İran’da İslâm cumhuriyeti olduğu halde, sahabîler hakkında kötü laflar söylüyorlarmış. Böyle bir şey doğru mu?
Şiî mezhebinin kolları vardır, çeşitleri vardır. Bunların insaflıları vardır, aşırıları vardır. Aşırılarına Gulât-ı Şiâ denir, “Şia’nın taşkınlık yapanları, aşırı gidenleri” mânasına geliyor. Onların içinden bazıları Şeyhayn’a küfrediyor. Şeyhayn; Ebû Bekir ve Ömer Efendilerimiz (radıya’llàhu anhümâ) demektir. Onları kabul etmiyorlar, onlara ağır sözler söylüyorlar.
Tabii sahabeye ağır söz söylemek yoktur. Hz.Âişe Validemiz ile Hz. Ali Efendimiz arasında problem olmuş olabilir. Bizim onların ihtilaflarına girmemiz doğru olmaz. Mesela annemiz ve babamız kavga etse araya girip, birisini tutup öbürünü dövecek miyiz? Bazı şeylerde doğru olmaz. Kötü söz söylemek Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerifine aykırı. “Asla kötü söz söylemeyin!” buyurduğu için doğru değildir.
İran’da Humeyni’nin yönetime gelmesinden, yönetimi elde etmesinden sonra Sünnîlerle bir yakınlaşma çabası oldu. “Sünnilerle Kardeşiz” diye kardeşlik haftası ilan ettiler. Ziyaretler, konuşmalar oldu. Doğrusu bizi de İran’a çağırdılar; Tahran’da, onların en lüks otelinde, 21 gün kaldık. Bizi muhafaza ettiler, muhtelif yerleri gezdirdiler. Alimlerinin oturduğu Kum şehrine gittik. Bomba tehlikesi altında C-130 uçaklarıyla cepheye gittik. Dezful şehrine kadar gittik. Muhtelif şehirleri gezdik. Baktık namazları kılıyorlar, sözleri iyi ve saire. Bir yakınlaşma oldu.
Bu yakınlaşmayı teşvik etmek lâzım; ihtilaf çıkarıcı şeyleri açmamak lâzım. Yaraya tekrar tırnak atmamak lâzım. Yırtığı büyütmemeye çalışmak lâzım. Biz bunu yapıyoruz. Benim şahsen uygulamam, metodum bu. Müspet bir şeyi geliştirmek lâzım. O bir el uzatmışsa, biz de uzatmalıyız; mümkün olduğu kadar yakınlaşma sağlamalıyız.
Namaz niyaz inkâr edilmiyorsa, haramlar işlenmiyorsa, güzel şeyler yapılıyorsa, onları devam ettirmek lâzım. Ama namaz kılınmıyorsa, haramlar işleniyorsa o zaman onu da söylememiz lâzım. Çünkü biz Allah’a karşı sorumluyuz, Allah razı gelmez. “Kulu razı edeceğiz.” diye Allah’ı darıltamayız. Allah’ın gazabına uğrayacak şeyi, “Kul memnun olsun!” diye de söyleyemeyiz. Hakkı söylemek vazifemizdir.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: [30]
زُلْ مَعَ الحَقِّ حَيْثُ زَالَ (حب. طب. ع. مخول السلمي)
(Zül mea’l-hakkı haysü zâle) “Hak nereye giderse hakla beraber ol! Hakkın yanında ol! Hak nereye doğru hareket ederse, nerede pozisyon alırsa orada, onun yanında ol!” buyuruyor.
Biz hakkı tutarız. Bir de basiretle hareket ederiz; düşmanlıkları alevlendirmeyiz, yangına benzin dökmeyiz, söndürmeye çalışırız. Tarihî yaraları sarmaya çalışırız. İran bizim komşumuzdur. İçinde %45’den fazla Türk vardır, Türk ırkından insan vardır. Sünnîler vardır. Aynı tarihi paylaşmışız. Büyük Selçuklu İmparatorluğu oraya da hakim olmuş, Anadolu’ya da hakim olmuş.
Sonradan birtakım ihtilaflar çıkmış, bazı savaşlar olmuş, seferler olmuş; Otlukbeli harbi, Çaldıran harbi, vesaire. Tarihte onların sebepleri vardır. Tarihteki hadiseleri şu ana taşımamıza lüzum yoktur.
Avustralyalılarla da harp etmişizdir. Anzakları Gelibolu’ya göndermişlerdir. Bizim dedelerimizi, amcalarımızı öldürmüşlerdir. Şimdi devlet değişmiştir. Onlar da, biz de değişik bir pozisyon içinde bulunuyoruz. Dünya budur.
Almanlar Paris’e hücum etmişlerdir, Fransa’yı yıkmışlardır, Manş Denizi’ne dayanmışlardır, İkinci Cihan Harbi’nde oraları istila etmişlerdir. Ondan sonra yenilmişlerdir. Şehirleri yakılmış yıkılmıştır, yağmur gibi bomba atılmıştır. Şimdi Avrupa Devletleri Topluluğu olarak iş birliği yapıyorlar.
Neden? Akıl, mantık onu gerektiriyor. Akıl, mantık, ilim, irfan, iz’an, din, iman, Allah’ın rızası, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi neyse, biz de onu yapmaya çalışmalıyız. İran’la mutlaka dost olmalıyız. Yunanistan’la, Bulgaristan’la, Fransa’yla, Almanya’yla dostluk düşünürken, İran’la dostluğu düşünmemek çok yanlış olur. Çünkü ötekilerin dini bize daha uzak. Bunun mezhep farkı bile olsa hiç olmazsa müslümandır; ezanı var, namazı var, ehvendir, mutlaka dost olmalıyız.
“—Suriye’yle, Irak’la, İran’la dost olmamız lâzım!” diye düşünüyorum. Biz grup olarak bu istikamette çalışıyoruz.
[30] İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIII, s.196, no:5882; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.322, no:763; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.III, s.137, no:1568; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.998; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VI, s.56, no:7854; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VIII, s.29, no:2045; Mahvel el-Behzî es-Sülemî, babasından.
Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.176, no:7276; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1363, no:43578, 43580; Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.593, no:12342; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.331. no:4236 ve c.XXXXI, s.231, no:44741; RE. 13/6.