Bulunduğumuz yerde başka bir cemaate bağlı arkadaşlar var... Onlar her akşam hatme yapıyorlar. Arada bir katılıyoruz, mahzuru var mı?


Mahzuru olmaz esas itibariyle ama, bazı cemaatlerin liderleri bizimkilerin yakasına yapışıyorlar... Bu bizimkilerin de bir imtihanı oluyor; onun için pek ses çıkartmamayı da düşünüyorum. Yakasına yapışıyorlar:

“—İlle bizim tarikata gel!” diyorlar.

“—Yâhu, ben bir yere bağlıyım!” diyor.

“—Yok, bize gel!” diyorlar.

 

Meselâ filân efendi[53] filânca şehirde gitmiş, bir hocaefendiye:

“—Sen bizim tarikata gel!” demiş.

“—E, ben bir yere bağlıyım!”

“—Nereye bağlısın?”

“—İskenderpaşa’ya...”

“—E, İskenderpaşa’nın hocası vefat etti.”

“—Vefat etti ama, yerine başka hoca var. Makam duruyor. Filanca reisicumhur öldü; ondan sonra bitiyor mu? Vazife devam ediyor. İnsanlar yaşadığı müddetçe, irşad vazifesi kıyamete kadar devam edecek!”

“—Yok, sen bize gel!”

“—Yok, ben yerimden memnunum, gelmem!” demiş.

 

Bizim bir genç çocuk, filânca hocaya[54] gitmiş; ona:

“—Ben sizin kurslarınızda kalabilir miyim?” demiş.

“—Kal ama, bizim tarikata gir!”

“—Ben İskenderpaşa’ya bağlıyım!”

“—Sünnet-i seniyyeye daha bağlı bir dergâh olduğumuz için bize bağlan!” demiş.

Gelmiş bir hocaya[55] sormuş. Hoca da demiş ki:

“—O da halifedir, o da halifedir; kime gitsen olur.” demiş.

Pekiyi, ahid ne oldu, verilen söz ne oldu?

 

Hani ey zâlim bizimle ahd ü peymân ettiğin?

 

Müşteri çalmak, talebe ayartmak ne oluyor?

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:[56]

 

وَلاَ كَثُرَتْ أَتْبَاعُهُ إِلاَّ كَثُرَتْ شَيَاطِينُهُ (حل. هناد عن

عبيد بن عمير مرسلاً)

 

(Velâ kesüret etbâuhû) “Bir insanın etbâı çoğalırsa, (illâ kesüret şeyâtînühû) ancak şeytanları çoğalır.” buyurmuş.

Çünkü, her birisi bir dert, her birinin derdiyle uğraşacak! Her birisi bir dert,  bir yük yâni...

Teklif eden kimsenin teklif etmesi, soru soran kimsenin soru sorması, cevap veren kimsenin cevap vermesi tasavvuf değildir. Bu üç olaydaki üç şahıs tasavvufa uygun bir iş yapmıyor. Yaptıkları tasavvuf değildir, dîvâneliktir.

 

Bir arkadaşımız rüyada kardeşini görmüş. Kardeşi ama, “Bu Rasûlüllah’tır.” demişler. Rüya, hikmetleri var… Sonra rüyada Hocamız’ı görmüş; Hocamız ama “Bu Rasûlüllah’tır.” demişler. Sonra bir başka rüyada Rasûlüllah Efendimiz’i görmüş. Efendimiz elinde bir kâğıt, rüyayı gören kimseye gösteriyor; kardeşine de bir şey demiyor, buna da bir şey demiyor. Elinde bir kâğıt...

“—Bu nedir?” diye dün bana sordular. Tabii isim zikretmiyoruz. Rüyaları bana naklettiler. O da dinliyor. Ben de rüyanın yorumunu söylüyorum.

Bu şahıs bizim İskenderpaşa’yı bırakmış da falanca yere gitmiş. İyi güzel, filanca yere gidiyorsun ama, bu Rasûlüllah’ın rüyada gösterdiği kâğıt, ahid demektir. “Hani sen bir yerle ahid yapmıştın? Ne oldu senin bu ahdin?” demektir.

 

Sonra bak, “Mehmed Zâhid Efendi de Rasûlullah’ın yolunda.” demektir. “Sen de Rasûlüllah’ın yolunda gitmek istiyorsun. Bu dergâh Rasûlüllah’ın yolu demek. Senin burayla bir ahdin, bağlantın var; ne oldu bu ahid?” demektir bu…

İnsanlar çeşitli şekillerde imtihan olur. Müridin imtihanı da çok çeşitli olur. Tabii bizim imtihanımız çok daha büyük olur. Bizim derdimiz çok daha büyük olur.

Allah hepimize yardım etsin. Size de, bize de, herkese yardım etsin. Herkesin hayrını, iyiliğini isteriz.

 

Şahsen Allah beni –hamd ü senâlar olsun- sizlere muhtaç etmedi. Benim sizden herhangi bir kimseye ihtiyacım yoktur. Ne parasal yönden, ne bir başka yönden... El-hamdü lillah bana yetecek, benim de başkasına yardım edecek imkânları bana Allah Ankara’dayken nasip etti; evim vardı, arabam vardı, imkânım vardı. Benim kendi kendime Ankara’da da bir itibarım vardı, el-hamdü lillah.

Üniversitede profesördüm. Her yere çağrılıyordum; konferans için çağrılıyordum, yurt dışına çağrılıyordum. Avustralya’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan, Amerika’dan, Güney Afrika’dan talepler geliyordu. Ben orada kalabilirdim. Maaşım yetiyordu, maaşım artıyordu, ben başkalarına karz-ı hasen veriyordum. Karz-ı hasenler alanların üzerinde hâlâ durur... Lüksüm yok, paranın fazlasını nereye harcayacağım, harcayamıyordum.

 

Benim böyle bir işi zorla yapmak, reislik filan isteği de yoktu içimde, üstelik de böyle şeyleri, kalabalığı ve sâireyi sevmiyordum...

“—Köyde bir ev alır da tenhada kalır mıyım?” diye birkaç defa teşebbüs etmiştim. “Tavşancıl’da bir ev mi alsak, oraya mı yerleşsek?” diye... Her seferinde Hocamız mâni olmuştu. Bir seferinde demişti ki:

 

“—Evlâdım, küçük yerlerde insanın kadrini, kıymetini bilmezler. Mücevherci bilir mücevherin kıymetini... Büyük yerlerde bilinir, küçük yerlerde kıymetini bilmezler, ezâ cefâ ederler. Olmaz, o köye gidemezsin.” dedi.

 

Bizim arkadaşlar bir kooperatif kurmuşlar:

“—Seni de ortak edelim, sen de filanca yere gelir misin hocam?” dediler.

“—Sorun Hocamız’a, ben soramam.” dedim.

Ben Hocamız’ın damadıyım o zaman, henüz böyle bir görevle yükümlü değilim. O arkadaş da gitti, Hocamız’a dedi ki; “İşte filanca yerde bir arsa alacağız, bu da ortak olsun mu?” diye benim nâmıma sorunca, ona çok sert bir çıkış yaptı. Tabii aslında o belki dolaylı olarak bana demek... O da dudağını ısırarak geri döndü; “Hocamız hiç müsaade etmiyor.” dedi.

Ben biliyordum zaten öyle ufak tefek şeye müsaade etmeyeceğini... “Bir köşeye kaçıp da hizmetten uzak durma!” diye emir bize demek öyle olmuş oluyor.

 

Böyle bir şeye bizim ihtiyacımız yok da, bir vazifeyi götürmeğe çalışıyoruz. İnsanlara hadis-i şerifleri, Allah’ın yolunu anlatmağa çalışıyoruz. Size de bazı şeyleri öğretmeğe, sevdirmeğe çalışıyoruz.

E tabii, millet çalgı seviyor, gösteri seviyor, başka şeyleri seviyor... Oraya gidiyor, buraya gidiyor. Falanca dergâh, gelene sigara ikram edermiş. Dergâhın başındaki şahsın düğün salonu varmış, düğün salonunda içki ikram edilirmiş. Millet bunlara aldırmıyor, bakmıyor; ne taraf daha keyifli, o tarafa transfer oluyor.

Biz de transfer olmasın diye, transfer ücretini mi arttıracağız burada? “Aman oraya gitme, burada ücretin daha fazla olacak!” mı diyeceğiz?

Nasıl yaparsa yapıyor, o da onun imtihanı... Ama işte bak, Efendimiz konuşmadan kâğıt gösteriyor. “Bu bir ahid” demek, “Ahdinden ne haber?” demek.

 

Bir doktorun tedâvi görmekte olan bir hastası var... Öteki doktor, “Ona gitme, bana gel!” diyor. Olmaz ki, ayıptır. Hastanede bile bir doktorun meşgul olduğu hastaya, öteki doktor gelip karışmaz.

“—Kimin hastasısın sen?”

“—Filâncanın...”

“—Ona söyleyin derdinizi!” der, karışmaz. Bu bir normal şey...

Onun için, şimdi o hatmeye gitme demiyoruz, git ama kurtların eline düşme!

O hatmeye katılırsın, bazıları kuzucukları yemek ister. Gidersin, ondan sonra; “Tamam, bizim tekkeye bir kuzu geldi.” derler, postunu yüzerler, üstüne otururlar, kuzunun etini de kebap yapıp yerler. O duruma düşme!

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN

[53] Musa Topbaş

[54] Mahmut Ustaosmanoğlu

[55] İskenderpaşa Camii imamı Mehmet Demir

[56] Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, c.III, s.274;  Hennad, Zühd, c.I, s.327, no:597; Ubeyd ibn-i Umeyr Rh.A’ten.

Kenzü’l-Ummal, c.VI, s.69, no:14886; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.404, no:19734.