Tasavvufta şeyh ve derviş ilişkileri yakınlıkla olur. Derviş hocasını örnek alarak öyle yetişmeğe çalışır. Fakat, bazı kimseler hocasıyla böyle karşı karşıya uzun boylu bir oturma, konuşma durumunda olamıyor. Bu durum nasıl olacak?
Tabii, bu bir meseledir. Derviş az olduğu zaman, kolay... Yâni üç kişiyle, beş kişiyle oturmak, konuşmak; “Şunu şöyle yap, bunu böyle yap! Gel sana Kur’an öğreteyim, gel sana hadis okutayım!” demek kolay... Ama dervişler on binleri, yüz binleri bulduğu zaman ne olacak? O zaman biraz daha zorlaşıyor.
Biz bunun çaresini kendimiz şahsen, mecmuaları çıkarmakla bulduk. İslâm dergisini çıkartarak, Kadın ve Aile dergisini çıkartarak, İlim ve Sanat dergisini çıkartarak, bu sohbetlerimizi uzaktaki kardeşlerimize mektup gibi iletebilmiş olalım diye düşündük.
Çünkü, Hocamız zaman zaman, “Benim nasihatlerim” diye, “Kıymetli evlâdım, es-selâmü aleyküm!” diye başlayan bir şeyler bastırırdı, gönderirdi. Onları arkadaşlarımızın evlerinde böyle duvara asılmış olarak, “Hocamız’ın mektubudur, nasihatıdır.” filân diye görüyoruz. Ben de bu iş daha şumüllü, daha muntazam olsun diye dergiler çıkartmayı uygun gördüm.
Onun için, kardeşlerimiz dergilerimizi alırlarsa, her on beş günde bir bizim bir nasihatımızla karşı karşıya gelmiş olacaklar. Ayın başında İslâm mecmuası çıkacak, ayın ortasında Kadın ve Aile çıkacak. Oradaki yazılarımızı görecekler. Ona göre bizim tavsiyelerimizi tutarlar. Böyle bir şekil olabilir.
Haftalık bir dergi çıkartalım dedik, para yetiremedik. Yâni, bu işler kolay değil! Çok şerefli, çok kıymetli, çok faydalı bir şey ama, millet almayınca, desteklemeyince mâlî bakımdan zorlanıyoruz. Dergilerimizin bir tanesini kapattık. Gülçocuk dergisini çıkara-mıyoruz, Kadın ve Aile’nin içinde veriyoruz. Şimdi belki mâlî sıkıntılar devam ederse, bir dergiyi daha kapatacağız; onu da ötekisinin içine çekeceğiz. Böyle düşe kalka devam etmeğe çalışacağız.
Televizyonlar siyah-beyazken renkli televizyon çıkınca, ben duydum ki; köydeki kadınlar bileziklerini satmışlar, yine renkli televizyonu almışlar. Yâni, keyfe taallûk eden bir şey oldu mu, millet parayı buluyor, harcamasını yapıyor ve keyfinden hiç fedâkârlıkta bulunmuyor.
Gecekondu mahallesinde bakıyorsun, uydu anten... Her türlü şeyi seyretmek için... Çünkü gazino evine geliyor, bar evine geliyor, pavyon evine geliyor, sinema evine geliyor, tiyatro evine geliyor... Ne lüzumu var başka bir yere gitmeye? Uydu antene parayı verir, renkli televizyona parayı verir... Japonlara, Yahudilere, Avrupalılara paralar gider... Milyarlar böyle Türkiye’den dışarıya seller gibi güldür güldür akar gider. Bunlar da televizyonu seyrederler.
Ona para veriliyor, seve seve... Çünkü kâfir, müslümanın parasını seve seve almasını biliyor, gönül hoşluğuyla almasını biliyor. Hayırlı yerlere de para vermeye gelince, müslümanlar para veremiyorlar.
Cihada para verilecek! Harp olduğu zaman çıkartıyor herkes, parayı veriyor. Öğrendim ki, bir jet uçağı elli-altmış milyarmış. O kadarına lüzum yok, elli-altmış milyarın onda birini bana verin, ben mükemmel dergi çıkartayım, mükemmel gazete çıkartayım, mükemmel yayın şirketi kurayım... Yâni, her şey para ile oluyor. Ben de para istemekten bıktım. Nefret geldi içime... Ama şuraya oturduğumuz zaman, para istemeden de olmuyor. “Camiye yardım!” Haydi gel de söyleme! Mecbur kalıyoruz. İkrah ediyorum. Kendi gücüm de yetmiyor, her şeyi karşılamağa... Bir insanını gücüyle de olacak şeyler değil!
Bir dergi alsa, kimseye zarar olmaz ama, almıyor millet... Bir tane dergi alsa, birisini de ötekisine satsa... Zorlamayı da sevmiyorum, severek alsın... Yâni, dergiyi beğensin, güzel olduğunu görsün, severek alsın; onu istiyorum.
Millet, öyle müstehcen kadın resimleri olan derginin, gazetenin başına üşüşüyor. Aaa, bakıyorum, kavga mı oluyor, ne oluyor filân diye on kişi bir şeye üşüşmüşler. Ne var ne yok? Aralarından bir bakıyorum ki, müstehcen bir gazete var veya dergi var; hepsi birden onu seyrediyor. Yâni, o beş parasız, pulsuz işçiler mişçiler onları alıyorlar. Üç tane çıplak kadın resmi var, beş tane bilmem ne var... Şöyle bir müstehcen konu var, böyle bilmem ne var... Şöyle bir fal var... Şöyle şu olacak, böyle bu olacak... Millet alıyor onları...
Ama İslâmî basın epeyce bir gelişme gösterdi Türkiye’de... Onların da şikâyet etmesinden anlaşılıyor ya! Birisi batar, birisi çıkar; bir gün gelir öğrenirler müslümanlar... Bu sahada büyük iş varmış, büyük hizmet varmış diye inşallah iş işten geçmeden önce öğrenirler.
Amerika gelip Suudî Arabistan’a asker çıkarmağa başlayınca, Saddam’ın aklı başına geldi; İranlı esirleri geri vermeğe başladı, geri çekilmeğe başladı.
Bir de tevbe kapısı kapanacak! Tevbe etse de tevbesi kabul olmayacak. Kıyamet kopmağa başlayacak, milletin aklı başına gelecek ama o zaman iş işten geçmiş olacak.
Unutmamamız gereken bir şey daha var… Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:[63]
إِذَا مَاتَ أَحَدُكُمْ، فَقَدْ قَامَتْ قِيَامَتَهُ (الديلمي عن أنس)
(İzâ mâte ehadüküm, fekad kàmet kıyâmetehû) “Sizden biriniz öldü mü, onun kıyameti kopmuş demektir.”
Birisi bir trafik kazasına uğrar, ölür; onun kıyameti koptu artık... İşi bitti! O artık ne gazete alabilir, ne mecmua alabilir, ne hayır yapabilir, ne cihad yapabilir? İşi bitti. Ölmeden evvel, iş işten geçmeden evvel yapmak lâzım bu işleri... Allah akıl fikir versin... Allah yardımcı olsun...
Bize de... Çünkü en yardıma muhtaç biziz, en düşkün biziz! Çünkü başımıza bir sürü belâyı sarmışız, bir sürü insanın yükünü almışız... Eh, ört ki, ölem gayri!
[63] Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.1, s.285, no:1117; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.686, no:42748; Keşfü’l-Hafâ, c.1, s.189, no:500; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.65, no:2781.