Bir alim “Zaman tarikat değil belki hakikat zamanıdır.” diyormuş. Ama günümüzde bir çoklarımız tarikat ehli olmuşlar. Kendilerinden başkasını da müslüman görmeyenler mevcut. Kılık kıyafetle mi, sakal bıyıkla mı bu din kàimdir ki, sakalsıza selâm bile vermiyorlar.


“—Zaman tarikat zamanı değil.” diyen kişiyi ben tanıyorum, bildiğim bir kimse. Mübarek bir zâttı, Allah rahmet eylesin. Bizim Mehmed Zahid Kotku Hocamız’a Zeyrek camiinde imamken gelmiş. Hocamız Rh.A bizzat kendisi anlattı:

“—Ben Nakşbendî Evrâd-ı Şerifesi’ni okuyorum. Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi Hazretleri’ne muhabbetim vardır, hocamdır, üstâdımdır.” demiş.

Yâni kendisi hem zikir ve evrâdı okuduğunu hem de tarikat büyüklerinden bazı çok meşhur olan alimlere bağlılığının, sevgisinin olduğunu söylemiş. Samsun’da Mustafa [Bağışlayıcı] Efendi diye bir kardeşimiz var, kendisini, yani bu alimin de intisablı olduğunu söylemişti.

 

“Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanı!” sözü ne demek?

Tarikat zaten hakikate götüren bir yoldur. Tarikat zaten sonunda insanı ma’rifetullaha erdirir, hakikate ulaştırır. O bakımdan arasında bir fark yoktur. Fakat tarikat erbâbı bu zamanda nasıl?

Tabii gerçek mutasavvıflar, gerçek alimler farklı... Nerede Yunus Emre, nerede Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, nerede Eşrefoğlu Rûmî, nerede Hacı Bayrâm-ı Velî, nerede İbrahim Hakkı Erzurûmî... Onlar alim kimselerdi, âbid kimselerdi, fâzıl kimlelerdi, kâmil kimselerdi... Bu devirde de vardır. Ama bu devirde de, o devirde de o seviyede olmayan insanlar da vardır.

Yalnız her ne olursa olsun, insanın nefsini terbiye etmesi Kur’an’da emrediliyor. Onun için mecbur. Ma’rifetullahı öğrenmesi dinimizin emridir, Kur’an’ın, imanın asıl şartıdır. İhsân makamına ulaşmak en önemli şeydir. O bakımdan, hiçbir zaman insanlar nefis terbiyesinden, marifetullahı tahsil etmekten, güzel ahlâkı elde etmekten, tasfiye-i bâtından, tezkiye-i nefisten ve tehzîb-i ahlâktan uzak olamayacaklarından her zaman için, herkes için bu şeyler lâzımdır. Binâen aleyh, öyle bir ayrıma lüzum yok.

Ama alimler çeşit çeşit usullerle İslâm’a hizmet etmeyi denemişler. Kimisi; “Şu metotla hizmet edelim, bu daha önemli.” demiş. Kimisi; “Hayır, şu metotla hizmet edelim, şu daha iyidir.” demiş. Ben o metotları biliyorum. Eskiden de böyle çeşitleri vardı. Bu zamanda da halkımız İslâm’a girsin diye çeşit çeşit metotlar uygulanmıştır. Herkes kendi metodunu uygulamış, talebelerini yetiştirmiştir. Talebeleri içinden iyi kimseler çıkmışlardır, güzel hizmetler olmuştur. Fikir farkları olabiliyor. Ama nefis terbiyesi mutlaka, her zaman lazım.

 

“Günümüzde birçokları tarikat ehli olmuşlar ama, kendilerinden başkasını müslüman görmüyor.” diyor.

Bu iyi bir şey değil. Kendisinden başkasını müslüman görmemek doğru bir şey değil. Hatta iyi müslümanlık, kendisini en aşağı, âciz nâçiz bilip karşısındakine hüsnüzan etmeyi gerektirir. İyi müslümanlık budur. Böyle bir kimse varsa bu bütün erbâb-ı tarikatin hâli değildir, cahil bir iki kişinin hâlidir. Erbâb-ı tarikat mütevâzı insanlardır.

Yunus Emre’yi biliyorsunuz. Ne diyor:

 

Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek;

Sen derviş olamazsın!

 

Gönülsüz ne demek? Mütevâzi demek.

Yani gerçek dervişler bu durumda değildir. Kötü misalleri bahis konusu etmeyelim. Her yerde kötü misal vardır. Kötü misalleri bahis konusu edersek, iş bitmez. Camideki kötü misalleri ele alıp onu anlatacağımıza; “Vay falanca adam şöyle, filanca adam böyle... Filanca cemaatten filanca şöyle yapmış, falanca filan böyle yapmış...” diyecek yerde güzel şeyleri anlatalım, teşvik edelim. Camiye gölge düşürmeyelim.

Mesela birisi diyor ki:

“—Niye camiye gelmiyorsunuz?”

“—Camide pabuç çalınıyor, ondan gelmiyorum.”

Pabucu çalınan camideki cemaat, hırsız caminin cemaatinden değil ki! Hem cemaatin pabucu çalınıyor, hem de camiye iftira oluyor. Bunlar doğru değil.

 

Güzel şeyleri söyleyelim, oyuna gelmeyelim. Camiyle hırsızlık suçunu yan yana getirmeyelim. Nasıl Papa’yı bir çocuğun elini öperken resmini çekiyor. Sevimli göstermek için bu bir taktik…

Biz de kötü örnekleri yazmayalım! Nefsi terbiye etmek güzel şeydir. Allah’ı zikretmek çok sevaplı bir şeydir. Bunları kötü imajlarla yan yana getirmek, böyle düşünmek insanın kendisinin de zihninde bir kusurdur. Böyle olmak doğru değil.

O bakımdan bu tarzda düşünmek uygun değil. Bu kardeşimizin de böyle düşünmesi uygun değil. Bu misallerdeki kişilerin de kendisini tam müslüman sanıp başkasına selâm vermemesi, o da uygun değil.

Bu kardeşimizin bakış açısı da tenkide uğrayacak bir tarzda. Hem birincide, hem ikinci sorusunda kendisinde bir gariplik var.

 

 “Kılık kıyafetle mi, sakal bıyıkla mı bu din kâimdir ki sakalsıza selam bile vermiyorlar.” Diyor.

Sakalsıza da selâm verilir. Bildiğine de selâm verilir, bilmediğine de selâm verilir. İslâm kılık ve kıyafetle değildir. Hatta tasavvuf erbâbından birisinin güzel bir şiiri var:

 

Dervişlik olaydı tac ile hırka;

Alırdık biz dahi otuza, kırka…

 

“Bu sarıkla cübbeyle olacak bir şey değildir, gönül terbiyesiyle olacak.” diye onlar da söylemişler, bu kardeşimiz gibi...

Esas olan şekil değildir, özdür. O bakımdan kimseyi hor görmemek esastır.

Demek ki bu kardeşimiz bazı cahil kimselerle karşılaşmış, onlara kızmış. Öyle anlaşılıyor. Onları tenkit ediyor. Tenkitleri haklı. Tenkit ettiği kimseler kusurlu. Fakat kendisi de hep menfî şeyleri dile getirmek dolayısıyla, yanlış bir durumda. Bu soruyu soran kardeşimiz de kendisine dikkat etsin!

 

“İmansızlık ve hayasızlık almış yürümüş, kişiler zikirle vakit geçiriyorlar. Hani emr-i bi’l-mâruf? Bilmiyorsan malınla canınla neden bu yolda fedakârlıkta bulunmazsın?” diyor.

İmansızlık ve hayasızlık almış yürümüşse, tabii onunla emr-i mâruf yapılacak, nehy-i münker yapılacak bir mücadele gerekiyor. Yalnız emr-i mâruf nehy-i münker yapmak için kadro lazım. Kadronun da emr-i mâruf ve nehy-i münkerin de şartı vardır. Açın meselâ Tenbihü’l-Gàfilîn kitabını; “Kimler emr-i mâruf nehy-i münker yapabilir?” diye açıklıyor.

Cahil emr-i mâruf nehy-i münker yaparsa, kaş yapayım derken göz çıkartır, gönül yıkar, insanları küstürür. Onun için emr-i mâruf nehy-i münkerin birtakım şartları vardır. O şartlara sahip olmadan insan emr-i mâruf yapamaz. O zaman kaçırtır, herkesi küstürtür, darıltır.

Nitekim kendisi de misal vermiş, bazı kimselerin tavırlarından rahatsız olmuş. Demek ki ham oldu mu insan faydalı olamıyor. Binâen aleyh, olgunlaşmak esastır. Dinimizin esası budur. İnsan olgunlaşacak. Olgunlaşma da bir olgunluk eğitiminden geçerek olur. Binâen aleyh, o olgunluk eğitiminin bir parçası olan zikri de küçük görmek yanlıştır. İnsan bir müddet zikirle meşgul olur, halvetlere girer, kemalâtı elde eder. Ondan sonra öbür tarafta mürşid-i kâmil olur.

 

Eşrefoğlu Rûmî buradan kalkmış, Hama şehrine gitmiş, Suriye’ye... Orada Sâdeddîn-i Hamevî Hazretleri’nden üç erbain çıkartmış. Yani kırk gün, kırk gün, kırk gün; 120 gün, dört ay tenhalarda halvet yapmış. Ama ondan sonra Eşrefoğlu Rûmî olmuş, büyük alim olmuş, büyük şeyh olmuş, büyük evliyâdan olmuş. Demek ki bir olgunluk eğitimini takip etmeden olmaz.

 

Ayrıca zikrullahı Allah emrediyor. Allah’ın emrettiği bir fiili küçük görmek doğru değildir. “Allah’ın ismini zikredin. Çok zikredin!” diye emrediyor. Kusur Allah’ı zikretmesinde değildir. Müslümanların vazifeleri çoktur. Çok vazifelerden bir tanesini yapar da ötekileri yapmazsa insan, zaten kusurlu olur.

Mesela namaz. Bir adam namaz kılsa, bir vazife namaz; oruç tutmasa, zekât vermese, hacca gitmese bu adamı methedebilir miyiz? Edemeyiz. Çünkü müslümanların vazifeleri çok. Namaz da kılacak, oruç da tutacak, hacca da gidecek, zikirle de meşgul olacak, tüm vazifeleri yapacak; yarım yaparsa yarım insan olur diye. Onun için, “Bir kimse zikirle vakit geçiriyor da ötekini yapmıyor!” gibi bir tenkit iyi bir tenkit değil.

Zaten bu zikirle meşgul olan insanların çoğu emr-i mârufu nehy-i münkeri yapıyor, İslâm’a hizmeti yapıyor ve parasını verip de hayrı hasenâtı yapan ekseriyâ bunlardır. Bir envanter çıkartın, inceleyin; ekseriyâ olgun müslümanlar zikirle meşgul olanlardır. Haberiniz olsun. Hacca gidenler, hayır yapanlar, cihad edenler, Allah yolunda malını verenler hep onlardır.

Biz de erbâb-ı zikiriz, el-hamdü lillah. Emr-i mâruf da yapıyoruz, nehy-i münker de yapıyoruz. Müşahhas bir misal olsun diye kendimizi de ortaya koyalım da mesele iyice anlaşılsın.

 

[Cami cemaatine; “Gel kardeşim, şurada Es’ad Hoca var, gidelim, dinleyelim, bakalım neler öğreniriz...” diyorum, “İşim var, gelemem. Bizim din adamlarımıza ne olmuş... Cami var, TRT var, Mevlid okuyorlar, dualar ediyoruz. 163. madde kalkmasın, Ayasofya açılmasın.” diyor. Ortalık bunlarla dolu.] diyor.

Yaygın bir cehaletin, cehaletle dolu devirlerin sonunda tabii tarla ekilmezse, sürülmezse, ayıklanmazsa diken doldu... Uzun zamanlar din eğitimi yapılmadı. Mektepler açıldı, şimdi ilim irfan erbâbı yavaş yavaş yetişmeye başladı.

O söyleyen kimsenin, “Bizim din adamlarımıza ne olmuş?” dediği, biz de o din adamlarındanız. Onları da biz yetiştirdik. Ben İlâhiyat Fakültesi’nde profesörüm. TRT’yi idare eden şahıslardan çoğu da benim talebemdir. Bugün Diyanet’in başındaki adam da benim talebemdir.

Geçtiğimiz Diyanet İşleri reislerinden iki tanesi, üç tanesi de kaderin sevkiyle bizim önümüzden geçti, imtihan ettik, talebemiz oldu. Çoğu talebemizdir. Demek ki “Bizim din adamları” dediği aslında benim, bizim din adamlarımız. Böyle iki türlü üç türlü ayrım yapmasına lüzum yok.

 

TRT’de bir din eğitimi var; ama yeterli değil. İnsan “Sabahleyin kahvaltı ettim.” diye öğle yemeğinden geri kalıyor mu? İkindi yemeğinden, akşam yemeğinden geri kalıyor mu?

Kalmıyor. Binâen aleyh, TRT’de haftada bir beş dakikalık dinî konuşma var; yetmez! Camideki konuşmalar; yetmez! İmam-Hatip okulları; yetmez! Bu din eğitimi, din öğretimi uzun iştir, hayat boyu devam eden bir iştir. Bu eğitimle insanlar yoğrulacak, iyi insan olacak. Öyle küçücük dozajlarla, azıcık koklamalarla, kokusunu uzaktan koklattırmakla insan eğitimli olmaz. O bakımdan, çok çalışılması gerekiyor. Yeterli değil.

O kardeşimizin camiye gelmesi lazım. TRT’yi de dinlesin, evinde de çalışsın. Onlar da yetmez, ayrıca ilmini arttırmak için başka kurslara da gitsin. Arapça da öğrensin. Tefsir kitapları da okusun. Hadis kitapları da okusun, ki epeyce bilgisiz olduğu anlaşılıyor.

 

163’ün kalkması hepimizin arzusudur. Çünkü dinin ahkâmını uygulansın diye söylemek suç telakkî ediliyor. Bunun için cemiyet kurmak suç telakkî ediliyor. Müslümanın kafa yapısına ters.

“—Bu bir antidemokratik durumdur, vicdan hürriyetine karşıdır.” diye çeşitli konuşmalar yapılıyor. Onun için kaldırılmasını temenni ediyoruz. Camide insan bir hoca efendi hutbede “Faiz haramdır.” dedi diye hapsi boylayabiliyor. Faizin haram olduğunu Kur’an-ı Kerim söylemiş.

“—İslâm’da içki içilmez. Devlet içki üretmesin.” dediği zaman; “Vay sen devletin müesses, kurulu nizamını dinî esaslara uydurmaya çalışıyorsun!” diye hapse gidiyor.

Bu bir haksızlık oluyor. Çünkü Kur’an söylemiş, ben söylememişim ki... Kur’an’ın sözünü nakleden hoca hapse gidiyor diye, bu bir haksızlıktır diye kaldırılmasını istiyor. Binâen aleyh, onun kaldırılmasını isteyecek.

 

Ayasofya da Fatih Sultan Mehmed’in cami yaptığı bir müessesedir, camidir. Vakfederken “Burası cami olarak kullanılsın!” diye emretmiş. Onun vakfiyesine uymamak günahtır. Uyulması lazım. Ben malımı mülkümü tahsis edeceğim, ondan sonra, “Ben öldükten sonra bu mallar şu hayırda kullanılsın.” diyeceğim, kullanılmayacak. Günahtır bu! Vakfeden kimsenin şartına uymamak günahtır. Onun için, biz hepsini istiyoruz.

İstemek de mi yasak? Güzel şeyleri temenni etmek de mi yasak? “Zulüm kalksın, haksızlık kalksın, kanunlar daha âdil olsun demek de mi yasak? Bu zaten gazetelerde denilip duruyor.

Demek ki o kardeşimiz çok cahilmiş. Demek ki TRT’den haftada beş dakikalık öğrendiği dinî bilgi doğru düzgün dinî bir vicdanının oluşmasına bile yetmemiş olduğu anlaşılıyor. O kardeşimizin çok daha bilgilere muhtaç olduğu anlaşılıyor. Allah ıslah etsin.

 

Bu durumlar yaygın. Ama çok güzel gelişmeler de var. Sizler de bizler de çok söyleyip çalıştıkça, gayret ettikçe düzelecek inşaallah.

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN