev emrahümü’mreeten) “İşlerinin başına bir kadını tayin etmiş olan bir kavim felah bulmaz.”

Öyle kadından başkan oldu mu, hayır, bereket yok diye o zamanın İran’ı hakkında söylenmiş ama, umûmî bir şeydir.

Neden? Kadının onda dokuz hissi galiptir. Allah ona şefkati fazla vermiş, sevgiyi fazla vermiş çocuğuna baksın, evine bağlansın diye onun yaradılışı başka türlü. Erkeğe de daha başka hasletler vermiş. Erkek dışarıda çalışsın, çabalasın diye.

Allah-u Teàlâ Kur’an-ı Kerim’de emir buyurmuş ki:


الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ (النساء:٤٣)


(Er-ricâlü kavvâmûne ale’n-nisâ) “Erkekler kadınların başına hàkimdir, onların işlerini yürütmek üzere kàimdir başlarında.” (Nisâ, 4/34) diye ifade eylemiş.

O halde, ailenin reisi de erkek oluyor. Dışarıda çalışmak ve evin rızkını, giyimini kuşamını, kadının barınmasını sağlamak, onu bir kimseye muhtaç duruma düşürmemek de onun vazifesi olmuş oluyor. Aynı şekilde, bir memleketin idaresi de erkeklerin işi oluyor. Cihad edecek, harb edecek, savaşacak. “Eğer bir kadını başlarına geçirirlerse, o zaman öyle bir kavim felah bulmaz!” diye buyurmuş Peygamber Efendimiz.

Bir teselli noktası vardır ki, başında cumhurbaşkanı vardır. Yine erkekte olmuş oluyor yetki...

Kadının başa geçmesinden önce, mü’minin, ihlâslının,


c.III, s.90, no:4907; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.465, no:5937; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.V, s.183; Ebû Berke RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.23, no:14673; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.69, no:18871.

357

imanlının, kabiliyetlinin, hakîkaten o işi haketmiş insanın geçmesi lâzım! Başka bir hadis-i şerifte buyruluyor ki:28


إِذَا وُسِّدَ اْلأَمْرُ إِلٰى غَيْرِ أَهْلِهِ ، فَانْتَظِرِ السَّاعَةَ (خ. عن أبي هريرة)


ME. 131 (İzâ vüsside’l-emru ilâ gayri ehlihî) “İşler ehli olmayan insanların uhdesine verilince, onların üzerine yüklenince, yamanınca; (fe’ntaziri’s-sâah) kıyametin kopmasını bekle!”

Koptu kopacak işte... İşler ehline verilmiyor çünkü... Her işin ehline verilmesi lâzım! Aranacak, taranacak; en ehil insan kimse, o işin başına geçirilecek. “Nâehiller geçtiği zaman, kıyametin kopmasını bekleyin!” deniliyor, asıl mesele odur.


2. Soru:

“Yöneticisi kadın olan bir topluluk iflâh olmaz!” hadis-i şerifi sadece o zamanki İran’a mı aittir? Bu hadis-i şerifi nasıl anlamamız lâzım?


Hadis-i şerif öyle bir zamana mahsus olarak yorumlanmaz. Ayet-i kerimeler de öyledir; sebeb-i nüzûl özel bile olsa, hüküm umûmîdir. Sebeb-i vürûd-u hadiste de aynı şey vardır. Hükmü umumidir.

Kadının duygusal yönü kuvvetlidir. O bakımdan erkekten biraz farklıdır. Anne olarak yaratılışında farklılıklar vardır,

zaafları vardır. O bakımdan yöneticilik yapmaları pek uygun olmuyor. Yöneticinin kâmil olması gerektiğinden, sağlam ve tam dirayetli olması gerektiğinden dinimiz onu uygun görmemiş.


3. Soru:

Başbakanın bir bayan olması hakkında ne düşünürsünüz?




28 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.33, no:59; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.210, no:38422; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.127, no:2927.

358

Bu tasavvufî bir soru değil ama herkes her şeyi soruyor, politik sorular da soruyor. Aslında İslâm’da kadından şeyh olmaz, kadın reis de olmaz. Hadîs-i şerîf vardır. Kadınlar kocasına itaat edecek; her yere çıkamaz, herkesle konuşamaz. Tabi bu çıkıyor, ayrı ama aslında çıkamaz. O bakımdan reisin erkek olması lâzım, ittibanın da ona olması lâzım. İslâmî olmayan bir durum.

Zaten İslâm’a kim aldırıyor? Herkes paldır küldür gittiğinden İngiltere gibi bir şey oldu. Yani İngiltere’de kraliçe var, burada da başbakaniçe var. Durumlar böyle olmuş oldu. Tabi her şeyimizin ne kadar değiştiğini gösteren bir gösterge.


4. Soru:

Ülkemizde bir kadının başbakan seçilmesiyle yepyeni anlayışlar ve yorumlar yaratılmıştır. Siz ne dersiniz?


Kur’an-ı Kerim’de Yemen’deki Saba ülkesinin hükümdarı, melikesi olan Belkıs’ın macerası ve bir hadisesi bahis konusu ediliyor. Süleyman AS zamanında yaşamış. O kavim güneşe taparlarmış. Süleyman AS ona bu batıl dini bırakmalarını, hak dine gelmelerini ihtar eden bir mektup göndermiş. Ondan sonra Belkıs, Süleyman AS’ın ülkesini ziyarete geliyor ve orada Süleyman AS’ın hak peygamber olduğunu, doğru yolda olduğunu görüyor ve müslüman oluyor, tekrar ülkesine dönüyor.

Bu, Kur’an-ı Kerim’den kadın bir hükümdarın olabileceğinin misalidir. Bizim İlâhiyat Fakültesi’nde İslâm’da Kadın Hükümdarlar diye çalışma yapmış kimseler de vardı.


İslâm âleminde kadınların hükümdarlık yapması başka, İslâm dininin kadınlara yöneticilik verip vermediği hususu başka… Fiilen “Ben yaptım, oldu.” tarzında değil de, “Bu iş dinen doğru mudur, değil midir?” denilirse, dinen pek doğru değil.

Çünkü kadın, esas itibariyle kocasının emrinde olduğu için eğer melikenin, kraliçenin kocası varsa sözün onda olması lâzım. Binâen aleyh hükümdarlık, kadında olmuyor, erkekte oluyor. Çünkü ayet-i kerimede:

359

الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ (النساء:٤٣)


(Er-ricâlü kavvâmûne ale’n-nisâ) “Erkekler kadınların başına hàkimdir, onların işlerini yürütmek üzere başlarında kàimdir.” (Nisâ, 4/34) diye buyrulmuştur.

İkincisi; kadının çeşitli sebeplerden, birtakım zamanlarda bazı şeyleri yapamama durumu vardır. Mesela hamile olduğu zaman, çocuğa baktığı zaman, lohusalık zamanında... Binâenaleyh devlet işleri kesinti, inkıta kabul etmez ama kadının fizikî hayatında, inkıtalı durumlar vardır, çalışamadığı, mecburî izinli olduğu durumlar vardır. O bakımdan doğru değildir.

Sonra, bir hadis-i şerifte buyruluyor ki:29


إِذَا وُسِّدَ اْلأَمْرُ إِلٰى غَيْرِ أَهْلِهِ ، فَانْتَظِرِ السَّاعَةَ (خ. عن أبي هريرة)


ME. 131 (İzâ vüsside’l-emru ilâ gayri ehlihî) “İşler ehli olmayan insanların uhdesine verilince, onların üzerine yüklenince, yamanınca; (fe’ntaziri’s-sâah) kıyametin kopmasını bekle!”

Esas itibariyle buradaki soruda, “yorumlar yaratılmıştır” deniliyor. “Yaratma sözünü” Allah için kullanıyoruz; bu uygun değil.

Türkiye’de Tansu Çiller’in başbakan olması, devlet başkanı olması demek değildir. Çünkü hükümet başkanı başkadır, devlet başkanı başkadır. Aslında Türkiye’de şu anda Süleyman Demirel teorik olarak ondan daha üst mevkidedir. Devletin başkanı Süleyman Demirel’dir. Ama bir kadın başbakan olmuş oldu.

Fakat İngiltere’de Queen, kraliçedir. İngiltere başka türlü… Benazir Butto, o da Pakistan’da, onun da başında reis-i cumhur vardır. Binâen aleyh başbakandır, hükümet başkanıdır, devlet



29 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.33, no:59; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.210, no:38422; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.127, no:2927.

360

başkanı değildir. Aslında devlet başkanının emrindedir.


f. Yeni Türk Devletleri


1. Soru:

Ortaasya’daki yeni Türk devletlerinin, hükümet başkanları veya cumhurbaşkanlarının İslâmî yönleri var mı? Biraz bilgi verir misiniz?


Onlar yılların komünistleri ve Rusya’nın seçtiği insanlar. Biz Türkiye’den ihraç etmedik ki. Zaten ihraç metaımız yok. Biz yerli ihtiyacı bile karşılayamıyoruz; İslâm ülkelerinden de alıp göndermedik. Çoğu Rusya’da seçilen, Ruslar’ın seçip de oralara getirdiği yahudi insanlar.

Muttalibov. Azerbaycanlılar, Azerbaycan Halk Hareketi olarak bunu başlarından attılar. Geçen gün gazetelerde vardı: “Ermenilerin katliamlarının çoğundan onun hükümeti sorumlu.” diyorlar. Komünist Rusya’dan aldığı direktiflere dayanarak demek ki suçlu görünüyor.

Şimdiki Elçibey biraz daha iyi durumda görünüyor. Ama öteki devletlerin başkanlarının, “Ruslar’dan bağımsız, Ruslar’a tam düşman, Ruslar’ın karşısında Türkiye’nin yanında yer alabilir, bu hususta canını feda edebilir insanlar olduğunu düşünmek çok erken, çok saflık olur.”

Her şeyi böyle normal, tabii çizgisinde düşünmek lâzım. İnsanı insan yapan eğitimidir. Müslüman yapan, hırıstiyan yapan, komünist yapan kafasıdır, zihniyetidir. O zihniyet komünist gibi yaşadıktan sonra adının nurlu olması fark etmez. Davranışlarına bakacaksınız, yapmak istediklerine bakacaksınız, gözünüzü açacaksınız. Halktan gelme bir İslâmî baskı vardır; müslümanlara karşı bir kardeşlik duygusu vardır ama halk halktır, yönetimler yönetimdir.


Bugün dünyanın birçok yerinde basit halk tabakalarını yukarıdaki yönetimler idare ediyor. İsrail’de Filistinliler’i

361

Gazze’de ve sâirede yönetiyor. Avrupa’da, Almanya’da iki milyon Türk var; Almanlar yönetiyor. Türkiye’de bu kadar müslüman var; bir başörtüsünü sorununu halledebilmiş değil. Türkiye’yi başörtüsüne dost olmayan, sakala dost olmayan insanlar yönetiyor.

Biz baskı yapıyoruz; İslâmîleştirmeye çalışıyoruz. Onlar seçimlerde müslüman oluyor; seçimlerden sonra değişiyor. “Karakolda doğru söyler. mahkemede şaşırır.” dediği gibi, “Benim bacım haram yemez, hamama gider bohça çalar.” dediği gibi, birazcık konuşturduğunuz zaman İslâmî bir şuurunun ve kaygısının olmadığı âşikâr... Hatta İslâm’a düşman olduğunu görüyorsunuz. Türkiye’de bile durum böyle.


O bakımdan bir yerde yaşamak ve ticaret yapmak mühim değil. Yönetime hâkim misiniz, değil misiniz? Yönetiyor musunuz,

362

yoksa yönetiliyor musunuz? Önemli olan budur. Çoban mısınız, koyun musunuz? Koyunsanız bir gün postunuza otururlar; bir gün etinizi kızartma yapabilirler. Çobansanız sürüyü sevk edersiniz. Onun için o ülkelerin yönetimlerinin tamamen müslüman olduğunu, bizim kafada olduğunu düşünmek için daha erkendir. İhtiyatlı olmak lâzım. Kalplerinde bir iyimserlik vardır ama adamlar ölçüp biçiyorlardır.

%45’i Rus olan, Rusya ile komşu bir Kazakistan, Kızıl Ordu birliklerinin kışlalarının henüz içinde durduğu bir ülke, sana ne kadar dost olabilir? Özbekistan ne kadar dostluk yapabilir? Bunları realist olarak düşünmek, ona göre hareket etmek lâzım.


2. Soru:

Sovyetler Birliği dağıldı, kardeşlerimiz özgürlüklerine kavuştu. Türkiye olarak biz bu durumu önceden düşünemedik ve hazırlıksız yakalandık. Kardeşlerimiz sahipsiz kaldı. Bu durum olumlu bir gelişme midir? Neler yapılabilir?


Ben Sovyetler Birliği’nin dağıldığını tam kabul edemiyorum; şeklen dağıldı ama onlar “Yeniden Yapılanma” dediler. Yani evlerini revize ettiler, dekoru değiştirdiler. Kendilerini yormayacak, daha rahat bir sistem aradılar, bu sistemi ortaya çıkardılar. Beş ayrı cumhuriyetin reisicumhurları kendi rızalarıyla bir araya geldiler; anlaşmalar yaptılar. Ruslar’ın başındaki adam, “Çok memnun oldum.” diye beyanat verdi. “Hiç memnun olmadım.” deseydi benim daha çok hoşuma gidecekti ama “Çok memnun oldum.” dediğine göre şimdi ben, “Bu anlaşma neyin nesidir?” diye kendi kendime soruyorum.

Kardeşlerimizin özgürlüğüne kavuşmasını isterim ama, cân u gönülden tam kavuştuğunu söyleyemeyiz. Çünkü her şeyi tam mânasıyla hür olarak yapamıyorlar. Sovyetler Birliği’nin ne nisbette dağıldığını, kardeşlerimizin ne nisbette özgürlüğe sahip olduğunu çok iyi tahlil etmek gerekiyor. İlk önce bunları iyi incelemeliyiz, yakından tetkik etmeliyiz.

Tabii, bir takım avantajlar elde edilmiştir. Meselâ, seyahat

363

edemiyorduk; ediyoruz. Ama oradan öğrenci istedik, hiçbir öğrenci buraya gelemedi. Göndermediler, vize vermediler. Vize onların elinde. Biz oraya gitsek, orada bir kardeşimizin oturum alması bin bir türlü müşkülatla mümkün oluyor. Her şey o kadar kolay değil. Bunu böyle bilip ona göre çalışmak lâzım.


g. İran’la İlişkiler


Soru:

Konuşmanız sırasında İran İslâm Cumhuriyeti’nin müslüman yapılmasından sünnî yapılmasını mı kastediyorsunuz? Bu konuyu biraz açar mısınız?


Müslüman yapılması… Biz esas itibariyle, Kur’ân-ı Kerîm’in doğru anlaşılmasını, müslümanların sünnet-i seniyye yolunda yürümesini istiyoruz. Abuk sabuk müslümanlık istemiyoruz. “Müslümanım” diyen insanın haline bakıyoruz; “Ne biçim adamdır, gerçek müslüman mı, salon müslümanı mı, folklor müslümanı mı, gerçekten Allah’ın rızasını düşünen hakiki bir

364

müslüman mı?” bunları anlamak istiyoruz. Tezatları varsa tezatlarından kurtulmasını istiyoruz. “Hem müslümanım diyor hem faiz yiyor. Hem müslümanım diyor hem içki içiyorsa, bu ne biçim iş?” diye onu düzeltmeye çalışıyoruz.


İran ile olan durumumuz çok önemli. Ben birkaç yazımda da, konferansımda da bu meseleye işaret ettim. İran’da nüfusun %45’i, yarıya yakın bir miktarı Türkçe konuşan, Türk ırkından kardeşlerimizdir. Sünnîler de vardır Türkler’in bir kısmı şiîdir; bir kısmı güney Azerbaycan olarak şimdiki Azerbaycan’ın bir parçasıdır. “İran oraya sahip olmuş.” deniliyor.

İran Orta Asya’ya ve Güneydoğu Asya’daki İslâm yoğunluğuna giden yolu işgal eden bir ülkedir. Biz Davos anlaşmalarıyla Yunanistan ile bile flört ederken, “dostluk yapacağız” derken İran gibi bu kadar önemli konumu olan bir ülkeyle de oturup akıllıca bir şeyler, bir işbirliği yapmalıyız. Devlet olarak düşünmeliyiz.

Zaten devlet eskiden düşünmüş OECD dediğimiz bölgesel işbirliği teşkilatını kurmuş ama Batılılar telaşlanmasın diye İngiltere’yi de almış. Doğru düzgün bir şey yapıldı mı, yapılmadı mı? Tabii bunun faaliyetlerinin altına bir toplama çizgisi çekip ne yapıldığını düşünmek lâzım. Bir şey yapılmak isteniyor da “yapılmasın” diye sonra sulandırılıyor, engelleniyor mu, yapılamıyor mu? Neden yapılamıyor? Düşünülmesi lâzım. İran meselesinin şu veya bu şekilde halledilmesi lâzım.


Biz itikad bakımından da İran’daki bozuklukları düzeltmek hususunu düşünüyoruz. Ankara’da bir toplantı yaptık. Alevîler’in Hz. Ali ile Câferîler’in imam Câfer-i Sâdık ile Bektâşîler’in, Türkiye’deki Râfızîler’in Hacı Bektâş-i Velî gibi saydıkları kimselerle ilgisinin ne derecede olduğunu vurgulamaya çalıştık.

“—Hz. Ali nasıl bir insandı siz nasılsınız? İmam Câfer-i Sâdık nasıl bir kimseydi siz nasılsınız?” diye konferansta bahis konusu ettik. “Şu çizgiye gelin!” demek istedik. O da bir görev.

Bazı kimseler ilgi duydu. Hatta İran elçiliğinden bazı kimseler geldi; “Câferîliği bir de biz anlatalım!” dediler. Biz onlara “Kur’an

365

çizgisinde ne durumdasınız?” demiş oluyoruz. Onlar da bize bir şey demek istiyorlar ama olsun; konuşa konuşa, yavaş yavaş meseleleri çözebiliriz.


Kabak iki tarafın da başına patlayabilir. Karşı taraf bizi dost görüyor da, onu düşman görüyor değil. İkimizi de düşman görüyor. Sonra komşumuzdur. Biz o ülkeden demiryolunu, karayolunu geçirip Orta Asya’ya ulaşmak zorundayız. Bir takım güzel anlaşmalar yapmaya mecburuz. Onun için İran’ı önemli bir ülke olarak görüyorum.

Tabii İran olsun, Türkiye olsun, Türkiye’deki bozuk inançlılar olsun hepsinin hakiki, has halis müslümanlar olması için çalışma yapmak gerektiğini düşünüyorum. Elbette öyle bir çalışma yapacağız. Bizde de kusurlar vardır, bizim de müslümanlığımız sakattır. Biz de gevşek müslüman durumunda olabiliriz. Kendimizi de düzeltmemiz lâzım! Başkalarının da düzelmesi lâzım.


2. Soru:

İran’da İslâm cumhuriyeti olduğu halde, sahabîler hakkında kötü laflar söylüyorlarmış. Böyle bir şey doğru mu?


Şiî mezhebinin kolları vardır, çeşitleri vardır. Bunların insaflıları vardır, aşırıları vardır. Aşırılarına Gulât-ı Şiâ denir, “Şia’nın taşkınlık yapanları, aşırı gidenleri” mânasına geliyor. Onların içinden bazıları Şeyhayn’a küfrediyor. Şeyhayn; Ebû Bekir ve Ömer Efendilerimiz (radıya’llàhu anhümâ) demektir. Onları kabul etmiyorlar, onlara ağır sözler söylüyorlar.

Tabii sahabeye ağır söz söylemek yoktur. Hz.Âişe Validemiz ile Hz. Ali Efendimiz arasında problem olmuş olabilir. Bizim onların ihtilaflarına girmemiz doğru olmaz. Mesela annemiz ve babamız kavga etse araya girip, birisini tutup öbürünü dövecek miyiz? Bazı şeylerde doğru olmaz. Kötü söz söylemek Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerifine aykırı. “Asla kötü söz söylemeyin!” buyurduğu için doğru değildir.

366

İran’da Humeyni’nin yönetime gelmesinden, yönetimi elde etmesinden sonra Sünnîlerle bir yakınlaşma çabası oldu. “Sünnilerle Kardeşiz” diye kardeşlik haftası ilan ettiler. Ziyaretler, konuşmalar oldu. Doğrusu bizi de İran’a çağırdılar; Tahran’da, onların en lüks otelinde, 21 gün kaldık. Bizi muhafaza ettiler, muhtelif yerleri gezdirdiler. Alimlerinin oturduğu Kum şehrine gittik. Bomba tehlikesi altında C-130 uçaklarıyla cepheye gittik. Dezful şehrine kadar gittik. Muhtelif şehirleri gezdik. Baktık namazları kılıyorlar, sözleri iyi ve saire. Bir yakınlaşma oldu.

Bu yakınlaşmayı teşvik etmek lâzım; ihtilaf çıkarıcı şeyleri açmamak lâzım. Yaraya tekrar tırnak atmamak lâzım. Yırtığı büyütmemeye çalışmak lâzım. Biz bunu yapıyoruz. Benim şahsen uygulamam, metodum bu. Müspet bir şeyi geliştirmek lâzım. O bir el uzatmışsa, biz de uzatmalıyız; mümkün olduğu kadar yakınlaşma sağlamalıyız.

Namaz niyaz inkâr edilmiyorsa, haramlar işlenmiyorsa, güzel şeyler yapılıyorsa, onları devam ettirmek lâzım. Ama namaz kılınmıyorsa, haramlar işleniyorsa o zaman onu da söylememiz

367

lâzım. Çünkü biz Allah’a karşı sorumluyuz, Allah razı gelmez. “Kulu razı edeceğiz.” diye Allah’ı darıltamayız. Allah’ın gazabına uğrayacak şeyi, “Kul memnun olsun!” diye de söyleyemeyiz. Hakkı söylemek vazifemizdir.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 30


زُلْ مَعَ الحَقِّ حَيْثُ زَالَ (حب. طب. ع. مخول السلمي)


(Zül mea’l-hakkı haysü zâle) “Hak nereye giderse hakla beraber ol! Hakkın yanında ol! Hak nereye doğru hareket ederse, nerede pozisyon alırsa orada, onun yanında ol!” buyuruyor.

Biz hakkı tutarız. Bir de basiretle hareket ederiz; düşmanlıkları alevlendirmeyiz, yangına benzin dökmeyiz, söndürmeye çalışırız. Tarihî yaraları sarmaya çalışırız. İran bizim komşumuzdur. İçinde %45’den fazla Türk vardır, Türk ırkından insan vardır. Sünnîler vardır. Aynı tarihi paylaşmışız. Büyük Selçuklu İmparatorluğu oraya da hakim olmuş, Anadolu’ya da hakim olmuş.

Sonradan birtakım ihtilaflar çıkmış, bazı savaşlar olmuş, seferler olmuş; Otlukbeli harbi, Çaldıran harbi, vesaire. Tarihte onların sebepleri vardır. Tarihteki hadiseleri şu ana taşımamıza lüzum yoktur.


Avustralyalılarla da harp etmişizdir. Anzakları Gelibolu’ya göndermişlerdir. Bizim dedelerimizi, amcalarımızı öldürmüşlerdir. Şimdi devlet değişmiştir. Onlar da, biz de değişik bir pozisyon içinde bulunuyoruz. Dünya budur.


30 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIII, s.196, no:5882; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.322, no:763; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.III, s.137, no:1568; İbn-i Esîr, Üsdü’l- Gàbe, c.I, s.998; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VI, s.56, no:7854; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VIII, s.29, no:2045; Mahvel el-Behzî es-Sülemî, babasından.

Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.176, no:7276; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1363, no:43578, 43580; Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.593, no:12342; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.331. no:4236 ve c.XXXXI, s.231, no:44741; RE. 13/6.

368

Almanlar Paris’e hücum etmişlerdir, Fransa’yı yıkmışlardır, Manş Denizi’ne dayanmışlardır, İkinci Cihan Harbi’nde oraları istila etmişlerdir. Ondan sonra yenilmişlerdir. Şehirleri yakılmış yıkılmıştır, yağmur gibi bomba atılmıştır. Şimdi Avrupa Devletleri Topluluğu olarak iş birliği yapıyorlar.


Neden? Akıl, mantık onu gerektiriyor. Akıl, mantık, ilim, irfan, iz’an, din, iman, Allah’ın rızası, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi neyse, biz de onu yapmaya çalışmalıyız. İran’la mutlaka dost olmalıyız. Yunanistan’la, Bulgaristan’la, Fransa’yla, Almanya’yla dostluk düşünürken, İran’la dostluğu düşünmemek çok yanlış olur. Çünkü ötekilerin dini bize daha uzak. Bunun mezhep farkı bile olsa hiç olmazsa müslümandır; ezanı var, namazı var, ehvendir, mutlaka dost olmalıyız.

“—Suriye’yle, Irak’la, İran’la dost olmamız lâzım!” diye düşünüyorum. Biz grup olarak bu istikamette çalışıyoruz.


h. Şûra Konusu


Soru: Hocam, şûrâ ile ilgili yazınız yayınlandı. Şûrâ ile ilgili bir çalışma var mı? Bu nasıl bir sistemle olacak, bunu lütfen açıklar mısınız?


Şûrâ ile ilgili yazım yayınlandı. Böyle bir çalışma olması temenni edilir. Fakat böyle bir çalışma -kabul edersiniz ki, bir elin sesi olmaz- iki elle olur ancak en aşağı değil mi?

Yani pek çok grubun iştirak etmesiyle olur. Biz yayınlamakla herkese sorumluluğunu hatırlatıyoruz. Gücümüzün yettiği şeyi yapacağız. Yani gücümüz yeten şeyi Allah’ın rızasını kazanma ölçüleri içinde yapmaya çalışacağız. Yardımcılar olursa memnun oluruz ve çalışmamızı geliştiririz.

Bazı müspet yaklaşımla bize yanaşanlar var. Yani bizim bu sıcak teklifimizi dostâne, kardeşâne teklifimizi, aynı sıcak duygularla karşılayan insanlar var. Bunlar geldiler, müracaat

369

ettiler. Ön teklifler, konuşmalar yaptılar. Sevindik. Ama bunlar Türkiye çapında istenilen bir hall ü akd erbabının teşekkülü ve istenilen kararları alma şeyine sağlayacak bir seviyeye çıkmış değil. Dua edin, gayret etin. Siz de gayret edin, bizde gayret edelim, yapmaya çalışalım!


i. Yeni Parti Kuruluşu


1. Soru:

Hocam, yeni bir siyasi oluşum, yeni bir parti çalışması içerisinde sizin de isminizi duyuyorum, doğru mu değil mi? Doğruysa hangi ihtiyaçtan doğdu?


Müslümanların politika sahasında hizmet yapmaları şarttır. Hizmet sahası sadece ilmi saha değildir, sadece ekonomik çalışmalar değildir, sadece eğitim çalışmaları değildir, sadece kültürel çalışmalar değildir. Müslümanların her sahada çalışması lâzımdır. Ve bu çalışmaların da derli toplu, akıllı uslu, güzel bir taraftan götürülmesi icap ediyor. Bu bir ihtiyaçtır. Müslümanların bunu oturup, düşünüp, konuşup düzenlemesi, düzeltmeleri; mevcut hareketlerde kusurlar varsa onları tasnif etmeleri gerekir.

Birlik ve beraberlik içinde olunduğu zaman iyi sonuçlar alınabiliyor. Tefrikaya düşüldüğü zaman müslümanlar her yerde zarar görüyor, sonunda kaybeden müslümanlar oluyor.

Endülüs’ün elden çıkması müslümanların tefrikasındandır. Birbirleriyle mücadelede icabında gayrimüslimlerle bile iş birliği yapmışlar. Sonunda beylikler birer ikişer, birer ikişer, yıkıla yıkıla en son beylik de Kurtuba’dan çıkarılmış. Endülüs, İslâm diyarı olmaktan mahrum duruma gelmiştir. Onun arkasından Korkunç bir katliam olmuştur. Hafif bir ihtimalle hıristiyanlaştırma çalışması olmuştur.

Yahudiler bile orada duramamışlardır ve Osmanlı, “Zavallılar, ölmesinler.” diye gemilerle beş yüz yıl önce onları oradan Osmanlı diyarlarına taşımışlardır.

370

Bu bakımdan siyasi çalışmaların yapılması lâzım. Fakat ben bunları teklif olarak söylüyorum. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde çalışması gerektiğini de her zaman vurguluyorum.

Sanıyorum bu umumi bir arzu ve istektir. Fakat fiilen tek bir partiyi kendim kursam onun pek faydalı olacağını sanmıyorum. Çünkü herkes kendi nefsinin arzusundan sıyrılıp da, böyle bir şeye yanaşmıyor.

Ben bu gibi çalışmaların yapılması gerektiğini söylediğim için; “Her yeni kuruluşta benim de bir payım var mı?” diye, daima dedikodu çıkmıştır.


Meselâ, Sezai Karakoç Diriliş Partisi’ni kurduğu sıralarda da; “Benim onunla bir ilgim var mı?” diye sorulmuştu.

“—Hasan Celal Güzel’le bir parti çalışmanız var mı?” diye geçen konferansımda sordular.

Yok, benim öyle bir çalışmam yoktur. Ama Türkiye’de kahir ekseriyeti içine alacak bir organizasyonlarının olması müslümanların hakkıdır. Bunu sağlamak için çalışmaları lâzım gelir. Herkes gereken fedakârlığı gösterip bunu sağlamalı. Esas itibariyle bizim, benim şahsen görevim insanların imanlarının kurtarılması ve nefislerinin terbiye edilmesi çalışmasıdır. Onun için bu çalışmalar beyanında herkesle tanışıklığımız olabiliyor, bize ziyarete gelenler, telefon açanlar, bizi karşılayanlar, çiçek demeti ikram edenler olabiliyor. Normal.


2. Soru:

Bildiğiniz gibi Diriliş isimli bir parti kuruluş aşamasında. Arkadaşlar arasında bu partinin Korkut Özal’ın maddî ve sizin mânevî desteklerinizle kurulduğu şeklinde bir söylenti yayılmış. Bu konuda arkadaşların kafalarındaki şüpheleri gidermek için bir açıklama yaparsanız çok memnun oluruz.


İftira etmişler. Hakkım bakidir, hepsinden hakkımı alabilirim. Günahlarımı hafifletiyorlar, alıyorlar.

371

Sezai Karakoç’un kitaplarını bilirim. Kendisiyle daha ömrümde bugüne kadar hiç karşılaşmadım. Burada olsa karşımda dursa, “Bu Sezai Karakoç.” diye bilmem. Parti kurduğunu da yeni duydum. Herkes kurabilir. Parti kurmak yasak değil. O bakımdan ayıplamıyorum. O ayrı bir mesele ama, benim onun kuruluşuyla vs. bir ilgim yok.

Ama ben kendim bir parti kurmayı bir ara düşündüm. Benim gibi bir hoca, parti kurup ne olacak? Hani gerçekleri söylemek kolay oluyor. Gidiyorsun, istediğin yerde toplantı yapabiliyorsun. Sıkıyönetim de olsa mâni olmuyor daha başka şey de olsa mâni olmuyor. Bir ara düşündüm. Üç beş sene önce düşündüm de, bizim Ahmet Tekdal Bey’e kurayım mı diye söyledim.

“—Aman hocam, kurarsan şöyle olur böyle olur…” filan dedi.

Telaşlı bir adam.


j. Milletler Arası Organizasyonlar


1. Soru: “Organizatör problemi olduğunu belirttiniz. Beynelmilel organizasyon nasıl olmalı, Türkiye için organizasyon nasıl olmalı. Parti kurma faaliyeti nasıl olmalı?” diye çok merak edilen konular olarak üç soru var.


Müslümanların birbirleriyle beynelmilel, yani milletler arası alakalarının mutlaka kuvvetli olması lâzım. Ama bu beynelmilel organizasyon tepeden olmuyor. İlk önce her ülke içindeki has halis müslümanların tespit edilmesi, bilinmesi lâzım. Onlarla ilgili irtibat kurulmalı. Sonra onların beynelmilel sahada birbirlerini desteklemesi ve beraber çalışmalar yapması şarttır.

Ama eğer milletlerin kendi içindeki organizasyonlar sıhhatli seçilmez ise bazıları provokasyon organizasyon olabiliyor. Gerçek, müspet İslâmî teşkilat olmuyor. Müslümanları kandırıcı bazı organizasyonlar olabiliyor. Aslında iman bakımından, akide bakımından veya aksiyon bakımından hataları olan organizasyonlar olabiliyor. Belki isim vermek de doğru olmaz diye düşünüyorum.

372

İsim vermiyorum ama, mesela Amerika’da birisi bunlardan birilerinin camisine gitmiş. Sıkışmış, ikindi namazını kılacak. Cami kılıklı bir bina görmüş. Gitmiş, kapıya çalmış. Kapıyı açan “Niye geldin?” demiş. “Namaz kılacağım, burası cami değil mi?” demiş. İçeriye almamışlar.

Kapısı namaz kılmak isteyene kapalı bir organizasyon gerçek, İslâmi bir organizasyon değil. Bu, benim bildiğim bir organizasyon ama isim söylemiyorum. Şimdi sen böyle bir organizasyonla birleşsen ne olacak, bileşmesen ne olacak. Zaten akidesi bozuk, kafası yamuk. Belki bir provokasyon, uydurma bir organizasyon.

O halde bütün beldelerdeki, bütün ülkelerdeki ihlaslı insanların birlik ve beraberlik içinde olması birbirlerini tanıması ve birbirleriyle işbirliğine geçmesi lâzım. Onlar bir arada olurlarsa o zaman iş ihlasla yürütülür. Bunun için de dış ülkeleri tanımak gerekiyor. Ziyaret etmek, oralara temsilciler göndermek, oralardan bazı kimseleri çağırmak gerekiyor. Hatta ticari münasebetler, evlilik münasebetleri ile yakınlaşmalar gerekiyor. İki ülkeyi de daha yakından tanımak gerekiyor. Ondan sonra o çalışmalar bir meyve vermeye başlayabilir.


Meselâ ben, Malezya’ya gittim ama Endonezya’ya hiç gidemedim. Bruney Sultanlığı diye bir sultanlık varmış, hiç görmedim. Çok zenginmiş, milli geliri fevkalade yüksekmiş, herkesi almıyorlarmış vesaire. Dünyanın her yerinde azınlık müslümanlar var. Veya kendileri ekseriyette oldukları halde yönetimleri farklı İslâm ülkeleri var. Bunların hepsinin tespit edilmesi ve bir merkezden, bir müesseseden, bir enstitüden takip edilmesi lâzım.

Problemlerin tespit edilmesi lâzım. Çözümlenmesi için beynelmilel toplantılar yapılması lâzım. Bu oluşumun yavaş yavaş sağlam bir şekilde büyümesi, gelişmesi gerekiyor. Bazıları devletlerin resmi teşekkülleri oluyor, onlara da söz geçirilemiyor. Devletin resmi ideolojisini temsil ediyor ve devletin kendisine emrettiği işler yapılmak isteniyor.

Tabii siz ona itibar etmeyip de kendiniz organizasyon yapmak

373

istediğiniz zaman, bu sefer devlet size burada benim adımı kullanıyorsun diye tavır koyuyor. Bir takım güçlükleri var. Bu güçlükleri yenip dünyanın her yerinde ihlaslı, takva ehli müslümanların bir iş birliği içine girmesini sağlamak gerekiyor.


2. Soru:

Konuşmanızda sosyal organizasyonların gerekliliğinden bahsettiniz. Sosyal hizmetler veren kurumların yanında siyasi kurumlara ihtiyaç yok mu?


Siyasi kurumlara şiddetle ihtiyaç var. Sosyal kurumlara ihtiyaç var, kültürel kurumlara ihtiyaç var, bilimsel müesseslere ihtiyaç var. Bir toplumun kalkınması, ilerlemesi, problemlerinin çözülmesi için her şeye ihtiyaç var. Onların hepsini sağlamak müslümanların boynunun borcudur. Sağlanmadığı takdirde hepsi vebal altında kalırlar.


3. Soru:

Bosna’da camiler dozerlerle yıkılmağa başladı. Müslümanlara saldırı, kadınlara tecâvüz, çocuklara işkence... Müslümanları yok etmek isteyen bir hristiyan alemi... Ne yapacağını bilmeyen bir millet ve devlet... Bu suskunluk doğru mu?


Suskunluk doğru değildir. Mutlaka ve mutlaka her edepsizliğin bir cevabının, karşılığının verilmesi lâzım!

Protestosunun yapılması lâzım, unutulmaması lâzım! Şimdi bir şey yapılamıyorsa, zamanını kollamak lâzım!

Hiç bir şey yapılamıyorsa bile protestolar, toplantılar yapılmalı; yazılar yazılmalı... Neler yapabileceğini herkes kendisi düşünüp, bir şeyler yapmağa çalışmalı!


k. Turgut Özal Hakkında


1. Soru:

Birisi bizim reisicumhura (Turgut Özal) yaptığımız duadan

374

şaşırdığını söylemiş. “Acaba bizim bilmediğimiz başka bir şeyler de biliyor musun diye meraklandım. Mezkur şahsın Müslümanlığı kesin midir?” diye soruyor.31


Bir kere o şahıs bizim ihvânımızdan idi.

Siz şu caminin içindeki her biriniz melek misiniz?

Hepiniz kâğıt yazıyorsunuz:

“—Kusurum var hocam; ama düzeltemiyorum. Günahlarım var, vazgeçemiyorum...” diyorsunuz.

Hocamız’a gelirdi, tekkemize gelir giderdi, el öperdi, muhabbeti var, biliyoruz. Vakit namazlarını kıldığını biliyoruz. Şimdi şu günler bu sorunun sorulma zamanı mıdır? İnsafınız yok mu? Ayıp diye bir şey vardır!

Bir insan Lâ ilâhe illa’llah diyorsa, ondan sonra namaza gidiyorsa hesabı Allah’a kalmış. Daha derin meselelerini bilmiyorsunuz. Çok ayıp! Hele hele şu günlerde son derece ayıp olur!


Ben ihvânımız olduğu için, Hocamız’a gelip gittiği, el öptüğü için hüsnüzan ediyorum. Benimle görüşmesi birkaç defa oldu, az oldu ama... Ben yanaşmadım daha doğrusu, bizim siyaset adamları ile görüşmemiz pek olmadığından... Ama namazlı niyazlı bir kimse olarak biliyoruz. Kusurları olabilir. Herkesin kusuru vardır. Şimdi onun kusurları için af dileme zamanıdır.

“Müslümanlığı kesin bir şey mi?” diye soruyor. Onu sana sormayacak ki Allah, kendisi biliyor!

Sonra, birçok kimsenin lehinde şehadet ettiği bir cenazenin hakkında bildiklerini Allah bir tarafa koyuyor, hüsnü şehadette bulunanların şehadetini kabul ediyor. Hepimiz zayıf mahlûklarız, hepimizin çeşit çeşit kusurları vardır.

Ölüm müthiş bir olaydır, herkesin başına gelecek. Herkes dünyada yaptığı irili ufaklı kusurlardan dolayı, ölümünden sonra kullar tarafından ayıplanmayı, kötülenmeyi istemez de affını ve



31 Hadis dersinden sonra, Özelif Camii, 18.04.1993.

375

hayır dua edilmesini ister. Herkes mezar taşına, “Bana ne olur bir Fâtiha gönderin.” diye yazar. Herkesin kalbini de Allah biliyor.

Bu noktada böyle düşünmek çok ayıptır, muhterem kardeşlerim. Dervişin ahlâkına sığmaz.


Süleyman Demirel’e dün dikkat ettim, oradaki taziye defterine çok güzel kelimeler yazmış; “Aziz kardeşim...” Halbuki köşke ziyarete gitmeyecekti. Her şeyin bir zamanı vardır. Bitti artık. “Çok aziz kardeşim, çok üzüldüm...” Samimidir, ona da bir şey demiyorum; çünkü aynı mektepte beraber okudular. Kavga da ettiler... Ama ölüm mühim bir olay. Ölümden sonra artık bu gibi şeyler hiç konuşulmaz.

Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:


اذكروا موتاكم بالخير

376

(Üzkürû mevtâküm bi’l-hayr) [Ölülerinizi hayırla yad ediniz!]

Öldü, Allah’ın rahmetine mazhar olsun. Allah onu da affetsin, sizi de affetsin, başkalarını da affetsin, ıslah etsin. Herkes ibret alsın.

Cennette bile müslümanlar pişman olacakmış kardeşlerim. Neden pişman olacakmış? Hayatındaki zikirsiz geçirdiği zamanlardan dolayı pişman olacakmış. Pişman olmayan insan olmayacak.

Kimi ameli cennete sokacak? Çok matah işlerimiz mi var bizi cennete sokacak? Al birimizi, vur ötekisine... Çeşit çeşit kusurlarımız vardır, günahlarımız vardır... Allah kimin günahını ne derecede mühim görüyor, kimi affediyor, onu da bilemeyiz.


Hadîs-i şerîflerde okumuyor muyuz: Bazen bakarsın bir kötü kadını, bir köpeğe pabucuyla kuyudan su çıkartmış, içirmiş diye Allah affetmiş. Fâhişe kadın yani, “kötü kadın” dediğimiz o... “Hayatını namusunu satarak kazanan kadın bir köpeğe merhamet etti diye affoldu.” diyor Peygamber Efendimiz.

Bir katil 99 kişiyi öldürmüş de yüzüncü kişiyi de öldürmüş; ama tevbe ararken, o yolda öldüğünden affolduğunu Riyâzu’s- Sàlihîn -ki sahih hadis kitabıdır- bildiriyor.


Artık insan bu çeşit duyguları kontrol etmesini bilmeli. Hayattayken tenkit edersin, “Islah olsun.” diye söylersin. Bitti artık, bundan sonra dua edeceksin.

Çok ayıpladım... İnsanın derya gibi gönlünün olması lâzım. Çok affedici olması lâzım. Kimisi yapar da girermiş günaha, kimisi söyler de girermiş. Suizan da günah… Hüsnüzan etmek vazife değil mi?

Hüsnüzan et; ne olur, kıyamet mi kopar? “Hüsnüzan et!” dedin yâ Rabbi! Ondan hüsnüzan ettim.” dersin, olur biter.


2. Soru:

Birisi Turgut Özal’ın ölümü merasimini bahis konusu etmiş, aleyhinde sözler yazmış. “Onun Amerika’ya bağlılığına rağmen

377

müslümanlığına inanıyor musunuz, inanmıyor musunuz?” gibi bir sözle soru sormuş.


Peygamber SAS Efendimiz tavsiye etmiştir, cenaze namazı kılınır. Bir kimsenin, Lâ ilâhe illa’llah diyen bir insanın cenaze namazını kimse kılmazsa, bütün o beldenin ahalisi mesul olur. Cenaze şöyle veya böyle olabilir. Bu ne olursa olsun, âşikâre olarak kendisi küfrünü ilan etmediyse, “müslümanım” dediyse onun cenaze namazını kılmak bütün müslümanlar için gereklidir.

Turgut Özal’a gelince; Turgut Özal bizim Mehmed Zahid Hocamız’a müntesib bir müriddir. Hocamız’a intisab ettiğini muhtelif vesilelerle umûmî yerlerde de söylemiştir. Özbekistan’a gittiği zaman da söylemiş, daha başka yerlerde de söylemiştir. Sorulduğu zaman söylemiştir. Binâen aleyh, bizim tekkenin dervişidir. Allah cümlenin hatasını, kusurunu, taksirâtını affeylesin...


Vefat eden bir kimsenin namazını kılmak gerekir, kılmamak yanlış olur. Bir mü’mine, bir başkası mü’min olduğu halde “kâfir” derse, o söz döner dolaşır, söyleyene gider. Böyle bir hadîs-i şerîf de vardır. Onun için kimsenin imanına söz söylemek de mü’min kimseye yakışmaz. Hatalarını örtmeye, iyi taraflarını yâd etmeye çalışmak da âdâbdandır.

O bakımdan bu soruyu soran kardeşimiz, âdetâ şöyle demek istiyor:

“—O mü’min değildi, kâfirdi. Onun namazı kılınmaz.”

Onun cevabını böylece vermiş oluyorum. İnsanların kusurlarından dolayı namazı kılınmaması gerekse kimsenin namazı kılınmaz. Çünkü herkes kusurludur, herkesin hatası vardır. İnsanların kusurlarına rağmen, Allahu Teâlâ Hazretleri bir zaman geliyor, af da ediyor:


لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهَِّ ، إِنَّ اللهََّ يَغْفِرُ الذُّنوُبَ جَمِيعًا (الزمر:٥٣)

378

(Lâ taknetù min rahmeti’llâh) “Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeyin! (İnna’llàhe yağfiru’z-zünûbe cemîâ) Allah günahları toptan affedebilir.” (Zümer, 39/53)

Allah’ın rahmeti çoktur. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ümitsizliğe düşmek haramdır, yasaktır. Allah tarafından yasaklanmıştır. Peygamber Efendimiz’in mübarek amcasını öldürmüş olan şahsa dahi sahabîdir diye hürmet ediyoruz,

379

sonradan müslüman oldu diye.

Onun için bu soru, biraz sert bir sorudur. Bu kardeşin bu zihniyeti kendisine mahsus bir zihniyet değildir, geniş bir zihniyettir. Hatta öyle hocalar duydum ki; “Onun namazını kılanlar kâfir olur!” gibi sözler söylemiş. Böyle bir şey olmaz. O kadar, yüz binlerce insan namaz kıldı. Hepsine kâfir demek, olmadı, insafa sığmamıştır, doğru değildir.


l. Şeyhe Düşmanlık


Soru:

Size karşı kalbinde fesat taşıyıp da, hâlâ sizden aldığı tarikat dersine devam edenler oluyor, bu oluyor mu?


Allahu Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’inde:


إِن الْعَهْدَ كَانَ مَسْئُولاً (الإسراء:٤٣)


(İnne’l-ahde kâne mes’ûlâ) [Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.] (İsrâ, 17/34) “Allah bir kişinin yaptığı ahidden hesap sorar. Ahdini bozduğu zaman cezasını verir.” buyuruyor

Bir insanın onunla bununla darılması ayrı da, hocasıyla darılması kadar kötü bir şey olamaz! Düşünün, sahâbe-i kirâmdan birisi Peygamber Efendimiz’e darılsa ne olur? O kadar aynı mahiyette olan saçma bir şeydir. Üstelik ben ona bir şey yapmamışsam...

Ben İstanbul’da, Türkiye’de kendi halimde yaşayıp dururken burada bazıları bana düşman olmuşsa, buna Allah razı gelmez.

“—Efendim politik kanaatinizden dolayı böyle oluyor.” Ben o politik kanaatimde haklıyım. O politikacı kardeşler de benim ihvanım idi, talebem idi ve beni çok methediyorlardı, Almanya’ya davet ediyorlardı, cami cami dolaştırıyorlardı:

“—Bu bizim büyük hocamızdır, bundan ders alın!” diyorlardı.

Sonra:

380

“—Hocaların da bize tâbi olması lâzım! Hocalar bizim emrimizdedir.” dediler. Biz dedik ki;

Hocaların politikanın âleti olması İslâm’da yoktur, laiklik sisteminde vardır. İslâm’da, hocaların hâkimiyeti vardır. Bu sizin sisteminiz dinî sistem değildir, yanlıştır, böyle şey olmaz. Siz hocanın karşısına gelip hocanın nasihatini dinlemelisiniz. Eskiden yaptığınız gibi yapmalısınız; hocanın elini öperdiniz, nasihatini dinlerdiniz, ‘Efendim! Bir emriniz varsa yapalım.’ derdiniz, böyle yapmanız lâzım. Sizin bir meziyetiniz yoktur. Allahu Teâlâ Hazretleri buna razı gelmez.

Peygamber Efendimiz SAS:32


اَلْعُلَمَاءُ وَوَرَثَةُ اْلأَنْبِيَاءِ (عد. وأبو نعيم عن علي)


(El-ulemâü veresetü’l-enbiyâ) ‘Alimler peygamberlerin varisleridir.’ buyurmuştur. Bu şerefi alime vermiştir. (El-umerâu veresetü’l-enbiyâ) dememiştir. ‘Politikacılar, siyasîler, başkanlar peygamberlerin varisleridir.’ dememiştir. Çünkü politikacı dini bilmez, hocadan öğrenecek.

Onun için, dini bilmeyen insanın başkan olması İslâm’da yoktur, laiklikte vardır; İslâm’da bunun tam aksi bir sistem vardır. Herkes dini bilen alimin emrindedir. Padişahlar bile alime eyvallah demişlerdir, intisab etmişlerdir. Alimin sözünü dinlemek vardır.

Osmanlı padişahları o kadar tantanalı, saltanatlı padişahlar, kendi başına bir şey yapabilen insanlar değildir; fetvaya göre iş yaparlar, fetva varsa yaparlar, yoksa yapmazlar. Osmanlı hükümdarları sanıldığı kadar hür insanlar değillerdir, icracı insanlardır. Bu sistem bozulduktan sonra, tabii şimdiki düzen de bozulmuştur, iş çığırından çıkmıştır.”



32 Râfiî, Ahbâr-ı Kazvin, c.I, s.210; Hz. Ali RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.235, no:28677; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.742, no:1751, Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.367, no:14508.

381
17. PARTİ VE CEMAAT