Filanca camide birisi; “‘Benim mürşidim kalbimden geçeni bilir.’ derse dinden çıkar.” dedi. “Hatta Peygamber Efendimiz dahi bilemez, yalnız Allah bilir.” buyurdular.


Bu hocanın veya vaizin söylediği yalan ve yanlıştır, doğru değildir. Çünkü Allah bazı kullarına bildirir. Bildirince o da bilir. Bunun misalleri vardır. Hatta hadis-i şeriften de delili vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri bir hadis-i kudsîde şöyle buyurur:[64]

 

وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَـلَـيْـهِ، وَ مَا

 

يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّـوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ؛ فَإِذَا أَحْبَبْـتُهُ، كُـنْـتُ

 

سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ

 

بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا (خ. عن أبي هريرة)

 

(Ve mâ tekarrabe ileyye abdî bi-şey’in ehabbe ileyye mimme’fteradtü aleyhi) [Kulum bana, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz; en çok farz ibadetlerle yaklaşır. (Ve mâ yezâlü abdî yetekarrabü ileyye bi’n-nevâfili hattâ ühibbehû) Kulum nâfile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, nihayet o kulumu severim. (Feizâ ahbebtühû) Bir kere de onu sevdim mi, (küntü sem’ahü’llezî yesmeu bihî) işittiği kulağı olurum; (ve basarahü’llezî yübsiru bihî) gördüğü gözü olurum; (ve yedehü’lletî yabtışü bihâ) tuttuğu eli olurum; (ve riclehü’lletî yemşî bihâ) yürüdüğü ayağı olurum.]

Yâni, “Benimle görür, benimle işitir, benimle söyler, benimle tutar, benimle yapar, eder.” diyor. Tabii bu hal ne demek? Kerâmet hâli demektir.

Allah bir kimseye kerâmet verdi mi, o ikramâtı verdi mi o kimse bilebilir. Hadis-i şerif böyle derken, “Bunu söyleyen kâfirdir.” Derse, o hoca hocalıktan istifa etsin, o vaiz vaizliği bıraksın! Çünkü dini bilmiyor, halkı da yanlış yola sevk ediyor.

 

Evet, gaybı sadece Allah bilir; ama Allah bazı kimselere bazı şeyleri bildiriyor. Peygamber Efendimiz’e İstanbul’u alacağını kim söylettirdi?

“—İstanbul mutlaka fetholunacaktır.” dedi, fetholundu.

“—Kıyamette, âhir zamanda şunlar şunlar olacak.” diye bildiren kim? İstikbal değil mi bunlar?

Allah bildirince o zaman oluyor. Evliyâullahtan ne zaman vefat edeceğini Allah tarafından rüyada gösterilip, bilip de önceden söyleyenler var. Bizim bir tanıdığımız kâmil şeyhlerimizden, büyüklerimizden, karşısındakinin kalbinden geçeni bilip söyleyen vardır. Binâen aleyh, bu kerâmet bâbına girer.

“—Bunu söyleyen kâfir olur.” diyen din adamı değil, bu konuyu iyi bilmiyor. Vazifesinden istifa etsin veya tevbe etsin.

 

Necip Fazıl’ın şeyhi Abdülhakim Efendi Beyazıt camiinde vaaz verirmiş. Bizim gibi, “Bu sayfaya geldik, bu sayfada bıraktık.” dermiş. Bir gün oturmuş vaaza, açmış sayfayı;

 

 

 “—Ey cemaat! Şurada kalmıştık. Şuradan başlamamız lazım. Ama konuya girmeden evvel üç sorunun cevabını vereceğim, öyle başlayacağım.” demiş.

Meğer o gün üç kişi oraya gelmişler, demişler ki; “Hoca kerâmet sahibiyse şu sorunun, şu sorunun, şu sorunun cevabını versin.” demişler. Üç sorunun cevabını, kendileri kafalarından düşünmüşler. Hoca kitabı açıyor, derse başlamadan onların cevaplarını veriyor, öyle başlıyor.

 

Yine benim Ankara’da bir arkadaşım anlatıyor:

“—Ben jandarma karakolunda çavuştum. Bizim başçavuş arkadaşla o zaman Seydâ dedikleri bir zâtı ziyarete gittik...”

Seydâ, ilmi seviyesi belli bir noktaya gelmiş insanların hepsine diyorlar orada. Yani Seydalar bir tane değil, çok olabiliyor.

“—Cizre’deki Seydâ el-Cezerî Hazretleri (1889-1968) kâmil bir zat, mübarek bir insan, Nakşbendî meşâyihinden. Onu ziyaret edelim!” demişler.

Bir tanesi; “Ama Şeyh Efendi biz oraya gittiğimiz zaman bize hindi dolması ikram etsin.” demiş. Aklından böyle geçirmiş.

 

Bir tanesi de; “Şu soruya cevap versin.” demiş.

Bir tanesine de; “Sen ne düşündün?” demişler.

“—Ben bir şey düşündüm ama, size söylememem!”

“—Allah aşkına söyle!” diye zorlamışlar.

“—Ben cünüb gideceğim, benim cünüb olduğumu bilsin.” demiş.

 “—Olmaz, edepsizlik yok. Öyleyse biz gitmiyoruz.” demişler.

“—Yok, ille gideceksiniz.” demiş.

Böyle diyen başçavuşmuş, diğerlerini zorlamış. Korka korka yola çıkmışlar.

 

“O zaman jip de yok, Cizre’ye atla gidiyoruz. Uzaktan Cizre göründü.” diyor. “Karşıdan bir atlı tozu toprağa kataraktan dıgıdık dıgıdık geldi.” diyor.

“—Selâmün aleyküm!” dedi.

“—Ve aleyküm selâm…” dedik.

‘—Şeyh Seyda Hazretleri’ni ziyaret etmek isteyen üç kişi siz misiniz?’ dedi.

Birbirimize baktık.

“—Evet, biziz.” dedik.

‘—Şeyh Hazretleri’nin selâmı var. İçinizden bir tanesi Dicle’de yıkansın, öyle gelsin dedi.’” diyor.

Anlatan üç kişiden biri, gidenlerden birisi anlatıyor:

 “—Başçavuş atın üstünde, baktım yıldırım çarpmış gibi oldu, sallandı, neredeyse aşağı düşecekti. Nehre girdi, yıkandı.” diyor.

“Ondan sonra gittik. Bizi güzel karşıladı. Yemek ikram etti. İstediğimiz yemeği ikram etti.” diyor.

“—Bu zamanda insanlar çok acayiptir. Şeyhten yemek isterler ama o yemeği nereden bulduğunu hiç düşünmezler!” demiş.

“Üçüncü meseleyi de söyledi.” diyor.

 

Ben kendi hayatımdan misal anlatayım:

Ilgazlı Ahmed Efendi (1890-1975) vardı. Biz de Kastamonu’ya gidiyorduk [1974]. Yanımda da Diyanet’te müfettiş olan bir talebem vardı.

“—Ahmed Efendi benim babamın şeyhiydi, oraya uğrayalım, elini öpelim!” dedi.

“—Olur.” dedik.

Ben de o zaman İlâhiyat’ta asistanım. Ilgaz’a gittik, elini öptük. Mübarek bir insan, cennetmekân. Tatlı dilli, güleç yüzlü. Çok sevindi. Elini öptük, dua etti. Yemek yemeden bırakmadı. Bizim oraya giderken otomobilimizde kendi aramızda konuştuğumuz her şeyi konu edindi, orada onları söyledi.

İşte bunlar oluyor. Ben bunları görmüşüm.

 

Onun için, bu gibi şeyler bir çeşit inkârdır. Bazıları kerâmeti bilmiyor, yaşamamış. Öyle insanların yanına gitmemiş. Kabul etmiyor;

“—’Mürşidim kalbimden geçeni bilir.’ derse dinden çıkar.” diyor.

Allah bildirdiyse, ne olacak o zaman? Niye dinden çıkıyor? Kerâmât-i evliyâ hak değil mi? Hak.

“—Ama tabii herkes herkesin kalbinden geçeni bilir mi?”

O ayrı, tabii herkes bilmez. Allah bildirirse bilir.

“—Her zaman bilir mi?”

Her zaman da bilmez. Allah bildirmezse bilmez.

 

Allah Peygamber Efendimiz’e bile düşmanının sayısını az göstermiş. Âyet-i kerimeyle öyle bildiriyor:

 

وَإِذْ يُرِيكُمُوهُمْ إِذِ الْتَقَيْتُمْ فِي أَعْيُنِكُمْ قَلِيلًا وَ يُقَلِّلُكُمْ فِي أَعْيُنِهِمْ

 

لِيَقْضِيَ اللهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا، وَإِلَى اللهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ (الأنفال:٤٤)

 

(Ve iz yürîkümûhüm izi’l-tekaytüm fî a’yüniküm kalîlen ve yükallilüküm fî a’yünihim liyakdıya’llàhu emran kâne mef’ùlâ) [Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. (Ve ila’llàhi türceu’l-umûr) Bütün işler Allah’a döner.] (Enfal, 8/44)

Müslümanları öbür tarafın gözünde az göstermiş. Müslümanlara da onları az göstermiş. Savaşa girsinler ve Allah’ın hükmü yerine gelsin diye.

Allah bazen az gösterir. Vardır bir hikmeti. Hikmetinden sual olunmaz. “Öyle olacak, böyle olacak…” denilmez. Ama kerâmât-ı evliyâ haktır, misâli çoktur. Kur’an-ı Kerim’de de vardır.

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN

[64] Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2384, Rikàk, 84/38, no:6137; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.58, Birr ve İhsân, no:;347;  Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.206, no:7833; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.520, no:7087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.346, no:6188, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.4; Bezzâr, Müsned, c.II, s.460, no:8750; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.380; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.175, no:1438; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXVI, s.96, no:5460; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.221, no:7880; Ebû Ümâme RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.256, no:26236; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IX, s.139, no:9352; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.327, no:1457; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Evliyâ, c.I, s.23, no:45; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.277, no:7491; Hz. Aişe RA’dan.

Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.381; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.168, no:4445; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.II, s.232; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.192, no:20301; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.229, no:1155-1160 ve c.VII, s.770, no:21327; Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.513, no:3498, 3499; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.82, no:6898; Nevevî, Riyâzu’s-Sàlihîn, c.I, s.246, no:1.