Yanlış hatırlamıyorsam sizin Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri hakkında çalışmalarınız var… Türkiye’de Bektaşiliğin çok istismarı oluyor. Anadolu Bektaşiliğinin Şiîlikle bir ilgisi var mı?


Evet, doçentlik tezim. Bu, çok güzel konuşabileceğim bir soru oldu. Teşekkür ederim. 

Benim dalım, Ankara İlâhiyat Fakültesinde dini edebiyat idi. Ben dinî edebiyat kürsüsünde idim. Doktora çalışmalarımda Denizlili bir alim üzerinde çalıştım. O vesileyle, çok eski bir el yazması esere ulaştım. Baktım ki Hacı Bektaş-ı Velî’nin bir eserinin tercemesi… Çok eski bir eser.

Bizim edebiyat tarihinde XIV. Yüzyıl’dan eserler azdır. Çok eski bir tarih. O zamandan kalma eserler azdır. Önemli. Bilimsel olarak bizim dalımızda XIV. Yüzyıl’ın sonu önemli için önemli bir buluş.

İncelerken gördüm ki, Hacı Bektaş-ı Velî, bizim gibi düşünen bir insan. Bektaşiler gibi olan bir insan değil. İçkinin aleyhinde, içkiyi kötülüyor, haram olduğunu söylüyor. Namazın, haccın lehinde; kendisi zaten Hacı Bektaş... Çok ilgimi çekti.

Tanınan Hacı Bektaş’tan başka bir Hacı Bektaş. Hem de en eski kaynağı… Benim dalım dini edebiyat olduğu için, onun üzerine çalışmaya karar verdim.

Konu aynı zamanda günceldi. Türkiye’deki Bektaşilikle, Alevilikle ilgili idi. Ve bir takım yanlışlıkların düzeltilmesine de sebep olacaktı. ”Çok faydalı olacak.” diye, onun eseri üzerinde, Hacı Bektaş-ı Velî’nin hayatı üzerinde çalışmaya karar verdim. Bu eski, antik eseri üzerinde çalıştım, doçentlik tezi yaptım. O eseri ana kaynaklardan, kütüphanelerden tenkitli olarak bulup karşılaştırıp hazırladım.

Çok beğenilen bir doçentlik tezi oldu. Çok yerden, çok profesörlerden takdir aldım. Türk efkâr-ı umumiyesinde çok yankı uyandırdı. Bu yıla gelinceye kadar, bütün Hacı Bektaş-ı Velî anma toplantılarında, benim ismim ve eserim takdirle zikredildi. Radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde benim eserim kaynak olarak gösterilerek bazı şeyler söylendi.

 

Eski valilerden kendisi Hacı Bektaşlı olan bir kişi yanıma geldi.

“—Hocam size teşekkür ederiz. Biz pîrimiz Hacı Bektaş-ı Velî’yi doğru tanımıyormuşuz. Sayenizde doğru tanıdık. Ben kendi kardeşlerime de gelin pîrimizin yoluna girelim, dedim, çok faydalı oldu.” dedi.

Bir emekli vali bu, ismini şu anda söylemeyeceğim.

Mevlânâ ne ise, Yunus ne ise, Hacı Bektaş-ı Velî de o… Zaten çağları aynı, birbirlerine yakın, öyle bir tatlı insan.

Alevîlik başka, Şiîlik başka, Bektaşîlik başka… Tamamen bizim Orta Asya’daki Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin fikirlerini söylüyor, demek ki ona bir yönden bağlı. Yunus Emre gibi, namazın lehinde, içkinin aleyhinde… Hatta o kadar aleyhinde ki kitabının bir bölümünde şöyle yazmış:

“—Bir kuyunun içine, bir damla içki damlasa içki murdar olduğundan suyu murdar eder. Murdar olan kuyu suyunu, dışarıya dökmek lazım. Dışarı döküldüğü yerde ot bitse, o otu bir koyun yese, o koyunun etinden yemem.” diyor.

Takvâ ehli insanlar; “Yemem.” demişler.

 

Hz. Ali’den böyle bir söz rivayet ediliyor. Kur’an’a bağlı, sünnet-i seniyyeye bağlı bir insan olarak görülüyor. Ben bunları vurguladım. Eserin aslını bulup, konstrüksiyonunu yaparak neşrettim.

Sonra Denizlili Honaz’lı bir alim XV. Yüzyıl’ın başında aynı eseri şiir hâlinde, manzum olarak yazmış, onu tanıttım. Ve çalışmamın sonunda;

“—Bu önemli bir başlangıçtır. Bu başlangıca dayalı olarak, Türkiye’mizde yaygın, yerleşmiş bir takım yanlışlar düzeltilirse ben kendimi bahtiyar sayacağım.” demiştim.

Ben tezimi 1976’da vermiştim. 1997’deyiz, 21 yıl olmuş. Bu 21 yıl içinde tezim çok yankı uyandırdı, basıldı.

 

Hatta şöyle şeyler oldu:

Malatya Üniversitesi rektör yardımcısı bana geldi:

“—Hocam Malatyalı alevîler size selam gönderiyorlar, eserinizin basılmasını istiyorlar. ’Hocamız basarsa bassın, basmazsa müsaade buyursun biz basalım!’ diyorlar.” dedi.

Benim de o zaman basacak gücüm yoktu. Ciddi bir eserin basılması kolay değil. Ama onların teşvikiyle bastım. Hatta o rektör yardımcısı, dil tarih coğrafya fakültesinden Prof. Kemal Bey dedi ki:

“—Hocam, buyurun sizi Malatya Üniversitesi’ne alalım!”

Ben Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde profesörüm.

“—Sizi Malatya Üniversitesi’ne alalım.” dedi.

“—Benim bazı kusurlarım var.” dedim.

“—Nedir?” dedi?

“—Sakallıyım. Sakal kusurum var.” dedim.

“—Olsun, mahzuru yok.” dedi.

“—Biraz tasavvufî yönüm var; tarikat ehli bir insanım.” dedim.

“—Daha iyi; oraya gelir mürid toplarsınız.” dedi.

 

Fakat İstanbul’la ilişkilerim çoktu; İstanbul’a yönelik çalışmalarım ve görevlerim vardı. ”Malatya’dan İstanbul’daki görevimi yönetemem.” diye gidemedim. Böyle büyük bir ilgi uyandırdı.

Fakat bu sene ben dışarıdaydım, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri’ni anma toplantısında bulunamadım. Mesut Yılmaz gitmiş, reisicumhur gitti, biliyorsunuz. Herkes gitti. Ben bulunamadım. Ne konuştular ne yaptılar, takip de edemedim. Bizim tezimiz yine methedildi mi, ondan bahsedildi mi, anıldı mı, anılmadı mı bilmiyorum.

Ama geçtiğimiz yıllarda, ben gazete küpürlerini topladım, yurtta çok büyük yankı uyandırmıştı. Kültür Bakanlığı benim eserimden bazı alıntıları iki defa neşretti.

 

Türkiye’de özellikle Araplar’daki Alevîliğe veya Farslar’daki Şiîliğe oturtmaya çalışıyorlar. Ben Hacı Bektaş’a da gittim iki kere; arkadaş da şahit. Oradaki Alevîler dâhil, Bektaşîler dâhil, Bektaşîliğin ne olduğunu farkında değil.

Mesele oradan kaynaklanıyor zaten, bilmiyorlar. Bağlı oldukları şahsı da bilmiyorlar. Geleneksel yetişmişler; kulaktan kulağa, aileden aileye, babadan oğula yetişmişler. Birtakım şeyleri büyüklerden gördükleri şekilde biliyorlar ve söylüyorlar. Bu Sivas’ta Madımak otelinin yakılma hadisesi olduğu zaman, bu olay Avustralya’da çok büyük infial uyandırmış. Ve oradaki Alevîler çok kızmışlar. Radyolarda, televizyonlarda, İslâm aleyhine, Kur’an-ı Kerim aleyhine çok ağır sözler söylemişler; hakaretler, küfürler yağdırmışlar.

Ben Avustralya’ya gittiğim zaman:

“—Hocam, Madımak olayları dolayısıyla çok çok hücumlar oldu, kimse de ses çıkaramadı. Diyanet görevlileri de, din görevlileri de, din ateşesi de sustu.” dediler.

Ben:

“—Bu olmaz. Yanlış bir iş yapılmış, cevapsız bırakılmamalıydı. Bunların cevabını verelim. Bu Alevî kardeşlerimizin en çok olduğu yer neresidir?” dedim.

“—600-700 km ileride (Mildura) Milcura diye bir iç kasaba şehir var. Bizim İzmir çekirdeksiz üzümü gibi üzüm üretiyor, öyle tanınmış. En çok oradalar, dediler. Üzümcülük yaparlar, üzüm toplarlar, üzüm toplama işinde çalışırlar; orada dernekleri var.” dediler.

Biz Sidney’den (Mildura) Milcura’ya gittik. ”Bizi onlara tanıtsın.” diye yanımıza tanıdığımız birkaç Alevî kardeşimizi aldık. Ondan sonra, onların oradaki dernek binasına gittik. Onların salonlarında dernek başkanları benim sağıma oturdu. Bir sünni profesör konuşacak demişler. Bizim konuşacağımızı duyunca herkes merakla karşımıza geldi.

 

Ben dedim ki:

“—Değerli arkadaşlar! Siz Madımak olayları dolayısıyla çok kızmışsınız; İslâm’a, Kur’an’a hakaretler etmişsiniz, çok ağır sözler söylemişsiniz. Ben buraya onun için geldim, sizinle konuşmak için geldim. Ne söyleyecekseniz söyleyin, karşılıklı konuşalım. Bu yanlışlık ortadan kalksın; burada yanlış bir şey var.”

Kendimi tanıttım. İlahiyat Fakültesi’nden olduğumu, İmam Ca’fer-i Sâdık Hazretleri’ne bağlı olduğumu, onların çok sevdiği bir kimse olarak, tarikatımızın silsilesinde onun isminin olduğunu; nesebce Hz. Ali Efendimiz’in soyundan geldiğimi, üniversitede ilâhiyat profesörü olduğumu söyledim.

Dedim ki:

“—Biliyorsunuz bu Madımak olaylarını biz yapmadık. Videoya çekildi, biliniyor. Yakalandığı zaman sarhoş olduğu tespit edilmiş olan provakatörler yaptı. Sarhoşluğu belli olan kimse orada eşyaları atar, yapar; bunun sorumlusu biz değiliz. Daha sonraki şeylerden siz bunu biliyorsunuz. Ama öyle olsa bile sorumluyu bırakıp da İslâm’a ve Kur’an’a saldırmanıza Hz. Ali, Ca’fer-i Sâdık Efendimiz razı gelmez. Allah razı gelmez. Burada bir yanlışlık var, düzeltelim.” dedim.

Onlarla üç dört saat konuştuk. Ben konuştum, sonra:

“—Sorun, içinizde kalmasın, her şeyi söyleyin! Ben de ilâhiyat fakültesi profesörü olarak size cevap vereyim, aramızdaki problem hallolsun.” dedim.

Konuştuk, konuştuk, konuştuk…

 

Biz oraya, ikindide namaz kılıp gitmiştik. Sonra saate baktım, “Akşam namazı kaçacak.” dedim. ”Akşam namazı kaçıyor, müsaade edin şu namazı kılalım.” dedim. “Bir ara verelim. Time out…” dedim.

Birisi çıktı:

“—Hocam, sohbetin kazası yok, namazın kazası var.” dedi.

“—Bak, bu da yanlış!” dedim.

Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri:

 

إِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا (النساء:١٠٣)

 

(İnne’s-salâte kânet ale’l-mü’minîne kitâben mevkùtâ) “Hiç şüphe yok ki, namaz mü’min kulların üzerine belirli zamanlarda yapmaları gereken bir vazife olarak yazılmış farz bir ibadettir.” (Nisâ, 4/103) buyuruyor.

Siz de, “O vakti boş ver!” diyorsunuz. Bu Kur’an’a aykırı, yanlış.

“Sohbetin kazası yok!” meselesi farzlarda olmaz, başka şeylerde olur. İhmal edilebilecek başka bir şeyi ihmal edersin de, “Sohbet daha mühim.” dersin; ”Ama farzı ihmal etmek olmaz.” dedim ve ben namaza gittim.

“—Burada, kılabilir miyim?” dedim.

“—Yer yok.” dediler.

Dışarı gittim, namaz kıldım, geri geldim.

“—Soracağınız sorular varsa daha konuşalım!” dedim.

“—Yok, teşekkür ederiz, tatmin olduk.” dediler.

Sonradan duydum, arkamdan, “Bu hoca doğru söylüyor.” demişler. Çünkü candan konuştum, onların yerine kendimi koyarak konuştum.

“—Yanlış bir şey yapmasınlar, Allah’ın sevmediği bir duruma düşmesinler.” diye konuştum.

İçten konuştum, bildiğim gerçekleri söyledim. Memnun olmuşlar.

Önemli bir konu, “Keşke hep konuya böyle girilse. İki tarafı kızdırıp birbirinden uzaklaştıracak tarzdan girilmese.” diye düşünüyorum. Ve bu konuda Türkiye’de çalışan insanlardan biriyim, bunu bildireyim. Bunu da açıkça söylüyorum.

 

İki zümre birbirinden farklı değildir. Bizim böyle yapmamamız lazım, dost olmamız lazım. Hepimizin Kur’an-ı Kerim çizgisine gelmesi lazım. Yağcılık da yapmıyorum. “Siz iyisiniz, aslansınız, paşasınız, ağasınız.” da demiyorum.

“—Hata bizdeyse biz Kur’an’ın yanına gelelim, sizdeyse siz Kur’an’ın yanına gelin; hepimiz Kur’an-ı Kerim’in çatısı altında toplanalım. Eğriye eğri, doğruya doğru diyelim. Hz. Ali Efendimiz nasılsa öyle olalım. Hatta ben Hacı Bektaş-ı Velî Efendimiz üzerinde doktora tezi yaptım. Hacı Bektaş-ı Velî Efendimiz nasılsa öyle olun, razıyım. On iki imam nasılsa öyle olun.” diyorum.

Bu konuda çeşitli konferanslarım da var, kitaplarım da var. Bu konunun önemli bir konu olduğunu düşünüyorum ve çalışıyorum.

 

Hazret-i Ali Efendimiz diyor ki:

“—Gerçekleri kişilerin ağızlarına bakarak, sevdiği kimselere bakarak, bağlandığın kimselere bakarak, bilmeye çalışma. Önce gerçekleri tanı, sonra kimin gerçek ehli olduğunu anlarsın.”

Önce gerçeğin ne olduğunu tanı. Yoksa, “Falanca adam böyle söylüyor. O halde bu doğrudur.” deme. “Önce gerçeğin, doğrunun ne olduğunu anla; sonra kimin, hangi adamın doğrucu olduğunu, hangisinin eğrici olduğunu anlarsın.” diyor.

Çok bilimsel bir şey. İslâm ansiklopedisinin ilk fasikülünde yazılan söz bu. Çok önemli. Önce gerçeği öğrenelim.

 

Kur’an-ı Kerim’de içki yasağı var mı, yok mu?

Sigara İslâm’a göre ne durumdadır? Peygamber Efendimiz zamanında sigara yoktu ama İslâm’ın görüşüne göre sigara nedir?

Başkası ne söylerse söylesin. Bunu bir inceleyelim, inceletelim, ihaleye çıkaralım. İngiliz alimler incelesinler; biz de incelemeyelim. “Kur’an’a göre içki nedir?” desin. Biz de onun dediğini kabul edelim. Bilim adamlarının dediğini kabul edelim. Mesele bu kadar kolay.

Ama birisi de kalkıp da, suyun formülünü değiştirmeye çalışmasın. Veya fizik kanunlarını değiştirmeye çalışmasın. Zaten değişmez de…

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN