“Günümüz toplumu tarikata uygun değildir. Bir yere kapanıp zikir yapmaktansa, dışarıda insanlara İslâm için hizmet yapmak gereklidir. Bunun için tarikat gereksizdir.” deniliyor. Bu söze bağlı olarak, günümüzdeki tarikat anlayışı konusundaki düşünceniz?


“Günümüz toplumu tarikata uygun değildir.” diyemiyoruz. Olaylar da öyle göstermiyor. Amerika’lı bile, yahudi bile, Fransız, İngiliz, Alman bile müslüman olup tarikata girebiliyor. Hattâ Abdülkadir es-Sûfî’nin Londra yakınında ayrı bir yer aldığı, ayrı okullar açtığı, helâl gıda satılan ayrı bir süpermarket açtığı, İslâmî bir topluluk meydana getirmeğe çalıştığını biliyoruz.

Toplum tarikata uygun değilse, İslâm’a uygun değilse; o zaman, müslüman olan insan topluma uymuyor, toplum içinde kendi varlığını sürdürmeğe çalışıyor. Biz de öyle yapıyoruz. Biz de Türkiye’deki çevre içinde, ortam içinde, çeşitli gayr-i İslâmî tesirlerin karşısında hanımlar giyim bakımından; erkekler sakal, namaz vs. konularda herkes, “Öz inancıma uygun yaşayayım!” diye bir direnç gösteriyor. İnsan ille topluma tâbî olmuyor, bazen de topluma karşı çıkarak, direnç göstererek bazı haksızlıkları engellemeğe çalışıyor.

O bakımdan, toplum tarikata uygun değilse, tarikat da gerekli bir eğitimi —iç eğitimi, ahlâk eğitimi— veriyorsa; o zaman, toplumun ihtiyacı var buna... Toplumun değişmesi lâzım! Bu inadından vazgeçsin, şu ahlâk eğitimi yapılsın da, hayâlî ihracatlar, arsızlıklar, yüzsüzlükler vs. bitsin! Ahlâk toplum için gerekli olduğu için, ahlâk eğitiminin yapılması gerekli olduğuna göre, bu taraftan da bakabiliriz bu konuya...

 

“Bir yere kapanıp zikir yapmak” sözüyle tarikata bir sataşma oluyor. Bir iddia, bir kötüleme oluyor. Tarikat sanıldığı gibi böyle değildir. Belki, böyle yapanlar hristiyan rahiplerdir. İslâm’dan önceki mistikler böyle yapmışlar. Uludağ’a çekilmiş, —onun için keşiş dağı denmiş— orada ibadet etmiş. Mağaraya çekilmişler veya Niğde Aksaray’daki peribacalarının olduğu yerlerde, vs. böyle dünyayı terk ederek, târik-i dünya olarak, evlenmeyerek, ruhbanlıkla, ibadetle meşgul olmuşlar.

İslâm böyle değildir. İslâm’da mutasavvıfların hepsi bir meslek sahibidir. Meselâ, okuyun Tezkiretü’l-Evliyâ’yı: Ya attârdır, ya kassâbdır, ya nessâcdır, dokumacıdır... Çünkü, elinin emeğiyle kazanmak sevap olduğundan çalışmışlardır. İbadetini çalışırken yapmışlardır. Çalışıp da sevap kazanmayı düşünmüşlerdir. Çalışıp kazandıklarıyla hayır yapmayı düşünmüşlerdir.

 

İslâm tasavvufunda böyle bir kenara çekilip de, toplumdan kaçmak yoktur. Bazı zamanlar yapılan bir halvet var; o da eğitim içindir. Hiç bir kimse üniversitenin son sınıfına gelmiş bir öğrenci, tam proje devresinde evinden üç gün dışarı çıkmadı, projeyi yetiştirmek için gece gündüz çalıştı diye onu suçlayamaz. Çünkü, nihâyet bir proje hazırlayacak, imtihanlara hazırlanıyor. Bu normal bir şey...

Tarikatta da eğitim için bazı eğitim şekilleri vardır. Kırk gün halvete girecek, zikir yapacak; gönül gözü açılacak, ma’rifetullaha erecek, Allah’ın sevgili kulu olacak. Kırk gün orda bir ibadet vardır amma, ondan sonra da çıkıp hizmet vardır.

Meselâ: Eşrefoğlu Rûmî Hama’ya gitmiş. Hama’daki Saâdeddîn-i Hamevî Hazretleri’nden üç defa halvet, erbaîn, çile çekmiş. Yüz yirmi gün, dört ay yâni... Dört ay devamlı ibadetle meşgul olmuş ama, ondan sonra gelmiş İznik’te, halkın eğitimiyle, irşadıyla, dervişlerin yetiştirilmesiyle, dînî ilimlerin öğretilmesiyle meşgul olmuş.

 

Ayrıca, kendileri de yine kazançlarını kendileri sağlamaya dikkat etmişler. Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin nasıl geçindiğini biliyorsunuz. Kaşık yontarmış, kaşıklarını pazara gönderir, sattırırmış. Hattâ kendisi gitmezmiş. Hayvanın iki tarafındaki küfeye koyarmış, dehlermiş hayvanı... Hayvan gider orda pazarda dolaşırken, herkes kaşıkları alırmış parayı içine bırakırmış. Eğer adam parayı vermezse, parayı verinceye kadar hayvan onun önünden ayrılmazmış.

Böyle şeyler anlatılıyor ama, şunu çok net olarak biliyoruz ki, çalışıyorlar. Kimseye yük olmadan, alnının teriyle geçiniyorlar. Cihad ederek geçiniyorlar. Ticaret var, cihad var, hizmet var... Zikir de var ama, müsaade et de geceleyin saat iki ile üç arasında yarım saat zikretsin, Allah Allah desin, gözyaşı döksün! O da var çünkü hadis-i şerifte...

Eve ekmeği, peyniri götürmeyi unutmak, Orhan Veli’de var... “Böyle güzel havalarda ekmek peynir getirip götürmeyi unuttum.” diye o söylüyor. Bizimkilerde yok...

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN