18. TASAVVUF

19. TARİKAT



a. Tarikatın Lüzumu


1. Soru:

Tarikat ne demektir? Önceden tarikat var mıydı? Peygamberimizin sünnetinde şu anda karşı görünen bazı durumlar var. Örneğin, masa, koltuk gibi; bu husustaki görüşleriniz?


Tarikat, insanın kâmil bir müslüman olmak için eğitilmesi yolu demektir. Hepimizin iyi bir müslüman olmamız lâzım, kâmil bir müslüman olmamız lâzım. Bunun için bir eğitimden geçmemiz gerekiyor. Bu eğitimin ana meselesi, insanın nefsini yenmesidir, nefsini ıslah etmesidir... Sonra, güzel şeyleri öğrenmesidir, güzel ibadetleri yapmasıdır. Bu bir eğitim meselesidir, buna nefis terbiyesi diyoruz, tasavvufi eğitim diyoruz.

İnsan nefsini terbiye etmezse, felâkete uğrayacak diye Kur’an-ı Kerim bildiriyor. Nefsini terbiye eden de, felah bulacak diye bildiriliyor. Nefsin terbiyesi farzdır. Nefsin terbiyesinin usulüne de, tarikat derler. O şu usülle terbiye ediyor; bu, bu usülle terbiye ediyor. Yani, patlıcan yemeği yiyeceksiniz; birisi musakka yapıyor, birisi karnıyarık yapıyor, birisi bilmem ne yapıyor gibi. Neticede patlıcan yemeği yiyorsunuz, karnınızı doyuruyorsunuz.


Tabii, nefsin terbiyesi için uygulanan metodlar, Peygamber Efendimiz’in zamanından beri vardı. Hak tarikatlar, Peygamber Efendimiz’in sünnetini uygulayarak, insanın yetişmesi yolunu sağlamışlardır, kullanmışlardır. Hadis-i şerife, Kur’an-ı Kerim’e uygun, şeriata muvafık yoldan eğitmişlerdir. Sonradan, bu meseleleri iyi bilmeyen insanlar, veyahut bu tasavvuf yolunun çok kıymetli olduğunu, çok rağbet gördüğünü gören insanlar; başka başka yollar çıkartmışlardır.

Bunlar alim olmadıkları için, veyahut iyi niyetli olmadıkları

498

için, veyahut büyüklerinin sözünü tam anlayamadıkları için; başka yollar çıkartmışlardır. Onlara da bâtıl tarikatlar diyoruz. Hak dinler, bâtıl dinler olduğu gibi…


Din ama bâtıl din, din ama öküze tapıyor. Bunun şimdi doğrulukla bir ilgisi var mı? Japonlar güneşe tapıyor, Hintliler öküze tapıyor, hristiyanlar Hazreti İsâ’nın çarmıha gerilmiş putuna tapıyor. Olmaz! Yani, din ama yanlış. Din o zaman yanlış bir şey mi?

Dinin hepsi yanlış değil, İslâm doğru... Peygamberlerin ilk zamanlarında Hazret-i Mûsâ’nın öğrettiği de doğru... Hazret-i İsâ’nın öğrettiği de doğru... Ama sonradan bunlar biraz bozdular işi… Bunun gibi, tarikat tasavvuf yolunda da bazı bâtıl tarikatlar çıkmıştır.

Nasıl bâtıl tarikat? Meselâ, içki içiyor. İçki haram, nasıl içiyor? Bilmem. Arnavutluk’ta filanca gazeteci, falanca tekkeyi ziyarete gitmiş. Tekkenin şeyhi, gelen bu gazeteciye rakı ikram etmiş. Aklınız alıyor mu? Almıyor ama. olmuş. Gazete yazıyor. Neden? Bâtıl tarikat… Yani, İslâm’ı bilmiyor. Veya bilse bile, kafası yamuk. Mahzuru yok diye düşünüyor, içkiyi içiyor. Hâlbuki içkinin haramlığı Kur’an-ı Kerim’de var. Demek ki, bazıları bu işi bozmuşlar.


Bunun doğrusunu eğrisinden ayırmanın yolu nedir? Kur’an-ı Kerim’in terazisinde tartarsın. Peygamber Efendimiz’in yoluna uygun mu, değil mi diye ölçersin. Peygamber Efendimiz’in yoluna uygun olmayan, yol değildir. Kur’an’a uygun olmayan, bâtıldır. Buna göre değerini, ölçüsünü biçersin. Bu yanlıştır dersin.


2 Soru:

Müslümanların mutlaka bir tarikata bağlanması zaruret midir?


Müslümanın Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine uyması farzdır. Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

499

قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا (الشمس: ٩-٠١)


(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ) “Nefsini terbiye eden felâh bulacak; terbiye etmeyen mahvolacak, perişan olacak!” (Şems, 91/9-10) buyruluyor ayet-i kerimede...

Nefsini terbiye etmen lâzım! Terbiye edersen felâh bulursun; terbiye etmezsen helâk olursun, mahvolursun! Nefsini de insan kendi kendine terbiye edemez. İnsan kendi kendisini tıraş bile edemiyor.

“—Haydi yap bakalım enseni tıraş!”

Yapamaz! Onun için bir başkası onun ayıplarını görecek, terbiye edecek, eğitecek...

Bunca mektepler niçin kurulmuş, bunca Millî Eğitim Bakanlığı müesseseleri niçin var? Eğitim için eğiticiler lâzım geldiğinden vardır.

Eğitimin en kıymetlisi, en güzeli de ma’rifetullahın öğretilmesidir. İnsanın nefsinin terbiye edilmesidir. Ahlâkının güzelleşmesidir, kötü ahlâktan insanın kurtulmasıdır. O halde herkesin buna ihtiyacı vardır. Herkesin en başta boynuna borç olan budur.


3.Soru:

Peygamber Efendimiz’in zamanında tarikat var mıydı? Şu anda bir tarikate, bir hoca efendiye bağlanmak gerekli mi?


Vardı, Tarikat-ı Muhammediyye’ydi. O tarikat Peygamber Efendimiz’in yoluydu işte. Biz de o yolda gitmeye çalışıyoruz.

Peygamber Efendimiz’e sahabenin bağlanması gerektiği gibi

şimdi de bağlanması lazım! O zamanki insanlar bağlanıyor da şimdikiler niye boş kalacak? Peygamber Efendimiz’e bağlanmıyorlar mıydı o zaman?

Peygamber Efendimiz’in vârislerine, vekillerine bağlanacaklar.

500

4. Soru:

Bir alimimiz, “Bu zaman tarikat zamanı değil, hakîkat zamanıdır.” demiş; ne dersiniz.


Tarikat, bir eğitim sonunda hakîkate ulaştırıyor insanı... İnsan nefsini yeniyor, iradesini kontrol ediyor, Allah’ın sevdiği işleri yapıyor; Allah’ın sevgili kulu oluyor, hakîkate ulaşıyor, ermiş kimse oluyor. Tarikattir yolu onun, başka türlü olmuyor o...

Kitap okumakla olsaydı, Allah gökten kitabı indirirdi, “Okuyun bunu!” derdi. Böyle olmuyor, sohbet yoluyla oluyor.

Peygamber Efendimiz gelmiş, 23 senede insanları İslâm’ın hakîkatlerine alıştırmış ve eğitmiştir. Eğitim yoluyla olduğu için kitap yoluyla, okumak yoluyla olmaz! Eğitimin içinde kitap olabilir ama, mutlaka bir eğiticinin olması şarttır ve öyle olmuştur.

Sonra bazı insanları öğretebilirsiniz, şunu oku, şunu ezberle filân diyebilirsiniz ama; fiilen göstererek şunu şöyle yap demek, çok yaygın bir eğitim tarzıdır. Usta-çırak yetiştirme usûlüdür. Gayet kolaydır. Görerek ve uygulamalıdır. Tasavvuf bunu yapıyor. Onun için, böyle olması şarttır.


5. Soru:

Bazıları; “Devir tarikat devri değil, imanı kurtarma devridir. Tarikat meyvedir, iman hakikatleri gıdadır, onun için asrımız tarikat devri değildir.” diyorlar. Biraz açıklama yapar mısınız?


Muhterem kardeşlerim!

İmanı kurtarmak, en önemli şeydir. Tarikatın yaptığı da odur zaten. Tarikat, imanı sağlamlaştırma yoludur. Tarikatı bilirse insan görür ki tevhîd-i hakîkiye insan o eğitimle ulaşır. Yoksa taklitte kalır. Basireti açılmaz, gerçekleri göremez. O imanı kurtarma bile mümkün olmaz. İmanı kurtarmanın en güzel yolu o büyüklerimizin çizdikleri tasavvuf yoludur.


6. Soru:

501

Tarikate ve bir hak mezhebe uymamak günah mıdır?


Cahilliktir. Cahillik tehlikelidir; sonu vehamet olur. Çünkü bir hak mezhebe uymuyorsun. Sen İmâm-ı Âzam mısın? Neden hak mezhebe uymuyorsun? Uymuyor. Niye uymuyorsun? Sen kendi başına âyetleri hadisleri anlayacak, mezhep kuracak kadar çok allame bir insan mısın? Değilsin. O zaman bilene uysana be adam! Bir hak mezhebe uymuyor. Uymamak cahilliktir, yanlıştır; uy!

Onlar bu meseleleri incelemiş; bu işin profesörlerinin profesörü, onlara uymak lazım.

Bir insan tarikate girmese ne olur? Tarikate girmezse nefsini terbiye etmez. Nefsini terbiye etmezse, sevaplı şeyleri kazanmazsa, günahlarda devam ederse âhireti mahvolur. Ma’rifetullaha eremezse gafil giderse zarara uğrar; onun için bu hayırlı, faydalı şeyleri yapmaya çalışması lazım!


7. Soru:

Bir alim “Zaman tarikat değil belki hakikat zamanıdır.” diyormuş. Ama günümüzde bir çoklarımız tarikat ehli olmuşlar.

502

Kendilerinden başkasını da müslüman görmeyenler mevcut. Kılık kıyafetle mi, sakal bıyıkla mı bu din kàimdir ki, sakalsıza selâm bile vermiyorlar.


“—Zaman tarikat zamanı değil.” diyen kişiyi ben tanıyorum, bildiğim bir kimse. Mübarek bir zâttı, Allah rahmet eylesin. Bizim Mehmed Zahid Kotku Hocamız’a Zeyrek camiinde imamken gelmiş. Hocamız Rh.A bizzat kendisi anlattı:

“—Ben Nakşbendî Evrâd-ı Şerifesi’ni okuyorum. Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi Hazretleri’ne muhabbetim vardır, hocamdır, üstâdımdır.” demiş.

Yâni kendisi hem zikir ve evrâdı okuduğunu hem de tarikat büyüklerinden bazı çok meşhur olan alimlere bağlılığının, sevgisinin olduğunu söylemiş. Samsun’da Mustafa [Bağışlayıcı] Efendi diye bir kardeşimiz var, kendisini, yani bu alimin de intisablı olduğunu söylemişti.


“Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanı!” sözü ne demek?

Tarikat zaten hakikate götüren bir yoldur. Tarikat zaten sonunda insanı ma’rifetullaha erdirir, hakikate ulaştırır. O bakımdan arasında bir fark yoktur. Fakat tarikat erbâbı bu zamanda nasıl?

Tabii gerçek mutasavvıflar, gerçek alimler farklı... Nerede Yunus Emre, nerede Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, nerede Eşrefoğlu Rûmî, nerede Hacı Bayrâm-ı Velî, nerede İbrahim Hakkı Erzurûmî... Onlar alim kimselerdi, âbid kimselerdi, fâzıl kimlelerdi, kâmil kimselerdi... Bu devirde de vardır. Ama bu devirde de, o devirde de o seviyede olmayan insanlar da vardır.

Yalnız her ne olursa olsun, insanın nefsini terbiye etmesi Kur’an’da emrediliyor. Onun için mecbur. Ma’rifetullahı öğrenmesi dinimizin emridir, Kur’an’ın, imanın asıl şartıdır. İhsân makamına ulaşmak en önemli şeydir. O bakımdan, hiçbir zaman insanlar nefis terbiyesinden, marifetullahı tahsil etmekten, güzel ahlâkı elde etmekten, tasfiye-i bâtından, tezkiye-i nefisten ve tehzîb-i ahlâktan uzak olamayacaklarından her zaman için,

503

herkes için bu şeyler lâzımdır. Binâen aleyh, öyle bir ayrıma lüzum yok.

Ama alimler çeşit çeşit usullerle İslâm’a hizmet etmeyi denemişler. Kimisi; “Şu metotla hizmet edelim, bu daha önemli.” demiş. Kimisi; “Hayır, şu metotla hizmet edelim, şu daha iyidir.” demiş. Ben o metotları biliyorum. Eskiden de böyle çeşitleri vardı. Bu zamanda da halkımız İslâm’a girsin diye çeşit çeşit metotlar uygulanmıştır. Herkes kendi metodunu uygulamış, talebelerini yetiştirmiştir. Talebeleri içinden iyi kimseler çıkmışlardır, güzel hizmetler olmuştur. Fikir farkları olabiliyor. Ama nefis terbiyesi mutlaka, her zaman lazım.


“Günümüzde birçokları tarikat ehli olmuşlar ama, kendilerinden başkasını müslüman görmüyor.” diyor. Bu iyi bir şey değil. Kendisinden başkasını müslüman görmemek doğru bir şey değil. Hatta iyi müslümanlık, kendisini en aşağı, âciz nâçiz bilip karşısındakine hüsnüzan etmeyi gerektirir. İyi müslümanlık budur. Böyle bir kimse varsa bu bütün erbâb-ı tarikatin hâli değildir, cahil bir iki kişinin hâlidir. Erbâb-ı tarikat mütevâzı insanlardır.

Yunus Emre’yi biliyorsunuz. Ne diyor:


Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek;

Sen derviş olamazsın!


Gönülsüz ne demek? Mütevâzi demek.

Yani gerçek dervişler bu durumda değildir. Kötü misalleri bahis konusu etmeyelim. Her yerde kötü misal vardır. Kötü misalleri bahis konusu edersek, iş bitmez. Camideki kötü misalleri ele alıp onu anlatacağımıza; “Vay falanca adam şöyle, filanca adam böyle... Filanca cemaatten filanca şöyle yapmış, falanca filan böyle yapmış...” diyecek yerde güzel şeyleri anlatalım, teşvik edelim. Camiye gölge düşürmeyelim.

504

Mesela birisi diyor ki:

“—Niye camiye gelmiyorsunuz?” “—Camide pabuç çalınıyor, ondan gelmiyorum.” Pabucu çalınan camideki cemaat, hırsız caminin cemaatinden değil ki! Hem cemaatin pabucu çalınıyor, hem de camiye iftira oluyor. Bunlar doğru değil.


Güzel şeyleri söyleyelim, oyuna gelmeyelim. Camiyle hırsızlık suçunu yan yana getirmeyelim. Nasıl Papa’yı bir çocuğun elini öperken resmini çekiyor. Sevimli göstermek için bu bir taktik…

Biz de kötü örnekleri yazmayalım! Nefsi terbiye etmek güzel şeydir. Allah’ı zikretmek çok sevaplı bir şeydir. Bunları kötü imajlarla yan yana getirmek, böyle düşünmek insanın kendisinin de zihninde bir kusurdur. Böyle olmak doğru değil.

O bakımdan bu tarzda düşünmek uygun değil. Bu

kardeşimizin de böyle düşünmesi uygun değil. Bu misallerdeki kişilerin de kendisini tam müslüman sanıp başkasına selâm vermemesi, o da uygun değil.

Bu kardeşimizin bakış açısı da tenkide uğrayacak bir tarzda. Hem birincide, hem ikinci sorusunda kendisinde bir gariplik var.


“Kılık kıyafetle mi, sakal bıyıkla mı bu din kâimdir ki sakalsıza selam bile vermiyorlar.” Diyor.

Sakalsıza da selâm verilir. Bildiğine de selâm verilir, bilmediğine de selâm verilir. İslâm kılık ve kıyafetle değildir. Hatta tasavvuf erbâbından birisinin güzel bir şiiri var:


Dervişlik olaydı tac ile hırka;

Alırdık biz dahi otuza, kırka…


“Bu sarıkla cübbeyle olacak bir şey değildir, gönül terbiyesiyle olacak.” diye onlar da söylemişler, bu kardeşimiz gibi...

Esas olan şekil değildir, özdür. O bakımdan kimseyi hor görmemek esastır.

Demek ki bu kardeşimiz bazı cahil kimselerle karşılaşmış,

505

onlara kızmış. Öyle anlaşılıyor. Onları tenkit ediyor. Tenkitleri haklı. Tenkit ettiği kimseler kusurlu. Fakat kendisi de hep menfî şeyleri dile getirmek dolayısıyla, yanlış bir durumda. Bu soruyu soran kardeşimiz de kendisine dikkat etsin!


“İmansızlık ve hayasızlık almış yürümüş, kişiler zikirle vakit geçiriyorlar. Hani emr-i bi’l-mâruf? Bilmiyorsan malınla canınla neden bu yolda fedakârlıkta bulunmazsın?” diyor.

İmansızlık ve hayasızlık almış yürümüşse, tabii onunla emr-i mâruf yapılacak, nehy-i münker yapılacak bir mücadele gerekiyor. Yalnız emr-i mâruf nehy-i münker yapmak için kadro lazım. Kadronun da emr-i mâruf ve nehy-i münkerin de şartı vardır. Açın meselâ Tenbihü’l-Gàfilîn kitabını; “Kimler emr-i mâruf nehy-i münker yapabilir?” diye açıklıyor.

Cahil emr-i mâruf nehy-i münker yaparsa, kaş yapayım derken göz çıkartır, gönül yıkar, insanları küstürür. Onun için emr-i mâruf nehy-i münkerin birtakım şartları vardır. O şartlara sahip olmadan insan emr-i mâruf yapamaz. O zaman kaçırtır, herkesi küstürtür, darıltır.

Nitekim kendisi de misal vermiş, bazı kimselerin tavırlarından rahatsız olmuş. Demek ki ham oldu mu insan faydalı olamıyor. Binâen aleyh, olgunlaşmak esastır. Dinimizin esası budur. İnsan olgunlaşacak. Olgunlaşma da bir olgunluk eğitiminden geçerek olur. Binâen aleyh, o olgunluk eğitiminin bir parçası olan zikri de küçük görmek yanlıştır. İnsan bir müddet zikirle meşgul olur, halvetlere girer, kemalâtı elde eder. Ondan sonra öbür tarafta mürşid-i kâmil olur.


Eşrefoğlu Rûmî buradan kalkmış, Hama şehrine gitmiş, Suriye’ye... Orada Sâdeddîn-i Hamevî Hazretleri’nden üç erbain çıkartmış. Yani kırk gün, kırk gün, kırk gün; 120 gün, dört ay tenhalarda halvet yapmış. Ama ondan sonra Eşrefoğlu Rûmî olmuş, büyük alim olmuş, büyük şeyh olmuş, büyük evliyâdan olmuş. Demek ki bir olgunluk eğitimini takip etmeden olmaz.

506

Ayrıca zikrullahı Allah emrediyor. Allah’ın emrettiği bir fiili küçük görmek doğru değildir. “Allah’ın ismini zikredin. Çok zikredin!” diye emrediyor. Kusur Allah’ı zikretmesinde değildir. Müslümanların vazifeleri çoktur. Çok vazifelerden bir tanesini yapar da ötekileri yapmazsa insan, zaten kusurlu olur.

Mesela namaz. Bir adam namaz kılsa, bir vazife namaz; oruç tutmasa, zekât vermese, hacca gitmese bu adamı methedebilir miyiz? Edemeyiz. Çünkü müslümanların vazifeleri çok. Namaz da kılacak, oruç da tutacak, hacca da gidecek, zikirle de meşgul olacak, tüm vazifeleri yapacak; yarım yaparsa yarım insan olur diye. Onun için, “Bir kimse zikirle vakit geçiriyor da ötekini yapmıyor!” gibi bir tenkit iyi bir tenkit değil.

Zaten bu zikirle meşgul olan insanların çoğu emr-i mârufu nehy-i münkeri yapıyor, İslâm’a hizmeti yapıyor ve parasını verip de hayrı hasenâtı yapan ekseriyâ bunlardır. Bir envanter çıkartın, inceleyin; ekseriyâ olgun müslümanlar zikirle meşgul olanlardır. Haberiniz olsun. Hacca gidenler, hayır yapanlar, cihad edenler, Allah yolunda malını verenler hep onlardır.

Biz de erbâb-ı zikiriz, el-hamdü lillah. Emr-i mâruf da yapıyoruz, nehy-i münker de yapıyoruz. Müşahhas bir misal olsun diye kendimizi de ortaya koyalım da mesele iyice anlaşılsın.


[Cami cemaatine; “Gel kardeşim, şurada Es’ad Hoca var, gidelim, dinleyelim, bakalım neler öğreniriz...” diyorum, “İşim var, gelemem. Bizim din adamlarımıza ne olmuş... Cami var, TRT var, Mevlid okuyorlar, dualar ediyoruz. 163. madde kalkmasın, Ayasofya açılmasın.” diyor. Ortalık bunlarla dolu.] diyor.

Yaygın bir cehaletin, cehaletle dolu devirlerin sonunda tabii tarla ekilmezse, sürülmezse, ayıklanmazsa diken doldu... Uzun zamanlar din eğitimi yapılmadı. Mektepler açıldı, şimdi ilim irfan erbâbı yavaş yavaş yetişmeye başladı.

O söyleyen kimsenin, “Bizim din adamlarımıza ne olmuş?” dediği, biz de o din adamlarındanız. Onları da biz yetiştirdik. Ben İlâhiyat Fakültesi’nde profesörüm. TRT’yi idare eden şahıslardan çoğu da benim talebemdir. Bugün Diyanet’in başındaki adam da

507

benim talebemdir.

Geçtiğimiz Diyanet İşleri reislerinden iki tanesi, üç tanesi de kaderin sevkiyle bizim önümüzden geçti, imtihan ettik, talebemiz oldu. Çoğu talebemizdir. Demek ki “Bizim din adamları” dediği aslında benim, bizim din adamlarımız. Böyle iki türlü üç türlü ayrım yapmasına lüzum yok.


TRT’de bir din eğitimi var; ama yeterli değil. İnsan “Sabahleyin kahvaltı ettim.” diye öğle yemeğinden geri kalıyor mu? İkindi yemeğinden, akşam yemeğinden geri kalıyor mu?

Kalmıyor. Binâen aleyh, TRT’de haftada bir beş dakikalık dinî konuşma var; yetmez! Camideki konuşmalar; yetmez! İmam-Hatip okulları; yetmez! Bu din eğitimi, din öğretimi uzun iştir, hayat boyu devam eden bir iştir. Bu eğitimle insanlar yoğrulacak, iyi insan olacak. Öyle küçücük dozajlarla, azıcık koklamalarla, kokusunu uzaktan koklattırmakla insan eğitimli olmaz. O bakımdan, çok çalışılması gerekiyor. Yeterli değil.

O kardeşimizin camiye gelmesi lazım. TRT’yi de dinlesin, evinde de çalışsın. Onlar da yetmez, ayrıca ilmini arttırmak için başka kurslara da gitsin. Arapça da öğrensin. Tefsir kitapları da okusun. Hadis kitapları da okusun, ki epeyce bilgisiz olduğu anlaşılıyor.


163’ün kalkması hepimizin arzusudur. Çünkü dinin ahkâmını uygulansın diye söylemek suç telakkî ediliyor. Bunun için cemiyet kurmak suç telakkî ediliyor. Müslümanın kafa yapısına ters.

“—Bu bir antidemokratik durumdur, vicdan hürriyetine karşıdır.” diye çeşitli konuşmalar yapılıyor. Onun için kaldırılmasını temenni ediyoruz. Camide insan bir hoca efendi hutbede “Faiz haramdır.” dedi diye hapsi boylayabiliyor. Faizin haram olduğunu Kur’an-ı Kerim söylemiş.

“—İslâm’da içki içilmez. Devlet içki üretmesin.” dediği zaman; “Vay sen devletin müesses, kurulu nizamını dinî esaslara uydurmaya çalışıyorsun!” diye hapse gidiyor.

Bu bir haksızlık oluyor. Çünkü Kur’an söylemiş, ben

508

söylememişim ki... Kur’an’ın sözünü nakleden hoca hapse gidiyor diye, bu bir haksızlıktır diye kaldırılmasını istiyor. Binâen aleyh, onun kaldırılmasını isteyecek.


Ayasofya da Fatih Sultan Mehmed’in cami yaptığı bir müessesedir, camidir. Vakfederken “Burası cami olarak kullanılsın!” diye emretmiş. Onun vakfiyesine uymamak günahtır. Uyulması lazım. Ben malımı mülkümü tahsis edeceğim, ondan sonra, “Ben öldükten sonra bu mallar şu hayırda kullanılsın.” diyeceğim, kullanılmayacak. Günahtır bu! Vakfeden kimsenin şartına uymamak günahtır. Onun için, biz hepsini istiyoruz.

İstemek de mi yasak? Güzel şeyleri temenni etmek de mi yasak? “Zulüm kalksın, haksızlık kalksın, kanunlar daha âdil olsun demek de mi yasak? Bu zaten gazetelerde denilip duruyor.

Demek ki o kardeşimiz çok cahilmiş. Demek ki TRT’den haftada beş dakikalık öğrendiği dinî bilgi doğru düzgün dinî bir vicdanının oluşmasına bile yetmemiş olduğu anlaşılıyor. O kardeşimizin çok daha bilgilere muhtaç olduğu anlaşılıyor. Allah ıslah etsin.

509

Bu durumlar yaygın. Ama çok güzel gelişmeler de var. Sizler de bizler de çok söyleyip çalıştıkça, gayret ettikçe düzelecek inşaallah.


b. Mürşidin Konumu


Soru:

Tarikata girmek istiyorum ama, mürşidler kul ile Allah arasına girmiş olmuyor mu? Şirke düşmekten korkuyorum.


Mürşidler Peygamber Efendimiz’in varisleridir. Peygamber Efendimiz’in sahabesiyle durumu nasılsa, sahabenin Peygamber Efendimiz’e karşı durumu nasılsa, mürşidlerle müridler arasındaki durum da aynıdır. Peygamber Efendimiz sahabesinin Allah’la arasına girmiş denilebilir mi? Öyle şey olur mu? Allah’a götürüyor. Allah’a götüren yolda rehber ve kılavuz oluyor. Onun için, araya girmek diye bir yorum yanlıştır.

Şirk, Allah’ın varlığını yanında bir başka varlık tasavvur etmektir. Bir insanın hocasını sevmesi Kur’an’ın emridir, dinimizin gereğidir. Hadis-i şeriflerin gereğidir. Hocasına bağlanması da ondandır. Bütün mesele, ciddî bir hocaya, gerçek bir mürşide bağlanmaktır. Ona bağlandığı zaman zâten, onun mâni olmadığını, bil’akis rehber ve kılavuz olup, elinden tutup hayra ve hakka götürdüğünü görecektir.


c. Tarikat ve Toplum Hayatı


Soru:

“Günümüz toplumu tarikata uygun değildir. Bir yere kapanıp zikir yapmaktansa, dışarıda insanlara İslâm için hizmet yapmak gereklidir. Bunun için tarikat gereksizdir.” deniliyor. Bu söze bağlı olarak, günümüzdeki tarikat anlayışı konusundaki düşünceniz?


“Günümüz toplumu tarikata uygun değildir.” diyemiyoruz. Olaylar da öyle göstermiyor. Amerika’lı bile, yahudi bile, Fransız,

510

İngiliz, Alman bile müslüman olup tarikata girebiliyor. Hattâ Abdülkadir es-Sûfî’nin Londra yakınında ayrı bir yer aldığı, ayrı okullar açtığı, helâl gıda satılan ayrı bir süpermarket açtığı, İslâmî bir topluluk meydana getirmeğe çalıştığını biliyoruz.

Toplum tarikata uygun değilse, İslâm’a uygun değilse; o zaman, müslüman olan insan topluma uymuyor, toplum içinde kendi varlığını sürdürmeğe çalışıyor. Biz de öyle yapıyoruz. Biz de Türkiye’deki çevre içinde, ortam içinde, çeşitli gayr-i İslâmî tesirlerin karşısında hanımlar giyim bakımından; erkekler sakal, namaz vs. konularda herkes, “Öz inancıma uygun yaşayayım!” diye bir direnç gösteriyor. İnsan ille topluma tâbî olmuyor, bazen de topluma karşı çıkarak, direnç göstererek bazı haksızlıkları engellemeğe çalışıyor.

O bakımdan, toplum tarikata uygun değilse, tarikat da gerekli bir eğitimi —iç eğitimi, ahlâk eğitimi— veriyorsa; o zaman, toplumun ihtiyacı var buna... Toplumun değişmesi lâzım! Bu inadından vazgeçsin, şu ahlâk eğitimi yapılsın da, hayâlî ihracatlar, arsızlıklar, yüzsüzlükler vs. bitsin! Ahlâk toplum için gerekli olduğu için, ahlâk eğitiminin yapılması gerekli olduğuna göre, bu taraftan da bakabiliriz bu konuya...


“Bir yere kapanıp zikir yapmak” sözüyle tarikata bir sataşma oluyor. Bir iddia, bir kötüleme oluyor. Tarikat sanıldığı gibi böyle değildir. Belki, böyle yapanlar hristiyan rahiplerdir. İslâm’dan önceki mistikler böyle yapmışlar. Uludağ’a çekilmiş, —onun için keşiş dağı denmiş— orada ibadet etmiş. Mağaraya çekilmişler veya Niğde Aksaray’daki peribacalarının olduğu yerlerde, vs. böyle dünyayı terk ederek, târik-i dünya olarak, evlenmeyerek, ruhbanlıkla, ibadetle meşgul olmuşlar.

İslâm böyle değildir. İslâm’da mutasavvıfların hepsi bir meslek sahibidir. Meselâ, okuyun Tezkiretü’l-Evliyâ’yı: Ya attârdır, ya kassâbdır, ya nessâcdır, dokumacıdır... Çünkü, elinin emeğiyle kazanmak sevap olduğundan çalışmışlardır. İbadetini çalışırken yapmışlardır. Çalışıp da sevap kazanmayı düşünmüşlerdir. Çalışıp kazandıklarıyla hayır yapmayı düşünmüşlerdir.

511

İslâm tasavvufunda böyle bir kenara çekilip de, toplumdan kaçmak yoktur. Bazı zamanlar yapılan bir halvet var; o da eğitim içindir. Hiç bir kimse üniversitenin son sınıfına gelmiş bir öğrenci, tam proje devresinde evinden üç gün dışarı çıkmadı, projeyi yetiştirmek için gece gündüz çalıştı diye onu suçlayamaz. Çünkü, nihâyet bir proje hazırlayacak, imtihanlara hazırlanıyor. Bu normal bir şey...

Tarikatta da eğitim için bazı eğitim şekilleri vardır. Kırk gün halvete girecek, zikir yapacak; gönül gözü açılacak, ma’rifetullaha erecek, Allah’ın sevgili kulu olacak. Kırk gün orda bir ibadet vardır amma, ondan sonra da çıkıp hizmet vardır.

Meselâ: Eşrefoğlu Rûmî Hama’ya gitmiş. Hama’daki Saâdeddîn-i Hamevî Hazretleri’nden üç defa halvet, erbaîn, çile çekmiş. Yüz yirmi gün, dört ay yâni... Dört ay devamlı ibadetle meşgul olmuş ama, ondan sonra gelmiş İznik’te, halkın eğitimiyle, irşadıyla, dervişlerin yetiştirilmesiyle, dînî ilimlerin öğretilmesiyle meşgul olmuş.

512

Ayrıca, kendileri de yine kazançlarını kendileri sağlamaya dikkat etmişler. Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin nasıl geçindiğini biliyorsunuz. Kaşık yontarmış, kaşıklarını pazara gönderir, sattırırmış. Hattâ kendisi gitmezmiş. Hayvanın iki tarafındaki küfeye koyarmış, dehlermiş hayvanı... Hayvan gider orda pazarda dolaşırken, herkes kaşıkları alırmış parayı içine bırakırmış. Eğer adam parayı vermezse, parayı verinceye kadar hayvan onun önünden ayrılmazmış.

Böyle şeyler anlatılıyor ama, şunu çok net olarak biliyoruz ki, çalışıyorlar. Kimseye yük olmadan, alnının teriyle geçiniyorlar. Cihad ederek geçiniyorlar. Ticaret var, cihad var, hizmet var... Zikir de var ama, müsaade et de geceleyin saat iki ile üç arasında yarım saat zikretsin, Allah Allah desin, gözyaşı döksün! O da var çünkü hadis-i şerifte...

Eve ekmeği, peyniri götürmeyi unutmak, Orhan Veli’de var... “Böyle güzel havalarda ekmek peynir getirip götürmeyi unuttum.” diye o söylüyor. Bizimkilerde yok...


d. Nakşî Tarikatı


1. Soru:

İmam-ı Rabbânî Hazretleri, Nakşî Tarikatı için, “Bu tarikatın bidâyeti nihâyetinde mündemicdir.” demiş; bunun mânâsı ne?


Bunun mânâsı: “‘Başındayım bu işin; Allah’ın sevgili kulu olamadım!’ gibi bir duyguya düşmeye lüzum yoktur. Çünkü, çok kestirme bir yoldur. İşin içine girdiği anda, duygularının ve kabiliyetinin nisbetinde çok yüksek mertebeye çıkabilir.” demektir. Yâni, uzun bir zaman gerektirmez, bir göz yumup açıncaya kadar, güzel bir noktaya gelmesi mümkün olabilir.


2. Soru:

İhvanlık nedir?


İhvanlık, kardeşlik demektir. Özel mânâsıyla; bir kimsenin bir

513

tarikata girip derviş olması, şeyhine bağlı öteki kimselerle tarikat kardeşi olmasıdır. Usulü, erkânı tasavvuf ve âdâb kitaplarında yazılmıştır.


3. Soru:

Tarikatta yaşanılan olayları, yorumlatmak üzere daha tecrübeli birisine anlatmak uygun olur mu?


Olabilir. Bu yakın tarikat arkadaşı, dert arkadaşı, tecrübeli bir kimse olabilir. Doğrudan doğruya şeyhin kendisi olabilir.


4. Soru:

Bir cemaat bırakılıp başka bir tarikata gidilebilir mi, mes’uliyeti var mı?


Bırakılacak cemaatte bir uygunsuzluk görülmüşse, o zaman bırakılır. Mübarek bir cemaatse, o zaman bırakılmaz. Eğer bozuk bir yerse, bırakmak mecburiyeti vardır.


e. Tarikattan Koğulma


1. Soru:

Mürid ne zaman tarikattan çıkar?


Mürid esas itibariyle, şeyhine olan bağlılığı zedelendiği zaman, tarikattan çıkar. Hatâsından döner tevbe ederse, o zaman durumu düzelebilir ama, zedelenen şey de kolay kolay eskisi kadar sıhhatli olmaz. Yamalı şey, aslı gibi olmaz.

Onun için insan vazifelerine dikkat etmeli, günahlardan uzak durmağa dikkat etmeli! Diline sahip olmalı, gıybet dedikodu yapmamalı; hele hocasının, pirlerinin, din büyüklerinin hakkında bir şey düşünmek; bunlar çok perişan eder insanı... Onlara dikkat etmek gerekiyor.


2. Soru:

514

Tarikattan kovulmak nasıl, ne şekilde olur. Bu hale düşen kişinin kurtuluş çareleri nelerdir?


İnsanın Allah yolunda yürümesi lâzım, ahdine vefâ göstermesi lâzım, sözünde durması lâzım! Sözünde durmayınca, vefâsız olur, onun cezâsını çeker. Eğer edepsizliği varsa, tarikattan kovulur, mânevî hayatta cezâya uğrar. O zaman çok büyük bir felâket olur.

Nitekim, bir ilde bir kardeşimizle tanıştık. Bir başka şehirde bulunan bir hocaya bağlıymış eskiden... Sözünü dinliyormuş, tavsiye ettiği tesbihleri yapıyormuş. Fakat bir kaç defa meclisine gittiği zaman bakmış ki, sünnet-i seniyyeye, hadislere, şeriate uymayan acaib sözler söylüyor, işler yapıyor... Yanlış tavsiyelerde bulunuyor.

Kendisinin az çok okumuşluğu var... “O zaman uyanmadım. Hep sevdiğim için; seven kimse sevdiğinin kusurunu pek görmez, uyanmadım.” diyor. “Bir gece rüya gördüm. Rüyamda Peygamber

515

Efendimiz’i gördüm. Bizim tekkede yangın çıkmış...” diyor, kendi bağlandığı tekkeyi anlatıyor. “Geliyorum telâşla, ‘Yâ Rasûlallah, tekkemizde yangın çıktı!’ diyorum. Peygamber Efendimiz de, ‘Bizim öyle bir tekkemiz yok!’ dedi.” diyor. Demek ki, Rasûlüllah Efendimiz nazarında, mâneviyat aleminde makbul olmayan bir yol olduğu böylece anlaşılıyor.

Daha başka bir iki rüya daha görmüş. Oradan anlamış ki, hocası salâhiyetsiz bir kimse... Asıl hocası yaşlı bir zat imiş; ona bir vazife vermiş ama, o vazifeden sonra o biraz bu yolu istismar edince, tard olunmuş. Artık böyle yanlış işler yapmağa başlamış.


İnsan haram yememeğe çok dikkat etmeli, vazifelerini güzel yapmağa çok dikkat etmeli, şeriatın emirlerini iyice tutmaya, haramlardan uzak olmaya, yasak olan şeylerden uzak durmağa dikkat etmeli; aksi takdirde, böyle bir mânevî tokat yedi mi, çok fenâ olur. Allah korusun...

“—Eğer bir insan böyle bir mânevî tokat yese, rüyada da sen böyle bir insansın diye gösterseler, ne olur?” Çaresi tevbedir kardeşlerim! Her çâresiz işin çâresi vardır. Tevbe edecek, gözyaşı dökecek, pişman olacak... Diyecek ki:

“—Yâ Rabbi! Ben bu işimi anladım. Rüyada da bana gösterdiğin gibi, yanlış yolda olduğumu anladım, hatamı da biliyorum. Tevbe ettim, hatamı bıraktım. İyi yola giriyorum, iyi şeyler yapacağım. Ne emredersen yapmaya hazırım!” diye tevbe eder de yolunu düzeltirse, Allah kabul eder.


Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, candan tevbe edince, Allah bağışlar; bunu bilin! Allah’ın rahmetinden ümit kesmek yoktur.

Ben öyle birisine rastladım. Kayıkçı, filozof gibi konuşuyordu. Biraz Bektâşî tekkesi terbiyesi almış, ağzı kalabalık:

“—Biliyorum, Allah beni affetmez.” diyor.

Bilmiyor. Hiçbir şey bilmiyor, çünkü Allah ümitsizliği yasaklamıştır:

516

لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ (الزمر:٣٥)


(Lâ taknetû min rahmeti’llâh) “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!”(Zümer, 39/53) buyurmuştur.

Tevbe edince, Allah her suçu affeder. İnsan eğer kendisinin bâriz bir hatasını biliyorsa, o hatayı bırakacak, bir daha yapmamaya niyet edecek, azmedecek; “Yâ Rabbi, ben bu hatâyı yaptım, çok edepsizim. Biliyorum büyük günah... Bir daha yapmamağa azmettim, beni affet!” diyecek, pişmanlık duyacak, gözyaşı dökecek; Allah affeder. Ondan sonra da doğru yoldan yürüyecek, iyi şeyler yapacak.


Bu tarikattan kovulma denilen şeyler olur. Adam edepsizse, edepsizliğini de anlamıyorsa, istismar ediyorsa veyahut vazifelerini yapmıyorsa; o zaman, böyle mânevî tokatlar yer. Kendisi görmez belki, başkasına gösterirler. Veyâhut kendisi görse de, aldırmaz. Rüyada gösterirler, aklını başına toplamaz, yanlış yolundan vaz geçmez.

Birisi böyle milletten para topluyormuş. “Cami yapacağım, bilmem ne yapacağım!” filân diye toplayıp, kendi hanını, hamamını yapmakta kullanıyormuş, kendi işine harcıyormuş. Bir başkası rüyada görmüş ki, yaptığı hanın, hamamın her tarafında yılanlar, çıyanlar kıvranıyor. Yâni, haramla yapıldığının sembolü oluyor. O kendisi görmüyor ama, başkasına Allah gösteriyor.

O bakımdan, haramdan kaçınmağa, Allah’ın emirlerini tutmağa gayret edelim!


f. Başkalarının Toplantısına Katılma


Soru:

Bulunduğumuz yerde başka bir cemaate bağlı arkadaşlar var... Onlar her akşam hatme yapıyorlar. Arada bir katılıyoruz, mahzuru var mı?

517

Mahzuru olmaz esas itibariyle ama, bazı cemaatlerin liderleri bizimkilerin yakasına yapışıyorlar... Bu bizimkilerin de bir imtihanı oluyor; onun için pek ses çıkartmamayı da düşünüyorum. Yakasına yapışıyorlar:

“—İlle bizim tarikata gel!” diyorlar.

“—Yâhu, ben bir yere bağlıyım!” diyor.

“—Yok, bize gel!” diyorlar.


Meselâ filân efendi53 filânca şehirde gitmiş, bir hocaefendiye:

“—Sen bizim tarikata gel!” demiş.

“—E, ben bir yere bağlıyım!” “—Nereye bağlısın?” “—İskenderpaşa’ya...” “—E, İskenderpaşa’nın hocası vefat etti.” “—Vefat etti ama, yerine başka hoca var. Makam duruyor. Filanca reisicumhur öldü; ondan sonra bitiyor mu? Vazife devam ediyor. İnsanlar yaşadığı müddetçe, irşad vazifesi kıyamete kadar devam edecek!”

“—Yok, sen bize gel!” “—Yok, ben yerimden memnunum, gelmem!” demiş.


Bizim bir genç çocuk, filânca hocaya54 gitmiş; ona:

“—Ben sizin kurslarınızda kalabilir miyim?” demiş.

“—Kal ama, bizim tarikata gir!” “—Ben İskenderpaşa’ya bağlıyım!” “—Sünnet-i seniyyeye daha bağlı bir dergâh olduğumuz için bize bağlan!” demiş.

Gelmiş bir hocaya55 sormuş. Hoca da demiş ki:

“—O da halifedir, o da halifedir; kime gitsen olur.” demiş.

Pekiyi, ahid ne oldu, verilen söz ne oldu?



53 Musa Topbaş

54 Mahmut Ustaosmanoğlu

55 İskenderpaşa Camii imamı Mehmet Demir

518

Hani ey zâlim bizimle ahd ü peymân ettiğin?


Müşteri çalmak, talebe ayartmak ne oluyor?

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:56


وَلاَ كَثُرَتْ أَتْبَاعُهُ إِلاَّ كَثُرَتْ شَيَاطِينُهُ (حل. هناد عن عبيد بن عمير مرسلاً)


(Velâ kesüret etbâuhû) “Bir insanın etbâı çoğalırsa, (illâ kesüret şeyâtînühû) ancak şeytanları çoğalır.” buyurmuş.

Çünkü, her birisi bir dert, her birinin derdiyle uğraşacak! Her birisi bir dert, bir yük yâni...

Teklif eden kimsenin teklif etmesi, soru soran kimsenin soru sorması, cevap veren kimsenin cevap vermesi tasavvuf değildir. Bu üç olaydaki üç şahıs tasavvufa uygun bir iş yapmıyor. Yaptıkları tasavvuf değildir, dîvâneliktir.


Bir arkadaşımız rüyada kardeşini görmüş. Kardeşi ama, “Bu Rasûlüllah’tır.” demişler. Rüya, hikmetleri var… Sonra rüyada Hocamız’ı görmüş; Hocamız ama “Bu Rasûlüllah’tır.” demişler. Sonra bir başka rüyada Rasûlüllah Efendimiz’i görmüş. Efendimiz elinde bir kâğıt, rüyayı gören kimseye gösteriyor; kardeşine de bir şey demiyor, buna da bir şey demiyor. Elinde bir kâğıt...

“—Bu nedir?” diye dün bana sordular. Tabii isim zikretmiyoruz. Rüyaları bana naklettiler. O da dinliyor. Ben de rüyanın yorumunu söylüyorum.

Bu şahıs bizim İskenderpaşa’yı bırakmış da falanca yere gitmiş. İyi güzel, filanca yere gidiyorsun ama, bu Rasûlüllah’ın



56 Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, c.III, s.274; Hünnad, Zühd, c.I, s.327, no:597; Ubeyd ibn-i Umeyr Rh.A’ten. Kenzü’l-Ummal, c.VI, s.69, no:14886; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.404, no:19734.

519

rüyada gösterdiği kâğıt, ahid demektir. “Hani sen bir yerle ahid yapmıştın? Ne oldu senin bu ahdin?” demektir.


Sonra bak, “Mehmed Zâhid Efendi de Rasûlullah’ın yolunda.” demektir. “Sen de Rasûlüllah’ın yolunda gitmek istiyorsun. Bu dergâh Rasûlüllah’ın yolu demek. Senin burayla bir ahdin, bağlantın var; ne oldu bu ahid?” demektir bu…

İnsanlar çeşitli şekillerde imtihan olur. Müridin imtihanı da çok çeşitli olur. Tabii bizim imtihanımız çok daha büyük olur. Bizim derdimiz çok daha büyük olur.

Allah hepimize yardım etsin. Size de, bize de, herkese yardım etsin. Herkesin hayrını, iyiliğini isteriz.


Şahsen Allah beni –hamd ü senâlar olsun- sizlere muhtaç etmedi. Benim sizden herhangi bir kimseye ihtiyacım yoktur. Ne parasal yönden, ne bir başka yönden... El-hamdü lillah bana yetecek, benim de başkasına yardım edecek imkânları bana Allah Ankara’dayken nasip etti; evim vardı, arabam vardı, imkânım vardı. Benim kendi kendime Ankara’da da bir itibarım vardı, el- hamdü lillah.

Üniversitede profesördüm. Her yere çağrılıyordum; konferans için çağrılıyordum, yurt dışına çağrılıyordum. Avustralya’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan, Amerika’dan, Güney Afrika’dan talepler geliyordu. Ben orada kalabilirdim. Maaşım yetiyordu, maaşım artıyordu, ben başkalarına karz-ı hasen veriyordum. Karz-ı hasenler alanların üzerinde hâlâ durur... Lüksüm yok, paranın fazlasını nereye harcayacağım, harcayamıyordum.


Benim böyle bir işi zorla yapmak, reislik filan isteği de yoktu içimde, üstelik de böyle şeyleri, kalabalığı ve sâireyi sevmiyordum...

“—Köyde bir ev alır da tenhada kalır mıyım?” diye birkaç defa teşebbüs etmiştim. “Tavşancıl’da bir ev mi alsak, oraya mı yerleşsek?” diye... Her seferinde Hocamız mâni olmuştu. Bir seferinde demişti ki:

520

“—Evlâdım, küçük yerlerde insanın kadrini, kıymetini bilmezler. Mücevherci bilir mücevherin kıymetini... Büyük yerlerde bilinir, küçük yerlerde kıymetini bilmezler, ezâ cefâ ederler. Olmaz, o köye gidemezsin.” dedi.


Bizim arkadaşlar bir kooperatif kurmuşlar:

“—Seni de ortak edelim, sen de filanca yere gelir misin hocam?” dediler.

“—Sorun Hocamız’a, ben soramam.” dedim.

Ben Hocamız’ın damadıyım o zaman, henüz böyle bir görevle yükümlü değilim. O arkadaş da gitti, Hocamız’a dedi ki; “İşte filanca yerde bir arsa alacağız, bu da ortak olsun mu?” diye benim nâmıma sorunca, ona çok sert bir çıkış yaptı. Tabii aslında o belki dolaylı olarak bana demek... O da dudağını ısırarak geri döndü; “Hocamız hiç müsaade etmiyor.” dedi.

Ben biliyordum zaten öyle ufak tefek şeye müsaade etmeyeceğini... “Bir köşeye kaçıp da hizmetten uzak durma!” diye emir bize demek öyle olmuş oluyor.

521

Böyle bir şeye bizim ihtiyacımız yok da, bir vazifeyi götürmeğe çalışıyoruz. İnsanlara hadis-i şerifleri, Allah’ın yolunu anlatmağa çalışıyoruz. Size de bazı şeyleri öğretmeğe, sevdirmeğe çalışıyoruz.

E tabii, millet çalgı seviyor, gösteri seviyor, başka şeyleri seviyor... Oraya gidiyor, buraya gidiyor. Falanca dergâh, gelene sigara ikram edermiş. Dergâhın başındaki şahsın düğün salonu varmış, düğün salonunda içki ikram edilirmiş. Millet bunlara aldırmıyor, bakmıyor; ne taraf daha keyifli, o tarafa transfer oluyor.

Biz de transfer olmasın diye, transfer ücretini mi arttıracağız burada? “Aman oraya gitme, burada ücretin daha fazla olacak!” mı diyeceğiz? Nasıl yaparsa yapıyor, o da onun imtihanı... Ama işte bak, Efendimiz konuşmadan kâğıt gösteriyor. “Bu bir ahid” demek, “Ahdinden ne haber?” demek.


Bir doktorun tedâvi görmekte olan bir hastası var... Öteki doktor, “Ona gitme, bana gel!” diyor. Olmaz ki, ayıptır. Hastanede bile bir doktorun meşgul olduğu hastaya, öteki doktor gelip karışmaz.

“—Kimin hastasısın sen?” “—Filâncanın...” “—Ona söyleyin derdinizi!” der, karışmaz. Bu bir normal şey...

Onun için, şimdi o hatmeye gitme demiyoruz, git ama kurtların eline düşme!

O hatmeye katılırsın, bazıları kuzucukları yemek ister. Gidersin, ondan sonra; “Tamam, bizim tekkeye bir kuzu geldi.” derler, postunu yüzerler, üstüne otururlar, kuzunun etini de kebap yapıp yerler. O duruma düşme!


2. Soru:

Size bağlı dervişlerden bazıları da, başka bir cemaatin

sohbetlerini takip ediyorlar, bize de seyrek olarak geliyorlar.

522

Tabii, bir insan başka başka hocaların derslerine de gidebilir fakat o hocalar aklı başında hoca ise... O hocalar aklı başında hoca değilse, mürit kapıcı hoca ise, gıybet yapıcı hocaysa, hemen gelene sorarlar:

“—Sen neredensin?” “—Falanca yerdenim.” “—Sen oradan ayrıl, buraya gel!” bilmem ne filan diye kötüleme çalışması yaparlar.

Oralara giderken yavaş yavaş kendi cemaatinden soğur, uzaklaşır ve sonuçta tekkesinden olur.

O bakımdan tecrübemiz, onlar pek uygun olmuyor ama doğru düzgün bir alimin sohbetine gidilebilir, sohbeti dinlenebilir. Böyle rekabetle, gıybetle iş yapan kimselere gidilmez.


3. Soru:

Başka bir tarikatin sohbetine gitme izni…


Bu hususta eskiden beri izin vermemişlerdir. Çünkü, gittiği yere kayar. Gittiği yer genel olarak uygun mu, değil mi bilinmez. Onun için, bizim Abdülaziz Bekkine Hocamız buyurmuş ki:

“—Bir şadırvana su koyulmuş, etrafında musluklar var. Sen kovanı dolduracaksın. Bir musluğun altına koyup da açıp öyle mi doldurursun, biraz ondan doldurup öbür musluğa, biraz ondan doldurup öbür musluğa, biraz ondan doldurup öbür musluğa mı gidersin?” “—Bir musluktan doldururum.” demişler. Hak yolsa, bir yerden kovasını doldurması lâzım.


Esas itibariyle gidilen yer de önemli. İnsan meselâ, çocuğunu sokağa bırakamıyor, herkesle konuşturtmuyor. Aslında

konuşturmak ister, iyi arkadaşlar edinmesini ister ama, iyi arkadaş olmaz diye de titizleniyor. Kiminle konuştuğunu araştırıyor, soruyor:

“—Evlâdım, o arkadaş kimdir, nasıl bir insandır?” diye soruyor.

523

Onun için gidilen yer çok önemlidir. Gidilen yer hakikaten nurlu, hakikaten şeriate bağlı, hakikaten tasavvufî ahlâka, âdâba riayetkâr bir yer ise, olabilir.

Ama bu da şarta bağlıdır. Kendi ihvanımızın toplantısının

olmadığı bir yerde, yalnızsa veyahut herhangi bir sebeple bir başka yere gitmişse, o cemaatin içinde o gün misafir olarak bulunuyorsa, caizdir. Aslında kendi ihvanı ile olması esastır.


g. Başka Hocaları Kötülemek


Soru:

Yalova’da falanca cemaatte, Mehmed Zahid Hocamız aleyhine çok kötü sözler söylüyorlar.”


Tasavvufî cemaat mi?

“—Evet, tasavvufî / sûfî cemaat…”

524

Pekiyi, tasavvufta şeriate aykırı iş yapmak var mı? Peygamber Efendimiz:


اُذْكُرُوا مَوْتَاكُمْ بِالْخَيْرِ


(Üzkürû mevtâküm bi’l-hayr) “Siz ölülerinizi hayırla yad ediniz!” demedi mi?

Başka bir rivayette:57


اُذْكُرُوا مَحَاسِنِ مَوْتَاكُمْ (ق. عن ابن عمر)


(Üzkürû mehâsini mevtâküm) “Ölülerinizin iyiliklerini anınız!” buyurmadı mı?

Ben karşılarında hazır lokma… Beni kötüleyebildikleri kadar kötülesinler; Mehmed Zahid Hocamız’a ne çatıyorlar? Onun aleyhinde ne konuşuyorlar?

“—Vefat etmiş bir kimsenin aleyhinde konuşmayın!” diye hadis-i şerif var.

Benim aleyhimde konuş: “Es’ad Coşan şöyledir, böyledir...” de, olsun bitsin. Mehmed Zahid Hocaefendi’yi ne kötülüyorsun?

Onlar tasavvufî cemaat miymiş? Böyle tasavvuf mu olur? O hocayı kötüleyecek, müridi oradan soğutacak, beri tarafa geçirecek.


“—Bu silsiledeki zevat şuraya kadar iyi de, buradan sonrası hiçbir şey değil.” Yahu, “Buraya odunun bile eğrisi yakışmaz.” demişler. Bu oyuncak değil ki, irşad makamı! Peygamber Efendimiz’in irşad vazifesinin devamı makamı. Odun gelse burada mum olur. O silsilenin başı neyse, devamı da odur.


Er yarın Hak divanında belli olur!



57 Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, c.IV, s.75, no:6981; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

525

Sen burada onu kötülüyorsun ama, bir kere yaptığın fiil yanlış bir fiil, İslâm’a uymayan bir fiil. Hüsnüzan edeceksin.


Fötr şapka giymiş, ayağını bir sandalyeye atmış, elinde pipo, sakal yok, bıyık yok, artistik bir poz vermiş...

Allah rahmet eylesin ama, yok ki böyle... Sigara mükeyyefâttan. Derviş mükeyyefâtı değil, meşru mübahâtı bile terk ediyor. Bu mükeyyefât vücuda zararlı, ciğere zararlı; tekkede bu ikrâm edilir mi?

“—İçme hocam bu sigarayı.” diyorsun.

“—Sen benim sigarama karışma!” diyor.

Niye karışmayayım? Şeriat, Peygamber Efendimiz her şeye karışmış; dişinin fırçasına bile karışmış, saçının şekline bile karışmış, bıyığına bile karışmış. Niye karışılmasın?

Ciğerin hasta oluyor. Paran havaya gidiyor. Dumanını yel alıyor, parasını el alıyor, derdi sana kalıyor. Seni zarara uğratıyor bu… Niye karışmayayım?


Sigara içerken, sigarayı pencerenin kenarına bırakıyor. Başına sarığı giyiyor, “Allahu ekber!” deyip namaza duruyor. Namazı kıldırıp geliyor.

“—Hocam olur mu yani? Hocaya yakışır mı?” “—Sen benim sigarama karışma!” “—Bir insana günah olarak, kendisine bir şey söylendiği zaman ‘Sen benim işime karışma! Sen kendi işine bak!’ demek yeter.” diyor Peygamber Efendimiz.

“Pekiyi…” diyecek. Nasihat doğru sözlü oldu mu, “Pekiyi…” demesi lazım.

Efendimiz sigara içmiş mi? Hangi âyetten, hangi hadisten çıkıyor bunun delili?

Millet bu ölçülere dayanmadan kötüleme yaparsa, o tasavvuf değil… Derviş çalmaya kalkarsa, o da tasavvuf değil...


h. Tarikatlardaki Farklılık

526

Soru:

Tarikatlar 12 kola ayrılmış, 12’si de haktır. Niye 12’ye ayrılmış?


Tarikatlar çoktur da ayrılmasının sebebi; her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğundandır. ”Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.” demişler.

Sonra yemekler çeşit çeşittir. Sonra giyimler çeşit çeşittir. Suudi Arabistan’ın kıyafetini burada giyersen, ertesi gün hastaneye; inat edersen, kabr-i şerife gidersin.

Buranın kıyafetini Suudi Arabistan’da giyemezsin, patlarsın. Biz bu elbiselerle Suudi Arabistan’a gittik. Gece saat 12’de uçağın kapısı açıldı, dış havaya uçağın içinden bir çıktık; ah bir şey oldu ayaklarıma, ne oldu? Bir de baktım pantolonum havuza düşmüşüm gibi sırılsıklam oluverdi, bacağıma yapıştı. Orada pantolonla durmak mümkün değil. Hemen yapıştı, terledim, havuza düşmüş gibi... Anında nereden fışkırdı o kadar ter anlayamadım. Pantolonum ayağıma yapışıverdi.

Her yerin kıyafeti olduğu gibi, her halkın çeşit çeşit görgüsü, töresi olduğu gibi, her yere göre de insanların bilgisi seviyesine göre, anlayışına, gayretine göre de tarikatlarda, usüllerde, inceliklerde, çalışma şekillerinde farklılıklar olmuştur.


Mezheplerde de bazı farklılıklar vardır. Bu anlayış farkından da olur, ihtiyacın değişikliğinden de olur, muhatabın değişikliğinden de olur.

Anlayış farkından mezhepler doğmuştur. Mesela itikâdî mezhepler, amelî-fıkhî mezhepler doğmuştur. Hepsi haktır. Çünkü aynı şeye uymaya çalışıyor, Allah’ın rızasını bulmaya çalışıyor. İlmî bakımdan bir arada fikir, kanaat, yorum farkı olmuş oluyor. Hepsi haktır.

O bakımdan bu tarikatlarda da farklılıklar olabilir. Hepsinin esası şeriata konulacak, şeriatın dirhemiyle tartılacak. Şeriatın dirheminde bir tartı geliyorsa, tamam. Şeriatın ahkâmına uygunsa tamam, hak tarikattır. Bazı yerleri bozuk, at gitsin. Bu işin, bazı yerin bozuk olmasının tehlikesine tahammül edilmez, ahirette insanın ayağı cehenneme kayıverir.

527

i. Tarikatta Keramet ve İstikamet


Soru:

Kadın erkek karışık tarikat toplantısı yapıyorlar. Caiz olur mu?


Caiz olmaz!

Bir şehirde bizim hacı teyzelerden birisini çağırmışlar. Maksadım şehri kötülemek olmadığı için adını söylemiyorum. Çağırmışlar. Demişler ki;

“—Bizim bir güzel tasavvufî tarikat yolumuz var, oraya gel.” Kadın da akıllılık etmiş, oğlunu almış gitmiş, kapıyı çalmış, içeriye girecek. Bir de bakmış ki içeride kadın erkek, karman çorman beraber oturuyor.

“—Bu ne? Ben girmem böyle yere.” demiş. “—Canım biz kardeşiz.” Canım Allah da biliyor müslümanların birbirlerinin kardeş olduğunu ama, kadın erkek bir arada olmaz!

Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:58


إِيَّاكُمْ وَالدُّخُولَ عَلَى النِّسَاءِ ! فَقَالَ رَ جُلٌ مِنَ اْلأَنْصَارِ: يَا


رَسُولَ اللهِ، أَفَرَأَيْتَ الْحَمْوَ ؟ قَالَ: الْحَمْوُ الْمَ وْتُ (خ. م. ت. عن عقبة بن عامرٍ)


(İyyâküm ve’d-dühùle ale’n-nisâi) “Kadınların yanına girmekten sakının!”



58 Buhàrî, Sahîh, c.XVI, s.257, no:4831; Müslim, Sahîh, c.XI, s.146, no:4037; Neseî, Sünen, c.IV, s.404, no:1091; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.149, no:17385; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.386, no:9216; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.90, no:13296; Ebu Avâne, Müsned, c.III, s.17, no:4032; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.IV, s.409, no:17954; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.V, s.34; Ukbetü’bnü Àmir RA’dan. Câmiü’l-Ehàdis, c.X, s.340, no:9764.

528

(Fekàle racülün mine’l-ensar) Ensardan bir adam sordu: (Yâ rasûla’llah, eferaeyte’l-hamve) “Ey Allah’ın Rasûlü, kocasının erkek kardeşi, yani kayınbirader için ne dersin, bunun da bir mahzuru var mı?” diye sordu.

Hani siz bana böyle şeyler soruyorsunuz ya, birisi de Peygamber SA Efendimiz’e öyle sordu.

(Kàle) Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (El-hamvu el-mevtü) “Kayın birader ölüm demektir.”

O daha büyük felaket… Çünkü bir şeytana uysalar ne olur? İş mahvolur. Onun için İslâm tedbir olarak ayırmıştır.


Bunlar ayrılmıyorlar. Şeyh efendi o kadar kuvvetliymiş, o kadar kuvvetliymiş ki, ateşle pamuğu bir arada tutarmış!

Hadi oradan! Hiçbir şey yapamaz! Allah’ın emrini kimse değiştiremez. Şeriatın ahkâmını değiştirmeye kimsenin hakkı, salâhiyeti yoktur.

Palavra atıyorlar. Böyle şey yok! Allah’ın emrine aykırı iş yapılmaz. Allah’ın emrine, şeriatın ahkâmına uygun hareket edilir.

Tarikat demek, şeriatın ahkâmını kendisine hâl edinmek, güzel yaşamak demektir.


Tarikat deyince millet sanıyor ki kanatlanacak, uçacak, hayaller görecek, televizyon seyreder gibi karşısındakinin kalbini seyredecek, televizyon seyreder gibi başka tarafa gidecek, gelecek... Rahat bir şey; oh, uçaksız muçaksız kalk buradan oraya git, öyle yap, böyle yap... Herkes işin turistik tarafında. Öyle şey olmaz.

Hiç bunlara sahip olmadığı halde Allah’ın sevgili kulu olabilir.


Bir de rahmetli anam anlatmıştı. Birisi Hızır’ı görmek istiyormuş.

“—Kime sorayım, kime gideyim?” “—Filanca yerde bir hoca var, ona git.” demişler.

“—Ben Hızır’ı görmek istiyorum.” demiş.

“—Git be adam!” demiş.

O da ısrar etmiş.

“—Pekiyi, filanca şahsa git!” demiş, bir başka şahsa

529

göndermiş. O da biraz tarikat tasavvuf yolunda ileri bir kimse. Ona gitmiş.

“—Beni falanca gönderdi, ben Hızır’ı görmek istiyorum.” “—Peki, bas ayağımın üstüne.” demiş. O da ayağının üstüne basmış.

“—Kapat gözlerini.” demiş, kapatmış. “Aç gözlerini.” demiş, açmış.

Bakmış ki Harem-i Şerif’te, Beytullah karşılarında. ‘Fırt’ oraya ışınlanma yoluyla gitmişler.


Demiş ki;

“—Yarın burada namaza dur, cuma namazını kıldıktan sonra sağ tarafındaki adama sımsıkı yapış, işte o Hızır.” Ertesi gün olmuş, adam heyecandan ölüyor, Hızır AS’ı göreceğim diye... Ertesi gün cuma namazını kılmışlar ama aklı hep yanındaki adamda.

“—Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah… Es-selâmu aleyküm ve rahmetullah!” der demez kaçırırım diye yanındaki adamı yakalamış. Demiş ki;

“—Göster sağ avucunu!” Hızır AS’ın avucunda yeşil ben olacak.

Hızır AS da demiş ki:

“—Akıbetin hayrolsun.” “—Aç, sen Hızır mısın? Göster şu avucunu, göreyim.” “—Akıbetin hayrolsun.” “—Aç şu avucunu, bir göster bakayım, Hızır mısın?” İnanacak.

“—Yahu, ben sana deminden beri ‘Akıbetin hayrolsun, sonun hayırlı gelsin!’ diyorum, anlamıyor musun?” “—E ne oldu?” demiş.

“—Dün ‘Aç gözünü, kapat gözünü!’ diye seni buraya getiren adam, bugün imansız göçtü.” demiş.

Kerâmet insanı kurtarmaz. Kerâmet Allah’ın ikramıdır; o ikramı hazmeden kurtulur, hazmetmeyen mahvolur.


En büyük kerâmet nedir?

Sırât-ı müstakimde dosdoğru gitmektir. Allah yolunda gitmektir.

530

Namazını kılacak, orucunu tutacak, haram yemeyecek, kimsenin hakkını yemeyecek, doğru işler yapacak, hayırlı işler yapacak; en büyük kerâmet odur.

Ben öyle insanlar biliyorum ki:

“—Yâ Rabbi! Bana kerâmet gösterme!” diyorlar.

Neden?

“—Dayanamam, şımarırım, şaşırırım. Bana gösterme, ben hâlimi bilmeyeyim!” Çünkü insan şaşırıverir.

Muhterem kardeşlerim! Onun için Allah bizi böyle görüntülere aldanmayan, rızası yolunu iyi bilen insanlardan eylesin.


2. Soru

Evliyâ açıktan kerâmet gösterebilir mi?


Evliyâ açıktan kerâmet gösterir, gösterdiğinin misalleri çoktur. Ama derecelerine göre, kerâmet göstermeyi uygun görmemişler. Büyükler kendilerini saklamışlar. Halkın arasında şöhret sahibi olmak zor olduğundan, birtakım problemleri olduğundan saklamışlar.

Ama bazen de göstermişler. Misalleri vardır. Biz de gördük, bizim hayatımızda da çok gördüğümüz şeylerdendir. Keramet gösterebilir, gösterir, göstermiş olanlar da vardır. Yalnız büyüklerimiz kerametin mümkün olduğu kadar saklanması gerektiğini, mümkün olduğu kadar mahviyetkârâne, mütevâzıâne olması gerektiğini bildirmişler.


j. Rufaîlerin Şiş Gösterisi


Soru:

Türkiye’de bir haber programında bir tarikate mensup bir topluluk şişlerle bıçak ve diğer âletleri kendilerine, derilerine geçiriyorlardı. Fakat hiç acı çekmediklerini iddia ediyorlardı. Bu nasıl gerçekleşiyor? Böyle bir şey olabilir mi? Bu tür şeylere inanmıyorum, acaba inanmamakla imanımdan bir şey kaybeder miyim?

531

Bu şiş batırma işi bazı tarikatlerde vardır. Rufaî tarikatinde vardır. Onlar buna “Burhan göstermek” diyorlar. “Bak biz böyle bir şey yapıyoruz da kan akmıyor.” diyerek “Burhan göstermek” diyorlar. Fakat bu bir burhan değildir. Herhangi bir kimseyi üzmek istemiyoruz ama bu bir burhan değildir. Çünkü insanın bıçakla kestiği yerinin kanaması bir kusur değildir. Tabi bıçak kesecek, kessin. Ne var? Bir şey değil. Sahâbe-i kirâm harpte yaralanmış, kanları akmış; kimisi şehid olmuş. Bundan bir şey olmaz. Eğer kan akmaması usülden olsaydı, sahâbe-i kirâm evliyânın hepsinden daha yüksek olduğu için onların kanı akmazdı.

Belli yerlere batırıyorlar. Ben de küçükken derime, kan yerine kadar gitmeyen yere iğneyi takardım. Belli yerlere yapıyorlar. Çok mühim bir şey değil. Ayrıca müslüman olmayan bazı göstericiler de bunu bazı ülkelerde yapıyorlar. Müslüman bile olmayan bazı göstericiler yapıyor.

Ben bir Batı mecmuasında Yunanlılar’ın ateş yakıp da üstüne çıktıklarını gördüm. Ama belki ayaklarının altına bir şey sürüyorlar da ateşe mukavemetli oluyorlar. Belki ayaklarını daha önceden suya batırıyorlar, bilmiyorum.

Ama bunlar mühim değildir. Mühim olan Allah’ın sevdiği kul olmaktır; ayetleri, hadisleri tutup Allah’ın şeriatinin yolunda yürümektir.

Yoksa böyle şeyler herhangi bir hâli ispat etmez. Bu gibi hünerlerle bir insan beğenilip peşinden gidilecekse, o zaman herkes Zati Sungur’un peşinden gider, hokkabazların peşinden gider veya Hindistan’daki, Japonya’daki birtakım göstericilerin peşinden gider. El çabukluğu veya daha başka ruhî kuvvetlerle olabiliyor.


Parapsikoloji dediğimiz dalda misaller var. Masanın üstüne bilye koyuyor, uzaktan telekinezi ile bilyeleri hareket ettiriyor. Duygularının gücüyle… Bir şey değil, bunu başkası da yapıyor. Buradaki duygularını telapati yoluyla başka bir şehirdeki insana

532

aktarıyor, telsiz cihazı gibi kullanıyor. Bunların dinle, imanla direk ilgisi yok. Bunlarla ölçülmez

Tabi şunu da açıkça söylememiz lazım. Kâfirler, Nemrut İbrahim AS’ı ateşe attı da yanmadı. Neden? Allah ateşe; “İbrahim’i yakma!” dedi.


قُلْنَا يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ (الأنبياء:٩٦)


(Kulnâ yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ ibrâhîm) “Biz ateşe: ‘Ey ateş, benim İbrahim kulum için serinlik ve selametlik ol!’ dedik.” (Enbiya, 21/69) buyruluyor.

Allah’ın kudretiyle, emriyle İbrâhim AS’ı ateş yakmadı. Bunu Kur’an-ı Kerim bildiriyor, biz de inanıyoruz.

Allah’ın evliyâsı da peygamberlere nasip olan mucizâtın benzeri şeylere, Allah’ın o ikramlarına mazhardırlar. Keramet olarak böyle şeylerin olması mümkündür.

Ama o zaman nasıl olması lazım?

Kılıcı çekeceksin, karnına hart diye sokacaksın, ensesine hurp diye sokacaksın, istediğin yerine sokacaksın; yani belirli, özenle seçilmiş yerine değil.

Veriyor musun bana bıçağı? İstediğim her yerine hart diye sokabilir miyim, sokamaz mıyım? Müsaade var mı, yok mu?

Böyle belirli, işaretli yerlere yapıyor; yanağını tutuyor, sokuyor. Bu çok önemli değil. Sen bana bırak da ben istediğim yere sokayım. O önemli!


Allah’ın bazı sevgili kullarına keramet vermesi olduğu için, Seyyid Ahmed-i Rifâî Hazretleri’nin ateşe karşı böyle olması, onun tarikatinde birtakım evliyâullahın böyle şeyler yapması mümkündür.

Fakat bunun bir gösteri haline getirilmesi, Mevlevî semâının bir dans gösterisi haline getirilmesi, turistlerin çağırılması, salonların tutulması; bu işi biraz ibadet ve keramet olmaktan çıkaran şeyler gibi oluyor.

533

Bizim büyüklerimiz bunlara itibar etmemişler. Keramete de itibar etmemişlerdir. “En büyük keramet istikamettir.” demişlerdir. İnsan sırât-ı müstakîmde, Kur’an yolunda yürüyorsa, en önemlisi odur. Çünkü biliyorlar; bu çeşit bazı olağanüstü olayları bazı kimseler ya ruhunu kuvvetlendirerek yapabiliyor ya da hokkabazlık yoluyla yapabiliyor. Mühim olan Allah’ın yolunda yürümektir. Bir haramdan kaçınmak çok kıymetlidir. Bir mekruhu işlememek çok kıymetlidir. Allah’ın bir emrini tutmak çok önemlidir. Gerisi gösteri! Onlar önemli değil. İşin aslı, mantığı budur.

Kimseyi üzmek istemiyoruz, kimseyi tenkit etmek de istemiyoruz ama bizim yolumuz budur.


k. Hacı Bektâş-ı Velî ve Bektaşîlik


Soru:

534

Yanlış hatırlamıyorsam sizin Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri hakkında çalışmalarınız var… Türkiye’de Bektaşiliğin çok istismarı oluyor. Anadolu Bektaşiliğinin Şiîlikle bir ilgisi var mı?


Evet, doçentlik tezim. Bu, çok güzel konuşabileceğim bir soru oldu. Teşekkür ederim.

Benim dalım, Ankara İlâhiyat Fakültesinde dini edebiyat idi. Ben dinî edebiyat kürsüsünde idim. Doktora çalışmalarımda Denizlili bir alim üzerinde çalıştım. O vesileyle, çok eski bir el yazması esere ulaştım. Baktım ki Hacı Bektaş-ı Velî’nin bir eserinin tercemesi… Çok eski bir eser.

Bizim edebiyat tarihinde XIV. Yüzyıl’dan eserler azdır. Çok eski bir tarih. O zamandan kalma eserler azdır. Önemli. Bilimsel olarak bizim dalımızda XIV. Yüzyıl’ın sonu önemli için önemli bir buluş.

İncelerken gördüm ki, Hacı Bektaş-ı Velî, bizim gibi düşünen bir insan. Bektaşiler gibi olan bir insan değil. İçkinin aleyhinde, içkiyi kötülüyor, haram olduğunu söylüyor. Namazın, haccın lehinde; kendisi zaten Hacı Bektaş... Çok ilgimi çekti.

Tanınan Hacı Bektaş’tan başka bir Hacı Bektaş. Hem de en eski kaynağı… Benim dalım dini edebiyat olduğu için, onun üzerine çalışmaya karar verdim.

Konu aynı zamanda günceldi. Türkiye’deki Bektaşilikle, Alevilikle ilgili idi. Ve bir takım yanlışlıkların düzeltilmesine de sebep olacaktı. ”Çok faydalı olacak.” diye, onun eseri üzerinde, Hacı Bektaş-ı Velî’nin hayatı üzerinde çalışmaya karar verdim. Bu eski, antik eseri üzerinde çalıştım, doçentlik tezi yaptım. O eseri ana kaynaklardan, kütüphanelerden tenkitli olarak bulup karşılaştırıp hazırladım.

Çok beğenilen bir doçentlik tezi oldu. Çok yerden, çok profesörlerden takdir aldım. Türk efkâr-ı umumiyesinde çok yankı uyandırdı. Bu yıla gelinceye kadar, bütün Hacı Bektaş-ı Velî anma toplantılarında, benim ismim ve eserim takdirle zikredildi. Radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde benim eserim kaynak olarak gösterilerek bazı şeyler söylendi.


Eski valilerden kendisi Hacı Bektaşlı olan bir kişi yanıma geldi.

535

“—Hocam size teşekkür ederiz. Biz pîrimiz Hacı Bektaş-ı Velî’yi doğru tanımıyormuşuz. Sayenizde doğru tanıdık. Ben kendi kardeşlerime de gelin pîrimizin yoluna girelim, dedim, çok faydalı oldu.” dedi.

Bir emekli vali bu, ismini şu anda söylemeyeceğim.

Mevlânâ ne ise, Yunus ne ise, Hacı Bektaş-ı Velî de o… Zaten çağları aynı, birbirlerine yakın, öyle bir tatlı insan.

Alevîlik başka, Şiîlik başka, Bektaşîlik başka… Tamamen bizim Orta Asya’daki Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin fikirlerini söylüyor, demek ki ona bir yönden bağlı. Yunus Emre gibi, namazın lehinde, içkinin aleyhinde… Hatta o kadar aleyhinde ki kitabının bir bölümünde şöyle yazmış:

“—Bir kuyunun içine, bir damla içki damlasa içki murdar olduğundan suyu murdar eder. Murdar olan kuyu suyunu, dışarıya dökmek lazım. Dışarı döküldüğü yerde ot bitse, o otu bir koyun yese, o koyunun etinden yemem.” diyor.

Takvâ ehli insanlar; “Yemem.” demişler.


Hz. Ali’den böyle bir söz rivayet ediliyor. Kur’an’a bağlı, sünnet-i seniyyeye bağlı bir insan olarak görülüyor. Ben bunları vurguladım. Eserin aslını bulup, konstrüksiyonunu yaparak neşrettim.

Sonra Denizlili Honaz’lı bir alim XV. Yüzyıl’ın başında aynı eseri şiir hâlinde, manzum olarak yazmış, onu tanıttım. Ve çalışmamın sonunda;

“—Bu önemli bir başlangıçtır. Bu başlangıca dayalı olarak, Türkiye’mizde yaygın, yerleşmiş bir takım yanlışlar düzeltilirse ben kendimi bahtiyar sayacağım.” demiştim.

Ben tezimi 1976’da vermiştim. 1997’deyiz, 21 yıl olmuş. Bu 21 yıl içinde tezim çok yankı uyandırdı, basıldı.


Hatta şöyle şeyler oldu:

Malatya Üniversitesi rektör yardımcısı bana geldi:

“—Hocam Malatyalı alevîler size selam gönderiyorlar, eserinizin basılmasını istiyorlar. ’Hocamız basarsa bassın, basmazsa müsaade buyursun biz basalım!’ diyorlar.” dedi.

Benim de o zaman basacak gücüm yoktu. Ciddi bir eserin basılması kolay değil. Ama onların teşvikiyle bastım. Hatta o

536

rektör yardımcısı, dil tarih coğrafya fakültesinden Prof. Kemal Bey dedi ki:

“—Hocam, buyurun sizi Malatya Üniversitesi’ne alalım!” Ben Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde profesörüm.

“—Sizi Malatya Üniversitesi’ne alalım.” dedi.

“—Benim bazı kusurlarım var.” dedim.

“—Nedir?” dedi?

“—Sakallıyım. Sakal kusurum var.” dedim.

“—Olsun, mahzuru yok.” dedi.

“—Biraz tasavvufî yönüm var; tarikat ehli bir insanım.” dedim.

“—Daha iyi; oraya gelir mürid toplarsınız.” dedi.


Fakat İstanbul’la ilişkilerim çoktu; İstanbul’a yönelik çalışmalarım ve görevlerim vardı. ”Malatya’dan İstanbul’daki görevimi yönetemem.” diye gidemedim. Böyle büyük bir ilgi uyandırdı.

Fakat bu sene ben dışarıdaydım, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri’ni anma toplantısında bulunamadım. Mesut Yılmaz gitmiş, reisicumhur gitti, biliyorsunuz. Herkes gitti. Ben bulunamadım. Ne konuştular ne yaptılar, takip de edemedim. Bizim tezimiz yine methedildi mi, ondan bahsedildi mi, anıldı mı, anılmadı mı bilmiyorum.

Ama geçtiğimiz yıllarda, ben gazete küpürlerini topladım, yurtta çok büyük yankı uyandırmıştı. Kültür Bakanlığı benim eserimden bazı alıntıları iki defa neşretti.


Türkiye’de özellikle Araplar’daki Alevîliğe veya Farslar’daki Şiîliğe oturtmaya çalışıyorlar. Ben Hacı Bektaş’a da gittim iki kere; arkadaş da şahit. Oradaki Alevîler dâhil, Bektaşîler dâhil, Bektaşîliğin ne olduğunu farkında değil.

Mesele oradan kaynaklanıyor zaten, bilmiyorlar. Bağlı oldukları şahsı da bilmiyorlar. Geleneksel yetişmişler; kulaktan kulağa, aileden aileye, babadan oğula yetişmişler. Birtakım şeyleri büyüklerden gördükleri şekilde biliyorlar ve söylüyorlar. Bu Sivas’ta Madımak otelinin yakılma hadisesi olduğu zaman, bu olay Avustralya’da çok büyük infial uyandırmış. Ve oradaki Alevîler çok kızmışlar. Radyolarda, televizyonlarda, İslâm aleyhine, Kur’an-ı Kerim aleyhine çok ağır sözler

537

söylemişler; hakaretler, küfürler yağdırmışlar.

Ben Avustralya’ya gittiğim zaman:

“—Hocam, Madımak olayları dolayısıyla çok çok hücumlar oldu, kimse de ses çıkaramadı. Diyanet görevlileri de, din

görevlileri de, din ateşesi de sustu.” dediler.

Ben:

“—Bu olmaz. Yanlış bir iş yapılmış, cevapsız bırakılmamalıydı. Bunların cevabını verelim. Bu Alevî kardeşlerimizin en çok olduğu yer neresidir?” dedim.

“—600-700 km ileride (Mildura) Milcura diye bir iç kasaba şehir var. Bizim İzmir çekirdeksiz üzümü gibi üzüm üretiyor, öyle tanınmış. En çok oradalar, dediler. Üzümcülük yaparlar, üzüm toplarlar, üzüm toplama işinde çalışırlar; orada dernekleri var.” dediler.

Biz Sidney’den (Mildura) Milcura’ya gittik. ”Bizi onlara tanıtsın.” diye yanımıza tanıdığımız birkaç Alevî kardeşimizi aldık. Ondan sonra, onların oradaki dernek binasına gittik. Onların salonlarında dernek başkanları benim sağıma oturdu. Bir sünni profesör konuşacak demişler. Bizim konuşacağımızı duyunca herkes merakla karşımıza geldi.


Ben dedim ki:

“—Değerli arkadaşlar! Siz Madımak olayları dolayısıyla çok kızmışsınız; İslâm’a, Kur’an’a hakaretler etmişsiniz, çok ağır sözler söylemişsiniz. Ben buraya onun için geldim, sizinle konuşmak için geldim. Ne söyleyecekseniz söyleyin, karşılıklı konuşalım. Bu yanlışlık ortadan kalksın; burada yanlış bir şey var.” Kendimi tanıttım. İlahiyat Fakültesi’nden olduğumu, İmam Ca’fer-i Sâdık Hazretleri’ne bağlı olduğumu, onların çok sevdiği bir kimse olarak, tarikatımızın silsilesinde onun isminin olduğunu; nesebce Hz. Ali Efendimiz’in soyundan geldiğimi, üniversitede ilâhiyat profesörü olduğumu söyledim.

Dedim ki:

“—Biliyorsunuz bu Madımak olaylarını biz yapmadık. Videoya çekildi, biliniyor. Yakalandığı zaman sarhoş olduğu tespit edilmiş olan provakatörler yaptı. Sarhoşluğu belli olan kimse orada eşyaları atar, yapar; bunun sorumlusu biz değiliz. Daha sonraki

538

şeylerden siz bunu biliyorsunuz. Ama öyle olsa bile sorumluyu bırakıp da İslâm’a ve Kur’an’a saldırmanıza Hz. Ali, Ca’fer-i Sâdık Efendimiz razı gelmez. Allah razı gelmez. Burada bir yanlışlık var, düzeltelim.” dedim. Onlarla üç dört saat konuştuk. Ben konuştum, sonra:

“—Sorun, içinizde kalmasın, her şeyi söyleyin! Ben de ilâhiyat fakültesi profesörü olarak size cevap vereyim, aramızdaki problem

hallolsun.” dedim.

Konuştuk, konuştuk, konuştuk…


Biz oraya, ikindide namaz kılıp gitmiştik. Sonra saate baktım, “Akşam namazı kaçacak.” dedim. ”Akşam namazı kaçıyor, müsaade edin şu namazı kılalım.” dedim. “Bir ara verelim. Time out…” dedim.

Birisi çıktı: “—Hocam, sohbetin kazası yok, namazın kazası var.” dedi.

“—Bak, bu da yanlış!” dedim.

Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri:

539

إِن الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا (النساء:٠١٣)


(İnne’s-salâte kânet ale’l-mü’minîne kitâben mevkùtâ) “Hiç şüphe yok ki, namaz mü’min kulların üzerine belirli zamanlarda yapmaları gereken bir vazife olarak yazılmış farz bir ibadettir.” (Nisâ, 4/103) buyuruyor.

Siz de, “O vakti boş ver!” diyorsunuz. Bu Kur’an’a aykırı, yanlış.

“Sohbetin kazası yok!” meselesi farzlarda olmaz, başka şeylerde olur. İhmal edilebilecek başka bir şeyi ihmal edersin de, “Sohbet daha mühim.” dersin; ”Ama farzı ihmal etmek olmaz.” dedim ve ben namaza gittim.

“—Burada, kılabilir miyim?” dedim.

“—Yer yok.” dediler.

Dışarı gittim, namaz kıldım, geri geldim.

“—Soracağınız sorular varsa daha konuşalım!” dedim.

“—Yok, teşekkür ederiz, tatmin olduk.” dediler.

Sonradan duydum, arkamdan, “Bu hoca doğru söylüyor.” demişler. Çünkü candan konuştum, onların yerine kendimi koyarak konuştum.

“—Yanlış bir şey yapmasınlar, Allah’ın sevmediği bir duruma düşmesinler.” diye konuştum.

İçten konuştum, bildiğim gerçekleri söyledim. Memnun olmuşlar.

Önemli bir konu, “Keşke hep konuya böyle girilse. İki tarafı kızdırıp birbirinden uzaklaştıracak tarzdan girilmese.” diye düşünüyorum. Ve bu konuda Türkiye’de çalışan insanlardan biriyim, bunu bildireyim. Bunu da açıkça söylüyorum.


İki zümre birbirinden farklı değildir. Bizim böyle yapmamamız lazım, dost olmamız lazım. Hepimizin Kur’an-ı Kerim çizgisine gelmesi lazım. Yağcılık da yapmıyorum. “Siz iyisiniz, aslansınız, paşasınız, ağasınız.” da demiyorum.

“—Hata bizdeyse biz Kur’an’ın yanına gelelim, sizdeyse siz Kur’an’ın yanına gelin; hepimiz Kur’an-ı Kerim’in çatısı altında toplanalım. Eğriye eğri, doğruya doğru diyelim. Hz. Ali Efendimiz nasılsa öyle olalım. Hatta ben Hacı Bektaş-ı Velî Efendimiz

540

üzerinde doktora tezi yaptım. Hacı Bektaş-ı Velî Efendimiz nasılsa öyle olun, razıyım. On iki imam nasılsa öyle olun.” diyorum.

Bu konuda çeşitli konferanslarım da var, kitaplarım da var. Bu konunun önemli bir konu olduğunu düşünüyorum ve çalışıyorum.


Hazret-i Ali Efendimiz diyor ki:

“—Gerçekleri kişilerin ağızlarına bakarak, sevdiği kimselere bakarak, bağlandığın kimselere bakarak, bilmeye çalışma. Önce gerçekleri tanı, sonra kimin gerçek ehli olduğunu anlarsın.” Önce gerçeğin ne olduğunu tanı. Yoksa, “Falanca adam böyle söylüyor. O halde bu doğrudur.” deme. “Önce gerçeğin, doğrunun ne olduğunu anla; sonra kimin, hangi adamın doğrucu olduğunu, hangisinin eğrici olduğunu anlarsın.” diyor.

Çok bilimsel bir şey. İslâm ansiklopedisinin ilk fasikülünde yazılan söz bu. Çok önemli. Önce gerçeği öğrenelim.


Kur’an-ı Kerim’de içki yasağı var mı, yok mu?

Sigara İslâm’a göre ne durumdadır? Peygamber Efendimiz zamanında sigara yoktu ama İslâm’ın görüşüne göre sigara nedir?

Başkası ne söylerse söylesin. Bunu bir inceleyelim, inceletelim, ihaleye çıkaralım. İngiliz alimler incelesinler; biz de incelemeyelim. “Kur’an’a göre içki nedir?” desin. Biz de onun dediğini kabul edelim. Bilim adamlarının dediğini kabul edelim. Mesele bu kadar kolay.

Ama birisi de kalkıp da, suyun formülünü değiştirmeye çalışmasın. Veya fizik kanunlarını değiştirmeye çalışmasın. Zaten değişmez de…


l. Derviş, Mürid


1. Soru.

Derviş nedir? Mürid nedir?


Derviş, Farsça bir kelime, fakir demek aslında. Der, kapı

demek. Yani kapı kapı dolaşıp da, kapıyı çalıp da “Bana bir şey ver!” diyen insana, eskiden İranlılar derviş derlermiş. Onun için

541

derviş, fakir demek, yani dilenci demek.

Neden tarikate giren insana derviş demişler? Arapça’da da fakir diyorlar. Neden? O da boynunu bükmüş, Allah’tan istiyor. Allah’ın kapısında, Allah’ın rahmetini istiyor. Onun için derviş

demişler. Mâna bu…


Mürid de irade eden, isteyen demek.

Mürid ne istiyor? Allah’ın rızasını istiyor. Allah’ın yoluna girmek istiyor. Allah’ın yolunda yürümek istiyor. Allah’ın sevgili kulu olmak istiyor. İşte onun için tarikate giren kimseye mürid derler.

“—Sen niye girdin bu tarikata? Nedir maksadın, girişinin sebebi ne?” “—Ben Allah’ın rızasını kazanmak istiyorum. İyi insan olmak istiyorum. Allah’ın sevgili kulu olmak istiyorum. Tam müslüman olmak istiyorum.” İşte istemek… Mürid, isteyen. O talip olduğu için, istediği için ona mürid deniliyor. Talip de derler. Talip de talep eden, isteyen

542

demek. Mürid de irade eden, isteyen demek.

İradesiyle geliyor:

“—Ben Allah’ın yolunu öğrenmek istiyorum, ma’rifetullaha ermek istiyorum, Allah’ın sevgili kulu olmak istiyorum.” diyor.

Onun için ona mürid deniliyor. Mürşid de ona anlatıyor: “—Bak, Allah’ın sevgili kulu olmak istiyorsan, şöyle yapacaksın, şöyle yapacaksın, şöyle yapacaksın…”


Biz nasıl anlatıyoruz? Açıyoruz size hadis kitabını, hadis-i şeriflerden anlatıyoruz. Geçmiş haftalarda başka şeyler anlattık. Gelecek haftalarda başka şeyler anlatacağız. Siz isteklisiniz, müridsiniz; istiyorsunuz ki Allah’ın rızasını kazanayım. Biz de size gösteriyoruz;

“—Bak Allah’ın rızası şurada, şurada, şurada… Şöyle yaparsan olur. Şu tesbihleri çekersen sevap kazanırsın.” “—Güzel, tamam, pekiyi hocam…” diyor, buradan çıkıyor.

Bir sene sonra bir daha gelinceye kadar tesbih çekmiyor.

Verdiği sözde durmadı, vazifesini yapmadı. Yaparsa olur, yapmazsa olmaz. Çalışmazsa maaşı verirler mi adama?

Onun için çalışacak, gayret sarf edecek.


Mürid, isteyen demek. Allah yolunu istediğinden, insan-ı kâmil olmayı istediğinden ona mürid denmiş oluyor.

Derviş de fakir demek. Tevâzuan bu yola girmiş insanlara fakir deniliyor. Mesela şeyh efendi, kendisinin ismini yazarken ne diyor?

“—Hâdimu’l-fukarâ eş-şeyh filanca... Yani şeyh efendi kendisine “fakirlerin hizmetçisi” diyor.

Şeyh ne demek Arapça’da? O da yaşlı demek, saçına sakalına ak düşmüş demek. Şeyhûhat “yaşlılık” demek. Yani esas itibariyle ihtiyar demek.

Umumiyetle insanın adam olması kolay olmuyor; yaşı ilerlemesi gerekiyor, delikanlılık çağının geçmesi gerekiyor. Akan suların, bulanık suların durulması gerekiyor. Akıl bir karış yukarıdan yerine oturması gerekiyor.

543

Tabii ilim, irfan kolay değil, alim olmak kolay değil; seneler geçiyor, yıllar geçiyor, insan öğreniyor, öğreniyor, öğreniyor… Benim iki daireyi dolduracak kadar kitabım var, yine ortada bir şey yok. Olmuyor, kolay değil yani… Onun için, insan “adam olacağım” derken ömür bitiyor, şeyh, yani ihtiyar oluyor.

Araplar’da da yaşlı kimseye “Yâ şeyh!” derler; yaşlı demek. Bazen de hürmet makamında, “beyefendi” mânasına da kullanıyorlar. “Yâ şeyh!” yani “Bey baba!” der gibi oluyor. Şeyh de bu demek.


2. Soru:

Hocam, Hazret ne demektir? Tarikat ehline “Filanca Hazretleri” denilebilir mi?


Denilebilir. Hazret hürmet ifadesidir. Asıl mânası, bir şeyin huzuru demektir. Hürmet edilen şahsın kendisi söylenmiyor da, edeben huzuru denmiş oluyor. Filancanın huzuru… Hani babanın ismi anılmayıp da lakabı söylendiği gibi bir şey oluyor. Hürmet ifadesidir, mahzuru yoktur. Muhterem her kimseye Hazret

denilebilir

544

3. Soru:

Bütün tarikat derslerini yapmaya çalışmama rağmen, uzun zamandır tüm gayretime rağmen basit bir müslüman durumundayım. Benim asıl istediğim dua ve himmet ve irşatlarınızla yakînî ilme nâil olmak, aşk-ı ilâhîye ermek. Kerem ediniz de beni bu sığlıktan, yavanlıktan kurtarıp âşık-ı sâdıklardan olayım, diye istemiş.

Aşağıya da; “Tevfik Allah’tandır.” diye yazmış.


Çok doğru. Rabbimiz Teàlâ tevfîkât-ı samadâniyesini ihsan eylesin.

İyi müslüman olmak, cenneti kazanmak demek. Cenneti kazanmak da kolay, basit bir şey değil, bir atımlık gayretle olacak bir şey değil; ömür boyu devam edecek bir şey. Bunu unutmamak lazım. Zor bir iş ve devamlı bir iş, ince bir iş. İnsan doğru bir şey yapıyorum sanırken riyaya, ucuba düşebilir. Sabrediyorum derken daha güzel makamları kaçırabilir. İşin çok incelikleri var. Pürdikkat ve pür ihlas, hâlis muhlis niyetle iyi müslüman olmaya

545

gayret etmeli.


Ama bir insanın içine “iyi bir müslüman oldum” diye bir duygu gelirse o da bir noksanlıktır. Zaten iyi bir müslüman olmak kolay değil. “Oldum” demek de doğru olmaz. Çünkü hayat boyunca insan terakki eder ederse ve bu ölüme kadar devam eder. Her makamın daha üstü vardır, daha üstü vardır. Bizim erişemeyeceğimiz çok makamlar var. Mesela evliyâullahın en büyüğü, sahabenin en aşağısı kadar bile olamıyor; çünkü onlar Peygamber Efendimiz’in sohbetine ermiş bahtiyarlar oluyorlar.

Makamlar çok olduğu için, yol uzun olduğundan, meşakkatli olduğundan ve ömür boyu sürdüğünden, birden olan bir şey olmadığından, çok dikkat etmek lazım. Otuz kırk sene bekleyenler var, nefsinin arzusunu uzun yıllar vermeyenler var. Bir yılda, bir ayda, talebeyken, hemen milli piyangodan kırk milyon elli milyon, şu kadar milyar çıkar gibi olan bir şeyler değil. Ama öyle de olabilir. O da Allah’ın bileceği bir şey, biz bilemeyiz. Allahu Teàlâ

Hazretleri verirse verir. Ama kolay bir şey değil, hemen olmuyor.

Çok dikkatli davranırsa, kalbi çok temiz olursa olabiliyor. Temizlemeye gayret etsin, çalışsın, yolunda olsun. Allah yardımcı olsun.

546
20. BEY’AT - İNTİSAB