21. MÜRŞİD
a. İrşad Etme Yetkisi
1. Soru:
Tasavvufta mürşidler olgunluğa eren müridlerine irşad etme yetkisi veriyorlar. Bu yetkiyi verirken Rasûlüllah Efendimiz SAS’den tasvip alıyorlar mı? Yoksa mürşidler kendileri mi bu icazeti veriyorlar?
Sanıyorum ki bu mürşidin kemâlâtıyla ilgili bir şey. Bazısı arkasına bir olmadık adamı; “Falanca yapsın bu işi” diye bırakıyor. Demek ki sormadan, etmeden kendiliğinden yapıyor. Sonra o da bu işi beceremiyor. Bazısı da işaret bekliyor, olmazsa vermiyor.
Şunu duymuştum: Halvetî şeyhlerinin büyüğü, pîri, hasta iken ona soruyorlar:
“—Yerinize kim geçecek Efendim?” “—Çoban Şücâaddin geçecek!” diyor, dağdaki bir çobanın ismini söylüyor.
Birbirlerine bakıyorlar: “—Yahu onun Arapçası yok, dini meselelerde bilgisi yok!” filan diyorlar.
Hocaefendi hasta yatıyor. Biraz daha zaman geçtikten sonra bir başkası geliyor, yine soruyor:
“—Hocam, Allah uzun ömür versin, eğer vefat ederseniz yerinize kimi uygun görüyorsunuz? Biz kime tâbi olalım?” “—Çoban Şücâaddin.” diyor yine ona.
Çekiliyor, diğerlerinin yanına gidiyor:
“—Çoban Şücâaddin dedi ya, hay Allah!” bilmem ne…
Birisi, bir de ben sorayım diyor. Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra üçüncü şahıs geliyor: “—Hocam, işte Allah uzun ömür versin ama vefat edecek
olursanız yerinize sizden sonra kim geçer? Kimi uygun görürsünüz? Kime bağlanalım?” filan diyor.
“—Bana bakın!” diyor şeyh efendi, “Siz beni böyle yatakta yatıyorum, hastayım diye şuurumu kaybettiğimi mi sanıyorsunuz?” Diyorlar ki;
“—Hocam oğlunuz var, maşaallah olgun oldu, medreseyi bitirdi müderris oldu. Bilgisi var biz de seviyoruz, alim fâzıl…Yâni herkes de, cemaat de seviyor.”
Yâni, “Oğlunu bırak!” demek istiyorlar.
“—Bana bakın!” diyor. “Ben evlâdımı sevmem mi? Evlâdımı istemem mi? Ne yapayım ki emir böyle, Çoban Şücâaddin olacak.” diyor.
Çoban Şücaaddin ümmî… Kendi oğlu müderris… Ama “Çoban Şücaaddin olacak!” diye emir aldığı için böyle diyor. Halvetiyye Tarikatı o Çoban Şücaaddin yoluyla gelişiyor, çok mükemmel ilerliyor.
Şeyh efendi vefat edince, Çoban Şücâaddin gelmiş, posta oturmuş. Şeyhin oğlu bir girmiş içeriye, bakmış, babasının postunda oturuyor Çoban Şücâaddin... “—Bre küstah, câhil herif! Ne hakla burada oturuyorsun? Defol buradan!” demiş.
Çoban Şücâaddin kalkmış, o şehirde durmamış, başka şehre gitmiş.
Şeyhin müderris oğlu oturmuş posta, müridler onu oturtmuşlar.
“—Oldu mu?” Olmamış, zamanla orası körelmiş; tarikat Çoban Şücâaddin’in yoluyla ta Osmanlılara kadar gelmiş.
Demek ki işaretle oluyor, işaretsiz şeyhlik yapanların
tarikatında yozlaşma oluyor.
2. Soru:
Bir şahıs daha önce bağlandığı, sonra vefat etmiş şeyhe olan
bağlılığını sürdürebilir mi? Bir şeyh efendinin şeyh olması kaç yoldan, kaç şekilde belirlenebilir?
Bir insan bir şeyhe çeşitli sebeplerden tâbî oluyor da, öncelikle terbiyesine nezâret etsin diye, tedâvisini yapsın diye tâbî oluyor. Meselâ, “Mazhar Osman çok iyi bir doktormuş... Lokman Hekim çok iyi bir doktormuş...” İyi ama yaşamıyor ki şu anda! Yaşayan kimseye, yaşayan doktora tedâvi olacak, yaşayan hocaya bağlanacak!
Bir insanın bağlandığı kimse vefat etti mi, yeni bir mürşide bağlanması icab eder. Ya o mürşid, eski hocaefendisinin tayin ettiği, “Benim yerime sen makamıma kàim ol! Bu dervişleri sen terbiye eyle, sen nezâret et, hizmetlerine sen bak!” dediği kimsedir. Ya da, bazen mürşid efendiler mânevî bir işâret olmayınca, böyle bir halef bırakmazlar; o zaman orada, o muhitte uygun olan bir mübarek zâta teslim olması ve intisab etmesi lâzım!
Tabii bu intisabda, mürşidin evsafı, “Şeriat-ı garrayı bilmesi,
ahlâken müstakîm olması, bu mesleği yapacak şartları hâiz olması, sahih bir yol ile el almış, kendisine selâhiyet verilmiş olması...” diye kitaplarda belirtiliyor. Selâhiyetli bir şeyh efendiden kendisine selâhiyet verildi mi, alan kimse de o vazifeyi yapabilir. Ama verenin selâhiyeti yoksa alanın da durumu selâhiyetsiz kalır. Bir tane şeyhten aldıktan sonra da, birkaç tanesinden almasına lüzum yoktur. Bir tanesi yeter.
Bir insanın bir kimseye bağlanması vefat ettikten sonra da yetseydi, bir şeyhe filân bağlanmaya lüzum yoktu, Peygamber Efendimiz’e bağlanılırdı, biterdi. Ama, Peygamber Efendimiz vefat eder etmez, ümmet-i Muhammed’in sıhhat ve selâmeti ve kargaşanın önlenmesi bakımından, daha cenâze defnedilmeden Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e bey’at edilmiştir. Bu, ümmetin sıhhat ve selâmeti, huzuru ve karışıklık olmaması bakımındandır.
Bazan mânevî işaret olmuyor, şeyh efendiye halife bırakma izni verilmiyor. Misâl: Bana Emin Saraç Hoca anlatmıştı. Onun kayınpederi Yektâ Efendi idi. Onların bağlı olduğu şeyh efendi [Ahıskalı Ali Haydar Efendi] yaşlı, vefat etmek üzere... Sormuşlar:
“—Efendim, yerinize kimi tayin ediyorsunuz?” demişler.
Bir şey dememiş, “Bekliyorum.” demiş. Sonra yine bir sıkıştırmışlar, falanca insan, filânca insan var demişler.
“—Yâhu, ben bu işi düşünmü- yorum mu sanıyorsunuz siz? Bakın, hepsinin icâzetnâmelerini yazdım. Altına bir imza atması kaldı. Bir işaret olursa, imzalayacağım. Yok daha bir işaret!” demiş.
Birisi bu Yektâ Efendi... Ötekiler de başka şahıslar... Bana bunu anlatan Emin Saraç Hoca... Ben tabii, onların bağlı oldukları o hocaefendiyi tanımadım.
Sonra o icâzetnameler imzalanmadan, işaret çıkmadan o şeyh efendi vefat etmiş.
Neden işaret çıkmadı? Bundan sonrası benim kendi yorumum:
Hocamız var, mürşid-i kâmil! Herkes kendisinden sonra ille birisini göstermek durumunda değil ki! Halkın, müridlerin irşadı için Mehmed Zâhid Hocamız var... Kesilmiş o taraf...
Zâten Mehmed Zâhid Hocamız’a çok hürmet edermiş o şahıs... Hattâ daha yaşlı olduğu halde; Hocamız bir seferinde babamla beraber o zâtın ziyaretine gitmişler o zâtın... Ayağı felç olduğu halde merdiven başında karşılamış.
“—Efendim kalkmasanız...” filân diyecek olmuş müridleri...
Müridler biraz tarafgirlik yaparlar böyle şeylerde... “O gençtir, ne diye kalkıyorsunuz?” filân gibilerden düşünmüşler. “Kalkma- sanız!” filân demişler.
Babam anlatıyor:
“—Bu zâta mı kalkmayacağım? Bu zâta mı kalkmayacağım? Bu zâta mı kalkmayacağım?” Üç defa böyle söylemiş. “Olur mu öyle şey, kalkarım!” demiş.
Ona işaret olmamış, ben ondan ne mâna çıkartıyorum şahsen:
“—Mânevî işaret yok, demek ki müridler Hocamız’a gelecek! Gelmesi lâzım!”
Hocamız’a birçok kimseler gelmiştir zâten... Meselâ, Abdülhay Efendi vardı. Abdülhay Efendi’nin dervişleri Hocamız’a intikal etmiştir. Sonra, Küçük Hüseyin Efendi vefat etmiş, onun dervişleri Hocamız’a gelmiştir. Hocamız hakîkaten mânevi makamı çok yüksek bir zât-ı muhterem olduğu için, zamanındaki birçok hocaefendinin yerine halef çıkmıyor, işaret olmuyor. İşaret olmayınca, ne demek? “Dağılmayın, orada toplanın!” mânâsından
dolayıdır diyorum ben, işaret çıkmaması...
Tabii, müridler toplanmışlar kendi aralarında... “Olmuyor böyle başsız...” filân diye, bir tanesini kendi başlarına tayin etmişler.
Müridlerin kendi başlarına tayini, mânevî işaret gibi olmaz!
Müridler kendi başlarına birisini tayin etmiş. İyi ama, sen tek bir toplum içinde değilsin ki, etrafında başka kimseler var, yaşayan mürşid-i kâmiller var; sen öyle yapınca olmuyor. Zâten bir mürşid- i kâmil varken, ötekisinin gelip ona tâbî olması lâzım!
Hülâsa, sorunun cevabı, bir insanın efendisi ölünce, hayatta olan bir zât-ı muhtereme bağlanması lâzım! Hangi sebeplerden: Tedâvisinin, terbiyesinin devam etmesi bakımından; bir... Sırr-ı bey’atte faullü duruma düşmemesi bakımından; iki...
“—Zamanının imamını, önderini bilmeden ölen, cahiliye ölümüyle ölür.” dendiğinden, bey’atsiz gitmemesi için, cahiliye üzere ölmemesi için hemen birisine bağlanması lâzım!
Vefat etmiş bir kimseye bağlılık olmaz! Onu bahane ederek müstakil yaşamak olmaz! Kendisi bağlanacak!
3. Soru:
Uykusunda veya üveysî olarak bir kimseye şeyhlik vazifesi verilebilir mi?
Bir sahih el alması şartı vardır. Allah’ın hükmüne, lütfuna kimse karışamaz ama, bir çok kimse buna dayanarak palavradan ortaya çıkıyor. Ondan sonra yalan yanlış işler yapıyor. Meselâ, kadınlara elini öptürenleri duyuyoruz.
Kitaplarda yazıyor ki: Bir mürid hak bir şeyh, gerçek bir mürşid-i kâmil bulmak için uğraşacak, çalışacak, gayret edecek! Bir karar verdi, birisini doğru bir insan sandı, bağlandı. O ihlâsından dolayı ilerleyebilir. Ama hatâsını, şeriata aykırılığını, yanlışlığını anladığı zaman da, onu bırakıp hakîkî bir şeyhe bağlanması icab eder. Yanlışta ısrar etmemesi gerekir.
4. Soru:
Mürşid diye bilinen bazı kimselerin genel mânâda şeriata aykırı bir davranışı yok. Namaz kılıyor, oruç tutuyor, sakal ve tesettüre riayet ediyor. Kısaca Kur’an ve sünneti kabul ettiğini söylüyorlar. Biz bir kişinin kâmil bir mürşidden icazet alıp almadığını nasıl tesbit edeceğiz?
Bu şartlara sahip olmak kâfi değildir; insanları terbiye edecek meziyeti, kabiliyeti olması lazımdır. Nefsin ayıplarını, kusurlarını bilecek, şeytanın oyunlarını bilecek, terbiye ve irşat vazifesini, selahiyetini, diplomasını almış bir kimse olması lazım. Çünkü herkes bir nasihat söyler, herkes bir şey yaptırtır ama yanlış şeyler yaptırıyor bu sefer terbiye ettiği insanı bozuyor, irşat etmeye çalıştığı insanı yanlış yerlere götürüyor, kötü işler yaptırtıyor, yanlış eğitim veriyor, o zaman o iyi müslüman olmuyor. Binâen aleyh terbiye etmesini iyi bilmeyen insan mürşit olamaz.
Bazen iyi bir yolun iyi hocası bitiyor, iyi hocası kalkıyor yerine salahiyetsiz, bilgisiz bir kimse geçiyor. O zaman ona, o ilk hocasına mânevî bakımından bir halife tayin etmek filan gösterilmiyor.
O ne demek? Yani senden sonra artık senin dervişlerin yaşayan falanca büyük zâta bağlansın demek. Mânası odur onun.
Birileri sormuşlar bir zâta:
“—Hocam siz vefat ederseniz, yerinize kim geçecek?
O da cevap vermiş:
“—Bakın, dört kişinin icazetnamesini yazdım hazırladım, imzaya kaldı. Rasûlullah’dan mânevî bir işaret bekliyorumgelirse, bunlardan hangisine gelirse imzalayacağım yerime onu bırakacağım.” Demiş.
Ama gelmemiş işaret… Benim hissim, tahminim, gelmeyişinin sebebi o şahısların Hocamız’a bağlanması lazım geldiğindendi. Çünkü, o şeyh efendi Hocamız’a çok hürmet etmiş. Hocamız’dan yaşlı olduğu halde hocamız onu ziyarete gittiği zaman ayakları
kötürüm gibi olduğu halde merdivende karşılamış;
“—Aman Efendim kalkmayın!” vesaire filan demişler, müritleri alınıyorlar, istemiyorlar kalkmayı filan.
“—Buna mı kalkmayacağım? Böyle bir şahsa mı kalkmayacağım? Öyle şey olur mu?” filan diye böyle sert bir şekilde onlara söylediğini babam anlatıyor.
Ve kendisine bir mânevî işaret olmadan dünyasını değiştirmiş. Ne demek?
“—Senin düşündüğün dört kişiye de bu vazifeyi uygun görmüyoruz.” demek.
O zaman ne olacak?
“—Bu kişiler gitsin, Mehmed Zahid Efendi’ye bağlansın!” demek.
Çünkü o ona hürmet ediyor. Yani şeyhlerinin hürmeti bunu gösterir ama insanlar bunları kolay kabul etmezler, yani hazmedemezler. Müritler bazen şeyhi filan dinlemezler alimallah. Şeyhleri; “Filanca adama bey’at edeceksin.” der, ona bey’at etmezler, hoşlarına gitmez, keyiflerine göre şeyh ararlar.
Peygamberimizi de beğenmemişler de demişler ki;
“Ya bu adama geleceğine Taif’de ki falanca adama, filanca adama gelseydi ya vahiy, Kur’an ona inseydi ya?” demişler.
وَقَالُوا لَوْلاَ نُزِّلَ هَٰذَا الْقُرْآنُ عَلَىٰ رَجُلٍ مِّنَ الْ قَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ (الزخروف: ١٣)
(Ve kàlû levlâ nüzzile hâze’l-Kur’anü alâ racülin mine’l- karyeteyni azîm) “‘O iki şehirden birisindeki o meşhur şahıslardan birine gelseydi ya Kur’an-ı Kerim?’ dediler.” (Zuhruf, 43/31)
Bunun üzerine, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki:
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَالزخروف: ٣٢)
(E hüm yaksimûne rahmete rabbik) “Allah’ın rahmetini o herifler mi taksim edecekler?” (Zuhruf, 43/32)
Kur’an’ın kime geleceği onlardan mı sorulacak? Onlar mı gösterecek? Herifler Peygamber beğenmiyorlar. Taif’te filan adam varmış filozofmuş, Kur’an ona gitmeliymiş. Öyle şey olur mu?
İrşad görevi de öyle mânevî işaretle olduğu için, herkes yapamaz. Herkes namaz kıldırır, ama herkes irşad yapamaz.
Herkese direksiyon verilir mi? Arabanın direksiyonunu herkese verir misin?
Uçağın pilotluğunu herkese veriyorlar mı? Oraya 375 kişi biniyor. Kaç tane adam var burada uçağı çalıştıran, hepsinin gözleri böyle aletlerde, cihazlarda… Oyuncak değil bu.
Adamı getireceksin, irşad koltuğuna oturtacaksın, bir şeyden haberi yok, batıracak ortalığı… Adamları yanlış yola sevk edecek, hasta edecek, mecnun edecek. Ondan sonra da birisine, “Tarikata gel!” dediğin zaman, akrabaları diyorlar ki:
“—Aman tarikate gitme!” Neden?
“—Deli olursun, tırlatırsın!” Tarikata gidince insan oynatmaz, aklı başında insan olur ama bazıları yanlış ilaç kullanıp yanlış yola sevk ettiğinden, bazılarını sapıttırdıklarından o misaller de oluyor.
O bakımdan öyle herkes mürşid olmaz.
5. Soru:
Bir mürşide tâbî olmayan bir kişinin kemal sahibi olma ihtimali nedir? “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” sözünü dikkate alınırsa bu kişilere ne tavsiye edersiniz?
Bir kişinin kendisinin kendi kusurlarını görmesi, kendi nefsinin ayıplarını görüp kendisini düzeltmesi, kendi ahlâkını terbiye etmesi çok zordur. Yani doktorun neşteri eline alıp da kendisini ameliyat edip de dikip biçmesi kadar zordur.
Bazen bazı kimseler kendilerine iğneyi vuruyor, iğne vuruluyor ama ameliyat yapılamıyor. Eğer mânevî bir ameliyat gerekliyse usta bir doktora teslim olmak lazımdır.
Herkes böyle küçük operasyonları yapabilir; eline diken batmıştır, bir iğneyle dikeni çıkartabilir ama büyük işler olmaz.
O bakımdan mürşide bağlı olmadan insanın kendisinin kâmil bir insan olması, gönül gözünün açılıp evliyâ gurubuna girmesi mümkün olmaz. Salih bir insan olur, ibadetlerini yapmaya çalışan bir insan olur. Bazen de ayağı kayar, ömrü yanlış istikamette geçer, âhir ömründe tehlikelere düşebilir. Sonra zamanının imamını bilmeden ölen kimse cahiliye ölümüyle ölmüş olur.
b. Tarikat Silsilesi
1. Soru:
Bir tarikat için silsile şart mıdır? Birisi rüyada veya üveysî olarak Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri’nin kendisini yetiştirdiğini söyleyerek mürşid olabilir mi?
Silsile şarttır. Bu makam-ı irşâd, böyle rüyaya ve sâireye bağlanarak ortaya konulamaz. Oyuncak değildir. Sahih bir el ile silsilesinin Rasûlüllah’a ulaşması lâzım! Aksi halde istismara uğrar. Herkes rüyada ben şöyle gördüm der. Hakikaten de görebilir ama, kendisi irşada salâhiyetli bir kimse olmayabilir.
2. Soru:
Tasavvuf ehlinin Peygamber Efendimiz’e kadar silsilesinin uzanmasını inkâr edenler var. Bunları nasıl ikna edebiliriz?
Bu İslâmî bir an’anedir. İslâm’da alimler bir sözün nereden geldiğini, nereden duyduğunu kaydederler. Biz bu Tabakàtü’s- Sûfiyye kitabını onun için okuyoruz.
Neden? Hangi sözü kimden duyduğunu, ismiyle cismiyle söylüyor. Bu an’ane o zamandan bu zamana devam etmiştir. Bu gün bile müelliften kitabı okuyup icazet alan, bu an’aneyi aynen
devam ettiren ciddi talebeler ve böylece icazet veren ciddi hocalar vardır. Bu böyle gelir, böyle gider.
İmam Buhâri’nin hadis kitabını okumaya salahiyetli olduğunu,
İmam Buhari’den kendisine kadar geçen, icazet veren hocaların
listesini göstererek isbat eden insanlar vardır.
Bu an’ane hadis-i şerifte böyle uygulanmıştır. Bilimsel bütün konularda böyle uygulanmıştır. Tasavvufta da böyledir, böyle uygulanmıştır.
İnkâr edenler hadis-i şerifteki de silsileyi inkâr ediyorlar. Ama hadis kitapları olduğu için, hadis kitaplarında görüyoruz, “Bak, bu bundan aldım!” demiş diyoruz. Rivayet zinciriyle, geriye doğru isbatı mümkün olabiliyor. Bir ara inkâr ediyorlardı geçtiğimiz 25- 50 yıl önce, şimdi inkâr edemiyorlar.
Tasavvuf erbabının da silsilesi, tabi geriye doğru o ondan almıştır. O geçtiğimiz asırlarda şimdiki gibi iş gevşek değildi, gayet ciddi tutuluyordu. Vesikalar vardır, tomarlar vardır, mânevî işaretler vardır. Bir de hani Hacı Bayram-ı Veli’nin rüyada görünüp de öteki adamı azarlaması gibi, böyle mânevî işaretler vardır. Onlar da bu işi teyit ediyor, bu iş böyledir.
c. Kıyamete Kadar İrşad Devam Edecek
Soru:
Bazı kimseler, “Bizim şeyhimiz son kâmil mürşiddir. Ondan sonra mürşid gelmeyecek. Zira, nasıl Peygamberimiz son peygamberse, o da son evliyadır.” diyorlar. Ne dersiniz?
Bu saçmadır ve yalandır, aslı esası yoktur. Çünkü hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“—Kıyamet kopuncaya kadar, dâima hakkı tutan, hak yolda yürüyen bir mübarek insanlar grubu mevcut olacak!”
Kıyamete kadar insanoğlu mevcut oldukça, mürşid de mevcut olur. Onun için, “Bizimki sondur, artık bundan sonra gelmeyecek!” diye, benden sonra tufan mantığıyla laf söylemek, cahilce bir
sözdür, yanlıştır ve iftiradır.
Allah’ın nice nice kulları vardır; bazılarını insanlar bilir, bazılarını bilmez. Bazıları Kutbü’l-aktâbdır, bazıları Gavsü’l- a’zamdır... Bazıları kırklardandır, yedilerdendir, üçlerdendir... Kıyamet kopuncaya kadar onların hizmetleri, himmetleri olacaktır. Dünyada insan oldukça, insanları irşad edecek büyükler de mevcut olacaktır.
Onun için, “Falanca öldü, artık bu iş bitti.” mi demek istiyorlar? Öyle şey yoktur. Yalandır, yanlıştır ve hadislere aykırıdır.
2. Soru:
Bazıları silsilenin kesildiğini ve bu zamanda silsileden birisinin olamayacağını ileri sürüyorlar; ne diyelim?
Onlara cevap olarak, hadis-i şerifte:62
لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي ظَاهِرِينَ عَلَى الحَقِّ ، حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ
(ك. عن عمر؛ طب. عن مغيرة بن شعبة)
(Lâ tezâlü tàifetün min ümmetî zàhirîne ale’l-hakkı hattâ tekùme’s-sâah.) “Kıyamet kopuncaya kadar, Cenâb-ı Hakk’ın dinini destekleyen iyi insanlar, bir iyi topluluk mevcut olacak!” diye bildirilmiştir; onu söylersiniz. Sonra, ayet-i kerimede:
وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلاَّ خلاَ فِيهَا نَذِيرٌ (فاطر:٤٢)
(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) “Hiçbir topluluk
62 Hâkim, Müstedrek, c.IV, s.496, no:8389; Dârimî, Sünen, c.II, s.280, no:2433; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.III, s.165, no:921; Hz. Ömer RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.403, no:961; Muğîre ibn-i Şu’be RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.564, no:12249; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.119, no:16372.
yoktur ki, Allah oraya bir haberci, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!” (Fâtır, 35/24) buyruluyor; onu söylersiniz.
3. Soru:
Sâdât-ı kirâm hazerâtının ruhâniyetlerinden istimdat ne demektir, açıklayabilir misiniz? Namazda veya ibadetlerimizde gözümüzün önüne geliyorsunuz; bunun bir sakıncası var mı?
Sâdât-ı kirâm; turuk-u aliyyemiz silsilelerinde ismi geçen büyüklerimiz demektir. Bu mübarekler Allah’ın yolunda yürümüşler, sevgisini rızasını kazanmışlar, mânevî mertebelere nail olmuşlardır. Onlara sevgi beslemek, onların ruhâniyetleri ile irtibat kurmak, onlardan medet istemek oluyor ve onun faydası da görülebiliyor çünkü Allah, sevdiği kullara böyle bir imkân nasip etmiş.
“—Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.” derler.
Hızır AS’ın geldiği gibi, Allah’ın sevdiği kullarının mânevî yardımları oluyor. Tabi bizi göz önüne getirmesi, rabıta için uygun… Bazısı getiremiyorum diye şikâyet eder, bu kardeşimiz her zaman gördüğünü ifade ediyor.
Tabii namazdayken göz önüne gelmesi uygun değil. Namazda Kâbe’yi göz önüne getirmeye çalışsın ve oraya teveccüh etmeye dikkat etsin.
d. Mürşide İtaat
1. Soru:
Mürşide saygı ve itaat konusunda çok suçlanıyoruz, açıklar mısınız?
Açıkladım zaten, konuşmamdaki şey, soru gelmeden önce konuşmam o konudaydı. Bizim hocamıza muhabbetimiz, sizin hocanıza muhabbetiniz... Tabii bu muhabbet, âyet ve hadislerle anlattım ki, dinin temelinde olan bir şeydir.
Bir insanın Peygamber Efendimizi sevmesine kimse itiraz edemez, tabii o peygamberdir diyecek. Bir insanın babasını sevmesine de kimse itiraz edemez. Ben babamı seviyorum, hiç kimse bundan dolayı suçlayamaz. Annemi seviyorum, hiç kimse suçlayamaz. Gayet normal. Ama şunu da herkes biliyor ve hiçbiriniz itiraz etmezsiniz ki, dinimizde hoca babadan önde gelir. Mürşid, yani mürşid-i kâmil babadan daha kıymetlidir. Baba insanı bu dünyada korur, mürşid imanını koruyup Allah’ın rızasına ermesini sağlıyor.
Çok sevdiğim büyüklerimizden birisi Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri diyor ki: Mürşidin iki vazifesi vardır: 1. Allah’a müridi sevdirmek.
2. Allah’ı müride sevdirmek.
Tabii, müride Allah’ı nasıl sevdirirsin? Aşkullahı, muhabbetullahı anlatırsın, yağlarsın, ballarsın, tellersin, pullarsın, güzelce söylersin; mürid de ağzı açık, hayran dinler, tamam Allah’ı sevmeye başlar. Pekiyi, Allah’a müridi nasıl sevdirecek? “Sev yâ Rabbi bu kulu!” diye dua ederek mi?
Hayır! Müridi Rasûlüllah’ın sünnetine uydurarak sevdirir diyor. Yani sünnet-i seniyye yolunda yürümeye getirir, bid’atlardan kurtarır, Allah’ın sevdiği işleri yaptırtır, Allah’ın sevdiği bir kul haline getirir.
Onun için, mürşide saygı Allah’a saygının devamıdır, Rasûlüllah’a saygının gereğidir, itaat de ondandır. Çünkü:
أَطِيعُوا اللهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَْمْرِ مِنْكُمْ (النساء:٩٥)
(Etîu’llàhe ve etî’u’r-rasûle ve uli’l-emri minküm) “Allah’a itaat edin, Rasûlullah’a da itaat edin, sizden olan ulü’l-emre de itaat edin!” buyrulmuştur.
Ulu’l-emr, müfessirlerin, meselâ İbn-i Abbas RA’nın ifadesine göre ulemâ-i muhakkıkîndir, mürşidlerdir yani. Ulemadır, çünkü zaten ulu’l-emr olması için alim olması lazım. İşin başına cahil
insanın getirilmemesi lazım.
O bakımdan itaat de Kur’an’dandır, sevgi ve saygı da Kur’an’dandır. Bunu suçlayanlar İslâm’ı bilmediklerinden yapıyorlar. Bekli de biraz hüsn ü zan ederek söylememiz gerekirse, şundan olabilir ki, bazı kimseler saygı ve itaat edilmemesi gereken kimselere bağlanıyorlar; onun için, yani ona da bağlanılır mı diye olabilir. Adam mesela bid’at ehlidir, adam cahildir, adam yanlış yoldadır.
Tabii bizim sözümüz ona değil. Mürşid-i kâmili kasdediyoruz, hakîkisini kastediyoruz. Hakîkisini bulunca, elini değil ayağını dahi öpmek lazım gelir. Çünkü sahabe-i kirâm Peygamber Efendimiz’in ayağını dahi öpmüşlerdir.
2. Soru:
Mürşid-i kâmile karşı mürid, en çok hangi konularda dikkatli davranmalı?
Mürşid-i kâmil, Peygamber Efendimiz’in vekilidir. “Kâmil” diyor çünkü. “Mürşid-i nâkıs” demiyor, müteşeyyih demiyor, “sahte şeyh” demiyor.
Mürşid-i kâmil, Rasûlullah’ın hilafetini almış insandır. Hilafete vâsıl olmuş kimse demektir. Öyle insanların hâlini kitaplar yazıyor ki, onların halleri çok müstesnadır.
Müridin ona karşı dikkat edeceği en önemli nokta, hiç itiraz etmemektir. Mürşid-i kâmil ise hiç itiraz etmemektir. Emrini, buyruğunu tutmasıdır. Sözünü yerine getirmesidir, itaat etmesidir.
3. Soru:
“Şu şu şu sebeplerden dolayı sahabenin Peygamber Efendimiz’e olan teslimiyeti gibi müridin de aynı teslimiyeti mürşidine göstermesi gerekir.” deniliyor. Bazıları bunun aşırı olduğunu söylüyorlar, ne buyurursunuz?
Bu aşırılık yolun doğruluğuyla, mürşidin hakikîliğiyle ilgili bir
husustur. Mürşid mürşid-i kâmilse, yol doğru yolsa, ne yapılsa azdır ve işin doğrusu odur. Mürşid mürşid olmadıktan sonra, yol yanlış olduktan sonra da orada durmak gerekmez, kalkıp gitmek ayrılmak gerekir. Yani bir Allah’ın kendisine ikram ve iltifat eylediği mürşid-i kâmil olduktan sonra ona hürmet olarak ne yapılsa az gelir.
4. Soru:
Müridin şeyhinin davranışlarını kendi aklına göre yorumlaması, “Hocam şu noktada hata etti.” gibi sözler söylemesi, kendi düşüncesini bazı âyet ve hadislerle desteklemeye çalışması doğru mudur?
Burada önemli olan müridin bağlandığı şeyhin şeriat bilgisidir. Neden bağlanılıyor? Şeriati iyi öğrensin diye. O mübarek bazı meseleleri daha iyi göreceği için, onun ilmine, irfanına, görüşüne, sezgisine itimat etmek lazım. İtimat edeceği bir insana bağlanması, cahile, dini bilmeyen insana bağlanmaması lazım.
Yalan yanlış şeyler söyleyen, yapan bir insana bağlanırsa, tabi şu âyete aykırı bu âyete aykırı filan diye ortaya müşkiller çıkar. Ama alim, Allah’ın emirlerini yasaklarını bilen bir kimseye bağlanmışsa, o zaman kendisi onun hareketlerinin bazen şeylerini [hikmetlerini] kendisinin bilgisi az olduğundan anlayamayabilir. Din ilimleri incedir; hayat tecrübesi lazım, basîret, ferâset lazım, herkes ona sahip değildir.
O bakımdan mürşid, mürşid-i kâmil ise müridin böyle itirazları onun helakine sebep olur. Sonunda kopar gider, mahvolur gider. O hususta çok dikkatli olması lazım.
İşte görüyorsunuz sorulardan, bazen insanlar neler düşünüyor, yanlış şeyler yapabiliyor. Âlime hürmet etmek, gelişi güzel çizmeden yukarıya çıkmamak lazım. “Çizmeden yukarıya çıkmamak.” diye bir şey var.
e. Dervişlerin Eğitimi
1-Soru:
Tasavvufta şeyh ve derviş ilişkileri yakınlıkla olur. Derviş hocasını örnek alarak öyle yetişmeğe çalışır. Fakat, bazı kimseler hocasıyla böyle karşı karşıya uzun boylu bir oturma, konuşma durumunda olamıyor. Bu durum nasıl olacak?
Tabii, bu bir meseledir. Derviş az olduğu zaman, kolay... Yâni üç kişiyle, beş kişiyle oturmak, konuşmak; “Şunu şöyle yap, bunu böyle yap! Gel sana Kur’an öğreteyim, gel sana hadis okutayım!” demek kolay... Ama dervişler on binleri, yüz binleri bulduğu zaman ne olacak? O zaman biraz daha zorlaşıyor.
Biz bunun çaresini kendimiz şahsen, mecmuaları çıkarmakla bulduk. İslâm dergisini çıkartarak, Kadın ve Aile dergisini çıkartarak, İlim ve Sanat dergisini çıkartarak, bu sohbetlerimizi uzaktaki kardeşlerimize mektup gibi iletebilmiş olalım diye düşündük.
Çünkü, Hocamız zaman zaman, “Benim nasihatlerim” diye, “Kıymetli evlâdım, es-selâmü aleyküm!” diye başlayan bir şeyler bastırırdı, gönderirdi. Onları arkadaşlarımızın evlerinde böyle duvara asılmış olarak, “Hocamız’ın mektubudur, nasihatıdır.” filân diye görüyoruz. Ben de bu iş daha şumüllü, daha muntazam olsun diye dergiler çıkartmayı uygun gördüm.
Onun için, kardeşlerimiz dergilerimizi alırlarsa, her on beş günde bir bizim bir nasihatımızla karşı karşıya gelmiş olacaklar. Ayın başında İslâm mecmuası çıkacak, ayın ortasında Kadın ve Aile çıkacak. Oradaki yazılarımızı görecekler. Ona göre bizim tavsiyelerimizi tutarlar. Böyle bir şekil olabilir.
Haftalık bir dergi çıkartalım dedik, para yetiremedik. Yâni, bu işler kolay değil! Çok şerefli, çok kıymetli, çok faydalı bir şey ama, millet almayınca, desteklemeyince mâlî bakımdan zorlanıyoruz. Dergilerimizin bir tanesini kapattık. Gülçocuk dergisini çıkara- mıyoruz, Kadın ve Aile’nin içinde veriyoruz. Şimdi belki mâlî sıkıntılar devam ederse, bir dergiyi daha kapatacağız; onu da ötekisinin içine çekeceğiz. Böyle düşe kalka devam etmeğe
çalışacağız.
Televizyonlar siyah-beyazken renkli televizyon çıkınca, ben duydum ki; köydeki kadınlar bileziklerini satmışlar, yine renkli televizyonu almışlar. Yâni, keyfe taallûk eden bir şey oldu mu, millet parayı buluyor, harcamasını yapıyor ve keyfinden hiç fedâkârlıkta bulunmuyor.
Gecekondu mahallesinde bakıyorsun, uydu anten... Her türlü şeyi seyretmek için... Çünkü gazino evine geliyor, bar evine geliyor, pavyon evine geliyor, sinema evine geliyor, tiyatro evine geliyor... Ne lüzumu var başka bir yere gitmeye? Uydu antene parayı verir, renkli televizyona parayı verir... Japonlara, Yahudilere, Avrupalılara paralar gider... Milyarlar böyle Türkiye’den dışarıya seller gibi güldür güldür akar gider. Bunlar da televizyonu seyrederler.
Ona para veriliyor, seve seve... Çünkü kâfir, müslümanın parasını seve seve almasını biliyor, gönül hoşluğuyla almasını biliyor. Hayırlı yerlere de para vermeye gelince, müslümanlar para veremiyorlar.
Cihada para verilecek! Harp olduğu zaman çıkartıyor herkes, parayı veriyor. Öğrendim ki, bir jet uçağı elli-altmış milyarmış. O kadarına lüzum yok, elli-altmış milyarın onda birini bana verin, ben mükemmel dergi çıkartayım, mükemmel gazete çıkartayım, mükemmel yayın şirketi kurayım... Yâni, her şey para ile oluyor. Ben de para istemekten bıktım. Nefret geldi içime... Ama şuraya oturduğumuz zaman, para istemeden de olmuyor. “Camiye yardım!” Haydi gel de söyleme! Mecbur kalıyoruz. İkrah ediyorum. Kendi gücüm de yetmiyor, her şeyi karşılamağa... Bir insanını gücüyle de olacak şeyler değil! Bir dergi alsa, kimseye zarar olmaz ama, almıyor millet... Bir tane dergi alsa, birisini de ötekisine satsa... Zorlamayı da sevmiyorum, severek alsın... Yâni, dergiyi beğensin, güzel olduğunu görsün, severek alsın; onu istiyorum.
Millet, öyle müstehcen kadın resimleri olan derginin, gazetenin başına üşüşüyor. Aaa, bakıyorum, kavga mı oluyor, ne oluyor filân diye on kişi bir şeye üşüşmüşler. Ne var ne yok? Aralarından bir bakıyorum ki, müstehcen bir gazete var veya dergi var; hepsi birden onu seyrediyor. Yâni, o beş parasız, pulsuz işçiler mişçiler onları alıyorlar. Üç tane çıplak kadın resmi var, beş tane bilmem ne var... Şöyle bir müstehcen konu var, böyle bilmem ne var... Şöyle bir fal var... Şöyle şu olacak, böyle bu olacak... Millet alıyor onları...
Ama İslâmî basın epeyce bir gelişme gösterdi Türkiye’de... Onların da şikâyet etmesinden anlaşılıyor ya! Birisi batar, birisi çıkar; bir gün gelir öğrenirler müslümanlar... Bu sahada büyük iş varmış, büyük hizmet varmış diye inşallah iş işten geçmeden önce öğrenirler.
Amerika gelip Suudî Arabistan’a asker çıkarmağa başlayınca, Saddam’ın aklı başına geldi; İranlı esirleri geri vermeğe başladı, geri çekilmeğe başladı.
Bir de tevbe kapısı kapanacak! Tevbe etse de tevbesi kabul olmayacak. Kıyamet kopmağa başlayacak, milletin aklı başına gelecek ama o zaman iş işten geçmiş olacak.
Unutmamamız gereken bir şey daha var… Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:63
إِذَا مَاتَ أَحَدُكُمْ، فَقَدْ قَامَ تْ قِيَامَتَهُ (الديلمي عن أنس)
(İzâ mâte ehadüküm, fekad kàmet kıyâmetehû) “Sizden biriniz öldü mü, onun kıyameti kopmuş demektir.” Birisi bir trafik kazasına uğrar, ölür; onun kıyameti koptu artık... İşi bitti! O artık ne gazete alabilir, ne mecmua alabilir, ne hayır yapabilir, ne cihad yapabilir? İşi bitti. Ölmeden evvel, iş işten geçmeden evvel yapmak lâzım bu işleri... Allah akıl fikir
63 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.1, s.285, no:1117; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.686, no:42748; Keşfü’l-Hafâ, c.1, s.189, no:500; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.65, no:2781.
versin... Allah yardımcı olsun...
Bize de... Çünkü en yardıma muhtaç biziz, en düşkün biziz! Çünkü başımıza bir sürü belâyı sarmışız, bir sürü insanın yükünü almışız... Eh, ört ki, ölem gayri!
2. Soru:
Şeyhin müridini yetiştirmesi ne gibi yollarla olur?
Şeyhin müridi yetiştirmesi sohbet yoluyla olur, nasihat yoluyla olur, çeşitli vazifeler vermesi yoluyla olur... Halvete sokmasıyla olur... “Şu şu kitapları oku! Şu şu işleri yap!” demesiyle olur. O kişinin mizacına göre, tabiatına göre, durumuna göre, ona söyleyeceği şey değişebilir.
Hani bir kere anlatmıştım ya: Zengin ama cimri bir kimse, bir hocaefendiye, ‘Zikri cehrî mi, hafî mi yapayım?” diye sorunca; “Sen zikri böyle yapacaksın!” demiş. Yâni eliyle para verme işareti yapıyor, “Para vermen lâzım!” demek istiyor. Çünkü, hakîkaten cimrilikten kurtulmadan, onun dervişliği tam olmaz.
O bakımdan, cimrilik hastalığı varsa, onu giderecek bir şey verir. Tembellik hastalığı varsa, çalışkanlığa yöneltecek bir tavsiyesi olur. Haline göre bir nasihati ve işareti olur. Onun için, kişinin şahsına göre değişir. Ama genel terbiye tarzı zikirdir, halvettir, ibadetlerdir, tâatlerdir. Turuk-u nefsâniyye ve turûk-u ruhâniyyede çeşitli şekillerde bu yetiştirmeler olur.
3. Soru:
Yapmak istediklerimizi yapamıyoruz. Gereken şeyleri yapmada yetersiz kalıyoruz. Suç bizde mi sizde mi?
Her koyun kendi bacağından asılır. Bu ne biçim soru? Allahu Teàlâ Hazretleri herkesi karşısına alacak, hesabını soracak. Peygamber Hazretleri kızı Fâtımatü’z-Zehrâ’ya diyor ki;
“Yâ Fâtıma! Senin peygamber kızı olman seni kurtarmaz, salih ameller işlemeye dikkat et!” Sen harama bakacaksın, soruyu bana soruyorsun; öyle saçma
şey mi olur?
f. Kadından Şeyh Olmaz
1. Soru:
Ölmüş olan bir kişinin kadın vekili hanımlara tarikat dersi verebilir mi? “Kadından mürşid olmaz, verdiği ders de geçersizdir.” diyorlar, doğrusu ne?
Evet, doğrudur bu sözler! Bir kadının kendisinin şeyhlik yapması yoktur. Bir şeyh efendi öldüğü zaman, müridlerin yaşamakta olan bir kimseye bağlanması gerekir. Neden?
Peygamber Efendimiz vefat edince, Ebû Bekir Efendimiz’e ümmetin bey’at etmesi bunun işaretidir. Çünkü şeyh, onların işlerini çekip çevirecek bir başkandır.
2. Soru:
Kadından mürşid-i kâmil olur mu? Ders verebilir mi?
Olmaz. Hocaya vekâleten, filânca hoca namına kadınlara ders tarif edebilir.
g. Şeyh Değiştirmek
1. Soru:
Bir şeyhe bağlı iken, o şeyh bırakılıp bir başka şeyhe bağlanılabilir mi?
Bir insan bir şeyhe bağlanmış, mâneviyatında ilerlesin, tahsil görsün diye... Sonra onda şeriata uygun olmayan, maksadını kendisine veremeyecek olduğunu gösteren haller zuhur etmişse; o zaman ayrılabilir. Çünkü, mühim olan insanın Allah’ın rızâsını kazanmasıdır, hak yolda yürümesidir. Böyle bir durumu yoksa, insanın söz verdiği kimseye vefâ göstermesi, ona bağlı olması icab eder.
Demek ki, bağlanılan kimse istenilen evsafta, salih bir kimse ise; o zaman, bırakmak uygun olmaz! O zaman, bırakan kimse bir daha iflâh olmaz! Ama, bağlanılan kişinin bir kusuru varsa; o zaman onu bırakıp, olgun bir şeyhe bağlanabilir.
2. Soru:
Bir tarikatı terk edip, başka bir tarikata geçmek doğru olur mu?
Bu, taraflara bağlıdır. Bağlandığı yerde bir sebep varsa, bir yanlışlık varsa; durması yanlıştır o zaman, elbette değiştirecek. Geldiği yer yanlış bir yerse; o zaman değiştirmesi yanlıştır, elbette doğru yerde durması gerekiyordu.
Bu gibi şeylerde ölçü bağlanılacak yerin, bağlanılacak kimsenin durumudur. O kimse hak yolda ise, o zaman ona bağlılıkta vefâ ve sebat görmek, ve ahdine sadık olmak lâzımdır. Ama yanlışsa, yanlışın mutlaka düzeltilmesi lâzım. Yanlışta vefâ göstermek olmaz. O yanlışı hemen bırakması gerekir.
h. Başka Tarikatların Toplantısı
Soru:
Tarikat mensubu bir kimsenin başka tarikatların toplantılarına gitmesinin sakıncası var mıdır?
Tabii, aslında kendi kardeşlerinin toplantısı olması daha iyidir. Çünkü gafil insanların gafleti kalplere sirayet eder, akseder. Kendi kardeşleriyle toplanması uygun olur. Ama gittiği bir şehirde, mübarek olduğu belli olan kimseler bir yerde bir toplantı yapıyorlarsa, gidilebilir.
Bazıları da hırsızlık yaparlar; yâni derviş hırsızlığı yaparlar. “Sen bizim tarikata gel, daha iyi! Sen hocanı bırak!” gibi sözler söylerler. Bu çeşit kötü tipleri duyuyoruz.
Bir tanesi gelmiş bana öyle diyor:
“—Birisi bizi çağırdı, ille benim yoluma gir dedi. Ben de,
filânca yere bağlıyım dedim. O da bağlı olduğum yeri kötüledi.” diyor.
Dedim ki: İslâm’da kötüleme yok! Bak, oradan anla ki, yaptığı doğru bir şey değil! Sonra iki müslümanın arasını açmak yok! Bu müslüman bu hocaefendiye bağlanmış, sen onu oradan koparacaksın; bu, hırsızlık... Buna tarikatta derviş hırsızlığı derler, çok kötü bir şeydir. Alan da hayrını görmez, giden de hayrını görmez. Son derece çirkin bir iştir.
Onun dışında tabii, bir şehre gittin, yaz tatilini geçiriyorsun... Orada da bir mübârek insanlar var... İyi insanlar olduklarını duyuyorsun. Bid’at ehli değiller... Doğru, hak yolun yolcuları... Eh, o zaman gidilebilir tabii...
Normal şartlar altında, sair zamanda kendi kardeşleriyle toplantı yapmağa alışsın! Kendi kardeşlerini arasın, bulsun, kendi semtinde... Onlarla haftanın belli günlerinde toplansınlar.
Çok birbirlerinden habersiz bizim kardeşlerimiz... Eski nesiller, yeni nesillerden habersiz... Hocamız’dan ders almış olanlar sonradan ders alanları tanımazlar... Sonradan ders alanlar, evvelkileri tanımazlar. Evvelkiler camiye az gelir... Böyle bir şeyler gidiyor. Yanlış tabii... Kardeşliği çok canlı tutmak lâzım!
i. Şeyhin Sevgisi
1. Soru:
Mürşidin muhabbetini sağlamak için mürid ne yapmalıdır?
Bu iki türlü anlaşılacak bir cümle olmuş:
1. “Acaba ben ne yaparsam, mürşidim beni sever?” diye soruyorsa; Peygamber Efendimiz’e en güzel tarzda uyduğu zaman en çok sevilir. Kusurları çok yaptığı zaman, ona göre sevilmez. Onun için Peygamber Efendimiz’in sünnetine uysun!
2. Kendisinde mürşidine karşı bir muhabbet hasıl olmasını istiyorsa; rabıtaya dikkat etmesi lâzım!
2. Soru:
Sevmek nasıl ve neyle olur, alâmeti nedir?
Sevmeyi bilememek olur mu, bilmiyorum. Yani sevdi mi insan belli olur, bakışından, duruşundan bile belli olur. “Dertli olan bakışından bellidir.” derler. Ama “Gerçek sevmek, hakikaten sevmiş olmak hangi şartla tahakkuk eder?” diye soruyu biraz değiştirerek sorarsak; gerçek sevmek ittiba ile olur. Yani uymakla olur.
Meselâ, hıristiyanlar Hz. İsa’yı seviyor mu sevmiyor mu? Seviyordur. Çünkü ona karşı duyguları iyidir. Ama Hz. İsa’ya uymadıkları için sevgileri gerçek ve hakiki değildir.
إِنَّ الْمُحِبَّ لِمَنْ يُحِبُّ مُطِيعُ
(İnne’l-muhibbe li-men yuhibbu mutîu) [Seven, sevdiğine itaat eder.] Kişi sevdiğine itaat ederse, iktida ederse, ittiba ederse o zaman sevgi tahakkuk etmiş olur. Hem seviyor hem dinlemiyor; o zaman sevgi kusurlu olmuş olur. Yani hem “Peygamberimizi seviyorum.” diyor hem sünnetini tutmuyor. Hem “Allah’ı seviyorum.” diyor hem kulluk etmiyor.
Sevginin alâmeti nedir? Sevgisinin gereği olan işleri yapmaktır. İttiba etmektir. Büyüklerimiz böyle demiş.
3. Soru:
Bazı kardeşlerimiz şeyhimizi rüyalarında görüp, gördüklerini anlatıyorlar; onlara imreniyoruz. Biz neden göremiyoruz?
Bu, dervişlik vazifelerini iyi yapmakla ilgilidir.
j. Şeyhin Fotoğrafı
1. Soru:
Masamın karşısına şeyhimin bir fotoğrafını asmıştım. Bir
kardeşim, muhabbetle fotoğrafa bakmanın şirk olabileceğini söyledi. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?
Muhabbetle fotoğrafa bakmak şirk değildir ama, şeyhinizin fotoğrafını masanıza koymayın, duvara asmayın! Biz böyle bir şeyi büyüklerimizden görmedik.
Fotoğrafın caiz olup olmadığı hakkında ulemanın ihtilâfı vardır. Tabii pasaport, tapu vs. resmî işlemler için fotoğraf gerekiyor ama, başka türlü resimler pek uygun görülmüyor. Çünkü insanlar, bir zaman geçtikten sonra sonunda resimlere, heykellere tapınma durumuna kadar gidebiliyorlar.
Böyle bir durum olmaması için dinimiz bu işi uygun görmediğinden yasaklamıştır. Yasak olan bir şeyi yaparak feyiz alınamaz. O tarzda yapılmamasını tavsiye ederim.
Ama, muhabbetle resme bakmak şirk değildir. Şirk, Allah-u Teàlâ Hazretlerine ortak koşmaktır.
2. Soru: Bir insanın şeyhinin resmini evinde saklaması caiz midir?
Caiz değildir. Resim bid’attir. Yoktur böyle bir şey... Ne cüzdanında, ne evinde saklaması uygun olmaz. Ancak resim, pasaport gibi, nüfus kâğıdı gibi, tapu kaydı gibi yerlerde istendiği için kullanılıyor. Yoksa, buna pek müsaade etmemişlerdir büyükler... Hele hele, resme bakıp rabıta yapmak gibi şeyler tasavvufta yoktur, bid’attir.
k. Mürşid-i Kâmil Gerekli
1. Soru:
Bulunduğumuz yerde bazı insanlar tasavvuf dersi veriyorlar. “Tasavvufta mürşid-i kâmile gerek yoktur. Mürşidsiz yapabiliyoruz.” diyorlar. Mürşidsiz olabilir mi? Bunların yaptığı doğru mudur?
Hayır! Doğru değildir, veballidir, yanlıştır. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki:
وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلاَّ خلاَ فِيهَا نَذِيرٌ (فاطر:٤٢)
(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) “Hiç bir ümmet, topluluk yoktur ki, Allah oraya bir haberci, bir nezîr, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!” (Fâtır, 35/24)
Vazifeli şahıs demek, mürşid demek... Mürşidsiz olsaydı, o zaman Allah böyle demezdi. “Bazı yerler olmayabilir.” derdi. Demek ki ihtiyaç var ki bir mürşide, bir yol göstericiye, bir vazifeli kimseye; onun için gönderiyor. O halde mürşidsiz olmaz!
Mürşidsiz, üstadsız, hocasız tıp da olmaz, mühendislik de olmaz! Marangozluk da olmaz, terzilik de olmaz, berberlik de olmaz! Allah insaf versin bu zavallılara... Bu dünyevî basit meslekler hocasız olmuyor da, ahiretin yolunu gösteren, bin bir türlü tehlikesi olan, bin bir türlü aldatmacası olan bir yolun mürşidi olması lâzım değil mi? Tehlikesi var... Yalanı var, yanlışı var, sahtesi var, istismarcısı var, sömürücüsü var... Mürşidsiz olur mu?
Hocasız, mürşidsiz hiç bir iş olmaz, hiç bir meslek olmaz! Tasavvuf da mürşid-i kâmilsiz olmaz! Mürşid-i kâmiller ayrıca mânevî bakımdan vazifeli insanlardır. Olur demekle, olmaz demekle onların keyfine de kalmış bir şey değildir.
Yaptıkları veballi bir iştir. Bir insanı saptırırlarsa ne olacak? Hastalanırsa ne olacak, problemini nasıl çözecekler? Böyle saçma heveslerle, düşmanlıklarla, cahilliklerle milleti şaşırtıyorlar. Nedir alıp veremedikleri? Hürriyet var, millet her şeyi yapıyor. Plaja gidiyor, açık geziyor, içki içiyor, kumar oynuyor, meyhane açıyor... Cemiyyetteki iltimas, rüşvet ve sâire... Onları tenkid
yok... Tam insanların doğru yola gelmesini sağlayacak mekanizmaya hücum ediyorlar. Kötü niyet var o zaman...
2. Soru:
Beyazid-i Bestâmî Hazretleri’nin “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” sözünü açıklar mısınız?
Muhterem kardeşlerim! Biliyorsunuz, çocuklarımızı ilkokula veriyoruz, ortaokula veriyoruz, liseye veriyoruz, üniversiteye veriyoruz... Tarlalarımızı satıyoruz, evlerimizi satıyoruz, çocuklarımızı okutmağa çalışıyoruz. Eğitim, insanın eğitilmesi önemli... Eğitilen insan iyi insan oluyor, eğitilmeyen insan kötü insan oluyor.
Eğitimin en güzeli tasavvuf eğitimi... Tekke terbiyesi aldı mı bir insan, takvâ terbiyesi aldı mı, —ayet-i kerimenin şehâdetiyle— felah bulacak o insan... Takvâ terbiyesi almadığı zaman da felâkete uğruyor, pişman ve perişan oluyor.
Binâen aleyh, takvâ terbiyesini herkesin alması gerekir; almadığı zaman da insan, şeytanın maskarası olur. Bir alime teslim olmadığı zaman, şeytan onu aldatır, burnuna halkayı takar, istediği yere götürür.
3. Soru:
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan mıdır?
Bu söz tasavvuf kitaplarında yazılmıştır. Eski büyük mutasavvıflardan bir zât-ı muhteremin ifadesidir. Belki Hâris b. Esed el-Muhâsibî’nin olabilir. Malum, insanın ilim görmesi için hocaya ihtiyacı vardır. Bir ümmetin irşadı için Allah celle celâlühû peygamber göndermiştir.
وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلاَّ خلاَ فِيهَا نَذِيرٌ (فاطر:٤٢)
(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) “Hiç bir ümmet, topluluk yoktur ki, Allah oraya bir haberci, bir nezîr, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!” (Fâtır, 35/24)
İnsanların bilgi kazanmaları için alime, mürşide, haberciye,
bilgi veren kimseye ihtiyacı oluyor. Bu sebepten dolayı eğitimler daima hoca, talebe, mektep, alim, terbiye yoluyla yürümüştür.
Eğitimlerin en önemlisi de insanın nefsinin iyi terbiye edilmesidir.
Çünkü Kur’an-ı Kerim’in şahitliğiyle sabittir ki:
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا (الشمس: ٩-٠١)
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) “Kim nefsini terbiye ederse felah bulur, terbiye edemeyen de helâk olur.” (Şems, 91/9-10) Kur’an-ı Kerim’de bu kadar açıkça beyan ediliyor; o halde nefis terbiyesi şart. Terbiye edilmezse, helâk oluyorsa, demek ki o zaman büyüklerimizin bu sözünün de bir mesnedi var. Nefsi terbiye edecek bir mekanizma içine girmemişse, o zaman iki sebepten şeyhi yoktur. Ya lüzum görmüyordur…
Lüzum görmüyor ama çırak ustaya muhtaçken, talebe hocaya muhtaçken, ümmet peygambere muhtaçken, her şey bu usûl ile yürürken, bilmeyenin gidip bilenden sorup öğrenmesi esasken;
فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ (الانبياء:٧)
(Fes’elû ehle’z-zikri in küntüm lâ ta’lemûn) “Bilmiyorsanız, bilen insanlara, ilim erbabına sorun!” (Enbiyâ, 21/7) denirken, istemiyorsa; o bakımdan doğru olmuyor.
Ya lüzum görmüyordur, ya kibrinden gerek görmüyordur. Kibir ve gurur, nefisten geliyor. Bu işi lüzumsuz görüyorsa, ayet-i kerimeye karşı geliyor demektir. Veyahut şeytan başka türlü aldatıyorsa, o zaman şeytanın sözünü dinliyor, Kur’an-ı Kerim’in bu emrini yerine getirmiyor demektir.
O bakımdan büyükler böyle bir veciz söz söylemişler:
“Şeyhi yoksa, demek ki şeytanın tuzağına düşmüştür ki, bu nefis eğitimini yapmıyor.” mânasında anlaşılabilir.
4. Soru:
Said-i Nursî Hazretleri bir mürşide bağlı mıydı?
O zat hakkında bir araştırmayı dün sabah okudum: “Dört sebepten ben Nakşıbendî sayılırım.” diyor. Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri’ne hürmetlerini bildiriyor. Fakat kendisine bir halef bırakmamış. Tabii kendisinin de intisabı olduğuna, hocalarımıza bağlı olduğuna dair ifadeleri olduğu için, “İntisabsız durdu.” da demiyoruz.
Binâen aleyh, talebeleri de intisabsız kalmamalı, bir mürşid-i kâmile bağlanmalı!
5. Soru:
Bir mürşide bağlanmanın ahirette ne gibi kazancı olur?
Hadis-i şerifte var: Şehidler cennete girecekler. Amma, alimler cennetin kapısındayken, Allah onlara diyecek ki: “Durun, bekleyin! İstediklerinize şefaat edin, içeri girsinler!” Hadis-i şerifte alim denilen, ilmiyle amil olan alim, yâni mürşid-i kâmil demektir. Onlar şefaat edeceklerdir.
6. Soru:
Mürşide teslimiyetle, ashâb-ı kirâmın teslimiyeti arasında benzerlik var mıdır?
Mürşide bağlılık, sahabe-i kirâmın Peygamber Efendimiz’e bağlılığı gibi olacak ve bu bağlılık hâlis, muhlis olacak!
Hâlis, muhlis, candan bir bağlılık, bazı meseleleri konuşmağa, müzakere etmeğe ve ikaz etmeğe mânî değildir. İnsan sevdiği babasına da, kardeşine de, oğluna da ikazda bulunabilir. “Baba arkanda şu var, araba geliyor, kenara çekil!” dediği gibi, tehlike gördüğü zaman, bildiği bir şey varsa söyleyebilir. Bu söylenir, normaldir.
Peygamber Efendimiz’e Hazret-i Ömer’in bazı hususlardaki
tavırları mâlûm... Ama bu onun ona bağlılığının eksikliğinden değildi. Dine bağlılığının samîmiyetinden idi. Mü’minin mü’mine hakkı, hayrı her zaman söylemesi, tavsiye etmesi lâzım geldiğinden, ihvân ve şeyh arasında da böyledir.
7. Soru:
Peygamberler gibi büyük velîler de ma’sum mudur?
Evliyâullah için mahfuz’dur denilir. Peygamberler ma’sum olduğu için, ismet sıfatı olduğu için aynı kelimeyi kullanmazlar. Mahiyette de fark vardır. Evliyâullah mahfuzdur; Allah-u Teàlâ Hazretleri, sevgili kullarını günahlardan hıfzeder.
Peygamberlerin, peygamberliğin şanına uygun olmayan bir kötü şey yapması mümkün değildir. İsmet sıfatları vardır, Allah onları mutlaka korur.
l. Kerâmet
1. Soru:
Kerâmet nedir; kerâmete inanmak câiz midir?
Kerâmet haktır. Mevcut olan bir olaydır. Ruhsal veya reel bir olaydır. Kur’an-ı Kerim’de de vardır, hadis-i şerifte de vardır. İslâm tarihinde de vardır, günümüzde de vardır.
Kur’an-ı Kerim’den misâli, Meryem Validemiz’in kapalı hücresinde mevsim dışı meyvalarla taltif olunması ve Süleyman AS’ın vezirinin Sabâ melikesi Belkıs’ın tahtını Yemen’den Filistin’e bir anda getirmesi hadisesi gibi şeylerdir. Kur’an-ı Kerim’de vardır.
Peygamber Efendimiz’in hayatı zâten hep olağanüstü hallerle doludur ama, o peygamberdir denilebilir itiraz olarak… Ama, o Peygambere olan o olağanüstü ikramlar, Allah’ın sevgili kullarına da belli bir ölçü içinde oluyor. Hazret-i Ömer’in, “Yâ Sâriye! Düşman seni arkandan sarmak istiyor, dağa dikkat et!” dediği meşhurdur.
Günümüzde de, bizim şahsen hocalarımızdan gördüğümüz pek çok kerametler vardır. İstenirse bunları anlatabiliriz.
2. Soru:
Evliyâ açıktan keramet gösterebilir mi?
Evliyâ açıktan kerâmet gösterebilir. Gösterdiğinin misalleri çoktur. Tabii derecelerine göre, bu keramet göstermeyi uygun görmemişler büyükler... Saklamışlar kendilerini... Halkın arasında şöhret sahibi olmak zor olduğundan, birtakım problemleri olduğundan saklamışlar. Ama bazen de göstermişler, vardır misalleri... Biz de gördük.
Yalnız büyüklerimiz, kerametin mümkün olduğu kadar saklanması gerektiğini, mümkün olduğu kadar mahviyetkârâne, mütevâziâne olunması gerektiğini bildirmişler.
3. Soru:
Tasavvufta bir şeyh melekleri görebilir mi? Meleklerden veya cinlerden haber alıp gelecekten haber verebilir mi?
Mümkündür, olmuştur, meleği görmek mümkündür, size söyledim sözü unuttum, İslâm’ı, imanı ve ihsânı soran ve Resûlullah’ı dizi değecek şekilde yaklaşıp beyaz elbiseli, kimsenin tanımadığı şahıs sormuş. Ondan sonra bir soru daha sormuş kıyamet ne zaman kopacak diye, onun da cevabını verdikten sonra kalkmış “Doğru söyledin!” diyerek gitmiş.
Peygamber Efendimiz o gidince buyuruyor ki:
“—Bu kimdi bildiniz mi?” Bilemediler tabi…
“—Bu Cebrail AS’dı. Size dininizi öğretmek için bu soruları sormak üzere geldi, gitti.” Demek ki insan suretine girdiği zaman, öteki o zamanın insanları görmüşler. Tabi meleği melek olarak görmek de mümkündür, Allah gösterirse gösterir, mümkündür böyle bir şey. Meleklerden, cinlerden haber vermek, almak peygamberlere
mahsus.
Cinlerden haber almak var, fakat cinlerin haberleri sahih değildir. Doğru çıkar, eğri çıkar. Bazen isabet etse bile güvenilmez ve o da bir meziyet değildir. Cinlerden haber almak da çok büyük bir mânevî makamı göstermez.
4. Soru:
Hint fakirlerinin yaptıkları olağanüstü olaylar ile evliyâullahın göstermiş oldukları kerâmetler arasındaki farkı söyler misiniz?
Birisi riyazetten hâsıl olan bir ruhî meleke ve kabiliyettir, egzersiz yapa yapa ulaşılan bir şeydir; kıymeti yoktur. Kerâmet, Allahu Teàlâ Hazretlerinin mü’min kuluna bir hikmete mebnî olarak ikramıdır. Hikmeti vardır, sebebi vardır. Allah’ın ikramı olduğundan “keramet” adını alıyor, “ikram” kelimesi ile ilgilidir. Ötekisi de bir bedenî hüner...
Adam ipin üstünde yürüyebiliyor, bu bir hüner. Ben yürüyemiyorum, o yürüyebiliyor. Bisikletle bir direkten öbür direğe ipin üstünde gidebiliyor; hüner. Vücudunu arkaya doğru kıvırıp başını iki ayağının arasından ön tarafa çıkartabiliyor, ben yapamıyorum; hüner. Ama nihayet bedenî bir hünerdir.
Bu bedenî hünerler gibi ruhî egzersizlerle bazı şeyleri yapabilmek de olabiliyor. Hiç kıymeti yoktur. Çünkü mühim olan mü’min olmaktır, Allah’ın varlığını birliğini kabul etmiş olmaktır, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini kabul etmiş olmaktır. O olmadıktan sonra bir insanın ruhî birtakım egzersizlerle bazı senin benim yapamadığım şeyleri yapıvermesi bir çeşit hokkabazlıktır. Çivi üstünde yatmak, ipe tırmanmak vesaire gibi... Bunların kıymeti yoktur. Çünkü Allah bunlardan bir mertebe vermiyor.
Almanya’da bir arkadaşım bir şey anlatmıştı, onu anlatayım.
Tebliğ cemaatiyle bu kardeşim Japonya’ya, Tokyo’ya gitmiş. Japonya’da bir budist rahip bunları kendi manastırında misafir etmiş. Budist ama bizim müslüman kardeşlerimizi ve bana bunu
anlatan kardeşimizi misafir etmiş. Anlatan arkadaşımız Köln’de. Demiş ki;
“Ben budistim ama sizi manastırımda misafir ediyorum. Çünkü sizin geleceğinizi rüyamda gördüm. Allah bana bildirdi.” Sonra “Bir taneniz çıksın karşıma.” demiş. Çıkmış. “Dört metre uzakta durdu. Bu bir şeyler okudu, bir şeyler yaptı... Uzaktan, arada dört metre mesafe var... Eliyle bir işaret yaptı; küt, arkadaş devrildi.” diyor.
Hayret edilecek bir şey. Arkadaş “gördüm” diye anlattığı için, ben de inanmayacağım ama böyle anlattığı için inanıyorum. “Uzaktan bir şeyler okuyup bir işaret yaptı, arkadaş devrildi.” diyor.
“—Bakın” demiş sonra da, “Ben ruhî birtakım egzersizler yaparak bu kabiliyetleri elde ettim. Bu bir ruhî meleke. Ama yol sizin yolunuz, iman sizin imanınız. Sizin yolunuz doğru. Ben de ona inanıyorum ama işte bugünkü şartlarla tam izhar edemiyorum.” demiş.
Birtakım ilmî deneylerde de bir şeyi uzaktan hareket ettirme var, telekinezi diyorlar. Telekinezi; uzaktaki bir şeyi kendi ruh gücüyle hareket ettirme. Adam bunu yapıyor. Masanın üstüne bilye koyuyor, o bilyeye kendisini konsantre ediyor, bilyeyi uzaktan hareket ettiriyor. Telepati gibi, duyguyu uzağa götürmek nakletmek gibi, telekinezi; uzaktan hareket ettirmek.
Bunlar birer melekedir. Nasıl elektriği öğrendik, ilim ilerledikçe çeşitli şeyleri öğrendik... Ruhî birtakım şeyler, bunların kıymeti yok. Mühim olan Allah’a mü’min kul olmak, Peygamber Efendimiz’e ümmet olmak ve o yolda yürümektir. O yolda yürüyenlere Allah’ın ikramı olan kerâmet, ötekilerin hokkabazlığı ile hiç bir olmaz, çok büyük farkı vardır.
m. Mürşidlerin Halleri
1. Soru:
Filanca camide birisi; “‘Benim mürşidim kalbimden geçeni bilir.’ derse dinden çıkar.” dedi. “Hatta Peygamber Efendimiz dahi bilemez, yalnız Allah bilir.” buyurdular.
Bu hocanın veya vaizin söylediği yalan ve yanlıştır, doğru değildir. Çünkü Allah bazı kullarına bildirir. Bildirince o da bilir. Bunun misalleri vardır. Hatta hadis-i şeriften de delili vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri bir hadis-i kudsîde şöyle buyurur:64
وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَـُلَـُيْـُهِ ، وَ مَا
يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّـُوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ؛ فَإِذَا أَحْبَبْـُتُ هُ، كُـُنْـُتُ
سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِ شُ
بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا (خ. عن أبي هريرة)
(Ve mâ tekarrabe ileyye abdî bi-şey’in ehabbe ileyye
64 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2384, Rikàk, 84/38, no:6137; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.58, Birr ve İhsân, no:;347; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.206, no:7833; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.520, no:7087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.346, no:6188, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.4; Bezzâr, Müsned, c.II, s.460, no:8750; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.380; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.175, no:1438; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXVI, s.96, no:5460; Ebû Hüreyre RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.221, no:7880; Ebû Ümâme RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.256, no:26236; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.IX, s.139, no:9352; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.327, no:1457; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Evliyâ, c.I, s.23, no:45; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.277, no:7491; Hz. Aişe RA’dan. Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.381; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.168, no:4445; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.II, s.232; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.192, no:20301; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.229, no:1155-1160 ve c.VII, s.770, no:21327; Mecmaü’z- Zevâid, c.II, s.513, no:3498, 3499; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.82, no:6898; Nevevî, Riyâzu’s-Sàlihîn, c.I, s.246, no:1.
mimme’fteradtü aleyhi) [Kulum bana, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz; en çok farz ibadetlerle yaklaşır. (Ve mâ yezâlü abdî yetekarrabü ileyye bi’n- nevâfili hattâ ühibbehû) Kulum nâfile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, nihayet o kulumu severim. (Feizâ ahbebtühû) Bir kere de onu sevdim mi, (küntü sem’ahü’llezî yesmeu bihî) işittiği kulağı olurum; (ve basarahü’llezî yübsiru bihî) gördüğü gözü olurum; (ve yedehü’lletî yabtışü bihâ) tuttuğu eli olurum; (ve riclehü’lletî yemşî bihâ) yürüdüğü ayağı olurum.]
Yâni, “Benimle görür, benimle işitir, benimle söyler, benimle tutar, benimle yapar, eder.” diyor. Tabii bu hal ne demek? Kerâmet hâli demektir.
Allah bir kimseye kerâmet verdi mi, o ikramâtı verdi mi o kimse bilebilir. Hadis-i şerif böyle derken, “Bunu söyleyen kâfirdir.” Derse, o hoca hocalıktan istifa etsin, o vaiz vaizliği bıraksın! Çünkü dini bilmiyor, halkı da yanlış yola sevk ediyor.
Evet, gaybı sadece Allah bilir; ama Allah bazı kimselere bazı şeyleri bildiriyor. Peygamber Efendimiz’e İstanbul’u alacağını kim söylettirdi?
“—İstanbul mutlaka fetholunacaktır.” dedi, fetholundu.
“—Kıyamette, âhir zamanda şunlar şunlar olacak.” diye bildiren kim? İstikbal değil mi bunlar? Allah bildirince o zaman oluyor. Evliyâullahtan ne zaman vefat edeceğini Allah tarafından rüyada gösterilip, bilip de önceden söyleyenler var. Bizim bir tanıdığımız kâmil şeyhlerimizden, büyüklerimizden, karşısındakinin kalbinden geçeni bilip söyleyen vardır. Binâen aleyh, bu kerâmet bâbına girer.
“—Bunu söyleyen kâfir olur.” diyen din adamı değil, bu konuyu iyi bilmiyor. Vazifesinden istifa etsin veya tevbe etsin.
Necip Fazıl’ın şeyhi Abdülhakim Efendi Beyazıt camiinde vaaz verirmiş. Bizim gibi, “Bu sayfaya geldik, bu sayfada bıraktık.” dermiş. Bir gün oturmuş vaaza, açmış sayfayı;
“—Ey cemaat! Şurada kalmıştık. Şuradan başlamamız lazım. Ama konuya girmeden evvel üç sorunun cevabını vereceğim, öyle başlayacağım.” demiş.
Meğer o gün üç kişi oraya gelmişler, demişler ki; “Hoca kerâmet sahibiyse şu sorunun, şu sorunun, şu sorunun cevabını versin.” demişler. Üç sorunun cevabını, kendileri kafalarından düşünmüşler. Hoca kitabı açıyor, derse başlamadan onların cevaplarını veriyor, öyle başlıyor.
Yine benim Ankara’da bir arkadaşım anlatıyor:
“—Ben jandarma karakolunda çavuştum. Bizim başçavuş arkadaşla o zaman Seydâ dedikleri bir zâtı ziyarete gittik...” Seydâ, ilmi seviyesi belli bir noktaya gelmiş insanların hepsine diyorlar orada. Yani Seydalar bir tane değil, çok olabiliyor.
“—Cizre’deki Seydâ el-Cezerî Hazretleri (1889-1968) kâmil bir zat, mübarek bir insan, Nakşbendî meşâyihinden. Onu ziyaret edelim!” demişler.
Bir tanesi; “Ama Şeyh Efendi biz oraya gittiğimiz zaman bize hindi dolması ikram etsin.” demiş. Aklından böyle geçirmiş.
Bir tanesi de; “Şu soruya cevap versin.” demiş.
Bir tanesine de; “Sen ne düşündün?” demişler.
“—Ben bir şey düşündüm ama, size söylememem!” “—Allah aşkına söyle!” diye zorlamışlar.
“—Ben cünüb gideceğim, benim cünüb olduğumu bilsin.” demiş.
“—Olmaz, edepsizlik yok. Öyleyse biz gitmiyoruz.” demişler.
“—Yok, ille gideceksiniz.” demiş.
Böyle diyen başçavuşmuş, diğerlerini zorlamış. Korka korka
yola çıkmışlar.
“O zaman jip de yok, Cizre’ye atla gidiyoruz. Uzaktan Cizre göründü.” diyor. “Karşıdan bir atlı tozu toprağa kataraktan dıgıdık dıgıdık geldi.” diyor.
“—Selâmün aleyküm!” dedi.
“—Ve aleyküm selâm…” dedik.
‘—Şeyh Seyda Hazretleri’ni ziyaret etmek isteyen üç kişi siz misiniz?’ dedi.
Birbirimize baktık.
“—Evet, biziz.” dedik.
‘—Şeyh Hazretleri’nin selâmı var. İçinizden bir tanesi Dicle’de yıkansın, öyle gelsin dedi.’” diyor.
Anlatan üç kişiden biri, gidenlerden birisi anlatıyor:
“—Başçavuş atın üstünde, baktım yıldırım çarpmış gibi oldu, sallandı, neredeyse aşağı düşecekti. Nehre girdi, yıkandı.” diyor.
“Ondan sonra gittik. Bizi güzel karşıladı. Yemek ikram etti. İstediğimiz yemeği ikram etti.” diyor.
“—Bu zamanda insanlar çok acayiptir. Şeyhten yemek isterler ama o yemeği nereden bulduğunu hiç düşünmezler!” demiş.
“Üçüncü meseleyi de söyledi.” diyor.
Ben kendi hayatımdan misal anlatayım:
Ilgazlı Ahmed Efendi (1890-1975)
vardı. Biz de Kastamonu’ya gidiyorduk [1974]. Yanımda da Diyanet’te müfettiş olan bir talebem vardı.
“—Ahmed Efendi benim babamın şeyhiydi, oraya uğrayalım, elini öpelim!” dedi.
“—Olur.” dedik.
Ben de o zaman İlâhiyat’ta asistanım. Ilgaz’a gittik, elini öptük. Mübarek bir insan, cennetmekân. Tatlı dilli, güleç yüzlü. Çok sevindi.
Elini öptük, dua etti. Yemek yemeden bırakmadı. Bizim oraya giderken otomobilimizde kendi aramızda konuştuğumuz her şeyi konu edindi, orada onları söyledi.
İşte bunlar oluyor. Ben bunları görmüşüm.
Onun için, bu gibi şeyler bir çeşit inkârdır. Bazıları kerâmeti bilmiyor, yaşamamış. Öyle insanların yanına gitmemiş. Kabul etmiyor;
“—’Mürşidim kalbimden geçeni bilir.’ derse dinden çıkar.” diyor.
Allah bildirdiyse, ne olacak o zaman? Niye dinden çıkıyor?
Kerâmât-i evliyâ hak değil mi? Hak.
“—Ama tabii herkes herkesin kalbinden geçeni bilir mi?” O ayrı, tabii herkes bilmez. Allah bildirirse bilir.
“—Her zaman bilir mi?” Her zaman da bilmez. Allah bildirmezse bilmez.
Allah Peygamber Efendimiz’e bile düşmanının sayısını az göstermiş. Âyet-i kerimeyle öyle bildiriyor:
وَإِذْ يُرِيكُمُوهُمْ إِذِ الْتَقَيْتُمْ فِي أَعْيُنِكُمْ قَلِيلاً وَ يُقَلِّلُكُمْ فِي أَعْيُنِهِمْ
لِيَقْضِيَ اللهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولاً ، وَإِلَى اللهِ تُرْجَعُ الأُْمُورُ (الأنفال: ٤٤)
(Ve iz yürîkümûhüm izi’l-tekaytüm fî a’yüniküm kalîlen ve yükallilüküm fî a’yünihim liyakdıya’llàhu emran kâne mef’ùlâ) [Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. (Ve ila’llàhi türceu’l-umûr) Bütün işler Allah’a döner.] (Enfal, 8/44)
Müslümanları öbür tarafın gözünde az göstermiş. Müslümanlara da onları az göstermiş. Savaşa girsinler ve Allah’ın hükmü yerine gelsin diye.
Allah bazen az gösterir. Vardır bir hikmeti. Hikmetinden sual
olunmaz. “Öyle olacak, böyle olacak…” denilmez. Ama kerâmât-ı evliyâ haktır, misâli çoktur. Kur’an-ı Kerim’de de vardır.
2. Soru:
Mürid kendisinden ayrıldığı zaman, mürşid ondan haberdar olur mu?
Allah haberdar ederse, haberdar olur; etmezse, olmaz. Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri bazen bir hikmete mebni olarak haber verir, bazen bir hikmete mebni olarak haber vermez.
Peygamber Efendimiz’e de böyle olmuştur. Bazı kereler bir şeyi haber vermemiştir Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz’e, bazı kereler haber vermiştir. Her şey Allah’ın kudretindedir.
n. Şeyhin Sorumluluğu
Soru:
Şeyhe bağlanıp da ibadette, zikirde, işte, “Benim yerime şeyhim yapar.” demek doğru mu?
Hayır, doğru değil!
وَأَنْ لَيْسَ لِلإِْنسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى . وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى
(النجم:٩٣-٠٤)
(Ve en leyse li’l-insâni illâ mâ saâ. Ve enne sa’yehû sevfe yürâ.) [İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.] “Herkes neyi kazanmışsa, onu görecektir.” (Necm, 53/39-40) Birisinin işi ötekisine fayda vermeyecektir.
Peygamber SAS Efendimiz, kızı Fatıma’ya dedi ki:
“—Yâ Fâtıma, kızım! Allah’tan kork, ona güzel kulluk et! Benim peygamber olduğuma güvenme; çünkü ben sana, eğer sen çalışmazsan, fayda sağlayamam.” dedi.
Muhterem kardeşlerim, dini çığırından çıkartmayalım! Her şeyi hakkıyla, yerli yerinde yapalım! Allah’ın ayetinde bildiriliyor:
فَالْيَوْمَ لاَ تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَلاَ تُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
(يس:٤٥)
(Felyevme lâ tuzlemü nefsün şey’en ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta’melûn.) [O gün hiç bir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz.] “Ne ameli işlemişseniz, onun karşılığını göreceksiniz.” (Yâsin, 36/54) diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri...
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَ رَّةٍ شَرّا يَرَه
(الزلزال:٧-٨)
(Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskàle zerretin şerren yerah.) [Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onun karşılığını görecek. Kim de zerre miktarı şer işlemişse, onun karşılığını görecek.] (Zilzâl, 99/7-8) buyruluyor.
Binâen aleyh, bu sorumluluk varken, her şeyi şeyhe yükleyip de kaytarmak olmaz. Böyle dervişlik olmaz. Buna zındıklık derler, buna ibadetten kaytarmak derler. Bu fâsid bir itikaddır, bozuk bir itikaddır. Böyle yapan mahvolur. Koşturacak, gayret edecek.
Birisi dedi ki:
“—Yâ Rasûlallah, dua edin de ben cennetlik olayım!” “—Ben sana cennetlik ol diye dua edeyim ama, sen de bana çok namaz kılarak, çok secde ederek yardımcı ol!” buyurdu. “Ben senin için dua edeceğim ama, sen de Allah yolunda yürü!” dedi.
Peygamber Efendimiz’in hadislerini bilirsek, insanın zihninde hiç soru kalmaz.
o. Müceddidlik
Soru:
Müceddid nedir, özellikleri nelerdir?
“Allah-u Teàlâ Hazretleri her asrın başında bu ümmetin işlerini, bilgilerini yenileyen, ona çeki düzen veren bir müceddid gönderir.” diye hadis-i şerif vardır. Onun için, o hadis-i şerifi okuyanlar bilirler bu meseleyi...
Bazı kimselerin o müceddidlerden olduğu hüsnüzan edilmiştir. Meselâ, İmâm-ı Rabbânî Efendimiz Müceddid-i elf-i sânî’dir. Yâni, ikinci binin müceddidi diye bu lakabla tanınmıştır.
Her asrın müceddidi vardır. Tabii, onun alâmeti, sünnet-i seniyyeyi bilmesi, Kur’an-ı Kerim’i tam bilmesi ve sapıtmaları, hurafeleri, sapmaları, dinin özünden uzaklaşmaları tesbit edip, onları engellemesi, işi tekrar rayına oturtmasıdır. Müceddidliğin aslı odur. Yâni, sahabe müslümanlığına doğru işi tekrar yörüngeye oturtmak, raydan çıkmış olan vagonu tekrar raya oturtma çalışmasıdır. Bu şekilde anlatabiliriz.
p. Hocaefendinin Seyahati
Soru:
Sizi aylardır göremiyoruz hocam, paramız da yok ki görmek için peşinizden dolaşalım.
Kardeşlerimiz de sitem etmekte haklı. Her zaman gelsek böyle vaaz etsek ama başka yerde de vaaz edilmesini istiyorlar. Keşke bin parça olsam da, her parçam bir başka yerde vaaz etse ama başka yerden de istiyorlar.
Meselâ, ömrüm boyu hiç gitmediğim bir il oluyor, istiyorlar. “Ders alacak insanlar var hocam!” diyorlar. “Ders alacak!” deyince zaten benim yüreğimin yağı eriyor, tâkatim kalmıyor, kalkıp gidiyorum. Oraya gidince de buralar bazen aksayabiliyor. Onların hatırına kusurumuza bakmayın!
Orada da, gittiğimiz yerde de hizmet oluyor; böyle kalabalık oluyor, ders alanlar oluyor, istifade edenler oluyor. Affedin,
yardım edin, dua edin, sabredin, artık neyse kusurumuza bakmayın!
r. Şeyhe Hürmet
1. Soru:
Talebenin hocasının karşısında bağdaş kurarak oturması edebe aykırı mıdır?
Mümkün olduğu kadar derli toplu oturması uygun olur.
Kübrevi tarikatı mensupları bağdaş kurarak zikir yaparlarmış. Onların o zikri öyle yapmalarının sebebi, Hazreti Ömer RA’ın havfullah ve haşyetullahtan yerine çöküp kalmasına ittibâen ve imtisâlen olduğu söylenir.
Niyete göre değişiyor. Hastalık sebebiyle insan ayağını uzatamıyor, kıvıramıyor, romatizma oluyor, şiddetli ağrı saplanıyor. Mazeret olmadığı zaman, edebe riayet eden, edebinin mükâfatını görür.
Hocamız cennet mekân, hocasının yanına gittiği zaman bir diz çöker otururmuş, kıpırdamadan meclisin sonuna kadar dururmuş. Öyle anlatırlar, öyle duyardık. Mümkün olduğu kadar edebe riayet etmeye çalışmalı!
2. Soru:
Bazı kitaplarda, “Müridin mürşidinin yüzüne direkt bakması doğru değildir.” deniliyor; ne dersiniz?
O da bizim edeb babında düşündüğümüz şeylerden birisi... Sahabe-i kirâm hakkında rivâyet ediliyor ki, onlar hürmetlerinden, saygılarından, Rasûlüllah’ın heybetinden, Rasûlüllah SAS Efendimiz’in yüzüne bakamamışlar, bakmamışlar. O bakımdan, kitaplara da öyle yazmışlar. Aslında severek olduktan sonra, bakılabilir.
s. Zamanın Büyükleri
1.Soru:
Sizden defalarca, “Allah zamanın büyüklerini tanıyıp, onlara tabi olmayı nasib etsin...” şeklinde dua ve temennilerinizi duyduk. Zamanın büyükleri kimlerdir, bu konuda bizi aydınlatır mısınız?
Zamanın büyükleri birkaç çeşittir. Bir kısmı perdelerin arkasında gizlidir, kimse bilmez. Bir kısmı da aşikâredir, yaptığı hizmetler dolayısıyla herkes görür, bilir.
Onun için, etrafındaki insanları Kur’an-ı Kerim’in terazisinde, şeriatin ahkâmının ölçüsü içinde değerlendirecek; Allah yolunda, Kur’an-ı Kerim yolunda, sünnet-i seniyyeye tabi olan insanları sevecek ve onlarla dost olacak.
2. Soru:
Şu anda herhangi bir kimseye bey’at ve intisab etmek gerekir mi?
Gerekir; çünkü, insan bey’atsiz kalmaz. Üç kişi de yola gitse, bir tanesi emir olacak. Ama, bey’at edilecek kimsenin Allah ehli olması lâzım! Allah’ın emirlerini, yasaklarını bilmesi lâzım ki, günahla emretmesin.
t. Kasetten Sohbet İzlemek
Soru:
Bir mürşid-i kâmilin kasetten izlenilen sohbeti, huzurunda olan sohbetiyle aynı tesire sahip mi?
Değildir herhalde... Kaset başka, yüz yüze olmak başka... Eskiler demişler ki, “Mektuplaşmak, yüz yüze görüşmenin yarısıdır.” Mektup yazıyorsun, nihayet uzaktan uzağa oluyor ama; yüz yüze olmak üç boyutlu oluyor, daha tatlı boyutları da oluyor yâni...
u. Mürşide Benzemek
Soru:
Tasavvufta müridin mürşide benzeşmesi nasıl olur?
Müridin mürşidine uymaya gayret etmesi. Bu önemli bir noktadır.
Biliyorsunuz İslâm terbiyesinde Peygamber Efendimiz SAS peygamber olarak geldi; etrafına, insanlara İslâm’ı tebliğ etti, onlar da onun ashabı oldular. Etrafına halkalandılar, bir topluluk meydana getirdiler. Bu topluluk Allah’ın dinine, yoluna hizmet
etti, gelişti, Mekke’den Medine’ye göçtü, Medine’de organize oldu, İslâm devleti kuruldu. Peygamber Efendimiz’den sonra da bu devam etti.
İslâm’ın yetiştirme sisteminde; sistemin mükemmel örneği ortaya koyması, ötekilerin ona benzemesidir. Ana terbiye sistemi budur. Ondan dolayı, Peygamber Efendimiz için de Kur’an-ı Kerim’de deniliyor ki:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللهَِّ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو
اللهََّ وَالْيَوْمَ الْْخِرَ وَذَكَرَ اللهََّ كَثِيرًا (الاحزاب:١٢)
(Lekad kâne leküm fî rasûli’llàhi üsvetün hasenetün li-men kâne yercu’llàhe ve’l-yevme’l-ahire ve zekera’llàhe kesîrâ) “Allah’a ve âhiret gününe inanan ve Allah’ı çok zikreden insanlar için Allah’ın Rasûlü’nde örnek bir model olma vasfı vardır.” (Ahzab, 33/21)
Demek ki Peygamber Efendimiz bizim için üsve-i hasenedir. Üsve, “model” demektir. Üsve-i hasene, “en güzel model” dir.
Sahabe-i kirâmın işi nedir? Bizim işimiz nedir? Peygamber Efendimiz’e benzemek. Vaazlarımızda söylediğimiz gibi...
Daha başka yerlerde söylediğimiz, her zaman söylediğimiz
nedir? Rasûlüllah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, her şeyimizi ona benzetmek.
Niye sakal bırakmışız?
“—Sakal sünnettir.” diye.
Niye tırnaklarımızı kesiyoruz?
“—Kesmek sünnettir.” diye.
Niye koltuk altlarımızı kazıyoruz?
“—Efendimiz emretmiş.” diye.
Niye dört rekât öğleden önce kılıyoruz, iki rekât sonra kılıyoruz?
Hep Peygamber Efendimiz’e benzemeye çalışmaktan kaynaklanıyor.
Peygamber Efendimiz en güzel model olduğundan bu ümmetin ona benzemeye çalışması... Peygamber Efendimiz’in asr-ı saadetinden sonraki devrelerde de aynı eğitim metodu devam etmiştir. Aynı metot…
Bir insana uzun boylu bir şeyler anlatsan diyecek ki:
“—Ben köylüyüm, tüccarım, yaşlıyım. Ben bu laflardan pek bir şey anlamıyorum, bana şunu kısaca bir göstersene.” Hacca geleceklere uzun boylu anlatsam;
“—Bak Arafat vardır, Mina vardır, Müzdelife vardır; orada şöyle yapacaksın böyle yapacaksın.” “—Vallahi hocam, aklım karıştı hiçbir şey anlayamadım.” der. Neden? Nazarî bilgiler sözle anlaşılmaz ama resmini gösterirsen, uygulamasını yaptırırsan; “Bak şöyle olacak; Kâbe şöyledir, şurasının Kâbe olduğunu kabul et, bu tarafa doğru döneceksin. Kâbe’nin şu tarafında duvar vardır, yastıklar duvar olsun, bu duvarın içinden geçersen olmaz, şu tarafından geçeceksin. Burası da Kâbe’nin içinden sayılır, Hacerü’l-Esved tam şu köşededir, oraya geldiğin zaman şöyle istilam edeceksin.” filan diye gösterirsen anlar.
Onun için gösterme, göze hitap etme iyi bir metottur. Buna visual metod deniliyor; “Göre göre, göstere göstere bir şeyi tarif
etme metodu” deniliyor. Halkın eğimi için en kolay, en geçerli yöntem budur. Zaten ustaların da çıraklarını yetiştirme metodu budur.
Çırak nasıl yetişir? Ev ödevi mi yapar? Defter mi tutar?
Yok! Ustasının yanında durarak ustasına yardımcı olur.
“—Tut şurasını, ver çekici, ver bir tornavidayı, çevir bakayım bunu, al bakayım bunu, yıka bakayım bunu...” Çırak böyle yetişir.
Nasıl yetişiyor? Görerek yetişiyor. Bu, görme metodu. Arkadaşlık metodu, yanında bulunma metodu, buna “sohbet metodu” diyoruz.
Peygamber Efendimiz ashab-ı kirâmını sohbet metoduyla yetiştirdi. Yoksa gökten pattadak bir kitap inerdi; “Herkes okusun, ona göre imtihan olacaklar, hazırlansınlar.” denirdi.
Öyle olmadı. Peygamber Efendimiz, yirmi üç senede onlara hayatın nasıl olması gerektiğini çırak usta usûlü gibi model olarak anlattı. Model insan. Öğrenecek olan kimseler usûlüyle öğrendi.
Bu metodu en güzel bizim mürşidlerimiz uygulamışlardır. Aynen uygulamışlardır:
“Madem Peygamber Efendimiz ümmeti böyle terbiye etti. O halde ben de böyle terbiye edeyim, bizim de böyle yapmamız lazım.” diye bu yolu sürdürmüşlerdir.
Tıpkı Peygamber Efendimiz’in etrafına ashabını toplayarak onlara anlattığı gibi, şeyh efendi de müritlerini etrafına toplamıştır, İslâm’ı onlara öyle anlatmıştır; aynı metotta, aynı
tarzdadır.
Müridin de ilk önce gördüğü şahıs olan mürşidine; namaz kılarken, davranışlarında, şeklinde, şemailinde uyması lazım. Benzemek buradan başlayacak. Model ortada; modele göre ötekiler kendisini benzetecekler.
Bu benzeme tamam olduktan sonra buna fenâ fi’ş-şeyh makamı derler, şeyhine benzedi. Ondan sonra fenâ fi’r-rasûl makamı gelir. Ondan sonra fenâ fi’llah makamı gelir.
Ona getiren bir yol olduğundan müridin hocasını, mürşidini, alimini aynen taklit etmesi, dediklerini tutması gerekiyor. Tabii taklit, affedersiniz maymun taklidi şeklinde olmayacak.
Hani maymun tam ağacın altında uyuduğu sırada şapkacının, tüccarın, bir sürü şapkasını çalmış. Bakmış ki şapkaların hepsi maymunların kafasında. Bağırmış çağırmış, maymunlardan şapkasını almak mümkün değil. Ağaçların üstünde kovalaması mümkün değil. Aklına bir kurnazlık gelmiş.
Başına şapkayı geçirmiş, onlar da geçirmişler, ondan sonra başındaki şapkayı çıkarmış, yere atmış bütün maymunlar da şapkaları yere atınca toplamış.
Bir fıkra ama bu taklit, bu tarzda değil, tavsiyelerini tutmak tarzında. Mürşidin her şeyini taklit etmek bazen tehlikeli olur. Çünkü mürşid, bazı işleri özel sebeplerle yapar. Öteki o özel sebepleri bilmiyorsa onu aynen taklit etmesi uygun olmaz. Buyruğunu ve tavsiyesini tutacak; ötekilerde de gözünün içine bakacak. Yapması gerekeni yapacak, yapması gerekmiyorsa; “Vardır bir hikmeti…” diyecek.
Ben yazı yazıyorum; ayetten, hadisten, delilden örnekleri getirerek, sigara içmenin doğru olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Bazıları bana diyorlar ki:
“—Şeyhlerden falanca da içmiş!” Şeyhlerden falanca içmişse, onun bir başka sebebi vardır. Ya içen insanlara yanaşıp, onları da kurtarmak içindir; ya da onlara göre bir başka sebebi vardır.
Sigara içmek mekruhtur. Alimlerin, fıkhın hükmü kesindir. İlk çıktığı zaman, bazı alimler haramdır demişler, şimdi diyenler var. İhtilaflı bir meseledir ama hiçbiri de; “İyidir, hoştur.” dememiştir. Doktorlar da zararlıdır diyor. Bunun karşısına, “Bazı şeyhler içmiş.” diye bir gerekçeyle çıkılmaz.
Çünkü onun o işi yapmasının belki irşadla ilgili bir sebebi vardır. Bir arkadaş, bir başka arkadaşını göstererek:
“—Bu teknik üniversitedeyken çok iyi futbolcuydu, yaman top oynardı. Ben bunu derviş yapıncaya kadar, tekkemize alıştırıncaya kadar, getirinceye kadar bunun yanında az mı top oynadım?” diyor.
Top oynamaya hevesli olduğundan değil; o arkadaşı sevmiş, onu kurtarmak istemiş onun yanında top oynayarak ahbaplığını elde ettikten sonra almış, getirmiş, Abdülaziz Hocaefendi’ye bağlamış. Şimdi ondan daha iyi derviş… Bağlanan birinciden daha iyi derviş şimdi. Bazen böyle olur.
Mesela yaban atını yakalayacak bir usta, eline kemendi aldı; yaban atını kırda yakalayacak. Nasıl yapar? Kovalamaya başlar. Yanına gelir, yanında uzun müddet paralel gider, paralel gider, gider, gider; ondan sonra onun üzerine atlar, yavaş yavaş yorulduktan sonra yavaşlattırır, sonra böyle bir ata sahip olur. Bir müddet paralelinde gidip öyle kazanır.
Evliyâullahtan birisini anlatıyorlar, hangi kitaptan okuduğumu şu anda kesin bilemeyeceğim ama Risâle-i Kuşeyriye’de olabilir.
Evliyâullahtan bir zât, namusunu satan kötü bir kadına gitmiş:
“—Senin geceliğin kaç para?” demiş.
“—İki altın, üç altın, beş altın.” neyse...
“—Pekiyi, al parayı, gel benimle.” Gitmişler, gitmişler, eve gelmişler. Eve gelince demiş ki: “—Şimdi sen, ben ne dersem yapacak mısın?” “—Yapacağım.” “—Tamam, gir şuraya, usûlüne uygun olarak güzel bir gusül abdesti al, ondan sonra şu elbiseleri giy!” Ona gusül abdesti aldırmış, namaz abdesti aldırtmış, güzelce örttürmüş. Ondan sonra, “Karşıma geç, benim söylediğim sözleri tekrar et bakalım.” demiş, bir güzel tevbe ettirmiş:
اَللَّهُمَّ اَنـُـُْتَ رَبىِّ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنـُـُْتَ خَلَقْـُتَنِى، وَاَنـَُا عَبْدُكَ ، وَاَنـَُا عَلىَ
عَهْدِكَ وَ وَعْدِكَ مَااسْـُـُتَطَـُعْتُ ، اَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، اَبُوُء
لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَـُىَّ وَاَبُوءُ بِذَنْبِي، فَاغْفِرْلىِ فَ اِنـُـَُّهُ لاَ يَغْ فِرُ الذُّنـُُوبَ
اِلاَّ اَنْتَ .
(Allàhümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî, ve ene abdük, ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tü, eùzü bike min şerri mâ sana’tü ebûü leke binîmetike aleyye ve ebûü bi-zenbî, fağfirlî feinnehû lâ yağfiru’z-zünûbe illâ ente.)65 Ondan sonra: “—Şu karşı odaya git, orada namaz kıl.” demiş.
Yâni, “Paranı vermedim mi? Namaz kıl.” demiş, parayla namaz kıldırmış. Bu tarafta da açmış elini, gözyaşları içinde demiş ki: “—Yâ Rabbi! Ben senin kullarından bir kulum, onu kötülükten çektim, parasını verdim, gusül abdesti aldırdım, tevbe ettirdim, namaz kıldırttım… Benim yapacağım dışını düzeltmek; ben dışını düzelttim yâ Rabbi, sen de kalbini düzelt, aklını düzelt!” demiş.
İçeriden bir hıçkırık bir ağlama; kadıncağız tövbekar olmuş, ağlayarak kalkmış, gitmiş. Ondan sonra iyi insan olmuş. Kitap böyle yazıyor.
Bu evliyâullahın işlerine akıl ermez. Akıl ermediği için de herkes her şeyini tam anlayamaz. Her sözünü tam anlayamaz; körü körüne taklit uygun değil. Bunu onun için anlattım.
2. Soru:
Mürşid-i kâmili sevmenin neden gerekli olduğunu ve faydasını
65 Allahım, sen benim Rabbimsin, senden başka ilâh yoktur. Sen beni yoktan yarattın. Ben senin kulunum, sana verdiğim sözde gücümün yettiği kadar duruyorum. Yaptığım günahların kötülüğünden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetleri ikrar ederim, kusur ve günahlarımı da itiraf ederim. Benim suçlarımı ört, bağışla; senden başka günahları bağışlayacak yoktur, ancak sen varsın.
(Zübdetü’l-Buhàrî, 1377; Şeddâd ibn-i Evs RA’dan.)
söyler misiniz?
Peygamber SAS Hazretleri: “—Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki siz beni babanızdan da evladınızdan da bütün insanlardan da daha çok sevmedikçe hakiki mü’min olamazsınız.” buyuruyor.
Bunun sırrı, sebebi ne? Çünkü Peygamber Efendimiz Allah’ın elçisi, Allah’ın emirlerini tebliğ ediyor, Allah’ın sevgili kulu. Mü’minin; hem Allah’ın elçisi olduğundan onu sevmesi lazım hem de Allah’ın emirlerini, yolunu öğrettiği için sevmesi lazım. Onu sevmek onu iyi müslüman yapacak, cennete götürecek, Allah’ın rızasına götürecek; hikmeti bu. Sevmediği zaman bu işler olmaz; onun için sevgi çok önemlidir.
Aynı sebepten dolayı da mürşid-i kâmilini sevecek ki yolu sevsin, cennet yolunu sevsin, sıkıntılarına katlansın; halvetlere girsin, tesbihleri çeksin, ibadetlerini yapsın, günahlardan kaçınsın, cennete girsin; bu sebeplerden dolayı gereklidir. Bir de mürşid-i kâmili doktora benzetirler. Mesela doktor bir insana der ki; “—Sigara içme, ekşi turşu yeme, şu hapları al.” Bunları dinlemezse o hasta iyi olur mu? İyi olmaz. Ne yapacak? Söz dinleyecek.
Mürid de şeyhine teslim olduğu zaman, şeyhi ona bakar, bir takım tavsiyelerde bulunur. Onu dinleyecek; dinlemezse, tavsiye tutulmazsa, tedavi olmadığından dinlemesi gerekiyor. İtaatli olacak, itirazcı olmayacak. Sahabesi Peygamber Efendimiz’e hiç itiraz etmezlerdi, o âdete, töreye göre aynen devam edecek.
v. Mürşidlerin İşleri
Soru:
Falanca mürşid müridlerini cepheye göndermemiş.
Müridleri çok kıymetli kimselerdir, halkın düşmanla çarpışmaktan fazla irşada ihtiyacı vardır, ölçmüştür biçmiştir;
“Siz oraya gitmeyin, burada vazife görün.” demiştir. Ama aynı dergâhtan olup da fiilen savaşa katılanlar da var; bizzat harbin içinde olanlar ve esir düşen, kalkıp gelenler de var. Onların o andaki durumları bizden daha iyi bildiklerini düşünüp hüsnüzan ederiz, “Vardır bir sebebi.” deriz. Çünkü mürşid-i kirâmların, hakikaten evliyâullahsa, yaptığı işlerin hikmetlerine akıl ermez.
Kitaplar büyüklerimizden Bahâeddîn-i Nakşıbend Efendimiz için anlatır:
“—Haydi gidelim, filanca tüccarın deposundaki kumaşları alalım!” demiş.
Pencereden girmişler, herkes depodaki kumaşları topları sırtlamış, depoyu boşaltmışlar. Şeyh emretti, müridler de işi yaptılar. Depo boşalmış, kumaşların hepsi depodan gitmiş.
Ondan sonra ertesi gün veya birkaç zaman sonra götürmüşler, kumaşları tekrar vermişler. Sonradan anlaşılmış ki oralara o akşam bir hırsız çetesi gelmiş, bütün civarı soymuş. O tüccar sâlih bir kimseymiş, onun mallarını bunlar aldığı için soyamıyorlar, sonra götürüp verdikleri için malları aynen kalmış oluyor.
Bilinmez. İnsan hakikî evliyâ ise hakikî evliyânın emirleri akla mantığa, o andaki duruma uygun olmasa bile bir sebebi vardır. Bu gibi durumlar için büyüklerimiz diyor ki;
“—Mûsâ AS ile Hızır AS’ın Kehf Sûresi’ndeki macerası hatırlanılsın, itimat edilsin.” deniliyor.
Evet, Hızır AS’ın yaptığı işler normal gibi görünmüyor ama ilm-i ledünden yapıyor. Kur’an-ı Kerim bildiriyor. Mûsâ AS bile itiraz etmiş; ama itiraz etmemesi gerekiyormuş.
Senin aklın kadar, senin kalbin kadar, senin takvân kadar o mübareklerin aklı, takvâsı olduğunu lütfen kabul et! İtiraz edeceğine lütfen kabul et!
Bu söylediği şahıs, 6 saatte Kur’an’ı hatmeden bir kimse! Çocuğu var, çocuğu da şu anda sağ, büyük bir zat. O da; “Sayfayı tersten, aşağıdan yukarıya okurum.” diyor; o kadar kuvvetli hafız!
Aynı zamanda Buhârî’nin hafızı. Çok eserler neşretmiş. Herkes ille gidip cephede çarpışmaz. Osmanlı Devleti alimleri cepheye göndermemiş, onları askerlikten muaf tutmuş. Çünkü alimler giderse halk perişan olur. Alim öldü mü, asker her zaman bulunur, ama alim bulunmaz ki; alim 90 yılda yetişiyor, 80 yılda yetişiyor... Niye Osmanlı medrese talebesini ve ulemâyı askere almamış? Onları cihad ecrinden mahrum etmek için mi?
Hayır. İlim öğretmek, İslâm’ı öğretmek cihadın en yüksek çeşidi olduğundan.
Bunları anlamak lazım. “O mürşid müridlerini niye cepheye göndermemiş?” diye onu ayıplamak yerine, işin bu taraflarını düşünüp anlamaya çalışmak lazım
y. Tayy-i Zaman, Tayy-i Mekân
Soru:
Biz hocalardan “İnsan öldüğü zaman kıyamete kadar kabirde bekler.” diye duyduk. Peygamberimiz’in Mi’rac’da cennetteki kişileri görmesi nasıl oluyor?
Bu mesele, zaman denilen esrarengiz varlığın mahiyeti ile ilgilidir. Zaman dediğimiz şey nedir?
Alimler, bilimsel olarak izahını yapmaya çalıştığı zaman zorlanıyorlar. Hatta büyük fizikçiler, müslüman olan insanlar falan değil Einstein gibi insanlar, zamanın da izafî olduğunu söylüyorlar. İzafî, izafiyet teorisi; rölativite, görecelik… Zamanın da izafî olduğunu söylüyorlar.
Belki mantık bakımından anlayamazsınız ama fizik de ispat ediyor ki senin; “Gökte şu olay şu olaydan sonra oldu…” diye gördüğün bir olayı başka bir gözlemci, ikinciyi birinciden önce olmuş gibi görebiliyor. Zaman biraz izafî bir şey!
Ayrıca televizyonlarda zaman tüneli filan diye bir şeyler görüyoruz. Geriye gidiyor, ileriye gidiyor… Allah-u Teàlâ
Hazretleri âlemlerin Rabbi, her şeyi bilir!
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (الحديد:٣)
(Ve hüve bi-külli şey’in alîm) “O her şeyi bilir.” (Hadîd, 57/3)
Allah, olmuşu da bilir olacağı da bilir. Onun için zaman bahis konusu değildir. Zamanın evvelini de sonrasını da bilir. Onun için Allahu Teàlâ Hazretleri Resûlüne ilerdeki bir zamanda olacak olan şeyi, Rasûlü’nü ileri götürüp göstertiyor. Evliyâsına da gösteriyor.
Evliyâsına da zaman bakımından birtakım ilginç kerametler vermiştir. Bast-ı zaman derler. Allah onlara da öyle şeyler nasip ediyor. Onlar da ileriye dönük, geriye dönük şeyleri görebiliyorlar. Küçük bir zaman aralığında çok olayı yaşayabiliyorlar. Bir zamanda hem orada, hem başka yerde bulunabiliyorlar. Mantığınız kabul etmediği için olmuş olaylardan bunu anlatayım.
Benim Mehmed Zahid Kotku Hocam’dan önce kim vardı?
Abdülaziz Bekkine Hoca vardı. Râmuzü’l-Ehâdis’in tercümeleri var, o Abdülaziz Bekkine Hoca vardı.
Bizim hocamız kim? Mehmed Zahid Kotku… Sizin hocanız kim? Ben…
Benim hocam Mehmed Zahid Kotku’dan önce, onun tekke arkadaşı Abdülaziz Bekkine Hoca vardı. Ondan önce Hasib Hoca vardı. O da tekke arkadaşı. Bu üçü arkadaş. Hepsi Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’den feyz almışlar.
Ama bizim Mehmed Zahid Kotku Hocamız tekkeye daha önce gelmiş, daha kıdemli. Hasib Efendi’yi ve Abdülaziz Efendi’yi tekkeye o getirmiş. Fakat bunun ömrü daha çok olacağından, Allah’tan, Hasib Efendi şeyhliği önce yapmış, Aziz Efendi ondan sonra yapmış, Mehmed Zahid Kotku Hocamız en son yapmış. Ama Mehmed Zahid Kotku Hocamız onlardan kıdemli. Onlardan evvel, onlardan sonra. O arada onlar da şeyhlik yaptı, gittiler.
Babam Hasib Efendi’yi görmüş, ben görmedim. Ben Aziz Efendi’yi de gördüm. Mehmed Zahid Kotku Efendimiz’i de gördüm. O benim kayınpederim ve hocam. Uzun zaman beraber
olduk. Ama Aziz Efendi’yi az hatırlıyorum. Çünkü ortaokul talebesiydim, çok gitmiyordum.
Ondan evvelki Hasib Efendi’yi ben bilmiyorum. Babam, arkasında namaz kılmış, biliyor. Şehzadebaşı Camii’nin önünde Vefa Lisesine doğru giden bir yol var, onun köşesinde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi var. Şehzadebaşı Camii’nin önündeki türbeden geçip de Vefa Bozacısına doğru giden caddede köşede bir sebil var. O İbrahim Paşa Medresesi sebilidir, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi’dir. Onun içinde cami var, mescid var. Orada imamlık yapar, vaaz verirmiş. Hasib Efendi, bu Râmûzü’l-Ehâdîs hadis kitabını falan okuturmuş. Ben, Hasib Efendi’nin de evliyâullahtan olduğunu biliyorum.
Hasib Efendi’yi görmüş olan yaşlı bir amca vardı. Esnaf Hastanesi müdürü, idare müdürüydü. Bir bayramda onu ziyarete gittik:
“—Şükrü amca, Hasib Efendi’yi sen tanıyorsun. Gördüğün bir kerametini anlat da öğrenelim!” dedim.
Hasib Efendi’yi sordum. O görmüş. Bu sorduğum kimse de kale gibi sağlam bir müslüman amca idi. Nur içinde yatsın. Ak sakallıydı. Örfî idare sokağa çıkma yasağı koyduğu zaman, hiç aldırmaz, yürür, camiye gelir, namazı kılar giderdi. Böyle bir kimse idi. Üç beş durak öteden gelir giderdi. Polisler birkaç defa yakalamışlar. Hiç bana mısın demezdi. Öyle bir sağlam insandı. O anlattı. Hikâyeyi ben de size anlatıyorum.
Niçin anlatıyorum? Zaman dediğimiz işin biraz acaipliğini anlatmak için anlatıyorum. Daha arkasından bir şey daha anlatacağım. İki olmuş şey anlatacağım. Bir tanesi kesin olmuş, ötekisini kulaktan duydum. O da ibretli bir şey!
Hasip Efendi’nin Pazar günü öğleyin Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi’nin mescidinde dersi olurmuş. Hocanın kerametini sorduğum bizim derviş, Şükrü Amca ve arkadaşı; üç kişi, üçü bir olmuşlar.
Bizim, Adil Bey diye Ezineli bir ihvânımız. O zamanlar Türkiye’de araba filan çok azdı ama o zengindi. Onun arabası varmış. O zaman arabası olan nadir insanlardan. Bizim Patikçi Şükrü Amca’yı almış, bir kişi daha yanında; Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne gitmişler.
O zaman Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne gitmek çok zor. Trenle Bakırköy’e gideceksiniz. Ayrı vasıta tutacaksınız, sizi hastaneye götürecek. Uzak. Bunun da arabası var. Davut Paşa istasyonundan, Edirne yolundan, daha E5, E6 yok, bunları pazar günü orada bir ihvanına götürmüş. Hilmi Hoca diye birisi hastalanmış. Tedavi görsün diye Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesine yatırmışlar. Onu ziyarete gitmişler.
Hilmi Hoca, Mahmut Paşa Camii’nin imamı idi. Bunlar da tanıyorlar. “İhvanımız hastalandı. Hadi şuna bir geçmiş olsuna gidelim!” diye gitmişler.
Gitmişler. Hilmi Efendi iyi. Yatağında oturmuş. Konuşmuşlar, sonra çıkmışlar. Şükrü Amca, onları arabasıyla götüren Adil Bey, bir kişi daha; üçü. Çıkmışlar koridorun öbür ucundan dönerken
bir de bakmışlar ki Hilmi Efendi’nin koğuşuna Hasib Hocaefendi giriyor.
“—Hocaefendi de ziyarete gelmiş. Acaba ders yapmadı mı?” demişler. Pazar günü ders saati, Hacı Hasib Efendi Hazretleri de oraya gelmiş. Uzaktan kapıdan girdiğini görmüş- ler. Hasib Efendi Hocamız da çıksın da, dönüşte arabamıza alalım, kolayca götürelim falan diye orada beklemişler. Beklemişler, beklemiş- ler, beklemişler… Kapının önünde- ler, kapıya bakıyorlar. Hasib Efendi
çıkmamış. Hoca orada niye o kadar uzun kaldı diye kapıyı açmışlar. Hilmi Efendi onlara bakmış;
“—Ne o?” demiş.
“—İçeriye Hasib Efendi’nin girdiğini gördük. Niye çıkmadı diye bekliyoruz ama o burada yok!” “—Evet, geldi. Beni ziyaret etti gitti.” demiş.
Kapıda bekliyorlardı, başka bir çıkacak yer yok!
“—Allah Allah! Yahu biz kapıya bakıyorduk. Kapıdan mı çıktı?” Pencereden gidecek değil ya! Hastaneden çıkmışlar, avluya bakınmışlar; yok! Bu ne iştir? Akılları almamış. Arabaya binmişler, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi’ne gelmişler. İçeri girmişler. Bakmışlar, cemaat oturmuş. Hocaefendi de kürsüde, bizim okuduğumuz Râmûzü’l-Ehâdîs hadis kitabını okuyor.
Râmûzü’l-Ehâdîs bizim geleneksel ders kitabımız. Bizim tekkede bu okunur. Onlar okumuş, ben de okuyorum. İnşaallah benden sonra da okunacak!
Hastanede gördüler ya, yanındaki kişiye demiş ki:
“—Hocaefendi ne zaman geldi, derse ne zaman başladı?” Adam şaşırmış bir şekilde bakmış:
“—Ne zaman başlayacak, namazı kıldırdı, namazdan sonra oturdu başladı. O zamandan beri devam ediyor. Bir, bir buçuk saat oldu.” Allah Allah! Şaşırmışlar. Hocaefendi hem burada namazı kıldırmış, hem oturmuş bu hadis dersine devam ediyor. Hem de bunlar o arada hastaneye gitmişlerdi, orada Hilmi Efendi’yi ziyaret etmiş. Hem burada vaaz veriyor, hem orada Hilmi Efendi’yi ziyaret ediyor. Bu ne biçim iştir!
Aynı zamanda iki yerde birden olmak. İki işi birden görmek. Hilmi Efendi de;
“—Evet, Hasib Efendi Hocamız geldi, geçmiş olsun dedi.” demiş. Cemaat de söylemiş ki;
“—Evet, öğlen namazını kıldırdı. O zamandan beri vaaza devam ediyor.” Bu ne biçim iş! Bizim aklımız ermez!
Bu nedir? Keramet! Bak Allah evliyâsını, sevdiği kulunu iki yerde bulunduruyor. İki işi birden yaptırtıyor. İki işi de yaptırtır, daha çok işi yaptırır.
Bu, tarih kitaplarının yazdığı bir kerameti hatırlatıyor. Emir Sultan Bursa Ulu Camii’nin yapıldığı zaman ilk vaazını verdi.
Cemaat kendisini çok sevdiği için ne yaptı? Kapının önünde durdu. Çıkan cemaat elini öptü, çıktı. Ulu Camii’nin bir sağda kapısı var, bir solda kapısı var, bir arkada kapısı var. Her kapıdan çıkan; “Hocaefendinin elini öptük.” dedi, öyle çıktı.
Birisi dedi ki; “Ben batı kapısından çıktım. Hocamız oradaydı, elini öptüm.” Doğu kapısından çıkan dedi ki; “Öyle şey olur mu, bizim kapıdaydı. Ben elini öptüm.” Arka kapıdan, kuzey kapısından çıkan dedi ki; “Hocaefendi ordaydı, ben orada elini öptüm…” Emir Sultan üç yerde görüldü. Tarih kitapları yazıyor. Böyle şeyler bu zaman denilen şeyin esrarengizliğini gösterir.
z. Başka Bir Şeyhe Bağlanmak
Soru:
Herhangi bir tarikattan dersi olan kimse başka bir hoca efendiyi sevip ona derviş olabilir mi?
Olabilir. Bunun misali Peygamber Efendimiz SAS’e tâbi olmak gibidir. Musa AS gelmiş, Tevrat’ı insanlara anlatmış. Aradan asırlar geçmiş, Tevrat’ın aslı kaybolmuş, ilaveler, çıkarmalar, bozulmalar olmuş. İncil, Îsa AS’a gelmiş. İncil’in Îsa AS’ın zamanında ve onun diliyle yazılı nüshası ortada yok, belli değil. Îsa AS’ın konuştuğu dille olanı yok. Yunancası var, daha başka dillere tercümesi var ve kendisinin zamanında yazılmış olan yok. Kendisi zamanından yıllar sonra yazılmış nüshalar var. Onun için Allah onlar da asıl tevhid inancını bozup da Hz. Îsa’yı tanrı edindikleri için Hz. Meryem’i tanrı doğuran diye isimlendirip meleklere tapındıkları için Allah dini yenilemiştir.
Nasıl Peygamber Efendimiz peygamber seçildikten sonra artık Peygamber Efendimiz’in devri başlamış oluyor. Eski dinlere bağlı olan insanların gelip Peygamber Efendimiz’e bağlanması gerekse, yanlışı bırakıp doğruyu seçmesi gerekliyse, yanlış bir yola girmiş olan bir kimse de güzel ve doğru olan bir yola gelebilir.