Konuşmanız sırasında İran İslâm Cumhuriyeti’nin müslüman yapılmasından sünnî yapılmasını mı kastediyorsunuz? Bu konuyu biraz açar mısınız?


Müslüman yapılması… Biz esas itibariyle, Kur’ân-ı Kerîm’in doğru anlaşılmasını, müslümanların sünnet-i seniyye yolunda yürümesini istiyoruz. Abuk sabuk müslümanlık istemiyoruz. “Müslümanım” diyen insanın haline bakıyoruz; “Ne biçim adamdır, gerçek müslüman mı, salon müslümanı mı, folklor müslümanı mı, gerçekten Allah’ın rızasını düşünen hakiki bir müslüman mı?” bunları anlamak istiyoruz. Tezatları varsa tezatlarından kurtulmasını istiyoruz. “Hem müslümanım diyor hem faiz yiyor. Hem müslümanım diyor hem içki içiyorsa, bu ne biçim iş?” diye onu düzeltmeye çalışıyoruz.

 

İran ile olan durumumuz çok önemli. Ben birkaç yazımda da, konferansımda da bu meseleye işaret ettim. İran’da nüfusun %45’i, yarıya yakın bir miktarı Türkçe konuşan, Türk ırkından kardeşlerimizdir. Sünnîler de vardır Türkler’in bir kısmı şiîdir; bir kısmı güney Azerbaycan olarak şimdiki Azerbaycan’ın bir parçasıdır. “İran oraya sahip olmuş.” deniliyor.

İran Orta Asya’ya ve Güneydoğu Asya’daki İslâm yoğunluğuna giden yolu işgal eden bir ülkedir. Biz Davos anlaşmalarıyla Yunanistan ile bile flört ederken, “dostluk yapacağız” derken İran gibi bu kadar önemli konumu olan bir ülkeyle de oturup akıllıca bir şeyler, bir işbirliği yapmalıyız. Devlet olarak düşünmeliyiz.

Zaten devlet eskiden düşünmüş OECD dediğimiz bölgesel işbirliği teşkilatını kurmuş ama Batılılar telaşlanmasın diye İngiltere’yi de almış. Doğru düzgün bir şey yapıldı mı, yapılmadı mı? Tabii bunun faaliyetlerinin altına bir toplama çizgisi çekip ne yapıldığını düşünmek lâzım. Bir şey yapılmak isteniyor da “yapılmasın” diye sonra sulandırılıyor, engelleniyor mu, yapılamıyor mu? Neden yapılamıyor? Düşünülmesi lâzım. İran meselesinin şu veya bu şekilde halledilmesi lâzım.

 

Biz itikad bakımından da İran’daki bozuklukları düzeltmek hususunu düşünüyoruz. Ankara’da bir toplantı yaptık. Alevîler’in Hz. Ali ile Câferîler’in imam Câfer-i Sâdık ile Bektâşîler’in, Türkiye’deki Râfızîler’in Hacı Bektâş-i Velî gibi saydıkları kimselerle ilgisinin ne derecede olduğunu vurgulamaya çalıştık.

“—Hz. Ali nasıl bir insandı siz nasılsınız? İmam Câfer-i Sâdık nasıl bir kimseydi siz nasılsınız?” diye konferansta bahis konusu ettik. “Şu çizgiye gelin!” demek istedik. O da bir görev.

Bazı kimseler ilgi duydu. Hatta İran elçiliğinden bazı kimseler geldi; “Câferîliği bir de biz anlatalım!” dediler. Biz onlara “Kur’an çizgisinde ne durumdasınız?” demiş oluyoruz. Onlar da bize bir şey demek istiyorlar ama olsun; konuşa konuşa, yavaş yavaş meseleleri çözebiliriz.

 

Kabak iki tarafın da başına patlayabilir. Karşı taraf bizi dost görüyor da, onu düşman görüyor değil. İkimizi de düşman görüyor. Sonra komşumuzdur. Biz o ülkeden demiryolunu, karayolunu geçirip Orta Asya’ya ulaşmak zorundayız. Bir takım güzel anlaşmalar yapmaya mecburuz. Onun için İran’ı önemli bir ülke olarak görüyorum.

Tabii İran olsun, Türkiye olsun, Türkiye’deki bozuk inançlılar olsun hepsinin hakiki, has halis müslümanlar olması için çalışma yapmak gerektiğini düşünüyorum. Elbette öyle bir çalışma yapacağız. Bizde de kusurlar vardır, bizim de müslümanlığımız sakattır. Biz de gevşek müslüman durumunda olabiliriz. Kendimizi de düzeltmemiz lâzım! Başkalarının da düzelmesi lâzım.

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN