17. NEFİS TERBİYESİ

18. TASAVVUF



a. Tasavvufun Lüzumu


1. Soru:

Tasavvuf mutlaka gerekli midir?


Evet, gereklidir. Çünkü:


قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَ سَّاهَا (الشمس: ٩-٠١)


(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) “Nefsini terbiye eden felâh bulacak; terbiye etmeyen mahvolacak, perişan olacak!” (Şems, 91/9-10) buyruluyor ayet-i kerimede... O zaman terbiye etmek mutlaka gerekli! Terbiye nerede oluyor? Torna tezgâhına mı sokacağız, marangoz hızarına mı vereceğiz? Hayır! Tekkeye gelecek, kötü huyları atacak, iyi huyları alacak, iyi insan olacak! O halde tasavvuf gerekli...


2. Soru:

“Tasavvuf insanın rûhî ihtiyacını karşılıyor.” dediniz. Bu ihtiyaç nereden kaynaklanıyor? Nasıl bir ihtiyaçtır, neye karşı bir ihtiyaçtır; açıklar mısınız?


İnsan maddî bakımdan ne kadar tatmin olsa, rûhî bir takım şüpheleri, endişeleri, düşünceleri, fikirleri, korkuları kalıyor ortada... Acaba benim ahiretim ne olacak? Acaba Allah beni seviyor mu? Acaba Allah benden râzı mı, hoşnut mu? İşte bu rûhî soruların cevaplarının verilmesi, insanı tatmin edecek bir takım çalışmaların yapılması gerekiyor.


3. Soru:

466

Samîmî müslüman olmak için ne yapmak lâzım?


Derviş olmak lâzım! Samîmî müslümanlık yolu o, takvâ yolu o...


b. Tasavvufta Hizmet Esas


Soru:

Tasavvufu, “Nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şeklidir.” diye tanımlayabilir miyiz?


Hayır! Tasavvuf, nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şekli değildir. Bazan nafile ibadeti bile bırakır mutasavvıf... Bizim büyüklerimiz diyor ki: “İnsana hizmet bahis konusu olduğu zaman, nafile ibadeti terk ederiz. Çünkü, nafile ibadet insanın ferdî kazancıdır. Ama, başkasına hizmet topluma kazançtır; bunun sevabı çoktur.”

İbrâhim AS Kâbe’yi binâ ettiği zaman, dört köşesinde biner rekât namaz kılmış. Demiş ki:

“—İbadet ettim. Bunu beğendin mi yâ Rabbi? Sana yapabileceğim bundan daha sevgili bir ibadet var mı?” “—Evet yâ İbrâhim! Bir fakirin kursağında bir lokma ekmek...” buyurmuş.

Demek ki, şahsen sen ibadet ediyorsun, faydası sana... Ama başkasına faydalı bir şey yaptığın zaman, onun kıymeti daha yüksek oluyor, nafile ibadetten önce geliyor.

Onun için, tasavvufta hizmet esas olduğundan, hürmet esas olduğundan, böyle bir nafile ibadetlerin organize edilmiş şekli diyemeyiz. Aksine, gece gündüz çok nafile ibadet eden insanlar vardır, onlara àbid diyor mutasavvıflar... Ama àbidlik, tasavvufun aşağı mertebesidir. En aşağı mertebesi àbidlik mertebesi... Ondan sonra, zâhidlik mertebesi geliyor, ondan sonra âriflik mertebesi geliyor, ondan sonra àşık-ı sàdıkların mertebesi geliyor. Allah’ı seven, Allah tarafından sevilenlerin mertebesi... Yüksek mertebe bu oluyor.

467

c. Tasavvufta Tebliğ ve İrşad


1. Soru:

Tasavvufta tebliğe bakış açısı nedir; misallerle açıklar mısınız?


Tebliğ demek; İslâmiyet’i birisine anlatmak, onun müslüman olmasını sağlamak... Tasavvufun en mühim faaliyetlerinden birisi budur. İrşâd ve tebliğ... Zâten tasavvufun büyüğü olan şeyhe, mürşid derler. Yâni, irşâd eden kimse...

Misâl istiyorsanız Yesevî dervişleridir, Horasan erenleridir. Horasan’ı bırakmışlar, bu diyarları müslüman etmişler. İslâm’ı bu diyarlara yaymışlar. Savaşmak gerektiği zaman savaşmışlar, anlatmak gerektiği zaman anlatmışlar, öğretmek gerektiği zaman öğretmişler.

Bizimkilerin prensibi şudur: Gündüz çalışmak, kazanmak, hizmet vs. Gece ibadet... Bu tarzda gayret göstermişlerdir.

Biliyorsunuz, İmam-ı Gazâlî tasavvufun meşhurlarından

468

birisidir. Bir medresesi vardı; orada profesörlük yapıyordu, talebe yetiştiriyordu. Medresesinin karşısında da tekke vardı; orada da tasavvufî eğitim yapıyordu. Böyle olmuştur.


Bizim tasavvuf büyüklerinin çoğu, aynı zamanda büyük müderristir, profesördür. Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî müderristi. İmam-ı Gazâlî müderristi. Sonra, Ankara’lı Hacı Bayrâm-ı Velî müderristi; şimdi müze olarak kullanılan medresede müderrislik yapıyordu. Ondan sonra tasavvufa intisab etti. Hepsi aynı zamanda öğretmendir, profesördür, ilimle meşgul olan insandır. Kur’an tefsiri yazmıştır, hadis kitabı yazmıştır, fıkıh kitabı yazmıştır. Dinde bilgili insanlardır, üstad insanlardır. Gerçekten deryâ gibi bilgisi olan insanlardır.

Yusuf-u Hemedânî Hazretleri —rivâyet ediliyor ki— doksan

bin mecûsîyi müslüman etmiş. Kapı kapı gidermiş, İslâm’ı anlatırmış; mecûsîyi, ateşperesti İslâm’a çekermiş. Fuat Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar isimli eserinde vardır Yusuf-u Hemedânî... Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin hocası oluyor.

469

Ahmed-i Yesevî Hazretleri de tarikatı ondan aldıktan sonra bütün Türkistan ve Sibirya bozkırlarındaki göçebelere, Türkçe konuşan kavimlere İslâm’ı yaymıştır.

Sonra, Çeştî Tarikatı Hindistan’a yaymıştır İslâmiyeti... Hinduların müslüman olmasına sebep olmuştur. Sunûsî Tarikatı Afrika’da, Sudan’da yaymıştır. Birçok gayrimüslimin İslâm’a gelmesinde en büyük emeği olan, en büyük katkıyı sağlayan mutasavvıflardır.


2. Soru:

Bir kişinin imanına vesîle olmak, binlerce feyz ve zevke göre daha üstün müdür?


Bir kimse, bir insanın imana gelmesine sebep oldu mu, onun yaptığı sevapların misli kendi defterine yazılıyor. O bakımdan iyidir. Şahsen, ferdî olarak çalışmak yerine, başka insanların doğru yola gelmesine çalışmak, büyüklerimizin bize emridir. Hizmet diyoruz biz buna... Müslümanlara her yönden hizmet etmek; onların imana gelmesine, İslâm’ı öğrenmesine, maddî mânevî sıkıntılarının çözümlenmesine koşmak çok sevaptır. Bunu, tasavvuf olarak biz söylüyoruz.

Amma, bunu tasavvufa karşı bir tez olarak ortaya koymak çok yanlıştır, şeytânî bir şeydir. Yâni:

“—Sen mutasavvıf olma!” E, ne olacak? “—Başkasının imana gelmesine çalış!” Yok öyle şey! Oldu mu şimdi? İnsan neden mutasavvıf oluyor? İyi müslüman olmak için... Niye tasavvuf yoluna giriyor? Takvâ sahibi olup, kalbini nurlandırıp iyi müslüman olmak için... İyi müslüman, müslümanlara daha faydalı işler yapıyor. Tarih boyunca böyle olmuş. Kendisi iyi olmadığı zaman, başkasına da faydalı olmuyor, zararlı oluyor.

Ben bu soruyu soran kardeşimizin kasdettiği yoldan bazı insanlar biliyorum. Bilirkişi olarak, ilahiyattayken bana geldi; namazı, niyazı ve sâireyi bırakmış. Yani, açıkça sapıtmış.

470

“—Neden?” Tasavvufî bir eğitim görmedi mi, insanın cihadı da cihad olmuyor, irşadı da irşad olmuyor. Kendisi sağlam olmuyor çünkü.


Briketten gökdelen yapıldığını duydunuz mu? Var mı bir bilen?

“—Yok!” Var mı bir gören?

“—Yok!” Neden? “—Briket yük taşımaz hocam! Pekiyi, gökdeleni neyle yapıyorlar? “—Çelik konstrüksiyonla yapıyorlar. Çelikleri birbirlerine bağlıyorlar; yukarıya doğru ölçülü, hesaplı, sağlam çelik kontrenlerle gökdeleni yapıyorlar 115, 120 katlı... Beton bile yapmıyor.” Onun için, sağlam müslüman olmadan faydalı iş yapmak mümkün olmuyor.


Pakistan’ın alimlerinden Mevdûdî (1903-1979) vardı. O bir kitabında yazmış diyor ki:

“—Biz bu ülkede iyi yetişmemiş müslümanlardan çok zarar gördük.” diyor.

Çünkü, yarım yamalak yetiştiği için, abuk sabuk olur. Bizim Türkiye’de de böyle... Dergilerde, gazetelerde lise tahsilli, Arapça bilmez, İslâmî bilgisi derin değil... Herkes çıkmış, İslâm hakkında bir şey yazıyor. Yalan yanlış şeyler yazıyor, kendisi de sapıtıyor, halkı da saptırıyor.

Onun için sağlam müslüman olmak lâzım! “Ben halkı irşad edeceğim!” diye, tasavvuftan kaçmak olmaz; kendisi adam olmayınca, başkasını adam etmek mümkün olmadığından...

Böylece asıl kendisini kurtaracak ilaçlardan kaçmış oluyor.


d. Said-i Nursî ve Tasavvuf


Soru:

471

Said-i Nursî, devrin tasavvuf devri değil de imanı muhafaza ve kurtarma devri olduğunu müteaddit defalar zikretmiş; bunu yorumlar mısınız?



Said-i Nursî merhumun, bizim Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Hazretleri’ne üstadım dediğinin şahitleri var... Sağ şahitleri var: Samsun’da Mustafa Bağışlayıcı, Eskişehir’de Abdülvahab’ın babası... Bizzat Said-i Nursî’yle görüşüp anlattıkları şeyler var...

Meselâ, Gümüşhâne’lidir söylediğim şahıs...

“—Nerelisin evlât?” demiş Said-i Nursî merhum kendisine...

“—Gümüşhâne’liyim!” deyince,

“—Hocamın memleketindensin!” diyerek açıkça Gümüşhâneli Hocamız’a bağlı olduğunu söylemiş.


Benim hocam Mehmed Zâhid-i Bursevî’ye de, bir muhakemesi olduğu zaman gelmiş olduğunu hocam bana nakletmişti. “Hocam, ben de Evrâd-ı Bahâiyye’yi —Bahâeddîn-i Nakşıbend Hazretleri’nin evradını— okuyorum.” dediğini; “Bana dua edin, bugün mahkememiz var!” dediğini söylüyorlar.

Ayrıca Mustafa Bağışlayıcı’nın da, bağlı olduğuna dair hatıraları var... Kendisinin tasavvufa bağlılığı vardır; bir... İkincisi imanı kurtarma ve muhafaza, ma’rifetullah’a ermek, mü’min-i kâmil olmak, zâten tasavvufun işidir.

O bakımdan ya bu sözü söylemedi üstâd; ya da söylediyse, “Şu sırada böyle bir şeyhe bağlanmayın da, benim tavsiyelerimi tutun! Çok acil bir durum içindeyiz. Şu risâleleri okuyun, yazın; böyle bir çalışma yapalım!” demiş olabilir.

472

2. Soru:

“Zaman tasavvuf zamanı değil, zaman imanı kurtarma zamanıdır.’ diyorlar. Bu konuda ne dersiniz?


Böyle bir sözü Said-i Nursî söylemiştir, derler. Bu sözü ondan biliyorum, ondan önce ve sonra söyleyen bir kimse bilmiyorum. Çünkü tasavvuf Kur’an-ı Kerim’de olan birtakım faaliyetleri ihtivâ ediyor. Mesela;


قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا (الشمس: ٩-٠١)


(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) “Nefsini terbiye eden felâh bulacak; terbiye etmeyen mahvolacak, perişan olacak!” (Şems, 91/9-10) buyruluyor ayet-i kerimede...

Nefsi tezkiye etmek, terbiye etmek Allah’ın emri… Zikrullah

Allah’ın emri… Bu zikri Allah emrediyor Kur’an-ı Kerim’de:


يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللهََّ ذِكْرًا كَثِيرًا (الاحزاب: ١٤)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’zküru’llàhe zikran kesîrâ) [Ey iman edenler, Allah’ı çok çok zikredin!] (Ahzâb, 33/41) diye.

Tezhib-i ahlâk, ahlâkı güzelleştirmek Allah’ın emri. Binâen aleyh, “Tasavvuf zamanı değil.” deyince bunları inkâr ederse insan küfre kadar bile gider. Çünkü bunlar Kur’an’ın emirleridir. Bunlar elbette olacak.

Ama o niye öyle söylemiş. Tahmin ediyorum ki: Öyle bir zaman

olmuş ki din dersleri kaldırılmış, dini bilgiler öğretilmemiş, okutulmamış, insanlar her şeyi unutmuşlar. Hatta din kitapları toplatılmış, Kur’an-ı Kerim’ler bile toplatılmış, yakılmış. Öyle bir zamanda çok acele olarak; bir insanın şakağına silah dayasalar “Seni öldüreceğiz.” deseler, namaz kılmaya vakti yok ancak ne yapabilir? “Eşhedü enlâ ilâhe illa’llah” diyebilir. Ondan sonra bir kurşun, insan şehid olur. Değil mi?

Vakit olmadığından öyle demiş olabilir.

473

e. Tasavvuf ve Modernizm


Soru:

Tasavvufun modernizasyondan etkilenmesi ne derecededir? Sizin tasavvufu modern dünyaya adapte ettiğiniz söyleniyor; bu ne derecede doğrudur?


Tasavvufta modernizasyon diye bir şey sezmiyorum ben, tasavvufun içinde... Tasavvufun kendisi ter ü tâzedir, bayatlamamıştır, bozuk değildir ki, modernizasyonu olsun.

Yalnız, biz daha ziyâde Nakşî, Kadirî, Çeştî, Sühreverdî, Kübrevî Tarikatları yoluyla gelmiş bir an’aneye bağlıyız. Bizim yolumuzda, Kur’an-ı Kerim’e ve sünnet-i seniyyeye bağlılık çok önemlidir. Biz tasavvuf içinde sünnet-i seniyyeye bağlılığı etkili hale getirmeye çalışıyoruz. Bid’atlere karşı, sünnet-i seniyye’ye gelmeye yönelik çalışmalara önem veriyoruz.

Bazıları da bizi bu yönden suçluyor. Meselâ, Hürriyet

474

Gazetesi’nin çıkardığı tarikatlar ve tasavvufla ilgili küçük bir kitap var; herhalde Yaşar Nûrî Öztürk yazmış. Orada Bektâşîliği medhediyor: “Güzeldir, kadın erkek bir aradadır. İçki hususunda ve sâirede de müsamahası vardır... Mevlevîlik güzeldir, mûsikîye müsaade etmiştir. Dönüyorlar, bir çeşit dans yapıyorlar. Raks vs. câiz gibi oluyor. Ney var, çalgı var...” filân diye. Ama bizim Nakşîliğe filân biraz çatmış: “Bunlar yobazdır, gericidir. İnkılaplara karşı çıkan falan şahıs, filânca şahıs bunlardandır.” gibi sözler söyler söylüyor.

Onların da bir çeşit şahitliğidir bu sözleri ki, biz sünnet-i seniyyeye uygun hareket etmek istiyoruz. Yapmak istediğimiz budur. Yoksa, İslâm’dan gayri bir tesiri tasavvufun içine getirmekten, modernizasyon veya reform adı altında böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırız. Biz Rasûlüllah SAS’in hayatının ana esaslarına göre yaşamayı istiyoruz, onu uygun görüyoruz. Kur’an’a göre yaşamayı uygun görüyoruz.


f. Tasavvufta Dış Etkiler


1. Soru:

Tasavvufta Yunan ve Hint etkisi hakkında ne dersiniz?


Felsefî tasavvufta, işin sözünün edilmesinde, kitaplarda yazılmasında bunlardan bahsediliyor. Olabilir. Hindistan’daki bazı tarikatler, Türkistan’daki bazı tarikatlar Şamanizm’den, Brahmanizm’den, Budizm’den etkilenmiş olabilirler. Başka yerlerdeki bazı tarikatlar hristiyanlardan filân bazı etkiler almış olabilirler, mümkündür. Ama bunlar mevziîdir, münferit olaylar tarzındadır.

Almışsa bile mahzuru olmayan şeyleri almıştır. Çünkü o da tepeden tırnağa batıl değildir. Belki hristiyanlığın aslî tarafındandır, veya yahudiliğin aslî tarafındandır. İnsanlara şefkattir veya nefsi terbiye etmek için bir metoddur. Metod kullanılabilir. İlim Çin’de bile olsa alınacağı için, nefsin terbiyesi için bir metod belki kullanılmış olabilir. Bizde yoktur. Bizim

475

yürüdüğümüz yolda, biz hadis-i şerife uygun, Kur’an-ı Kerim’e uygun olan şeyi yapmağa, onun dışındaki şeyleri yapmamağa ve böyle bir etki varsa onu ayıklamağa çalışıyoruz.

Bu Hint etkisi meselâ Kalenderîlik’te vardır. Kalenderîler dört şeyi kesiyor: Saçı kesiyor, cascavlak kalıyor... Kaşı kesiyor, bıyığı kesiyor, sakalı kesiyor. “İşte bu Kalenderîler Hindistan’dan etkilenmiş, oradan gelmiş.” diyorlar. Olabilir. Peygamber Efendimiz’in böyle bir şey yapması yok... O halde bir etkilenme olabilir.

Alevî-Bektâşî gruplarının içinde tırnak uzatmak, saçı, bıyığı uzatmak görülüyor. Adetâ bir tasavvufî bir şey verilmiş ona... İlle kâsenin içine girecek, içerken yüzecek filân diye... Bunlar tabii İslâmî görünmüyor. Belki, Şamanizm’den gelmiş bazı şeyler...

Veya giyim kıyafette boynuna bağladığı bir takım şangur şungur malzeme ve sâire bazı Şamanist etkileri anlatır. Ama bunlar küçük, mevziî olaylar...


2. Soru:

İslâm tasavvufunda yeniden doğuş, reenkarnasyon düşüncesine yer var mıdır?


Yoktur. Bu Hindistan’dan gelmedir. İslâm’a aykırıdır. İnanan kâfir olur, İslâmî inanç bakımından... Çünkü, her insanın şahsî sorumluluğu vardır. Bu dünyadaki hayatından, rûhen ve bedenen ahirette mükâfat veya mücâzât görecektir. Bu fikir, Hinduların nirvana’ya ulaşma yolunda bir düşünce tarzıdır. Bâtıl bir düşüncedir. Böyle bir şeye ihtiyaç yoktur.

Ben lâtife ediyorum, diyorum ki: Allah-u Teàlâ Hazretleri ruh sıkıntısı mı çekiyor da kullanılmış ruhları tekrar tekrar kullanıyor? Böyle şey olur mu yâni? Kullanılmış bir ruh, öbür tarafa göçmüş; onu tekrar bu tarafta kullan... Ancak böyle şaka ederek reddediyorum.


g. Tasavvuf ve Cihad

476

Soru:

Dervişlerin Kurtuluş Savaşı’ndaki etkileri hakkında ne söyleyebilirsiniz?


Hem Kurtuluş Savaşı’nda, hem başka bütün cihadlarda, işi canı fedâ etmeğe, malı vermeğe kadar gelmiş gördüğünüz zaman, ortada dâimâ mutasavvıfları görürsünüz. Çünkü fedâkârdır, Allah için ölmeğe râzıdır.

Bugün Bosna-Hersek’te de öyledir. Benim temas halinde olduğum gruplar Kadirîdir, Nakşîdir, tekke erbabıdır. Orda ayrı bir müslüman tugay kurmuşlardır. Geçen gün gazete yazıyordu; Sırplar’ın da en çok korktuğu insanlar onlardır. Çünkü, ölümden korkmazlar.

Şeyh Şâmil Kafkasya’da çok meşhur; mücadelesini biliyorsunuz. İdris Sunûsî Hazretleri’nin Libya’da İtalyanlarla mücadelesini biliyorsunuz. Sudan’daki o erbâb-ı tarikatın mücadelesini biliyorsunuz. Sonra kitaplara geçti, “Sûfi ve Komiser” diye; Orta Asya’da İslâm’ın korunmasında, benliğin korunmasında ve Rus tesirlerinin azaltılmasında tarikatların

477

rolünü biliyorsunuz.

Afrika’ya İslâm’ın yayılışındaki etkisini biliyorsunuz. Bugün Amerika’ya Avrupa’ya İslâm’ın yayılmasındaki tesirini görüyorsunuz. Yâni, çok büyük etkisi var...


h. Tasavvuf ve Devlet


1. Soru:

Tasavvufu Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî ideolojisi olarak kabul edebilir miyiz?


Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî ideolojisi yoktu. Serbestti esas itibariyle, demokratikti. Hürriyete önem veren bir yapısı vardı. Osmanlı kültürünün yapısı öyleydi. Ama, ekseriyet mutasavvıftı. Padişahlar, vezirler, münevverler ekseriyet tasavvuf erbâbıydı. Başkalarına da hayat hakkı, yaşama hakkı vardı.


2. Soru:

Türkiye Cumhuriyeti, Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerinde tasavvufu birleştirici unsur olarak kullanabilir mi?


Zâten mecbur... Kültürün bir unsuru olduğu için mecburdur. İster istemez öyle oluyor. Onların Orta Asya’da bildikleri bir tek şey var, Ahmed Yesevî Hazretleri var... Muazzam bir muhabbet besliyorlar. Biz de besliyoruz. Onun için Ahmed Yesevî Yılı ilân etmişiz.

Yunus Emre günleri dolayısıyla, dün Eskişehir’e Özbekistan’dan yetkili bazı şahıslar gelip, Yunus Emre’nin oradaki etkilerini kendi dilleriyle anlatacaklardı.

Mutlaka büyük faydası vardır.


3. Soru:

Türkiye’de tasavvufçu olmaya, sofu olmaya şartlar müsait midir? Horlanmıyor mu?

478

Şartlar müsaittir, her zaman da insan, her zaman müslüman olabilir, âyet-i Kerime vardır, insan dininde tazyik gördüğü yerden, dininde tazyik görmediği yere gelir, olur biter. Dinini rahat yaşayacağı yere gelir, tazyik varsa tazyikle de mücadele eder. Kimsenin kimseye ferman okumaya hakkı yoktur.

Madem demokrasi vardır, madem insan hakları vardır, herkes vicdanına göre yaşama hakkına da sahip olduğuna göre hakkını da korumak için çalışmalıdır. Horlamaya kimsenin hakkı yoktur, aslında horlayanlar hor insanlardır. El-hamdü lillah İslâm’ı ve müslümanları horlamaya kimsenin gücü yetmez. Mü’mini

imanından dolayı hor görmek, horlayan kimseye çok büyük belâlar getirir.


i. Ene’l-hak Sözü


13. Soru:

Tasavvufta Hakk’a yakınlaşma çizgisi ne olmalıdır? Hallâc-ı Mansur gibi “Enel hak” demek ölçüyü zorlamak mıdır?

479

Hallâc-ı Mansur’un ölçüyü zorladığı mutasavvıfların çoğu tarafından kabul edilir. Ene’l-hak sözü üzerinde de çeşitli yorumlar yapılmıştır. Birisi şöyle cevap veriyor: “Ene’l-hak demeseydi de, Ene’l-bâtıl mı deseydi? Yâni, ben hak değilim, ben bâtılım mı deseydi?”

Tabii, Allah tarafından yaratılmış, müstesnâ, eşref-i mahlûkat olmak dolayısıyla insanda ilâhî bir yön vardır. Sonra insan zikirle kendi varlığından geçtiği zaman, kendi varlığı kalmıyor ortada... O bir vasıl hâli, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne vuslat hâli, fenâ fillâh hâli oluyor. O zaman, kendisini görmediği zaman böyle bir söz söylenmiş olabiliyor. Bunu yaşamayan insanlar anlayamıyorlar, onlara anlatmak da biraz zor oluyor.

Yâni, “Ene’llah” demiyor, “Ben Allah’ım, ben tanrıyım” demiyor, “Enel hak” diyor, “Ben hakkım” diyor. Bu söz yorum kaldıran bir sözdür. Ama söylediği söz dolayısıyla, biraz yanlış anlaşılmalara sebep olacak bir söz söylediği için, şer’î bakımdan cezâlandırılmıştır. Mutasavvıfların bazıları savunuyorlar, “O bu sözü şu maksatla söylemiştir.” diyorlar, yorumlama yapıyorlar.


j. Kapımız Herkese Açık


14. Soru:

Tasavvufa intisab için olgunluk şart mıdır? “İyi müslüman olmak için, zeki olmak şarttır.” dediniz; açıklar mısınız?


Zeki insan inceliklerini anlar, sevapları işleri bulur, Allah’ın rızâsını kazanır. Aptal oldu mu, bilemez bunları, ilerleyemez. İyi müslüman olmak, olgunlaşmak, kemâle ermek için bayağı bir zekâ gerekiyor.

Tasavvufa herkes girer. Kapımız herkese açıktır. Girer ama, kimisi kırk yıl olduğu yerde durur, yerinde sayar; kimisi de kısa zamanda ilerler. Bu, kitaplarda da böyle yazılıyor, sadece benim söylediğim bir söz değildir. Kimisi gelir tarfetü’l-aynde, bir anda irşad olur, gönül gözü açılır, gider. Kimisi de bir türlü anlamaz.

480

Çünkü, teslimiyeti yoktur, muhakemesi eksiktir, itirazları vardır vs. kusurları vardır.

Tasavvufa intisab için, olgunluk şart değildir. İnsan olgunlaşmak için tasavvufa giriyor. Herkes gelsin!

Onun için ne diyor şiirde:


بازآ بازآ، هر آنچه هستی بازآ

گر کافر و گبر و بت پرستی بازآ!

اين درگه ما درگه نوميدی نيست؛

صد بار اگر توبه شکستی بازآ!


Bâz â bâz â, her ançi hestî bâz â!

Ger kâfir ü gebr u bütperestî bâz â!

İn dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nist;

Sad bâr eger tevbe şikestî bâz â!

481

Vaz geç, geri gel; ne olursan ol dön, geri gel!

Kâfir de olsan, ateşperest de olsan, putperest de olsan dön, bu hak yola gel!

Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir;

Yüz defa tevbeni bozmuş olsan bile dön, yine gel!


Zâten, tasavvufun ilk adımı tevbe etmektir. Adam günahkârdır; olgun değildir, üstelik günahkârdır. Tevbe edecek de oradan vaz geçecek.

O bakımdan, tasavvufa giriş için olgunluk şartı yoktur. Olgun olduktan sonra ne diye girsin? Diploması varsa, niye bir daha okulda okusun? Olgun olmak için, ham gelecek ki, olgunlaşacak.


15. Soru:

Tasavvuf hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Tasavvufu her şeyiyle gönlümüze sindirmek, öğrenmek ve yaşamak istiyoruz. Bize hangi kitapları okumamızı ve ne yapmamızı tavsiye edersiniz.


Risâle-i Kuşeyriyye’yi okuyun! İmam Kuşeyrî, tasavvufta imamdır. İmam, önder demek... Ondan sonra bizimle görüşün!


k. Tasavvufu İnkâr Edenler


16. Soru:

Tasavvufu reddedenlerin durumu ve fıkhî hükmü nedir?


Tasavvufu reddeden Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin, dinin emirlerinin bazılarını reddetmiş olur. Çünkü Allah’ı zikretmek ayetlerde geçiyor. Nefsi terbiye etmek, ayetlerde geçiyor. Ma’rifetullahı tahsil eylemek, irfanı elde etmek, tavsiye ediliyor.

Onun için tasavvufu reddedenin sözüne bakılır. Hangi tasavvufu reddediyor? Ne biliyor tasavvuf hakkında? Hani böyle batıl mezhebler görmüş de, batıl tarikatler görmüş de, haram işler işleyen kimseler görmüş de, ondan mı reddediyor; yoksa işi kökünden mi reddediyor?

482

Kökünden reddeden, ayetlerde olan şeyleri reddettiği için kâfir olur. Bir ayeti bile inkâr etse, kâfir olur. Kökünden reddetmeyip, “Aslı vardır ama ehli azdır. Şu adamlar kötüdür, bu adamlar kötüdür...” diyorsa; eğer isabet etmişse, ne alâ, doğruyu söylemiş olur. İsabet etmemişse, iftira etmenin cezâsı olur.

İbn-i Teymiye gibi pek çok kimsenin, gerçek tasavvufun Kur’an’ın bir olgusu olduğunu, bir emri olduğunu, dinin bir esası olduğunu ifade ettiklerini biliyoruz. Suudluların, başka kimselerin, selefiyecilerin itibar ettikleri bir kimse olduğu halde, “Gerçek tasavvuf vardır.” diyorlar.

Dini bilip de, gerçek tasavvufu inkâr etmek mümkün değildir. Ya cahillikten inkâr ediyordur, ya da gördüğü misaller kötüdür. Meselâ, kadın erkek bir arada olan veya içki içip de, “Biz bunu şu maksatla içiyoruz.” diyenlerden dolayıdır.


l. Allah’a İsyanda Mahlûka İtaat Yoktur


Soru:

Tasavvufta bir şeyh müridlerine mekruh olan bir şeyi tavsiye edebilir mi? Bunun İslâm’da yeri nedir? Bu sigara olabilir mi? Bulunmuş olduğu tarikatin prensiplerini yanlış bulan bir derviş başka bir tarikate geçebilir mi?


Cevap: Aklı başında ise bir insan haramı, mekruhu tavsiye etmez, sünnet-i seniyyeye uymayı tavsiye eder. Haram olan şeyi tavsiye etmez. Çünkü, günahın büyüğü, küçüğü olmaz.

“—Günah kime karşı işlenmiştir, onu düşünün de titreyin!” diye söylemiş büyüklerimiz.

Onun için kötü bir şey hiç tavsiye edilmez.

Etmemesi lazım, ediyorsa eksikliğinden ediyordur. Kendisinin yolunda eksikliği olduğunu gören bir insan yolunu değiştirip doğru yola gelir. Bu kapı daima açıktır ve böyle olması şarttır ve farzdır ve mecburiyettir. Böyle olmasa hiçbir hristiyan müslümanlığa gelmez. Hiçbir sapık mezhep mensubu hak yola girmez. Hatasını anlayan kendisini ölçecek, doğru yola gelecek.


m. Tasavvuf Herkese Lâzım!

483

Soru:

Bir tıp profesörü, “Tasavvuf belki halk tabakası için faydalı olabilir ama bir ilim adamı için sakıncalı, hatta ayıptır. İlim adamının ufkunu daraltır.” demiş. Ne dersiniz?


Muhterem kardeşlerim!

Bir kere bu, tıp fakültesi profesörüdür. Ne kadar olsa nihayet bir tıp fakültesi profesörüdür. Çizmeden yukarıya çıkmasın. İnsan çizme dikmesini bilir de veya kesmesini biçmesini bilir de, bu dini konuyu da ilâhiyat fakültesi profesörlerine bıraksın lütfen… Değil mi? Biz gidip de tıp fakültesindeki profesörlere; ”Bu adamları niye kesiyorsunuz ya, kanlarını akıtıyorsunuz. Ne diye sağlarına, sollarına iğneleri batırıyorsunuz. Dikiyorsunuz, biçiyorsunuz. Burnuna koku dayıyorsunuz, zavallı adamları bayıltıyorsunuz.” filan diyor muyuz?

Demiyoruz. Ne kadar ters göründüğü halde “Sonunda sıhhat verecek.” diye yaptıkları şeylere müsaade ediliyor. Edebiyat fakültesinden, ilâhiyat fakültesinden bir kimse de kalkıp, ”Sen bunu ameliyat etme!” demiyor.

Neden?

“—Tıp ayrı bir daldır.” diye.


E şimdi sen orada profesör olmuşsan, öteki kimseler de öbür tarafta, ilahiyatta profesör olmuş. Herkesin bir bilgisi var.

Tıp dalında bile bir insanın yanına gidiyorsun da; “Ben kalp mütehassısıyım. Senin işin beyin işidir. Bir beyin cerrahına git!” diyor. Veyahut “Senin işin cildiyeyle ilgili…” diyor. Veyahut “Senin işin alerjiyle ilgili, oraya git!” diyor.

Bir kere bu, kendisinin dalı dışına çıkmış. Söylediği de cahilce; alimâne değil cahilâne…


Çünkü tasavvuf insana ne emrediyor? Nefsi terbiye etmeyi emrediyor. O emir zaten Kur’an’dan alındığı için, tasavvuf o ilimle meşgul oluyor. Nefsin terbiyesi, cahil adam kadar ilim adamına da lazımdır. Çünkü ilim adamının zararı daha fazla olur. İlim adamı yamuk oldu mu memleketi batırır. Devlet adamı yamuk oldu mu bir milleti batırır. Ama bir cahil burada yalan yanlış yetişmişse,

484

kendisine zarar verir. Ateş olsa cürmü kadar yer yakar. Bir profesör ise birçok insanı şaşırtır.

Onun için, ona da nefis terbiyesi lazım, ahlâk eğitimi lazım. Devlet adamına da lazım, valiye de lazım, devlet başkanına da lazım.

“—Tasavvuf halk tabakası için faydalı olabilir. İlim adamı için sakıncalı, hatta ayıptır!” demesi tasavvufu hiç bilmediğini gösteriyor. Tabi bilmemesi normal; tıp profesörü nereden anlayacak? Bilmediği bir dal olduğu için yanılıyor.

İlim adamına da lâzımdır. Sakıncalı değil faydalıdır. Tasavvufla ilgilenmek değil, ilgilenmemek ayıptır. Çünkü tasavvuf, ahlâk eğitimidir. Tasavvuf, ma’rifetullahı tahsil ilmidir. Ma’rifetullahı bilmeden insan cahil gelir, cahil göçer. Ahirete bigâne gider.


مَنْ كَانَ فِي هٰذِهِ أَعْمٰى فَهُوَ فِي اْلْخِرَةِ أَ عْمٰى وَأَضَلُّ سَبِيلاً

(الاسراء:٢٧)


(Men kâne fî hâzihî a’mâ fehüve fi’l-ahireti a’mâ ve edallü sebîlâ) “Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.” (İsrâ, 17/72)

Bu dünyada mânevî bakımdan gözü kör giden, âhirette de gözünü kör olarak açıverecek ve daha fena duruma düşecek. Onun için asıl tasavvufla ilgilenmemesi, ahlâkını düzeltmemesi ayıptır; onun yaptığı ayıptır.


n. Lâ mevcûde illa’llah Demek


Soru:

Muhterem hocam, ‘Lâ mevcûde illa’llah’ diye zikredenler küfre girmezler mi? Bu zikri yapanlar mahlûkatı reddedip, Allah’ın mahlukàtı yoktan var ettiğini reddedip, mahlûkatı Allah’tan bir parça olarak mı kabul ediyorlar? Bu durum Ehli Sünnet itikadına ters değil mi? Yoksa bunu diyenler başka bir mâna mı kasdediyorlar? Şüpheye düştüm, açıklar mısınız?

485

Bu tasavvufta derin bir sorudur. Lâ ilâhe illa’llah, yâni ‘Allah’tan başka ilâh yok.’ Başkasına ibadet edilmez, başkasına tapılmaz.


إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ (الفاتحة:٥)


(İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn) “Ancak Allah’a ibadet ederiz ve ancak ondan yardım isteriz.” (Fatiha, 1/5)


قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ . اللهُ الصَّمَدُ . لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُ ولَدْ . وَلَمْ يَكُنْ لَهُ


كُفُوًا أَحَدٌ (الإخلاص:١-٤)


(Kul hüva’llàhu ehad) “De ki: O Allah birdir. (Allàhu’s-samed) Allah Samed’dir. Kulların bütün ihtiyaçlarını verendir. (Lem yelid ve lem yûled) O doğurmamış ve doğmamıştır. Kendisinin evveli

486

babası olmadığı gibi, kendisinden sonra evlat vesaire edinmekten de münezzehtir. (Ve lem yekün lehû küfüven ehad) Onun hiçbir dengi yoktur.” (İhlâs, 112/1-4) diye Kul hüva’llahu ehad Sûresi’nde de bildiriliyor.

Lâ ilâhe illa’llah’ın mânasının derinlikleri vardır. İnsan tasavvufta zikir yaptıkça zihninin, gönlünün ve şuurunun ulaştığı mânalar vardır. Bu mânalardan birisi de, Lâ mevcûde illa’llah mânasıdır. Bütün varlıklar netice itibariyle,


كُل مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ (الرحمن: ٦٢)


(Küllü men aleyhâ fân) [Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.] Rahman, 55/26) buyuruluyor Kur’an-ı Kerim’de…Yani, “Her şey fâni, ancak Allah-u Teàlâ Hazretleri kalacak, başka hiçbir şey kalmayacak.” Bu mânada...

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:51


كَانَ اللهُ، وَلَمْ يَكُنْ شَىْءٌ غَيْرُهُ (حم. خ. طب. عن عمران بن حصين)


(Kâne’llàhu ve lem yekün şey’ün gayruhû) “Allah vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu.”

Mahlûkâtı sonradan yarattı. Sonra yine Allah kalacak, başka hiçbir şey olmayacak. Evveli, âhiri yok olan fâni varlıklar da aslında var sayılamaz. Gölge gibi, hayal gibi, bir varmış bir yokmuş, masal gibi bir şey...

Bu mâna ile Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin ehadiyetini, birliğini daha başka derinlemesine bir idrak zihniyetidir. Bu bir tasavvufî neş’edir, ondan sonra da daha merhalelere geçilir.

Güzel sormuş:



51 Buharî, Sahih, c.X, s.464, no:2953; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.135, no:19889; İbn-i Hibban, Sahih, c.XIV, s.11, no:6142; Taberani, Mu’cemü’l- Kebir, c.XVIII, s.204, no:498; Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, c.IX, s.2, no:17480; Tahâvî, Müşkilü’l-Asâr, c.XII, s.333, no:4927; İmran ibn-i Husayn RA’dan. Kenzü’l-Ummal, c.X, s.370, no:29850; Camiü’l-Ehadis, c.XV, s.247, no:15429.

487

‘—Bu durumu diyenler başka bir mâna mı kasdediyorlar?’ Evet, o anlaşılan şeriate aykırı olan mânadan, yukarıda söylediği sorulardan çıkan mânadan başka bir mânâ

kasdediyorlar. İnkâr yoluyla değil de, Allah’ın varlığını çok kuvvetli bir şekilde hissetmek yoluyla söylüyorlar.


o. Evlenmek Esastır


Soru:

“Eş ve çocuklar, kişinin yakînini zayıflatır.” diyorlar. Bu sebepten dolayı tasavvufta tekemmül için evliliği geciktirebilir miyiz?


Böyle söyleyen kişiler olmuş ve onun için evlenmemeyi tercih edenler, mücerret bekâr yaşamayı tercih edenler olmuştur. Bizim yolumuz bu kanaatte değildir. Evlilik insana sükûn veren, huzur veren bir bağlılıktır. Peygamber Efendimiz evlenmiştir, diğer peygamberler evlenmişlerdir. Evliliğin insana sağladığı çeşitli nimetler arasında, ibadetlerinin sevaplarının bile çok olması

488

vardır, dininin bütünleşmesi durumu vardır; gözünün doyması gönlünün doyması meselesi vardır. Bir takım meşakkatler vardır ama o meşakkatler sevaptır. İnsanın ailesini çoluk çocuğunu geçindirmek için uğraşması, didinmesi, çalışması sevaptır; gazi gibi haccetmiş insan gibi sevap kazanır.

O bakımdan biz evliliği daha uygun görüyoruz, çünkü Peygamber Efendimiz’in yoludur. Bekâr kalmak, mücerret durmak yolu, ruhbanlık yoludur; makbul değildir ve onun sonunda bazı patlamaları ve zararları olur. İnsan bekâr dururken dururken normallikten başka taraflara doğru kayar; ruhi durumlarında bazı sıkıntılar olur. O bakımdan biz onu tasvip etmeyiz. ”Tekâmül edeyim!” diye evlenmemek değil, “Tekâmül edeyim!” diye evlenmek gerekir; çünkü o zaman birçok problem halledilmiş olur.


p. Hâtem-i Esam Hakkında


Soru:

Eğer kitapta geçmezse Hâtem-i Esam Hazretleri ile ilgili bir şey anlatacağınızı söylemiştiniz.


Evet, Hâtem-i Esam Hazretleri’nin menakıbı tabii bu kitabın [Tabakàtü’s-Sûfiyye] yazdığı kadar değildir. Ben bazı kitapları okurken, bu büyüklerimizin çok güzel başka menakıbına da rastlıyorum. Sizler de rastlayabilirsiniz. Benim tavsiyem bu büyüklerimizin menakıbını bulduğunuz yerde kayda geçirin ve dosyalayın. Siz bu çalışmaları yapın; biriktiği zaman kocaman bir dosya olur.

Mesela ben, İbrahim ibn-i Edhem Hazretleri’nin, birçok kitapta görmediğim menakıbını okudum; çok güzel şeyler. Ama İbrahim ibn-i Edhem’in hayatı ile ilgili ansiklopedi ve kitapları karıştırırken, aradığın zaman onları bulamıyorsun. Demek ki malzeme muhtelif kitaplara dağılmış.

O halde ne lazım? Onları toplamak lazım, monografiler yazmak lazım. Bir İbrahim ibn-i Edhem diye kitap yazmak lâzım. Bir Hâtem-i Esam Hazretleri diye kitap yazmak lâzım. Böyle olursa, bütün malzeme toplanırsa, bunların hayatlarından, sözlerinden istifade daha güzel olur.

489

Hâtem-i Esam, “Sağır Hâtem” demektir ama sağır olduğundan değildir. Bir kadınla ilgili macerasını anlatmıştık. Kadın gelmiş, huzura girmiş. Otururken nasılsa bir yellenmiş, ses çıkmış, sesli olarak yellenmiş. E tabi çok ayıp bir şey; Şeyh Efendi’nin huzuruna giriyor, işte otururken zorlandı demek ki şöyle bir yellenme sesi çıkınca, kadıncağız kıpkırmızı kesilmiş, çok mahcup olmuş.

Şeyh efendi de o sesi duymuş ama hiç bozuntuya vermemiş. Kuvvetli insanlar, kendilerine hakim insanlar. Hemen şip şak düşünmüş; bu kadın çok mahcup oldu. E ne yapmak lazım? Kurtarmak lazım. “Hanım kızım, öyle uzakta durma, benim kulağım ağırdır, biraz yakına gel, ne söyleyeceksen duyamam.” demiş.

“—Ha bu şeyh biraz sağır demek ki…”diye düşünmüş, “Pekiyi” demiş, biraz yakına gelmiş. ”Efendim, işte şunu soracaktım.” deyince, “Bağır bağır, duyamıyorum.” demiş. Kadın bangır bangır bağırarak derdini anlatmış, içi de rahatlamış:

“—Bu benim yellendiğimi duymadı. Bu kadar sağır, anlamadı. Yüzünde de bir değişiklik olmadı, şaşırma olmadı.

490

Demek ki duymadı.” demiş. Hâtem-i Esam Hazretleri o kadın ölünceye kadar sağır taklidi yapmış. ”Kadıncağız mahcup olmasın, üzülmesin.” diye.


Nasıl hatır gönül kollayan insanlar oldukları anlaşılıyor. Daha çok menakıbı var.

Medine-i Münevvere’ye gitmiş, oradakilere sormuş; “Peygamber Efendimiz’in sarayı nerede?” Demişler ki;

“—Peygamber Efendimiz’in sarayı marayı yok, işte bir sade mescidi var, türbesi var.” “—E peki bu saraylar kimin?” demiş.

“—İşte falancanın filancanın” demişler.

“—Vah vah! Peygamber Efendimiz’in beldesini cabbarların, zalimlerin istila ettiği anlaşılıyor.” gibi güzel bir şeyler söylemiş.

Hâtem-i Esam, çok büyük bir zât; sevgisi gönlümüzde kuvvetli olması gereken şahıslardan biri.


r. Tasavvufta İhvânın Önemi


1. Soru:

Tasavvufta aynı yoldaki insanlarla bir arada olmanın önemli bir etkisi var mıdır? Yoksa asıl etki mürşid ile kurulan mânevî bağ mıdır? Ders alıp memleketine giden kişilerin durumu nasıldır?


Asıl etki mürşid ile mürid arasındadır. Ama insanın etrafında kendisinin ihvânının olması bir kuvvettir, berekettir, hayırdır. Allah peygamberleri bile ashab ile, etrafında mübarek insanlarla teyit ve takviye eylemiştir. İsa AS, havârîlerin yanına gelip buyurmuş ki:


مَنْ أَنصَارِي إِلَى اللهِ ، قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ أَنصَارُ اللهِ (الصف:٤١)


(Men ensàrî ila’llàh) “Allah’a giden yolda kim bana yardımcı olur?” (Kàle’l-havâriyyûne nahnu ensâru’llàh) Havârîler de: “Biz Allah’ın yardımcıları olacağız. Tamam, oluyoruz.” demişler.

491

Demek ki, bu insana güç kuvvet veriyor. Sonra Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde:

“Bir insan bir yola gitse, bir kişi oldu mu şeytan onun hakkından gelir; vesvese verir, tehlikeye düşürür. İki kişi oldu mu şeytan onlara musallat olur. Üç kişi oldu mu grup teşkil ederler, şeytan onların yanına yaklaşamaz.” buyuruyor.

Demek ki grup hâlinde olmanın bereketi vardır. O halde grup hâlinde olun, gruptan ayrılmayın!


2. Soru:

İhvan kardeşlerimizi diğer mü’min kardeşlerimizden daha çok sevmemiz İslâmî midir? Bu grup taassubu olmaz mı?


Tabii yakınlıklar farklıdır. İnsan elbette en çok annesini, babasını sever, kendi öz evlâdını sever. Tarikat kardeşi de yoldaki arkadaşı olduğu için, ona özel bir ihtimam, ilgi, sevgi göstermesi lâzım. Bu grup taassubu değildir, muhabbettir. Taassub dememek lazım. Taassub birçok grupta görülüyor, biz de rahatsızız. Hatta bunu muhtelif şekillerde daha önceki vaazlarımızda dile getirdik, söyledik. Müslüman müslümanı kardeş bilecek. Hepimiz kardeşiz. Ama kendi yakın grubu ile ilişkileri daha sıkı olduğundan, onunla özel muhabbeti olacak, o ayrı.

Biz grup taassubunu sevmediğimiz için, bu Özelif Sitesi’ni kurduğumuz zaman her gruptan insan aldık, her gruptan insanı davet ettik; “Şurada bir muhabbet olsun, müslümanlar birlik beraberlik içinde olsun.” diye. Başka faaliyetlerimizde de aynı uygulamayı yapıyoruz. Müesseselerimizde de başka gruptan insanları istihdam ediyoruz.

Bazıları var, bir müessesede kendisi müesseseyi elde etmiş, falanca okul veya falanca müessese, orada bizim ihvânımız var; hemen onu çıkartıyor, “Sen oradansın.” diye. Bu taassublar doğru değil tabii. Biz onu sevmiyoruz. Esas itibariyle müslümanlar kardeştir. Tarikat kardeşliğinin yakın, sıcak ilişkilerini de hoş görmek, ona da riayet etmek lâzım.

492

s. Selefî Tasavvuf


Soru:

Falanca şahıs52 sizin tasavvuf anlayışınızın değiştiğini, yâni selefî tasavvufun dışına çıktığınızı söylüyor. Bu tür tasavvuf nedir?


O ismini okumadığım şahıs, daha tıfıl bir çocuktur, yâni reşid olmamıştır. Allah ıslah etsin... Bizim durumumuzun nasıl olduğuna ben sizi şahit tutuyorum.

Biz değiştik mi? Kaç senedir burada vaaz ediyoruz, değişmedik. Ama bu tıfıllar değişti, bu çocuklar değişti. Çok yanlış işler yapıyorlar. Çok yanlış gıybetle, iftirayla, dedikoduyla, politikayla kendilerine çok yazık ediyorlar. Terbiyesizlik yapıyorlar, küstahlık yapıyorlar.

Bir kaç bakımdan talebem benim bu, aynı zamanda üniversitede hocalığımdan da talebemdir, Talebenin hocasına



52 Hasan Hüseyin Ceylan

493

karşı:

“—Bana bir harf öğretenin ben kölesi olurum.” denilen bir dinde böyle bir gıybet ve dedikodu hiç uygun oluyor mu?

İlk önce gelip bana söylemesi lâzım: “—Hocam, sizde, tasavvuf anlayışınızda bir değişiklik olduğunu vehmettim, öyle geldi içime… Şeytan, nefis içime böyle bir duygu soktu, ne dersiniz?” diye bana söylemesi lazım.

Benim gıyabımda böyle bir lafı etrafta söylemesi, hocasının aleyhinde kulis yapmak derler buna, bu terbiyesizliktir edepsizliktir, alçaklıktır. İsmini söylemiyorum, Allah’a havale ediyorum.


Tasavvuf, yani bizim selefî tasavvuf veya başka türlü tasavvuf… Tasavvuf iki çeşit; fiilen etrafımıza baktığımız zaman iki çeşit tasavvuf vardır.

Bir, ayetlerle hadîs-i şeriflerle mecburi olan ve doğru olan ve mutlaka yapılması gereken bir şey.

Biz Tasavvuf Sempozyumu diye sempozyum tertipledik ilim adamları konuşsunlar, anlaşsınlar, anlatsınlar diye. İmkân hazırladık, konuşuldu: Tasavvuf Kur’an’dandır, tasavvuf hadîs-i şeriflerdendir.

Hadîs-i şerifleri uyguladığınız zaman; meselâ ne diyoruz:

“—Akşamleyin Ayete’l-Kürsî okuyup öyle yatın, abdestli yatın!” Bu halleri benimseyip hayatınızı Rasûlüllah’ın emirlerine uygun geçirmektir tasavvuf… Bizim yolumuz Rasûlüllah Efendimiz’in yolunca yürümek yoludur.

Bu yolda yürürken her türlü takvâ ve âdâba riayet etmekle ortaya bir manzara çıkıyor. Ortaya çıkan bu manzara Rasûlullah’a ittibadan hasıl olan görünüm; işte buna tasavvuf yolu deniliyor.


Sair insan gibi kıyıdan kenardan kaytarmıyor da, yan yan yamuk yamuk gitmiyor da, Efendimiz’in sünnetine ittiba ederek gidiyor.

İşte bu… Tasavvuf, Rasûlüllah Efendimiz’in hâlidir. Kuru bilgi

494

fayda etmez. Bu çocuk biliyor, İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Bazı âyetleri, bazı hadisleri biliyor ama hâli yok… Hâli ters.

Tasavvuf laf değildir. İnsanın hâlini müeddeb insan hâline getirmektir. Gıybet ederse, dedikodu ederse, iftira ederse, hocasına terbiyesizlik yaparsa, hocasının hakkını inkâr ederse, hocasına muhalefet eden insanlarla beraber olursa, nerede kaldı vefa, nerede kaldı ahde riayet, nerede kaldı önceden vermiş olduğu sözler?


Tasavvuf odur. Tasavvuf Peygamber Efendimiz’in sünnetine uymaktır, Kur’an-ı Kerim’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Bizim yolumuz budur. Hiç değişmedi. Allah değiştirtmesin… Allah bizi Rasûlüllah’ın yolundan, Kur’an-ı Kerim’in yolundan ayırmasın… İşte okuduğumuz kitap Hadîs-i Şerif kitabıdır. Bizim yolumuz bu... Bunun dışında başka yollar var mı? Var…

Cumhuriyet Gazetesi’nin muhabiri Arnavutluk’a gitmiş, orada bir tekkeye girmiş. Bektâşî tekkesiymiş, Türkiye’den geldi diye çok izzet-i ikram etmişler. Belki giden de Arnavut’tur, olabilir yani. Çok izzet ü ikram etmişler. Rakı ikram etmişler. Karşılıklı beraberce içmişler. Gazeteci böyle yazıyor.

Şimdi bu ne tasavvuftur, ne İslâm’dır. Bu İslâm’ın da dışıdır. İslâm’ın da dışındadır. Çünkü tesadüfen işte bak bugünkü hadîs-i şeriflerin içinde geçti.


Allah-u Teàlâ Hazretleri içkiye de lânet ediyor, içene de lânet ediyor, taşıyana da lânet ediyor.

Bu hadis-i şerif varken bir insan içiyorsa, onun ne tasavvufu kalır, ne tarikati kalır, ne tekkesi kalır, ne evliyalığı kalır.


Eski büyüklerden bir tanesi, “İki çeşit evliyâ vardır” diyor: Bir, evliyâu’r-Rahman, Rahman olan Allah’ın dostları, erenler… Bir de, evliyâü’ş-şeytan, şeytanın avanesi, şeytana maskara olmuş insanlar vardır.

Bir insan Kur’an’a karşı geliyorsa, Allah’a karşı geliyorsa, farzları çiğniyorsa, haramları irtikâb ediyorsa, o şeytanın elinde

495

kukladır, maskaradır. Şeytan onunla dalga geçiyor. Alay ediyor, onu cehenneme sürüklüyor farkında değil. Bu tasnife bile girmez.


“Tasavvuf bir şöyledir, bir böyledir.” demeye bile lüzum yok.

Tasavvufun bir hakikisi vardır; Kur’an yoludur, hadîs-i şerif yoludur. Bir de sahtesi vardır; işte böyledir.

Kadın erkek bir arada el ele tutuşup şöyle yapmak, böyle yapmak tasavvufta da yoktur, İslâm’da da yoktur, hiçbir şeyde yoktur.

İşte bir böylesi vardır; adına tasavvuf demişler ama, değil.

Şapla şeker, ikisi de beyaz kristal olarak karşında görünür. Şap acıdır, zehirlidir; şeker tatlıdır, baklava yaparsın, başka bir şey yaparsın. Dış görünüşü birbirine benzer. İkisini ayırmak lâzım!

Bir altın vardır som hakiki; bir de yaldız vardır kazıdığın zaman çıkar, altından plastiği çıkar, sırıtır. Bir hakikisi vardır, bir sahtesi vardır.


Hakiki tasavvuf Kur’an yoludur, hakiki tasavvuf sünnet yoludur. Bu çok kıymetli olduğundan, siz sevdiğiniz için, biz sevdiğimiz için, cümle cihan halkı sevdiği için ve o yolda yürüyenler Allah’ın sevgili kulu olduğundan, sevgili kulu oldukları çok aşikâr göründüğünden, rağbette olduğundan, bu rağbetin beleşçileri vardır, taklitçileri vardır, bu yolda istismarcılar da vardır.

Bir sahtesi vardır, bir hakikisi; üçüncüsü yok… Gayet kolay bir tasnif. Yeryüzünde bir iman var, bir küfür var. İmanlı insanın dinî hayatı yaşayışı tasavvuftur. İmânı ya tamamen olmayan insanın yaşantısı din dışıdır, ya da var ama kalbi fesat olanın münâfıklıktır.

O da esasında cehenneme gidecek münâfık olduğundan, tasnifte o da öteki gruba dâhil olmuş oluyor, mü’minler grubuna girmiyor. Tevbe etmezse, doğru yolu bulmazsa, o da mahvoluyor.


Allah bizi doğru yoldan ayırmasın. Allah bizi rızasının

496

yolundan bir göz yumup açıncaya kadar ayırmasın. Çünkü ayrılabilir insan. Hiç kimsenin övünülecek, gururlanılacak, garantilenilecek bir durumu yoktur.

Her zaman bizim büyüklerimizden öğrendiğimiz dua şu, Peygamber Efendimizden gelen dua, büyüklerimizin bize öğrettiği ve dualarımızın içinde her zaman okuduğumuz dua :

“—Yâ Rabbi! Beni bir an bile, bir göz yumup açıncaya kadar bile nefsime bırakma! Senden gayrının eline de bırakma yâ Rabbi! Ben sana kulluk etmek istiyorum.”


Allah insandan tevfîkini çekerse insan zengin olabilir, ağa olabilir, paşa olabilir, general olabilir, başkan olabilir, Kârun olabilir, şah olabilir, melik olabilir ama cennetlik olamaz. Mühim olan Allah’ın rızasını kazanmaktır.

Allah kötü huylardan korusun, kötü yollara düşmekten insanı korusun. Ârif kullar olmayı cümlemize nasib eylesin…

497
19. TARİKAT