Ehl-i Sünnet’te Mehdi inancı nasıldır? Mehdi inancının Şia’dan etkilenmek suretiyle Ehl-i Sünnet’e girdiği söylentisi ne derecede doğrudur?


Tabi bu konuda hadis-i şerifler vardır. Bilgi sahibi alimlerimizin bu hadisleri toplayan kitapları vardır. Bu kitaplardan bazısı büyük Hanefi alimleri tarafından yazılmıştır. Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Birkaç tanesi: İsmi Peygamber Efendimiz’in ismine uyacak, yani Muhammed olacak, O kitapları okur, daha teferruatlı bilgi sahibi olabilirsiniz

Rivayet edilmiş hadis-i şerifler gösteriyor ki, Mehdi inancı Ehl-i Sünnet’e Şia’dan girmiş değildir. Mehdi hakkında hadis-i şerifler eskiden beri vardır. Hattâ, o hadis-i şeriflerden dolayı Şia’da Mehdi inancı kuvvetlenmiştir. Yâni, Şia’nın içindeki Mehdi inancı birdenbire çıkmış değil ki... Ondaki inanç da yine, Peygamber Efendimiz’in mevcut olan hadislerinin bir çeşit yorumlanmasından çıkmıştır.

 

Şia’nın Mehdi inancı yanlıştır. Yanlışlığı akılla, mantıkla, nakille, her şeyle sabittir. Meselâ, bugün İran’da hakim olan Caferî mezhebinin mensubu, hâl-i hazırda idareci olanlarla görüştük. Ülkelerine resmen vazifeli olarak gitmiştik. Onlar davet etmişti, biz de üniversiteden görevlendirilip gitmiştik. Oradaki şahıslarla konuştuk. Bize kitaplarını verdiler, Mehdi inancı vs. hakkında... Onların mehdi inancı şudur: “On iki imamın on ikincisi olan El-İmam Muhammed el-Mehdî şu anda saklıdır. Yaşıyor, aradan binyüz küsur sene geçmiş, hâlâ sağ, saklı, çıkacak!” diye inanıyorlar. Bu inanç yanlıştır.

Ama, ahir zamanda Peygamber Efendimiz’in soyundan, adı Peygamber Efendimiz’in adı gibi, babasının adı Peygamber Efendimiz’in babasının adı gibi olan bir mübarek şahıs çıkıp müslümanları birleştirecek ve yeryüzü zulüm ve cevr ile dolmuş iken, o zulmü cevri izâle eyleyip adaletle hükmedecek! Ehl-i Sünnet’in inancı budur.

 

Şia’nın inancı mantık dışıdır. On ikinci imamı bekliyorlar. Biz karayoluyla seyahat ederken, Bağdat’ın kuzeyinde Samerra şehrine gittik. Orada uzaktan böyle pırıl pırıl, altın kubbesi ve altın kaplı minareleriyle görülen Hasan-ı Askerî Hazretleri’nin camisiymiş. Minarelerinin ucunda, bizim kurşun döktüğümüz yerlere altın dökmüşler. Ziyarete gittik, gezdik. Muhteşem bir abide... Hakîkaten zenginlik dökülüyor her tarafından, pırıl pırıl parlıyor... Kristaller, aynalar, altınlar, gümüşler, kıymetli taşlar... Gözlerim kamaştı.

Bizim padişahların saraylarını düşündüm. İstanbul’daki en lüks gördüğümüz, bildiğimiz şeyleri düşündüm; onların yanında sıfır kalır.

Mekke-i Mükerreme’yi düşündüm, Peygamber Efendimiz’in Türbe-i Saâdet’ini düşündüm. Suudlular biraz büyük binalar yaptılar, vantilatörler filân taktılar ama, ondan önceki hallerini düşündüm, gayet sade idi.

 

Oraları böyle altına, gümüşe, mücevhere gark edilmiş yâni... Gezdik. Millet alt katlara doğru gidiyor. Biz de alt kata kalabalıkla beraber gittik şöyle... Gittik gittik, merdivenlerden indik, bir yere geldik. Koridor gibi küçük bir oda... Dipte şişman, göbekli, sarıklı bir adam oturuyor. Köşede de mazgal deliği gibi bir yarık var...

Dedik:

“—Ne var burada, millet niye buraya kadar geldi?”

“—Muhammed Mehdi buradan gitti aşağıya!” diyorlar.

O delikten gitmiş aşağıya, yine o delikten çıkacakmış. Sübhânallah dedik, döndük, çıktık geldik.

İnançları akılla, mantıkla, din ilimleriyle, sahih rivayetlerle uyuşacak tarzda değil... Bekliyorlar ki, gelsin... Hâlâ sağ, hâlâ gelecek... İnançları öyle... Nasıl yerleştirmişlerse yâni, bir aslı esası yok...

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN