16. POLİTİKA

17. PARTİ VE CEMAAT



a. Parti ile Problemler33


Soru:

“Bir partiyi müddet desteklediniz, şimdi bir ihtilaftan bahsediliyor. Niye?..”


Destekleme, Hocamız’ın zamanından beri oldu. Parti, —belli bir partiyi kasdediyorum, genel olarak partileri değil— dergâhımızın bir aksiyonu olarak başladı. Hocamız’a kişiler geldiler dediler ki:

“—Hocam şöyle şeyler yapalım mı?”

Emir buyurdu, istikàmet gösterdi:

“—Yapın!” buyurdu; yaptılar.

Yürüten arkadaşların desteğine kendileri eleman verdiler. Bazı kimseler:

“—Efendim, falanca kardeşim bana şöyle teklifte bulunuyor, ne yapayım? Uygun görür müsünüz? Çalışayım mı?..” dediler.

Hocamız da:

“—Uygundur, çalış!” diye emir buyurdular, vazife verdiler.

Böylece bizim dergâhımızın bir aksiyonu olarak politik bir çalışma başladı.


Hocamız destekledi. Ben Ankara’daydım ama, zaman zaman beraber oluyorduk. Muhtelif yerlerde muhtelif kimselere, “Kardeşlerimizdir, tekkemizin mensubudur; elbette desteklememiz lâzım!” diyerek, ortaya çıkmış kardeşlerimize yardımcı olmalarını rica ettiler.

Çok bariz bir misalini Samsun’da hatırlarım. Amasya’dan Samsun’a geçmiştik. Suluova’da, Ali Efendi diye çok yaşlı bir şeyh



33 Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, 26. 05. 1990 – Asfa / İstanbul

382

efendi vardır. Bizim dergahla ilgilidir. Hocamız’ı ziyarete gelmişti. O, Süleyman Demirel’i tutuyordu. Hala da belki öyledir. Evine misafir filan etmiş bir kimse. Ona, çok nasihat etti Hocamız:

“—Bu bizim kardeşimiz iken, öbür tarafı tutmak uygun olmaz!” dedi.

Yine Samsun’da, bir başka kitapçı hacı amcamız var; tanınmış, büyük bir zat, Mustafa Bağışlayıcı. O zat da MHP’yi tutardı. Hocamız ona da nasihat etmiştir. Orayı tutmamasını, bu tarafı desteklemesini söylemiştir.


Biz de zaman zaman, Ankara’da üniversitede vazifeli iken, giderdik. Çağrılırdık. Gazetede, “Esad Hoca falanca yerde konferans verecek!” diye ilanı çıkardı; ben sonradan haberdar olurdum:

“—Hocam, gazetede ilan çıktı. İşte şurada konferans olacak, ayıp olur, lütfen haydi buyurun!” derlerdi.

Biz de emr-i vâkîler karşısında, giderdik, konuşurduk muhtelif

383

yerlerde...

Partinin, parti içi seminerlerinde, bizden rica ederlerdi:

“—Güzel ahlak ve nefsin terbiyesi konusunda lütfen partililere, çalışacak kimselere bilgi verin!..” diye.

Yöneticiler de bulunurlardı, dinlerlerdi. Muhtelif yerlerde böyle toplantılar olurdu.

Bir keresinde hatırlıyorum, bazı kardeşlerimiz bakan iken, başbakan yardımcısı iken, Karacabey harasının salonlarında birkaç gün toplanılmıştı. Oradan, Dr. Fehmi Cumalıoğlu kardeşimizle Bursa’ya beraber gelmiştik. Balkan Türklerinin bir toplantısı vardı, Batı Trakya Türkleri, Bulgaristan Türkleri vs. ile ilgili; ona katılmıştık.

Böylece, tekkemizin bir aksiyonu olması dolayısıyla tepeden tırnağa destekleyerek devam etmiştik.


Sonra öyle zamanlar oldu ki, siyasi olaylarda Hocamızın ikazları oldu, nasihatları oldu, tavsiyeleri oldu: “Söyleyin şöyle yapsın!.. Söyleyin onlara böyle yapmasın!.. Sakın şöyle bir karar çıkartmasınlar!.. Aman, sakın şu olmasın, bu olmasın!” tarzında. Bunların da bir kısmına bizzat şahidim ve çok şahidler de vardır.

1980 Askeri Harekatından önce, hatırlıyorum:

“—Partinin gençlik kollarını söyleyin kapatsın şunlar; bu çocukları mahvedecekler!..” dediklerini hatırlıyorum.

Onun üzerine, muhtelif yerlerden heyetlerin geldiğini hatırlıyorum. İsim olarak mesela, Kayseri’den Tevfik Rıza Çavuş kardeşimizi hatırlıyorum. Onlar gelip:

“—Aman hocam, siz böyle böyle buyurmuşsunuz!..”

“—Evet.”

“—Ama o zaman meydan şunlara kalır, bunlara kalır. Kapatır mıyız, kapatırsak halimiz nice olur?” diye itiraz ettiklerini biliyorum.

İtiraz edenlerin hepsi, sonra hapishanede, medrese-i Yusufiyede biraz zahmet çektiler, üç-beş sene kaldılar. Hâlâ

muhakemeleri devam edenler vardır. Yâni, Hocamız’ın tavsiyesini tutmadıkları için...

384

Sonra bir ara başındaki şahsa:

“—Söyleyin Necmi’ye partinin başkanlığından ayrılsın!” dediğini biliyorum.

Bunu tebliğ etmek için, kayınbiraderi Osman Çataklı’nın görevlendirildiğini; bir seferinde bizzat kendisinin gidip söylediğini biliyorum. Fakat, oradan ayrılmadılar.

O da yine benim yorumlamama göre, şefkatten kaynaklanıyordu. Hocasıydı, görüyordu; benim tahminlerime ve inancıma göre, olacakları görüyordu, seziyordu ve her radyo yayınını, her haber ajansını dinlerdi: 11, 1, 3, 5, 7, 9, 11... Yanında bir el radyosu vardı, “Şıp” açar dinlerdi; hiç bir şeyi kaçırmazdı. Ben kendi kendime

“—Hocamız bir şey bekliyor gàliba!” derdim.

İşte o sırada söz dinleyenler rahat ettiler.


Onlardan bir tanesi de, müşahhas bir misal olsun diye size söyleyim:

385

Yahya Oğuz Bey, Sanayi Bakanlığı müsteşarıydı.

“—Yahya ayrılsın, bu vazifeden!” demiş.

Ertesi gün Yahya Oğuz, atlamış gelmiş İstanbul’a: “—Efendim, emriniz başım üstüne ama, siz hakikaten söylediniz mi, söylemediniz mi diye tahkik için huzurunuza kadar geldim. Böyle bir emriniz var mı?..” demiş.

“—Evet var!”

İstifasını hemen vermiş. Sanayi bakanlığı müsteşarlığından hemen ayrılmış. Hiç bir sıkıntı çekmedi Yahya Oğuz; ne Uzunada’ya gitti, ne İnceadaya gitti, ne başka bir yere gitti.


1980 Askeri harekatından sonra örfi idare devreleri oldu, çeşitli sıkıntılar oldu. Partililerin yasaklamaları oldu. Bu arada bizim yurt içinde, dışında, partiye muhabbet eden kardeşlerimize eğitim çalışması olarak, konferans olarak çeşitli faaliyetlerimiz oldu onlara yönelik...

O zamanlarda da, “Parti bizim bir yan teşebbüsümüzdür, bizim parçamızdır, kardeşlerimizin müessesesidir.” diye, o gözle destek olmaktaydık. Ayırım yapmıyorduk. Hiç bir kimse, “Bu parti bizimdir, sizin değildir!” filan gibi, bizi dışlayarak buna tesahüb edemez diye düşünüyor idik.

Bizi Almanya’ya, “Ramazan’da buyurun, falanca zamanda buyurun, filanca toplantı olacak buyurun!” diye davet ederlerdi. Fakülteden zor izin alırdık; çünkü, bir taraftan üniversitede hoca olmak dolayısıyla, görevimiz olduğu için.. Giderdik. Oralardaki toplantılarda bizi öyle büyük ünvanlarla takdim ederlerdi ki, burdaki takdim solda sıfır kalır. “Çok büyük mürşid!” filan diye, “Çok büyük evliyaullahtan” diye takdim etmeğe kalkarlardı. Tabii aşırı, bende olmayan vasıfların böyle mübalağalı bir tarzda söylenmesi... Ben böyle takdim edenleri azarlardım, mânî olmağa çalışırdım.

Merkez merkez, şehir şehir dolaşırdık. Şu gruplar gibi, böyle kalabalık cami cemaatleri binlerce insan intisab ederdi, ihvanımız olurdu; sizin gibi kardeşler haline gelirdi. Almanya’da iki milyon kadar işçi kardeşimiz var; eşleriyle, çocuklarıyla Türk nüfusu

386

olarak. Bunun tabii, büyük bir kısmı camiyle, namazla-niyazla ilgili değildir maalesef. Sanıyorum ondabiri kadarı biraz böyle çeşitli camilerle ilgilidir. Bunların içinden de bir kısmı, partinin yönettiği camilerle ilgilidir.

Büyük bir kısmı biracıdır, içkicidir; Almanlarla evlenmiştir; yani, çok acınacak durumdadırlar. Onlara hizmet götürmemiz lâzım aslında. Bugün Almanya’da müslüman olanların büyük çoğunluğu, soracak olursanız, eğer daha önceden bir yere intisab etmemişlerse, bizim ihvanımızdır, kardeşimizdir. Bizim dergâha bağlıdırlar. Ama, daha önceden Sami Efendi’ye mensub olanlar vardır, bilmem başka yerlere mensub olanlar vardır; onlar tabii, o tarzda devam etmişlerdir. Büyük ekseriyet bizim kardeşlerimizdir.


Şimdi biz bu kardeşlik duygusuyla, sevgisiyle, partinin merkez yönetim kuruluna eleman vererek; başkanlıklarına, başkan yardımcılıklarına eleman vererek; gençlik teşekküllerine eleman vererek, böyle devam ediyor idik.

O zamanlar. Milli Gazete’nin Almanya baskısında... 1983 de yedi ay kadar yurtdışında kaldım. Bilmiyorum burfda da yazıyorlarmıydı ama, Almanya baskılarında, “Bizim adabımız tekke adabıdır.” diye yazılıyordu. Her gün bir kuşak halinde, hiç değişmeyen bir kuşak halinde, iri puntolu harflerle, değişik renkte bir zemin üzerine, “Bizim adabımız tekke adabıdır.” diye yazılıyordu.

Her toplantıda, “Bir kimsenin mutlaka intisabı olması lâzım!.. Mâneviyatsız olmaz! Nefis terbiyesi olmadan olmaz!” diye söylüyorlardı. Manzara bu idi. Almanya’daki kardeşlerimiz bilirler, Almanya ile ilgisi olanlar bilirler.. Almanya’da akrabası olanlar, onlara mektup yazıp bu durumları sorabilirler.

Bu tavır, bir zaman sonra bariz bir değişikliğe uğradı, muhterem kardeşlerim! Çok bariz bir değişikliğe uğradı.. Ve, parti çalışmalarında bize karşı bir tavır başladı. Kaç sene önceden?.. Üç sene önceden, dört sene önceden, beş sene önceden, altı sene önceden itibaren bir tavır başladı. Nasıl bir tavır başladı?..

387

Bizim dergilerimiz var; nasıl çalıştığını biliyorsunuz, neler yazdığını biliyorsunuz. Beğeniyorsunuz veya okuyorsunuz, tanıyorsunuz. Biz bu dergileri şu bakımdan çıkarmıştık: Örfi idare var; ben İskenderpaşa’da konuşuyorum, Ankara’da konuşma iznim var, muhtelif yerlerde izinler alabilmişim, konuşuyorum ama, yasaklanabilir, konuşturmazlar. “Sen Diyanete bağlı bir kimse değilsin, emeklisin, konuşamazsın!” diyebilirler. Onun için, ben ihvanıma, yani kardeşlerime, ahiret yoldaşlarıma ulaşabileyim, mesajımı iletebileyim, mektuplaşabileyim diye çıkartıyordum bu dergileri...

Hocamız Rh.A, mektup adı altında böyle çerçeveletip duvarlara asılan, nasihatlarımdır filan diye böyle şeyler bastırıp gönderirdi. Birkaç tane vardır böyle, Hocamız’ın mektubu.. Eski ihvanımızın misafir odalarının duvarlarında asılıdır. Selâm ile başlar, 20-30 nasihatı böyle ifade eder. Hatta, en son mektubunu ben kaleme aldım, yatakta iken.. Dedi ki:

“—Abdülhàlik-ı Gücdevani Hazretleri’nin nasihatlarını, Es’ad

388

bir tanzim eyle!..”

Ben de tanzim eyledim; yani, Abdülhalik-ı Gücdevani Hazretleri’nin risalesindeki sıradan ayrı bir sıraya soktum. Muhteva aynı, değişik bir sıraya getirdim.

“—Oku!” dedi.

Yatarken dinliyordu. Okudum. İlâveler yaptı. O ilâveler yaparken, ben şaşırıyordum. Yani, Abdülhalik-ı Gücdevanı Hazretleri’nin nasihatlarıysa, niye aynen muhafaza edilmiyor da ilave yapılıyor diye şaşırıyordum. Cahilliğimdenmiş; meğer, Hocamız vasiyet ediyormuş. Yani, vefatından sonra kendisinin arkasından vasiyeti kalsın diye vasiyet ediyor ama; makamı yüksek olduğundan, tevazuu emsalsiz olduğundan, “Benim nasihatlerim, vasiyetlerim şudur!” demiyor da, Abdülhalik-ı Gücdevânî Efendimiz’in nasihatlarını nasihat olarak yazıyor. Ama arasında kendisi de, “Şu cümleyi ilave et, bu cümleyi ilave et!” diyerek, bu zamana uygun, sizlere bizlere uygun bazı cümlelerini ekliyor. Sonradan anladım; o sene vefatı olunca, o zaman anladım vasiyet olduğunu...

Çünkü, ben Hocamız’ın yüzotuz-yüzkırk yıl yaşayacağını sanıyordum. Kafkasya’lılar çok yaşar; o da Kafkasya’dan göçmüş gelmiş. Bize de latife ederdi; benim mahdumum Nureddin’in torununu göreceğini söylerdi. Yani şöyle:

“—Şunun torununu görsem, başka bir şey istemem!” filan diye latîfe ederdi de, ben de sanırdım ki, hakikaten bizim Nureddin evlenecek, onun çocuğunun çocuğu olacak; onu görecek diye beklerdim, Hocamız uzun sene yaşayacak diye.

Acizane ben evlendiğim zamandan beri, “Evladım, benim yerime sen geçersin!” diye de söylerdi. Ben de, o zamana kadar kendim yaşlanırım diye düşünürdüm; 80’imi bulurum, 90’ımı bulurum diye tasavvur ederdim. Onun için, anlayamadım onun vasiyet olduğunu.


Hocamız böyle nasihatler etmişti.. Hocamız rüyada da nasihat ederdi. Pek çok kimsenin hatıralarından duyuyorum. Rüyasına girdiği, tebriklerde bulunduğu, vedalaştığı, konuştuğu vs.

389

anlatılıyor. Büyük evliyaullahın hali nasıl olur, öyle anlıyoruz.

Bendeniz de, dergilerimizle size ulaşmayı düşünürdüm. Dergilerimiz, benim size mektuplarım diye düşünürdüm. Şimdi, bizim Almanya’daki kardeşlerimiz ve partici kardeşlerimiz başladılar, “Bu dergiler, bizim dergilerimiz değildir!” demeğe.. Ama, dergimiz çıktığı zaman, Milli Gazete bayram yapıyordu. Çünkü, “İki-üç günlük malzeme çıktı; dergilerden alırız bunları, rahat ederiz.” diyorlardı, yazı yazanlar. Hakikaten de, bizim dergilerin malzemesi, emekle hazırlanmış dosyalar vs. özetleniyordu; Milli Gazete’de yayınlanıyordu.. Dergilerimizden istifade ediyorlardı ama, “Dergiler, bizim dergiler değil!” diyorlardı. Abone olmak; yok!.. Abone olmaya engel olmak; var!.. Almanya’da sadece bizim Sefer kardeşimiz vardır Hamburg’da; o da ihvanımızdır ve Hocamız kendisine ders tarifi salahiyeti vermiş; aynı salâhiyeti vermiş, ibkà etmiştim, “Devam et!” demiştim... O kardeşimiz bizim orada biraz muavinimiz gibi olduğu için, genel merkezden saklı olarak biraz bir şeyler yapmağa çalışıyordı.


Bizim vakfımızdan bazı kimseler, kazara, tesadüfen, istemeyerek, keşke ayaklarım varmasaydı diyerek, bir tüccarın yanına gitmişler üç-dört sene önce.. Demişler ki:

“—Hakyol Vakfı için, talebeler için burs filan topluyoruz. Siz de katılırmısınız, yardım edermisiniz?..”

Cevap olarak:

“—Biz partiye soracağız; ne cevap verilirse ona göre hareket edeceğiz. Biz doğrudan doğruya, her hangi bir yere yardım yapmıyoruz.” filan demişler.

Sormuşlar partiye; sorduktan sonra da:

“—Yapamayız, bu vakıf bizim değil!” demişler.


Halbuki, Hakyol Vakfını Hocamız (Rh.A.) kurmuştu. Tüzüğünü ona okumuştum. Hakyol Vakfı’nı dışlamışlar; beğenmiyorlar ve yardım yapmıyorlar. Ama, İktibas gazetesi sahibi Ercüment Özkan’ın adamları Almanya’ya gittiği zaman,

390

Almanya’daki mescidlerde para topladıklarını ve buraya geldikleri zaman da, radikal müslüman kardeşlerin; cuma kılmayan, cumayı uygun görmeyen, İrancı müslüman kardeşlerin yurtlarına o paraların harcandığını biliyorum. Yani, biz onlardan da demek ki, daha geride sayılmışız. Bizim vakfımıza böyle yardım edilmeme durumu var.

Bizzat Necmeddin Bey, Konya’ya geldiği zaman, bundan birbuçuk sene kadar önce:

“—Efendim, böyle iki şey olmaz: Hem Hakyol’a yardım edeceksiniz, hem Milli Gençliğe; olmaz!.. Sadece Milli Gençliğe yardım edeceksiniz!..” demiştir.

Konyalılar burdadırlar, kendilerinden dinledim. Ben orada değildim.


Yani, vakfımıza karşı tavır, dergilerimize karşı tavır; benim

aciz naçiz şahsıma karşı tavır, kitaplarıma karşı tavır, “Bu kitapları okutmayız!” filan tarzında.. Fakat Milli Gençlik için:

“—Hocam, Düzce’de konuşma yaparmısınız?” dediklerinde;

“—Eee, yolumun üzeri, Ankara’ya gideceğim vaaz için; yapıvereyim!” derim.

Ben giderim, onların vakıflarında konuşma yaparım. Milli Gençlik Vakfının başındaki Nevzat Laleli de bizim ihvanımızdadır aslında, bize intisablıdır. Ben onların müesseselerinde ayırım yapmadan konuşma yaparım; onların böyle bir ikili tavır hali, garabeti... Kitaplarımızı okutmama, dergilerimizi okutmama, vakfımıza yardım etmeme; ama, olanca imkânlarıyla elemanlarımızdan faydalanma hali.. Böyle bir değişme.. Böyle bir acaib, garâib durum.. Sübhànallàh!..


“—Belki düzelirler, belki akıllanırlar, belki bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu düşünürler.” filan tarzında bizim böyle sabrımız ile, bu böyle bu minval üzere devam ediyordu. Bizim yurtlarımızdaki elemanlar, seçimlerde yardımcı olurlar, seçim konuşmalarına giderler... Bizim hadis enstitüsündeki, İlâhiyat Fakültesindeki kardeşlerimiz, her tarafa dağılırlar... Almanya’dan

391

gelen kardeşlerimiz arabalarıyla, buradaki kardeşlerimiz bütün gayretleriyle seçim için seferber olurlardı. Onların tavrı ise böyleydi.


Sonradan iş daha da keskin bir hale geldi. Başladılar partinin eğitim seminerlerinde tavır koymaya... Meselâ, bunlardan birisi Yalova’da yapılan eğitim semineridir. Oradaki konuşmaların notları çantamdaydı, bu sabah çıkardım, çantam biraz hafiflesin diye. Cümle cümle okuyabilirdim ama, yanımda değil şu anda... Belki bazı arkadaşlarımızın yanıdadır.

Tarikata karşı bir tavır.. Tasavvufa karşı bir tavır.. Meşayihimize karşı bir tavır.. Yani benim aciz şahsıma karşı bir tavır olsa, bir şey değil; elbette ben, kusurlu bir kulum. Yani, eğer yola ben engel oluyorsam, itilir çekilirim bir kenara, olur biter. Ama, tasavvufa karşı bir tavır; yani, benim yoluma, benim büyüklerime, benim bağlandığım şeye karşı bir tavır:

“—Tasavvuf da neymiş?.. Şeyhler laf üretmekten başka ne yaparlarmış?..”

Tarihi bilmiyor, tasavvuf tarihini bilmiyor; Kafkasya’dan haberi yok, Şeyh Şamil’den haberi yok; İmam-ı Rabbanî’nin mücadelesinden haberi yok!.. Sudan’daki büyük şeyhlerin İngilizlere karşı yaptıkları cihaddan haberi yok!.. Cahil!.. Kültürsüz!..


Libya’daki Sunûsî Tarikatı... Libya’yı Libya yapan, istiklalini kazandıran Sunûsî Tarikatı’dır. Geçenlerde, Burhaneddin Rabbani bize ziyarete geldi. Getirmişler İskenderpaşa’ya.. Çok sevimli bir insan. Kucaklaştık, muhabbetleştik. Dedim ki:

“—Burada bir rivayet var: Şeyhler, laf üretirlermiş, başka bir şey yapmazlarmış.. Yani, gevezelikten, oturup havadan sudan konuşmaktan başka bir şey yapmazlarmış, deniliyor.” dedim.

“—Yalan söylüyorlar!” dedi. Benim soruyu niçin sorduğumu bilmiyor. “Öyle şey olur mu? Ben de Nakşi Tarikatındanım! Babam da öyledir. Bizim mücahid kardeşlerimiz de öyledir.” dedi.

392

Vahdet Gazetesi’nden bir kardeşimiz gelmiş. Benimle konuşmak ister, vakit bulamaz, sıkıntılı.. Ben, kapısı kapalı bir insan olmak istemiyorum ama, müracaat eden çok.. Gelirler otururlar:

“—Hocam özel bir meselem var, mahrem konuşabilirmiyiz?” derler.

“—Peki, o zaman sırayla girin; öteki kardeşlerimiz istirahat buyursun.” deriz.

Her mahrem derdi olan, ailevi derdi olan başkası duysun istemiyor; onunla özel konuşacağız derken vakit kalmıyor. Bir kağıt yazmış:

“—Hocam sizi seviyorum, lütfen bana bir randevu verin!” demiş.

“—Çağırın şunu!” dedim.

“—Hocam, bir röportaj yapalım; kaç gündür peşinizdeyim, günlerdir bir türlü size ulaşamıyorum!..” dedi.

Yâni, ulaşılamayacak bir insan olmak isteğinde değilim; çünkü, sevmediğim bir şey.. Benden başka herkes ne yaparsa yapsın, ben şöyle bir kenarda, hiç kimsenin bakmadığı bir insan olayım.. Emin olun, bir köyde oturmayı tercih ederim. Her seferinde de onu istedim, Hocam mani oldu.

“—Evlâdım, küçük yerlerde insanın kıymetini bilmezler; oturma orada!” dedi, kesti attı; her seferinde bir köye yerleşmek istedikçe...


“—Hocam, ne dersiniz; müslümanlar bir şura kurmalılar mı?..” filan diye bir soru ile başladı.

“—Dur, böyle şey olmaz; yani, bu benim keyfime kalmış bir şey değil!.. (Ve emruhüm şura beynehüm) Müslümanların prensibidir bu!.. Kur’an-ı Kerim’in koyduğu, ayet-i kerimenin koyduğu bir prensiptir; müslümanlar istişare yapacak!..

Ali Rıza Hoca, ne güzel söylüyor: “Ben, beş tane devleti idare ederim, ne olacak!” diyor. “Bildiğimi yaparım, bilmediğimi istişare ile hallederim” diyor. Neden?.. Çünkü, Kur’an-ı Kerim böyle söylüyor. Biz maddî menfaat peşinde değiliz ki!.. Mevki makam

393

peşinde değiliz ki!.. Ben, benim taraftarlarımın sayısı çok olmuş, az olmuş, onun peşinde değilim ki!.. Yani, ben, Hacı Bayram-ı Veli’den daha güçlü bir insan mıyım? Onun birbuçuk müridi varmış, benim o kadar da yoktur belki!.. Belki, Allah daha fazla lütfetmiştir.. Benim zayıflığımdan dolayı, bana takviye olsun diye, belki çok vermiştir Allah.. Onun güçlülüğünden dolayı ona, hikmetinden öyle az vermiş olabilir. Sayı ile ilgili değil bizim işimiz.


Şimdi, ismini burda bir kardeşimiz yazmış, söylemeyeyim gıybet olmasın; Alay mevzuu yapılmış Milli Gazete’de:

“—Şimdi bir de İslâm Şûrâsı meselesi çıktı. Eğitim Şûrâsı’nın arkasından, Spor Şûrâsı’nın arkasından, bir de şimdi İslâm Şûrâsı modası çıktı.” demişler.

Hayır!.. Bu moda, peygamber Efendimiz zamanının modası!.. Kur’an-ı Kerim’in modası!.. Böyle dini gerçeklerle alay edilmez, oyuncak olmaz!.. Bu adamlar sapıtmış, şaşırmış, dostunu düşmanını ayırt edemeyecek hale gelmiş. Böyle saçma şey olmaz, muhterem kardeşlerim!.. Kur’an-ı Kerim hakikatleriyle alay edilmez!..

Benim böyle kimseyle, dostlukla, arkadaşlıkla, ihvanlıkla ilişkim yok!.. Böyle bir yolla, böyle bir teşkilatla benim ilişkim olamaz! Böyle bir kafayla benim ilişkim olamaz!..

Neden?.. Bizim gayemiz, Allah’ın rızasını kazanmak. Allah’ın rızası neredeyse onu yaparız. Susmak gerekirse susarız; sükut da ibadettir. Uyku gerektiği zaman uyuruz. Gündüz giderim, mışıl mışıl uyurum; Peygamber Efendimiz kaylûle uykusu yapmış, sünnettir diye uyurum; uyku de ibadettir. Süt içerken, Peygamber Efendimiz süt içmeyi severdi, sünnet diye içerim; süt içmek de ibadet olur... Bizim yolumuz Allah’ın rızasını kazanmak; rızası neyse onu yapmağa çalışırız. Hizmetse hizmet, uzletse uzlet; susmaksa susmak, konuşmaksa konuşmak; kavgaysa kavga... Yâni ne gerekiyorsa, onu yapmak lâzım!...

Aklınızı kullanın, basiretinizi kullanın!.. Kur’an-ı Kerim’i kendinize rehber edinin!.. Ben Kur’an-ı Kerime aykırı bir şey

394

söylüyorsam, dinlemeyin!.. Ben Rasûlüllah’ın sünnetine aykırı bir şey söylüyorsam, yapmayın!.. Ama, başkası da söylüyorsa, onu da dinlemeyin! Hesap sorun!..

“—Niye sen Kur’anî bir hakikatle alay ediyorsun?” diye hesap sorun!..


Çünkü, birçok insan, hesap sorulmadığı için şımarıyor.

“—Sen hatâ edersen, seni kılıcımızla düzeltiriz, ey emirel mü’minin!” diyen insanlar kalmadığı için, bazı insanlar şımarıyor, değişiyor.

Değişen ben değilim. 1990 Yılı’nın Ocak Ayı’na kadar, bütün kusurlarıyla bu kardeşlerimi destekledim. Hâlâ desteklerim, ileride de desteklerim; adam olurlarsa desteklerim, doğru yolda giderlerse desteklerim. Doğru yolda gitmezlerse, babam olsa dinlemem; kardeşim olsa dinlemem!.. Sizi de dinlemem, başkasını da dinlemem; doğru bildiğim şeyi yaparım.

Çünkü, insanlar amellerine göre değil, niyetlerine göre mükâfat alırlar. Bir şeyin yanlış olduğunu bile bile susmak olur mu?.. Bir yanlışlığın icra edildiğini göre göre susmak olur mu?..

“—Hakkın söylenmesi gerektiği yerde susan kimse, şeytan-ı ahrastır!” diyor Peygamber Efendimiz. Şeytandır diyor.

Susmak olur mu?.. Onun çevresinde hoca yok mu?.. Avrupa’da hoca yok mu?.. Camilerde hoca yok mu?.. Niye söylemiyorlar?..

Tek başıma kalabilirim, hiç kimse bana destek olmayabilir; ama ben, yanlış gördüğüm bir şeyi söylerim. Şûrâya dil uzatmak, İslâmî bir hareket değildir.


“—Cihad yapıyoruz.” diyorlar, “Ben cihad emiriyim!” diyor.

Muhterem kardeşlerim, şu anda bir harp var mı, Türkiye’de?.. Var mı?.. Yok!.. Yani, harp yok, kıtal yok, silahlı bir çatışma yok... İrşad var, tebliğ var, ta’lim var, terbiye var, hakkı söylemek var, hakkı ikàme etmek için yapılan çeşitli çalışmalar var... Cihad, kâfirlerle olur, kıtal kâfirlerle olur.

Peygamber SAS diyor ki: “—Fitne zamanında eğer bir mü’min bir mü’mine silahını

395

çekmiş olarak gelirse; Hazret-i Adem’in hayırlı oğlu gibi ol! Yâni, katil olan oğlu gibi olma; varsın o seni öldürsün ama, müslüman kardeşine el kaldırma!” diyor.

Düşmanlık, buğz kime? Kâfire!


أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ (الفتح:٩٢)


(Eşiddâü ale’l-küffâri ruhamâü beynehüm) [Onlar kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler.] (Fetih, 48/29) buyruluyor.

Mü’minlerin vasfı budur. Mü’min mü’mine el kaldırmaz, mü’min mü’mine çelme takmaz. Mü’min mü’minin aleyhinde olmaz, mü’mini kötülemez. Mü’min mü’mini dışlamaz. O cihad, kâfire yapılır.

Yaptın mı?.. Afganistan’a gittin mi?.. Orda düşmana silah attın mı?.. Cihad emiri!?.. Nerde cihad emirliği yaptın?.. yapmadın, sadeve nutuk attın. “Neler yaptık şu vatan için; kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.” dediği gibi şairin, sadece nutuk söyledin. Vaiz de onu yapıyor, öbür hoca da öyle yapıyor, berikisi de öyle yapıyor.

Sen kendini doğru yolda sanabilirsin ama, ötekisi de kendini doğru yolda sanır. Onun için, ictihad ictihadı nakzetmez. Onun için Şafii mezhebi vardır, Hanefi mezhebi vardır, Malikî mezhebi vardır, Hanbelî mezhebi vardır. Şu mezhebi vardır, Maliki mezhebi vardır, Hanbeli mezhebi vardır. Şu mezheb vardır, bu mezheb vardır ve biz onlara hak mezheb diyoruz.


“—Bana biat etmeyen, kendine din arasın!” diyor.

Yâni, İslâm’dan mı çıkıyor? Böyle saçma şey mi olur?.. Sen nesin?.. Bulunmaz Hint kumaşı mısın ki sana ittibâ edeyim?.. Kusurlarını görmüşüm; zaten ekseriyeti sağlayamamışsın, tüm desteğimize rağmen yüzde yedilerde kalmışsın! 46 milletvekili + 3 senatörle meclise girmişken, şimdi sıfıra indirmişsin.. Yani, ben ne diye sana uyayım?.. Beğenmiyorum ki metodunu!.. Bizim

396

metodumuz o değil ki!..

Bizim metodumuz sevgi, kardeşlik, dostluk, vefa, ahde vefa... Hani nerede ahde vefa?..

Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:34


لاَ إِيمَانَ لِمَنْ لاَ أَمَانَةَ لَهُ، وَلاَ دِينَ لِمَنْ لاَ عَهْدَ لَهُ

(طب. عن ابن مسعود)


(Lâ imâne li-men lâ emânete lehû) “Güvenilirliği, emniyetliliği olmayan bir kişinin imanı yoktur. (Ve lâ dîne li-men lâ ahde lehû) Ahdine sadakati olmayanın dini de yoktur.” diyor.

Hani nerede ahde vefa?.. Hani nerde 20 yıllık, 30 yıllık, 40 yıllık arkadaşlık?.. Hani nerde iyiliğe iyilikle mukabele etme?.. Ben seni 1990 yılına kadar desteklemişim, sen benim vakfımı niye desteklemiyorsun?.. Sen benim dergimi niye desteklemiyorsun?.. Sen benim kitabımda İslâm’a aykırı ne gördün?..

Hangi kardeşim ne gördüyse söylesin, çıkartalım. Kitap çıkartmayayım, bundan sonra konuşmayayım, hatam varsa susayım...


Kendi keyfine göre bir yol tutturmuş, “Cihad emiriyim!” diyor. Ne cihadı?.. Fî gayri sebilillâh cihad!.. Böyle, Allah yolunda cihad değil ki bu!.. Kırk yıldır tanıdığımız insan, tam kırk yıldır tanıştığımız desteklediğimiz insan, beslediğimiz insan, varlığımızın her çeşidiyle katıldığımız insan; kardeşlerimizin parasıyla bütçesi şişmiş, kabarmış insan, Almanya’dan valizlerle gelen marklarla zenginlemiş insan... Suud’dan, Kuveyt’ten gelen paralarla şey yapmış insan... Bütün gençlerimizle, okuyan talebelerle —kendi damatlarım



34 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.227, no:10553; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.220, no:187; Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.134, no:5503.

397

dahil, kendim dahil— seçim meydanlarında; Erzurum’un dağlarında; filanca yerin, Samsun’un, Terme’nin, Fatsa’nın köylerinde destekleğimiz insan; bu mudur ahde vefa?.. Bu mudur dervişlik?.. Sen, bu tekkenin mensubu değil miydin?.. Sen, “Bizim yolumuz, tekke adabıdır!” demiyor muydun?.. Sen, “Herkesin intisabı olması lâzım!” demiyor muydun?.. Derviş, şeyhinin sözünü dinlemezse dervişliği nerede kalır?.. Öyle saçma şey mi olur?..


Mevdûdî diyor ki, muhterem kardeşlerim:

“—Yetişmemiş insanlardan, İslâmî aksiyon çok zarar görüyor. İinsanların iyi yetişmesi lâzım!..”

Biz, insanların nefsinin esiri olmaması; Allah’a kulluk, Allah’ın rızasını kazanma esasına göre çalışması gayretindeyiz. Bu gayretin değerlendirilmesi, notlandırılması, Allah-u Teala Hazretleri’ne kalmıştır.

Biz, nâçiz kullarız; eksiğimiz kusurumuz çoktur ama; yaptığımız hareketlerde kendi yapış tarzımızda kusur olabilir ama, tuttuğumuz yol güzeldir, sağlamdır. İlim yolunu tutmuşuz, sevgi yolunu tutmuşuz, kardeşlik yolunu tutmuşuz, vefa yolunu tutmuşuz... Bize hücum eden radikal müslümanlara cevap bile vermemişiz; müslümandır diye... İsmail Nacar aleyhimize yazmış, Ercüment Özkan aleyhimize yazmış; cevap vermiyoruz. Niye?.. Müslümandır, onunla hesabımız sonra, ahirette..

Biz, İslâm’ı savunmaya çalışıyoruz, İslâm’ı yaymaya çalışıyoruz. Bizim yüreğimizde, Ortaasya’da yapılan atom denemeleri yüzünden radyasyondan ölen kardeşlerimizin acısı var... Afrika’daki ezilen kardeşlerimizin acısı var. Biz, hudutları sun’î hudutlar olarak görüyoruz.

Dergilerimiz çıktığı zaman da —kardeşlerimiz şahiddir— dedim ki:

“—Sadece Türkiye’den haber vermeyin; dıştaki müslümanlardan haber verin de, Türkiye’deki kardeşleri dünyanın öbür taraflarında da müslüman kardeşleri olduğunun şuuruna ersin!” dedim.

Onun için, bizim dergilerimiz bir ara, Türkiye’nin içindeki

398

haberlerden ziyade dışından haber veren bir dergi durumuna geldi diye okuyucular tarafından tenkid edildi.

Biz, (İnnemel-mü’minune ihvetün) müslümanların ancak kardeş olduğu kanaatiyle hareket ediyoruz. Kimseye bir şey demiyoruz. İranlıya bile bir şey demiyoruz.

Geliyorlar soruyorlar. Kardeşimizdir, Allah islah etsin; konuşursak yavaş yavaş anlaşırız. İyileri var, sevenleri var; bizden kimseler gittiği zaman, evinde misafir edenleri var. Yani, birisinin vebalini ötekisine niye yükleyelim?.. Hepsini toptan kötülemiyoruz, “Müslümanlar kardeştir!” diyoruz. İhtilafları kapatmağa çalışıyoruz, birlik ve beraberlik içinde hareket etmeye çalışıyoruz.


Aradan 20 yıl geçtikten sonra, 46 milletvekili + üç senatör = 49 parlamenteri sıfıra indirdi; yüzde yedi, yüzde on bir şey...

“—Bundan sonraki seçimlerde ne tahmin ediyorsunuz, en iyimser tahminlerle?” diye soruyorum; size de sorsam siz de aynı şeyi diyeceksiniz:

“—Yüzde on, yüzde on iki, yüzde on beş...”

E, bizim Türkiye’de nüfusun % 99 u müslüman... Niye sağlanamamış bu birlik ve beraberlik?.. Biz, bunun hatasını görüyoruz. Biz, müslümanların kardeşliğinin tam ifade edilemediğini görüyoruz. Cihad literatürü işliyorlar, cihad literatüründen coşan gönülleri müslümanın üzerine tevcih ediyorlar. Öyle saçma şey olmaz!..

Cihad müslümanla olmaz, müslüman müslümanla cihad etmez. “Birisi ötekisine kılıç kaldırırsa, silah çekerse, ölen de öldüren de cehennemdedir.” Biz, bunu anlatmağa çalışıyoruz. “Dervişlik metodunu kullanalım! Yolumuz budur, gerçek müslümanlık budur!” diyoruz. “Yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü!” diyoruz. “Kusuru kendimizde bilelim!” diyoruz.


Millet kusuru kendisinde bilmiyor; “Efendim, % 90 müslüman hatalı” diyor. “Ötekiler, patates dininden!” diyor; tabiri aynen böyle!.. Yani, “Partiyi (RP) destekleyenler tamam,

399

desteklemeyenler patates dininden, diyor; desteklemedikleri için alay ediyor.

Cihadı öğüyor, medhediyor, medhediyor, medhediyor; ondan sonra da, ne diyor:

“—En büyük cihad, seçim sandığında parti müşahidi olarak bulunmaktır!” diyor.

Peki öyleyse, sen partinin muvaffak olması için, müşahidin bile böyle cihadın en yüksek mertebesinde olduğunu ifade ediyorsun da; niye reye en çok muhtaç olduğun zamanda ve seni en son seçime kadar desteklemiş olan dergâhla savaşa kalktın?.. Madem bu kadar ince, madem başarı o kadar önemli, madem bir sandık başında müşahid olmak bile cihadın en üstünü; sen niye böyle bu kavgayı çıkartıyorsun?.. Niye benim dergilerime, vakıflarıma —

sadece benim değil yani, şu veya bu, bir çok şeye— savaş açmış durumdasın?.. Biraz kusuru kendinde görsene!... Biraz söz dinlesene!..


“—Hocalarla bir şura kurayım da, başıma hocaları belâ mı alayım?” demiş Rıfat Boynukalın’a...

Böyle şey mi olur?.. Şurayı kabul etmiyor ki adam!... “Ben emirim!” diyor. “Baş başa, baş şeriata bağlı; yani bana bağlı” diyor. Kendisine bağlı demek istiyor. “Ben de istediğim gibi ictihad ederim!” diyor.

Sen ictihad edemezsin!.. Çünkü sen, ne ayet bilirsin, ne hadis bilirsin, ne Arapça bilirsin, ne de ictihadın şartlarından herhangi bir tanesine sahipsin, ne de ekseriyetle tasvip görmüş ve seçilmiş bir insansın!.. Senin eski yol arkadaşların bile sana kırılmış, senden ayrılmışlar. En son noktaya kadar, sana elinden geldiği kadar yardım etmiş, yaralarını sarmağa çalışmış insanlarız biz. Bize bile tavır almışsın. Sen nasıl cihad edeceksin?..

Ne biçim cihad? Ne biçim anlayış? Bu kafa ile nereye varılır?..

Şeyh Sâdî’nin böyle bir müstehziyâne şiiri var:35



35 Sa’dî, Gülistan, Bölüm:II, Hikâye:6.

400

ترسم نرسى به كعبه، اى اعرابي!

كاين ره كه تو مى روى، به تركستان است


Tersem ne-resî be-Kâ’be, ey a’rabî!

Kein reh ki tû mî-ruy, be-Türkistânest


[Korkarım ki, erişemeyeceksin Kâbe’ye ey a’rabî;

Senin yöneldiğin bu yol Türkistan’a gider.]


“—Korkarım ki ey yolcu, bu gidişle hacca varamazsın; çünkü, tutuğun yol haccın istikametine doğru değil, ters tarafa doğrudur.” dediği gibi Şeyh Sa’dî’nin. Durum böyle...


Sorduğunuz soruların cevabı bu. Onun için, böyle tavırlar olduğu için, böyle davranışlar olduğu için, biz sitem ettik. Dikkat ederseniz yazılarıma, Ocak yazısında:

“—Yazıklar olsun, kardeşi kardeşten ayırana!” dedik.

Neden? Biz, kardeşlerimizi ona emanet verdik;

“—Buyur bunlarla çalış, kadro olsun sana, hizmet etsin!” dedik.

Kardeşlerimizin şimdi tekkeye bakışı, tasavvuf anlayışı, biatı, intisabı, darmadağın dağıldı. Senin bey’ata hakkın yok ki, intisab ettirmeğe hakkın yok ki!.. Her komutan kendisine biat ettirirse; yüzbaşıya bir bey’at, binbaşıya bir bey’at, albaya bir bey’at, generale bir bey’at, levazım subayına bir bey’at, ötekine bir bey’at... Böyle saçma şey mi olur?.. Bir yere bey’atolur!

Hocanın birisi /şeyhin birisi demiş ki:

“—Şeyhler biat almaz!”

Ya peki, bizim tarih boyu meşayihımızın aldığı biat nedir?.. Peygamber Efendimiz’in zamanında insanlar kime bağlanıyordu?.. Peygamber Efendimiz’e bağlanıyordu. İkilik var mıydı, devlet yöneticisi ile şey arasında?.. Yoktu. Ebubekir Sıddık (R.A.) zamanında ikilik var mıydı?.. Yoktu. Ondan sonra var mıydı?..

401

Ondan sonra var mıydı?.. Ondan sonra var mıydı?.. Yoktu.

Ondan sonra, öyle insanların eline geçti ki, Peygamber Efendimiz’in torunlarını katlettiler. O zaman evliyaullaha, meşayih-i izama biat edilegeldi. Medine-i Münevvere’nin mescidinin kapısını tuttular, “Ya Abdülmelik ibn-i Mervan’a biat edersiniz, ya da hepinizin burada kafasını keseriz!” dediler; kahren biat aldılar. Ne yapsın adam? Aciz..

Ne yaptınız yani, örfi idare zamanında; ne yapabildik?.. İnsan aciz olduğu zaman, yönetime ne diyebiliyor?.. Kafkasya’’daki ne yapabildi, Kırım’daki ne yapabildi, Kazakistan’daki kardeşim ne yapabildi?.. Kahren olduğu zaman ses çıkartmıyor. Ne yapacak, kime biat edecek?.. Biatsız mı kalacak? Yani, “Zamanının imamını bilmeyen, cahiliye ölümü ile ölür. Üç kişi bir araya gelse, bir tanesini imam seçmeleri lâzım!..”


Onun için, İslâm’ı bilmiyorlar, İslâm’ı doğru uygulamıyorlar; fanatizme düştüler, yanlış uygulamalara geçtiler, sinsi düşmanlığa geçtiler!.. Lütfi Doğan Hoca benim yanıma gelirken:

“—Efendim Erbakan Hocamızın zât-ı âlinize hürmetleri var, ellerinizden öpüyor.” diyor.

Benim yaşım ondan küçük, benim elimi ne diye öpüyor? O hiç öpmesin!.. Ben öyle bir şey demiyorum, istemiyorum, siz de öpmeyin!.. “Es-selamü aleyküm ve rahmetullah” diyelim kâfî; ne diye elimi öpüyorsunuz?.. İstemiyorum.. Vallahi billahi

istemiyorum, engellemeğe çalışıyorum. Lütfen öpmeyin!

Lütfen özel bir sevgi göstermeyin!.. İşte şu oturan kardeşlerden bir kardeş gibi, ihvan olarak bir sevgi gösterin; olağanüstü bir şey istemiyorum. Kardeşinizim. Siz bizi kardeş edinmişsiniz, ben sizi kardeş edinmişim; bundan fazla bir şey istemiyorum. Ama, “Ellerinden öperim!” deyip, arkasından kuyu kazmak, İslâm’da yoktur.

....................

Bir kısmı diyor ki:

“—Hocam, parti kuracakmışsınız?..”

Parti kurabilirim, bu benim hakkım! Hiç bir zaman kurmam

402

demedim. Parti kurmak sadece bir şahsın inhisarında değil; hele beceriksiz olduktan sonra, hele başaramadıktan sonra... İlle bir şahıs parti kurar da, ondan sonrası kuramaz diye bir şey yok.

Eğitimlerinde söylüyorlar:

“—İkinci bir baş çıkarsa, başını kesmek lâzım!” diyorlar.

Yâni, kesme tabiri var literatürlerinde.. Hem de kaç seneden beri!.. Adapazarlı kardeşlerim bilirler, kaç seneden beri, partinin eğitimi içinde bu vardır. Kesilir kafası, çıkmasın filan diye; çıkmaması için çalışıyorlar.

Bu, onların kararıyla olacak bir şey değil! Düşünürüm taşınırım, kendim bir hareket yaparım. Bu, kendimi bağlar. Beğenilirse siz de katılırsınız; beğenmezseniz, siz de katılmazsınız. Uygun görürseniz siz bir hareket yaparsınız; ben onu beğenirsem, ben size katılırım. Yâni, benim bir parti kurmam şart değil; siz de kurabilirsiniz, başkası da kurabilir.

Daha iyi niyetle, daha büyük müslümanı kucaklayacak bir partiyi kurmak, bugün müslümanların boynunun borcudur!... %7 de kalmayan, % 5 e düşmeyen, ekseriyeti sağlayan, % 60 ı, % 70 i sağlayan bir parti kurmak, müslümanların boynunun borcudur!.. Kim kurmuyorsa, kim kurmaya yanaşmıyorsa, kim geri duruyorsa, kim yan çiziyorsa; kim başka başka partilere girip girip de, asıl yapması gereken görevden kaçıyorsa, vallàhi de, billâhi de, tallàhi de Allah indinde mes’ul olur. Çünkü, müslümanların kendilerinin öz siyasi teşkilatını kurması lâzım!..


İslâm Mecmuası’nın en son sayısında onu yazdım.

“—İşçiler birleşiniz, patronlar sizi sömürmesin!” diyor.

Demokraside sistem böyle çalışıyor. “Ey işçiler! Patronlar sizin haklarınızı vermezler, siz bir parti kurmazsanız, iktidara gelmezseniz, sizin haklarınızı onlar vermezler. Birleşin de, işçi partisi kurun da, iktidarı alın!” diyor. Demokraside mücadele bu tarzda gidiyor. İsveç’te işçi partisidir galiba, hakim olan; refahı epeyce yaygınlaştırmıştır. Birçok yerde böyle. Yani, menfaatlerini korumak için, demokratik kanunların verdiği imkâ nlar içinde çalışıyor herkes. Biz niye müslümanın menfaatini korumak için,

403

bir öz organizasyonumuzu kuramamışız?.. Niye ekseriyeti sağlayamamışız?..

Cuma günü tatil olsun diye, Hasan Değer bir önerge veriyor. Partisinin (Demokratik Parti) bütün elemanları gelmiyor, cuma tatil olmuyor. Cuma tatil olsa ne olur?.. Bir kanunluk canı var yani. Mecliste şu kadar insan parmağını kaldırsa, cuma günü tatil olur. Herkes cuma namazına gider, hutbe dinler, vaaz dinler, Allahın bir farzını yerine getirmiş olur ve böylece de birçok hayırlar hasıl olur. Ne olurdu yani yapsalardı?.. Yapmıyorlar.

Niye dinsizler, densizler, masonlar, imansızlar, sosyalistler, yeşiller birbirleriyle koalisyon yapıyorlar da, müslümanlar niye birbirleriyle birleşmesin?.. Niye birlik beraberlik içinde olmasın?.. Niye o partinin, şu partinin, bu partinin içinde dağınık dursun?.. Duranlar vebal altındadır, azınlıkta kalanlar vebal altındadır!.. 20 yıl çalışıp da, bir sonuca götüremeyenlerden, Allah hesabını soracak:

“—20 yıl ne yaptın?.. 20 yıldır politika sahasında çalışıyorsun, 20 yılda ne yaptın?.. Geldiğin nokta nedir?..” diye Allah sormaz mı?..

Her şeyi sormayacak mı?.. Gençliğimizden sorgu olmayacak mı? Servetimizden sorgu olmayacak mı?.. Hayatımızdan sorgu- sual olmayacak mı?.. Faaliyetlerimizden sorgu sual olmayacak mı?.. Bu sorgu sual, herkese olacak.


Cemaleddin Hoca çıkmış:

“—Efendim, bu iş politikayla olmaz!” diyor. Politikayla olmazsa nasıl olur?.. Yani, mevcut şartlar içinde yapabileceğin her şeyi yaparsın, ona göre çalışırsın. Hiç kimse kalmasa, kendi imkânlarınla sen doğru olan şeyi yaparsın.

Bir Osman Kirişçioğlu veya Kirişoğlu, tek başına adaydı Ankara’da [1969 seçimlerinde]. Ben ilk defa seçme-seçilme hakkını kullanıyordum, oyumu ona verdim. Çünkü, ben müslümanım diyordu. Başka hiç bir partiye vermedik ona verdik; tek kişiye verdik. Neden?.. “İslâm’ı temsil ediyor, vebal altında kalmayayım.” diye.

404

Onun için, müslümanların ekseriyetlerini temsil eden bir partiyi kurmaları, boyunlarının borcudur! Kurarlarsa kurarlar; kurmazlarsa (İn aleyke ille’l-belağ) bildirmek bendendir, tutmayanlardan Allah hesabını sorar!

Allah hepinizden razı olsun!


b. Bir Parti ve Biz36


El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve men tebiahüm bi-ihsânin ecmaîn… Ve lâ udvâne illâ ale’z-zàlimîn…

Mâlûm bir partinin sorumlu üst yöneticileri hakkında, bana sorulan sorular üzerine yaptığım zorunlu açıklamaların, haftalık bir dergi tarafından ele geçirilip neşredilmesi basında çok geniş yankılar uyandırdı. Üzgünüm, Allah, haberi onlara iletenlerden hesap sorsun. Çünkü konuşmalar, meclislerdeki emanetlerdir, onları başkalarına izinsiz açanlar, emanete hıyanet etmiş olurlar.

Ama hayret ettim, her kesimden, bildiğim, bilmediğim insanlar ziyaretime geldi, fikir ve tespitlerime katıldıklarını, beni desteklediklerini bildirdiler. Parti ile ilgili kardeşlerimden bazı tenkid ve endişe izhar edenler; iyi niyetle, ara bulmağa çalışanlar da oldu. Her halde bilmediğim yerlerde aleyhime konuşanlar da olmuştur. Normal karşılarım. Çünkü bir insan bir iş yapınca, onu beğenenler de, tenkid edenler de çıkabilir. Bizce mühim olan Allah-u Teàlâ’nın beğenmesi ve razı olmasıdır. İnsanlar içinde de Allah dostu, takva sahibi, ilim ve irfan erbabının beğenmesi değer ve önem taşır; konuyu bilmeyenler, işin içyüzüne vakıf olmayan, çizmeden yukarıya çıkan; gıybete, dedikoduya, yalana, iftiraya sapan, ters ve yanlış konuşanlar ise, birçok vizr ü vebal ve günah yüklenir, ahirette hesaba çekilir, cezalarını görürler.


Bizim mâlûm İslâmcı siyasi harekete katkımız çok büyüktür.



36 Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, İslâm Dergisi Başmakale, Temmuz 1990.

405

Buna rağmen partiyi yöneten bazı mes’ullerin, dostlukla bağdaşmayan, kardeşliğe ve ortaklığa sığmayan, İslâm’ın yüce ahlakına, tasavvufun ince adabına, ahde vefaya, iyiliğe şükran borcu hissetmeye aykırı düşen bazı tutum yönetim, direktif ve davranışlardan dolayı zaman zaman ikazlarımız ve kırgınlıklarımızı ifade edişlerimiz olmuştur; amma dinleyen ve anlayan olmamıştır. Sabır ve tahammüllerimiz yıllarca devam etmiş, ama üst yönetimin bizi fevkalade üzen ve zarara uğratan tutumları izale edilememiştir. Nihayet bardağı taşıran bazı olaylar zuhur etmiş, partinin Yalova Eğitim Semineri ve devamı toplantılarında çok müessif konuşmalar yapılmıştır. Biz bunlar üzerinde dergimizin 1990 Ocak ve Şubat sayılarında bazı açıklama ve ikazlar yayınladık ve sonucu dikkatle izlemeğe başladık. Partide maalesef bir düzelme olmadığı gibi gıybet ve suizan, husumet ve adavet, yalan ve iftira mekanizması ile şahsımız ve yolumuz yıpratılmağa var gücüyle devam edildi, ipler koparıldı. Bu yeni durum ise bize, yalan yanlış fikirleri cevaplandırma ve konuyu efkar-ı umumiyemize açma hakkını vermektedir.


Üzülerek belirteyim ki o siyasiler, hizmetine ve desteğine verdiğimiz kardeşlerimizin bizden kopmasını sağlamağa çalışmış, yoğun yanlış propaganda ile fikir ve gönülleri bulandırmış, ihvanın inanç ve edep yapılarını zedelemiş, müslümanları birbirine düşürmüş, ahidlerini zedelemiş bulunuyor.

Halbuki garibanı hor görmemek lâzımdır; bizim de sevgiye, saygıya, korunmaya, desteğe ihtiyacımız vardır; çünkü çok ağır yükler yüklenmişiz, çok zayıf ve biçareyiz. Tüm yükleri bize yüklemek insafa sığmaz. Bizim koca bir teşkilatla uğraşacak vaktimiz ve gücümüz yok ki!

Ama hayret edilecek bir şeydir parti, siyasi rakipleri ile değil de, bizim gibi kendisini en son noktaya kadar destekleyenlerle uğraşıyor; kendisinden farklı yumuşak ve sevgiye dayalı üslupla halka ve hakka hizmet etmek isteyenlere anlayış göstermiyor,

406

hayat hakkı tanımak istemiyor, şiddetli rekabet ve husumet yapıyor. Ayrıca dinin ve tasavvufun kurallarını keyfi yorumluyor. İşine geldiği zaman mezhebimizin kabul etmediği işleri yapıyor. Bunların gerekirse müşahhas misallerini açıklayabilirim. Bizim bunları kabul etmemiz imkânsızdır.


Ayrıca parti genel kurumuyla tüm inanları ısındıracak, hepsini kardeşçe kucaklama vasfını yitirmiş görünüyor. İçte ve dışta pek çok kızgın ve küskün peyda etmiş; dostça ve haklı ikaz ve tenkitte bulunanları dışlamıştır. Karşısında olan iyi niyetli insanları suçlama ve karalama yoluna gitmiş, baştan beri daima adam harcamıştır. Yâni tüm müslümanlarla uyum içinde, dostça, halka halka çalışan, birleştirici, kavuşturucu, geliştirici, çalışma yapamadığını fiilen göstermiş; senelerce onun salâhını ve ıslahını ümitlerini boşa çıkarmış, şimdi tam bir şahıs, saltanat partisi olmuş, kayd-ı hayat şartıyla başkanlık sistemini benimsemiştir. Bunu hiç doğru bulmuyorum. Bu dava kimsenin şahsî malı değildir, hizmetliler gereğinde değiştirilebilmelidir; çünkü beşer kusurdan hali olamaz. Rakipsiz, murakabesiz, meşveretsiz, alternatifsiz, hürriyetsiz bir çalışma tarzıyla başarıya ulaşılamaz.


Bu görüşlerde yalnız olmadığını sanıyorum. Mesele, şerefsizce iddia edildiği gibi, pastadan daha büyük bir dilim koparmak veya tam parti % 10 barajını aşacak iken pişmiş aşa su katmak veya şu veya bu siyasinin aldatmasına ve oyununa gelmek veya dış güçlerin ajanı ve maşası olmak saçmalarıyla geçiştirilemez.

İslâmcı kesimde yeni partilerin resmen kurulmuş olması veya daha başkalarının kurulmak istenmesi hiç şüphesiz ki yaygın bir hoşnutsuzluğun işareti olup, mevcut İslâmcı partinin tasvip edilmediğini açıkça göstermektedir.

Partide çok emeğimiz ve büyük hissemiz var… İçinde çeşitli kademelerde halen çalışmakta olan pek çok has, halis ve hakikatte kardeşim mevcut… Onları seviyor ve sayıyorum, kimseyi üzmek ve kırmak istemem, dost acı söyler, düşman güldürür, sözlerimiz, ülkemizin halkımızın ve ülkümüzün

407

selameti içindir.

Mevcut şartlara ve gidişe bakılırsa bu davaya inananların yakın bir gelecekte siyaset konusunda daha köklü, daha güçlü, daha başka tedbirleri almak, zorunda kalacakları anlaşılmaktadır. Allah hayırlısını nasib etsin.


c. İslâm Dergisi Röportajı37


1.Soru: Tempo dergisinin saptırarak kamuoyuna aksettirdiği sizinle ilgili yayın hakkında ne dersiniz?


Refah partisi bizim çok içli dışlı olduğumuz bir parti, yabancısı değiliz, dışında da değiliz. Kuruluşundan daha önceki MSP ye MNP zamanından beri bu siyasi çalışmalarla yakından alâkamız var. Grubumuzun genel temayülü bu hususta yardım etmek, destek olmak şeklinde olduğundan, partinin en yüksek kademelerinden, merkez kurulundan, ilçedeki en aşağı kuruluşlara kadar kardeşlerimiz görev almışlardır.

Bunların üzerine basa basa söylüyorum. Bu kardeşlerimi kırmak istemem. Onlarla bir problemim yok, Benim kardeşlerim, ben kendim onlara yön göstermişim, çalışın demişim. Benim hareketim onlara karşı bir hareket değil.

Olayı reaksiyoner bir hareket olarak düşünmüyorum. Yapılmış bir takım yanlışlıklara da bir reaksiyon mahiyetinde bir çalışma olarak da düşünmüyorum.

Politika sahasında 22 yıllık bir, çalışmanın içinde, ilk baştaki heyecan, bütünlük kaçırılmış.


2. Soru:

Halkın teveccühü mü azaldı?




37 Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, İslâm Dergisi, Temmuz 1990.

408

Türkiye’nin %99’u Müslüman. %99’u Müslüman olan bir ülkede halkımızdan alınan % 7.3’lük bir oy başarı değil, üzülecek bir durum. Bunun üzerinde durmak lâzım! Niye halkımız teveccüh etmemiş. Acaba bir kırgınlık mı var? Düşündüğüm esas mesele bu. Refah partisiyle ters düşmek, ona karşı bir reaksiyon olmak değil.

Büyük ekseriyeti müslüman olan, Ramazanda her tarafın birden değiştiği, camilerin dolduğu, herkesin dini hayatı candan coşkuyla yaşadığı bir ülke de niye %7,3’te kalmışız. Politik çalışmaya coşkuyla başlamış olan insanlar şimdi niye dışarıda? Mesele bu sorunun cevabında…


Acaba kırgınlıkları tedavi edebilir miyiz? Allah’ın kardeş ettiği, müslümanları, birbirine kırgın olan insanları, grupları barıştırarak İslâm’ın kardeşliğinin birlik ve beraberliğin bir nümûnesini Türkiye’de göstermek mümkün değil mi?

O kırgınlığı katılaşmış, çelikleşmiş bir tarzda, küçük bir yüzdeyle devam ettirmek yerine, küskünleri barıştırarak kırgınları yeniden kazanarak, daha geniş bir kucakla birlik ve beraberlik sağlanamaz mi? Benim düşüncem bu. Bunu sağlamak istiyoruz.


2. Soru:

Yaptığınız hareketin mahiyeti nedir Efendim?


Yaptığımız hareket reaksiyoner bir hareket değil, bir barışma hareketi, bir birleşme hareketi, bir yakınlaşma hareketi, gruplar arasında bir köprü kurma hareketi, bir anlayış meydana getirme hareketi, bir hüsnüzan hareketi, kötülememek, karalamamak, dışlamamak hareketi, bazı insanların başka gruptan olması dolayısı ile düşman görmemek zihniyetini hakim kılmak hareketidir. Bütünkalbimle yapmak istediğim şey budur.

Kendi hayatımda birçok yerde Müslümanları kardeş olarak düşünerek, meşreb farkı, ekol farkı gözetmeden Müslümanlara bakabildiğimizde çok tatlı sonuçlar alındığını gördüm. Hatta

409

yanına yanaşmadığımız zaman, çok kötü insan sandığımız bazı kimselerin, yanlarına yanaştıkça, konuştuğunuz zaman kazanılabildiğini gördüm.


3. Soru:

Türkiye Batı ile çok yakın ilişkilerde olduğu için Batılı ülkelerdeki gelişmelerden yakinen etkilenmekte. Burada Müslümanlara düşen vazife nedir?


Birbirimizi ayrı kampların insanları olarak görerek ayrılmamalı, birbirimize yaklaşmalıyız. Anlaşma imkânları aramalı, karşı oluşu, düşmanlığı muhafaza etmek yerine yok etmeye çalışmalıyız. Türkiye’nin buna büyük ihtiyacı var.

Türkiye gelişmekte olan bir ülke. Ayrıca sadece kendi içindeki problemlerle, onları çözmekle yükümlü görülmüyor. Bölgesine ve tüm dünyaya faydalı olabilecek bir ülke olarak görülüyor. Türkiye’nin önemi günden güne bârizleşiyor. Herkesin dikkatini çeker bir hale geliyor. Avrupa’dan Çin’e kadar Türkiye’nin bir nüfuz bölgesinden bahsediliyor. Orta Asya, Rusya’nın bazı bölgeleri, Çin’in bölgeleri, Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan İslâm halkları ile dostluk ve onların üzerinde otorite kurma durumu söz konusu. O bakımdan biz Türkiye’de aynı kültürün insanları olarak aynı tarihten gelme, aynı maziye sahip insanlar olarak çok daha rahat anlaşabilmeliyiz ki, dış dünyadaki başka müslümanlara da kucak açabilelim! Onlara yönelik daha güzel çalışmalar sergileyebilelim.

Ben Türkiye’deki bir hemşerimle, bir kardeşimle anlaşamazsam, Pakistanlıyla, Endonezyalıyla nasıl anlaşacağım. Orta Asya’dakilerle nasıl anlaşacağım.


4. Soru:

Birlik ve beraberlik sevgi ve kardeşlik için ne yapılmalıdır?


Böyle geniş bir sevgiye kardeşliğe birlik ve beraberliğe girebilmek için bir yakınlaşma hamlesi başlatmak zorundayız. Bu

410

da eski tavırları bırakmakla mümkün olur. Onun için bir küçük gruba ben karşı gibi görünüyorum ama, o Tempo’daki yazılanlar dolayısı ile esas itibari ile bu karşı gibi oluş, onların gruplaşmayı muhafaza etmek ve çizgileri serleştirme tutumlarından kaynaklanmaktadır…

Yani yönetimdekilerin kusurundan kaynaklanıyor. Yönetimdekiler, çalışmaya beraber başladığı insanları bile küstürmüş veya dışlamış durumda... Biz de en son ana kadar kendisini desteklemiş olduğumuz kardeşlerimiz değil, partinin kendisi değil, partinin yönetimindeki prensiplerin katılığından herkesin hoşnut olmadığını görmüş bulunuyoruz. Mesele bu.

Herkesi dışlamak, herkesi kötülemek, yanlış yolda görmek, sadece kendisini doğru yolda görmek; bu tasavvufa da aykırı… Bir insanın doğru yolda olması, kendisi tarafından tesbit edilemez. Dışarıdan objektif gözlerle, ölçülerle yapılır. Biz de bu hareketi objektif ölçülerle dışarıdan değerlendirdiğimiz zaman, tenkit eden insanların ilki değiliz, sonuncusu da değiliz. Refah partisinin içinde de bu hareketi tenkit eden insanlar, nahoş tavrı tasvip etmeyen insanlar az değil.


5. Soru:

Bu tenkiti yaparken üslubunuz nedir efendim?


Ben bu gerçeklerden hareketle bir İslâmî gerçeği, sevgi gerçeğini, işbirliğini öne alan bir ikaz yapmış oluyoruz, bir çalışma başlatmış oluyorum. Kendi üslubum ile bu çalışmaya devam edeceğim. Çünkü herkesin bir üslubu vardır. Eskiler, “Her yiğidin bir yoğurt yiyiş tarzı vardır.” demişler.

Bizim üslubumuz Mevlânâların üslubu, Yunusların üslubudur. Sevgi ve kardeşlik üslubudur. Anadolu bununla birleşti, Osmanlı bu maya ile kuruldu ve asırlarca yaşadı. Biz ta önceleri düşünecek olursak, İslâm bu ruh ile çıktı. Bu ruh ile her tarafa yayıldı ve muhtelif kültürlere ait insanları bir potada, sevgi potasında İslâm potasında birleştirebildi. Biz o hoşgörü ve o enginliği, o genişliği şu anda kendimiz mutlaka aynen sağlamak zorundayız.

411

Bu reaksiyoner bir tavır değil, öze dönüş tavrı diye isimlendirilebilir. İslâm’ın ta özüne, Asr-ı Saadet Müslümanlığına dönmek diye tanımlanabilir. Böyle olunca da bu hususta bütün kardeşlerin ilgisi olacak diye düşünüyorum. Hatta Refah partisinden de, orada görev yapsın, çalışsın diye kendilerinden rica ettiğimiz kardeşlerimizden de… Diğer mensuplarından da. O hava ile güzel sonuçlara gideceğimiz kanaatindeyim.

Kardeşlerimizin bir kısmı Nurcu, bir kısmı Süleymancı, bir kısmı Hüseyin Hilmi Bey’e bağlı. Bir kısmı Adıyaman’a bağlı, bir kısmı Erenköy’e bağlı. Bu bağlılıkların kardeşliğe mani olmaması gerektiği kanaatindeyim. O bir eğitim bağlılığıdır. Yani eğitimini

oradan alıyor. Ama, kardeşlik, rekabetsiz sevgi dolu kardeşlik devam etmelidir.


Birleştirici tavırlara her zaman varım. Bu işi Özallar hareketiyle ilgili bir politik hareket olarak görmek ve göstermeğe çalışmak yanlıştır, hatadır ve vebaldir. Ben öyle bir şeyden davacı olurum. Bu benim kendi öz görüşlerimden kaynaklanan serbest bir harekettir. Özalların bir manevrası veyahut benim böyle bir manevranın içinde bir yük yüklenmiş bir kimse olarak gösterilmem, bana hakarettir. Böyle bir şey bahis konusu değildir.

Parti kurmak hakkım, bir vatandaş olarak. Her vatandaş parti kurabilir. Ben de bir parti kurma hakkına sahibim. Bu benim hakkım. Derginin kapağında bizim Refah Partisi’ne cihad

açtığımız tarzında bir haber çıktı. Bu, kelimeleri bilmeden kullanmamalıdır.

Cihad, müslümanın müslümanla mücadelesi değildir. Refah Partisi de bizim organizasyonumuzdur. Sahipliğinde payımız olan bir organizasyondur. Böyle bir ifade tarzını da kabul etmiyorum. Refah partisi bizimken, biz kendi kendimizle mi mücadele içerisindeyiz. Böyle bir şey bahis konusu değil. Biz bir eğri hareketi, eğriliği doğrultmaya çalışıyoruz. Fikir münakaşası alış- verişi her yerde olur. Bir fikir mücadelesi diyebiliriz ama cihad açmak yanlış bir söz.

412
18. SAVAŞ VE ŞEHİDLİK
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2