Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün tahminine göre, bu Ağustos’ta (1993) savaş çıkabileceği söyleniyor. Bu konuda ne yapmamızı tavsiye edersiniz?
Stratejik Araştırmalar Enstitüsü bir Amerikan araştırma kurumudur. Bu kurumlar olması muhtemel olan şeyleri incelerler, “Onlara karşı ne yapmak lâzım?” diye planlar hazırlarlar. Her inceledikleri şey ille olacak mânâsına değil... Ama baktık ki, adamlar Balkanlarda savaş çıkacak diye ciddi ciddi tahminlerde bulunuyorlar. Biz de onun üzerine muhtelif bakanlarla, müsteşarlarla, eskiden devlet hizmetinde bulunmuş kimselerle istişareler filân yapmıştık. Ağustos ayı (1993) savaş çıkması beklenen, dedikodusu yapılan bir ay idi.
Şimdi de bakıyoruz: Şu karakola saldırdılar, bu kadar asker öldürüldü. Dağlarda şöyle hareket oluyor, Iğdır’da böyle oluyor. Ermenilerin tarafından PKK Türkiye’ye şöyle sızıyor. Büyük şehirlerde şu hareket, bu hareket... Hakîkaten adı terörle mücadele filân ama, bayağı savaş oluyor. Bayağı bir savaş var her yerde... Tütün deposunu yakmışlar, bilmem kaç milyar lira ziyan... Bu paralar kolay toplanmıyor ki... Fakirin fukaranın hizmetine harcansa, ne kadar kimse memnun mutlu olacak, memleket zenginleyecek.
Ayrıca muhtelif laflar da var yine... Amerika’nın eski Türkiye büyükelçisi: “On yıla kadar Türkiye, zayıf veya bölünmüş bir Türkiye olacak!” filân gibi laflar geveliyormuş. Anlaşılıyor ki, heriflerin maksadı Türkiye’yi bölmek veyahut zayıflatmak! Bölünmese bile, nefes almaya mecali olmayan fakir bir ülke haline getirmek... Ormanlarını yakmak, mahsullerini perişan etmek, halkı birbirine düşürmek...
Meselâ, Sivas olaylarında da başbakan çok net olarak söylüyor, “Tahrik var!” diyor. Gerçekten de, muazzam bir tahrikle, zorla taşımışlar insanları... Biz ölüyoruz diriliyoruz, “Müslümanlar kardeştir. Kur’an’a sarılın, kardeşliğinizi unutmayın!” diye insanları bir araya getirmeye çalışıyoruz; adamlar ihtilafları körükleyip, sünnî-alevî diye müslümanları birbirine düşürüyorlar. Memleketi içeride bir savaşla zayıflatmak istiyorlar. Bu çok net olarak görülüyor.
Birkaç tane densize söyle, gitsin filânca yerde bir nâra atsın, bağırsın, çağırsın; kavga çıkar. Senin evine birisi gelse, aşağıdan cama taş atsa:
“—Heyt, ulan! Çık dışarıya, bilmem ne...” dese ne yaparsın?
“—Kim bana ulan diyormuş?” diye sen de aşağıya inersin.
Tahrik işte bu! Şimdi bağıran da mı kabahat, aşağı inende mi?
Böyle şeyler oluyor. “Hakîkaten de zenginliyor.” dediğimiz, “Büyük bir ülke oluyor.” dediğimiz; “Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar Türkler birleştiği, müslümanlar işbirliği yaptığı zaman, önümüzdeki asır inşaallah bizim için iyi olacak!” dediğimiz sırada, adamlar bu sefer döndürdüler işi, “Türkiye devam eder mi, etmez mi? Bütünlüğü korunur mu, bölünür mü? Kuvvetli mi olur, zayıf mı olur?” demeye başladılar.
Yeltsin geliyor Yunanistan’la anlaşma yapıyor. Sırplar Yunanlılarla ittifak yapıyorlar. Ermeniler PKK’yı destekliyorlar. Ne görünüyor net olarak? Yâni Türkiye’ye verebilecekleri kadar zarar vermek istiyorlar.
Şimdi bunların karşısında ne yapmak lâzım? Bir kere dua ve temenni ediyoruz ki, müslüman halkımızın arasında fitne çıkmasın! Hiç olmazsa, birbirlerini kırmasınlar, birbirlerine kırılmasınlar! İlk temenni ettiğimiz bu...
İkincisi: Her türlü kötü ihtimali düşünüp tedbiri almaktır. Olmaz ama, şairin sözü çok hoşuma gidiyor:
Hâzır ol cenge, eğer ister isen sulh ü salâh!
“Sulh istiyorsan, cenge hazır ol!” diyor ya... Onun için çok kuvvetli hazırlanmamız lâzım! Şahsen hazırlanmamız lâzım! Evimizin kapısını, penceresini, parmaklığını ve sâiresini sağlam mı değil mi diye elden geçirmek lâzım! Oturduğumuz mahalle bozuk mu, sağlam mı; ölçmek, biçmek lâzım! “Komşularla aramız iyi mi, değil mi; yarın gürültü koptuğu zaman —kurt dumanlı havayı severmiş— bize bir zarar vermek isteyen olur mu?” filân diye her şeyi hesaplamak lâzım! Emniyeti sağlamak lâzım!
Şahıs emniyetini sağlamanız lâzım, evin emniyetini sağlamanız lâzım, mahallenin emniyetini sağlamanız lâzım! “Rus, Yunan şuradan gelir, buradan çıkarsa ne yapmak gerekir?” diye tedbir almak lâzım! Sivil Savunma Teşkilatlarıyla konuşup, “Harp çıkarsa ben ne yapabilirim?” diye sormak lâzım! Adamların gelip size anlatması lâzım ama, sizin gidip onlara sormanızı tavsiye ederim.
Bir de, herhangi bir olağanüstü durum olursa, birisi yaralandı mı nasıl tedavi olur? Sular zehirlenirse, su nerden elde edilir? Elektrikler kesilirse, ne yapılır? Havadan zehirli gaz atılırsa nasıl korunulur? Bunları öğrenmek lâzım!
Biz onun için, sivil savunma ile ilgili bir kitap hazırlıyoruz. “Bu gibi durumlarda hayatı korumak ve devam ettirmek için ne gerekir?” diye halkımıza bir el kitabı verelim diye düşünüyoruz. Ama, bunu siz şahsen de düşünün! Şahsen de kitapları araştırın, bulmağa çalışın!
Kazzafi’nin hoşuma giden bir tarafı var... Öbür taraflarına, yaptığı dengesiz hareketlere kızıyorum, bir şeyi hoşuma gidiyor. Libya’nın nüfusu az... Diyor ki: “Her ev bir askerî birlik sayılır ve bu birliğin komutanı vardır. Savunması için plan yapıp, tedbir alması lâzımdır.” diyor. Biz orada imam-hatip lisesine gittik. Levhasına, “Mâlik ibn-i Enes Kışlası” yazmışlar. Talebelere baktık, asker elbisesi giydirmişler; onbaşı, çavuş filân diye omuzlarına rütbe koymuş. Yâni ne demek istiyor: “Topyekün bir savaş olursa, herkes hazırlansın!” demek istiyor.
Şimdi bu gayrimüslimler müslümanları Balkanlar’dan atmak istiyorlar. Sırplar müslümanlara hücum ediyor. Sancak bölgesinde, Kosova’da, Makedonya’da harb olabilir. Rus geliyor, Yunanlıyla ittifak kuruyor... Binân aleyh, biz de her türlü ihtimale karşı her türlü tedbirimizi alacağız.
Böyle bir şey olursa, nerede savaşırız? Çoluk çocuğumuzu emniyetli olarak nereye götürürüz? Kime göndereceğiz? Orada şartlar hazır mı? Böyle her şeyi düşünmek lâzım!
Ama inşaallah dua ederiz, hiç bir şey olmaz. “İt ürür, kervan yürür.” dediği gibi... “Ab-ı pâke ne zarar vakvaka-i kurbağadan...” dediği gibi... İnşaallah gayrimüslimlerin bu dedikleri vaklama olur, kervana köpeğin havlaması gibi olur. Bizim kervanımız yürür inşaallah... Temenni ediyoruz ki Allah, daha kuvvetli, daha sıhhatli, daha mutlu, daha güzel günler yaşamayı nasib etsin...
Ama, bu adamların niyeti belli oldu. Bizi uyandırdı Bosna-Hersek olayları... Çoluk çocuk demeden kesiyorlar. İnsan hakları ve sâire laf... Ne İngiliz başbakanı, ne Fransız bilme nesi, ne Alman bilem nesi bizim iyiliğimizi istemiyor. Dazlakların Almanya’da yaptığını, Kafkasya’da Ermeni yapıyor, Bosna-Hersek’te Sırp yapıyor. İslâm düşmanlığı çok net... Memleket içinde de fitne fesat çıkartma çalışması olduğu çok net olarak görülüyor.
O halde, içimizden bize bir zarar gelmesin diye birlik ve beraberliğe dikkat edip tedbir almak lâzım! Dışardan bir zarar gelmesin diye tedbir almak lâzım!
Ben askerliği piyade olarak yaptım ama, tankları tahrib edici, füze ve tanksavar silahlar bölümünde idim. Oradan biliyorum. Geçen gün İzzetbegoviç’in bir sözünü naklettiler. Demiş ki:
“—Bizim düşmanlarla savaşımızda düşmanları yenmek için, üç şey lâzım!” demiş.
—Nedir onlar?” demişler.
“—Tanksavar silah! Tanksavar silah! Tanksavar silah!” demiş. Roketatar demek...
Roketatar, şöyle omuza alınabilen bir silahtır. Bir kişi kullanabilir. Nişan alır... Tanka isabet ederse, tankı mahveder. Beton barikata isabet ederse, onu tahrib eder. Eve isabet ederse, onun altını üstüne getirir. Tesirli bir silah...
Yâni, hiç başka bir şey yapamasak; uçaklarımız yok, gemilerimiz yok, imkânımız az... Demek ki, Türkiye’de devlet itimadlı kimselere rütbe verse, belli yerlere yığınaklar yapılsa, tedbirler alınsa... Alınmıştır ama, ben kâfi olmadığı kanaatindeyim. Bunlar bizim kadar endişeli değil, olmaz bir şey gibi düşünüyorlar, iş büyüyor. İçteki anarşiyi bile kolay durduramıyorlar. Yetmiyor. Hallbuki elli beş milyon asker olsa, kimse yan bile bakamaz! Onun için elli beş milyon halkın savunma yapabileceği, düşmana karşı koyabileceği bir hazırlığın yapılması lâzım!
Bunun için ben, en kolay, en basit çare olarak roketatarı görüyorum, İzzetbegoviç’in dediği gibi... Tank gelirse, bir patlatırsın gider. Yâni, bir kişi bir tankın hakkından gelir. Uzaktan ancak bombardıman ederler. O zaman da, sığınağa girersin.
Tabii, suyu düşünmek lâzım, gıdayı düşünmek lâzım! Kalıcı gıdalar bulundurmak lâzım evde... Nohut gibi, mercimek gibi birden bozulmayan, duracak gıdaları bulundurmak lâzım!
Bir de, bu savaş sürer. Bakın, meselâ Bosnalılar, bir kış geçti neler çektiler. Kar yağdı, yiyecekleri yok, yakacakları yok; ama, savaş bitmedi. Yâni, mukavemet istiyor. Aylarca yıllarca sürebilir. Onun için, ona göre tedbirler almak lâzım! Boşa harcama yapmamak lâzım! Gafletle vakit geçirmemek lâzım! Hepsinin başında da tabii, belki bir harb darb çıkar diye tevbe edip, hakkın yoluna girmek lâzım! Allah’ın sevgili bir kulu olarak gezmek lâzım, abdestsiz dolaşmamak lâzım!
Çok şeyler var söylenecek... Ben dergilerimde ve kitaplarda yazdım, ikaz vazifemi yapmış olayım diye... İkaz etmek, vazifem; çünkü, beni dinleyen kardeşlerim var... Siz şahsen bulunduğunuz yerde istişâreler yaparsınız, gruplar teşkil edersiniz, tedbirlerinizi ayrıca geliştirebilirsiniz. Sıhhati koruma tedbirleri, yaralıya ve sâireye bakma tedbirleri, sivil savunma tedbirleri... Sivil savunma teşkilatlarının planlarını bilmek ve onlarla işbirliği yapmak... Devletin ilgili müesseseleriyle diyalog kurmak...
Çünkü iş o hale geldi ki, milletçe çarpışılıyor. Çocuğu da öldürüyorlar, kadını da öldürüyorlar. Herkesin görev yapması gerekiyor. Onun için tedbiri böyle almak lâzım diye düşünüyorum.
Daha düşününce insan neler bulur, ehline sorunca neler öğrenir. Çalışın, bu fikir üzerinde geliştirin kendinizi ki; Boşnakların en büyük zayiatı, ilk başta böyle bir hücumu tahmin etmemekten, gafil avlandıkları için olmuş. Şimdi bazı köyleri alıyorlar. Hücum ettiler mi, kaçırtıyorlar Hırvatları, Sırpları... Bir de silahları olsa...
Hainler ambargoyu koymasalardı, Yugoslavya’yı yeniden fethederdik biz... Yugoslavya müslümanlar tarafından yeniden fethedilmesin diye, NATO gidiyor oraya bir duvar koyuyor, denizden yardım getirtmiyor. Öbür taraftan yardım hiç gelmez. İçerde kırsınlar diye bakıyor. Toplanıyorlar, toplanıyorlar, “Boşnaklara yazık! Ah oldu, vah oldu...” diyorlar; yardım yok... Alay eder gibi bir şey oluyor.
Tabii Boşnaklar, Sırplarla çevrili bir ülkede yaşıyorlardı. Daha önceki rejimler, onları her bulundukları şehirde azınlık haline getirmiş, %20, %25 filân durumuna düşürmüş, dağıtmış. Bizim Türkiye öyle değil, Türkiye’de yekpâre elli beş milyonuz. Yalnız içimizde işte bakın, bizim korktuğumuz ve tedavi etmeğe çalıştığımız bir alevî-sünnî yarası vardır. Biz onu tedavi etmek için konferanslar veriyoruz. Alevilerin büyük saydığı insanları —Hazret-i Ali Efendimiz, Hacı Bektâş-ı Velî— anlatmağa çalışıyoruz. İhtilâfı yok etmeğe çalışıyoruz. Bazıları da gidip ihtilâfı ayaklandırmağa çalışıyorlar. İnsanlar ölüyor, yer yerinden oynuyor.
Şimdi, profesörün birisi yazmış, gazetede vardı. Diyor ki:
“—İnek kesmek normal, Türkiye’de kesiyoruz. Hindistan’da ineğe tapan adamların şehrinde gidip inek kesebilir misin?”
Kesemezsin. Neden? İnançlarına göre inek onların tapındığı putları olduğundan, kesildiğini görünce fırttırırlar, akılları kaybolur, saldırırlar. İnanç meselesi... Onun için, mâdem inanca saygılısın, niçin milletin inancına hakaret ediyorsun?
Bir iç mücadeleyi bunlar bir kere Türk’le Kürt arasında yapmağa çalışıyorlar. Belki hepimizin babası Kürt’tür, anası Türk’tür, dedesi Çerkes’tir, ötekisi bilmem nedir... Yâni, biz buraya Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli diyarlarından, diyarlarımız kâfirler tarafından istilâ edildiği için, gelmiş sığınmışız. Her yerden bizde nümûne var... Bizim ırkçılıkla uğraşacak halimiz yok ki...
Şimdi içimizde bir Kürt Türk kavgası çıkarttılar. Adam esnaf... Gündüz dükkânında oturuyor, gece silahını kapıp karakol basıyor. Doğu Anadolu’da böyle... Dışarıdan birisi filân gelmiyor, halk yapıyor. neden? Yıllar yılı ağalara karşı, dine karşı, devlete karşı komünizm propagandası ve sâireyle bozdular bunları... Biz o zaman söyledikçe, bizi dinlemediler. Şimdi olayları doğru teşhis edemiyorlar.
Bize düşen gözümüzü açmak, dikkatli olmak, ibret almak... İbret alıp, gereğini düşünmek...