Biz hocalardan “İnsan öldüğü zaman kıyamete kadar kabirde bekler.” diye duyduk. Peygamberimiz’in Mi’rac’da cennetteki kişileri görmesi nasıl oluyor?
Bu mesele, zaman denilen esrarengiz varlığın mahiyeti ile ilgilidir. Zaman dediğimiz şey nedir?
Alimler, bilimsel olarak izahını yapmaya çalıştığı zaman zorlanıyorlar. Hatta büyük fizikçiler, müslüman olan insanlar falan değil Einstein gibi insanlar, zamanın da izafî olduğunu söylüyorlar. İzafî, izafiyet teorisi; rölativite, görecelik… Zamanın da izafî olduğunu söylüyorlar.
Belki mantık bakımından anlayamazsınız ama fizik de ispat ediyor ki senin; “Gökte şu olay şu olaydan sonra oldu…” diye gördüğün bir olayı başka bir gözlemci, ikinciyi birinciden önce olmuş gibi görebiliyor. Zaman biraz izafî bir şey!
Ayrıca televizyonlarda zaman tüneli filan diye bir şeyler görüyoruz. Geriye gidiyor, ileriye gidiyor… Allah-u Teàlâ Hazretleri âlemlerin Rabbi, her şeyi bilir!
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (الحديد:٣)
(Ve hüve bi-külli şey’in alîm) “O her şeyi bilir.” (Hadîd, 57/3)
Allah, olmuşu da bilir olacağı da bilir. Onun için zaman bahis konusu değildir. Zamanın evvelini de sonrasını da bilir. Onun için Allahu Teàlâ Hazretleri Resûlüne ilerdeki bir zamanda olacak olan şeyi, Rasûlü’nü ileri götürüp göstertiyor. Evliyâsına da gösteriyor.
Evliyâsına da zaman bakımından birtakım ilginç kerametler vermiştir. Bast-ı zaman derler. Allah onlara da öyle şeyler nasip ediyor. Onlar da ileriye dönük, geriye dönük şeyleri görebiliyorlar. Küçük bir zaman aralığında çok olayı yaşayabiliyorlar. Bir zamanda hem orada, hem başka yerde bulunabiliyorlar. Mantığınız kabul etmediği için olmuş olaylardan bunu anlatayım.
Benim Mehmed Zahid Kotku Hocam’dan önce kim vardı?
Abdülaziz Bekkine Hoca vardı. Râmuzü’l-Ehâdis’in tercümeleri var, o Abdülaziz Bekkine Hoca vardı.
Bizim hocamız kim? Mehmed Zahid Kotku… Sizin hocanız kim? Ben…
Benim hocam Mehmed Zahid Kotku’dan önce, onun tekke arkadaşı Abdülaziz Bekkine Hoca vardı. Ondan önce Hasib Hoca vardı. O da tekke arkadaşı. Bu üçü arkadaş. Hepsi Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’den feyz almışlar.
Ama bizim Mehmed Zahid Kotku Hocamız tekkeye daha önce gelmiş, daha kıdemli. Hasib Efendi’yi ve Abdülaziz Efendi’yi tekkeye o getirmiş. Fakat bunun ömrü daha çok olacağından, Allah’tan, Hasib Efendi şeyhliği önce yapmış, Aziz Efendi ondan sonra yapmış, Mehmed Zahid Kotku Hocamız en son yapmış. Ama Mehmed Zahid Kotku Hocamız onlardan kıdemli. Onlardan evvel, onlardan sonra. O arada onlar da şeyhlik yaptı, gittiler.
Babam Hasib Efendi’yi görmüş, ben görmedim. Ben Aziz Efendi’yi de gördüm. Mehmed Zahid Kotku Efendimiz’i de gördüm. O benim kayınpederim ve hocam. Uzun zaman beraber olduk. Ama Aziz Efendi’yi az hatırlıyorum. Çünkü ortaokul talebesiydim, çok gitmiyordum.
Ondan evvelki Hasib Efendi’yi ben bilmiyorum. Babam, arkasında namaz kılmış, biliyor. Şehzadebaşı Camii’nin önünde Vefa Lisesine doğru giden bir yol var, onun köşesinde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi var. Şehzadebaşı Camii’nin önündeki türbeden geçip de Vefa Bozacısına doğru giden caddede köşede bir sebil var. O İbrahim Paşa Medresesi sebilidir, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi’dir. Onun içinde cami var, mescid var. Orada imamlık yapar, vaaz verirmiş. Hasib Efendi, bu Râmûzü’l-Ehâdîs hadis kitabını falan okuturmuş. Ben, Hasib Efendi’nin de evliyâullahtan olduğunu biliyorum.
Hasib Efendi’yi görmüş olan yaşlı bir amca vardı. Esnaf Hastanesi müdürü, idare müdürüydü. Bir bayramda onu ziyarete gittik:
“—Şükrü amca, Hasib Efendi’yi sen tanıyorsun. Gördüğün bir kerametini anlat da öğrenelim!” dedim.
Hasib Efendi’yi sordum. O görmüş. Bu sorduğum kimse de kale gibi sağlam bir müslüman amca idi. Nur içinde yatsın. Ak sakallıydı. Örfî idare sokağa çıkma yasağı koyduğu zaman, hiç aldırmaz, yürür, camiye gelir, namazı kılar giderdi. Böyle bir kimse idi. Üç beş durak öteden gelir giderdi. Polisler birkaç defa yakalamışlar. Hiç bana mısın demezdi. Öyle bir sağlam insandı. O anlattı. Hikâyeyi ben de size anlatıyorum.
Niçin anlatıyorum? Zaman dediğimiz işin biraz acaipliğini anlatmak için anlatıyorum. Daha arkasından bir şey daha anlatacağım. İki olmuş şey anlatacağım. Bir tanesi kesin olmuş, ötekisini kulaktan duydum. O da ibretli bir şey!
Hasip Efendi’nin Pazar günü öğleyin Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi’nin mescidinde dersi olurmuş. Hocanın kerametini sorduğum bizim derviş, Şükrü Amca ve arkadaşı; üç kişi, üçü bir olmuşlar.
Bizim, Adil Bey diye Ezineli bir ihvânımız. O zamanlar Türkiye’de araba filan çok azdı ama o zengindi. Onun arabası varmış. O zaman arabası olan nadir insanlardan. Bizim Patikçi Şükrü Amca’yı almış, bir kişi daha yanında; Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne gitmişler.
O zaman Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne gitmek çok zor. Trenle Bakırköy’e gideceksiniz. Ayrı vasıta tutacaksınız, sizi hastaneye götürecek. Uzak. Bunun da arabası var. Davut Paşa istasyonundan, Edirne yolundan, daha E5, E6 yok, bunları pazar günü orada bir ihvanına götürmüş. Hilmi Hoca diye birisi hastalanmış. Tedavi görsün diye Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesine yatırmışlar. Onu ziyarete gitmişler.
Hilmi Hoca, Mahmut Paşa Camii’nin imamı idi. Bunlar da tanıyorlar. “İhvanımız hastalandı. Hadi şuna bir geçmiş olsuna gidelim!” diye gitmişler.
Gitmişler. Hilmi Efendi iyi. Yatağında oturmuş. Konuşmuşlar, sonra çıkmışlar. Şükrü Amca, onları arabasıyla götüren Adil Bey, bir kişi daha; üçü. Çıkmışlar koridorun öbür ucundan dönerken bir de bakmışlar ki Hilmi Efendi’nin koğuşuna Hasib Hocaefendi giriyor.
“—Hocaefendi de ziyarete gelmiş. Acaba ders yapmadı mı?” demişler. Pazar günü ders saati, Hacı Hasib Efendi Hazretleri de oraya gelmiş. Uzaktan kapıdan girdiğini görmüş-ler. Hasib Efendi Hocamız da çıksın da, dönüşte arabamıza alalım, kolayca götürelim falan diye orada beklemişler. Beklemişler, beklemiş-ler, beklemişler… Kapının önünde-ler, kapıya bakıyorlar. Hasib Efendi çıkmamış. Hoca orada niye o kadar uzun kaldı diye kapıyı açmışlar. Hilmi Efendi onlara bakmış;
“—Ne o?” demiş.
“—İçeriye Hasib Efendi’nin girdiğini gördük. Niye çıkmadı diye bekliyoruz ama o burada yok!”
“—Evet, geldi. Beni ziyaret etti gitti.” demiş.
Kapıda bekliyorlardı, başka bir çıkacak yer yok!
“—Allah Allah! Yahu biz kapıya bakıyorduk. Kapıdan mı çıktı?”
Pencereden gidecek değil ya! Hastaneden çıkmışlar, avluya bakınmışlar; yok! Bu ne iştir? Akılları almamış. Arabaya binmişler, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi’ne gelmişler. İçeri girmişler. Bakmışlar, cemaat oturmuş. Hocaefendi de kürsüde, bizim okuduğumuz Râmûzü’l-Ehâdîs hadis kitabını okuyor.
Râmûzü’l-Ehâdîs bizim geleneksel ders kitabımız. Bizim tekkede bu okunur. Onlar okumuş, ben de okuyorum. İnşaallah benden sonra da okunacak!
Hastanede gördüler ya, yanındaki kişiye demiş ki:
“—Hocaefendi ne zaman geldi, derse ne zaman başladı?”
Adam şaşırmış bir şekilde bakmış:
“—Ne zaman başlayacak, namazı kıldırdı, namazdan sonra oturdu başladı. O zamandan beri devam ediyor. Bir, bir buçuk saat oldu.”
Allah Allah! Şaşırmışlar. Hocaefendi hem burada namazı kıldırmış, hem oturmuş bu hadis dersine devam ediyor. Hem de bunlar o arada hastaneye gitmişlerdi, orada Hilmi Efendi’yi ziyaret etmiş. Hem burada vaaz veriyor, hem orada Hilmi Efendi’yi ziyaret ediyor. Bu ne biçim iştir!
Aynı zamanda iki yerde birden olmak. İki işi birden görmek. Hilmi Efendi de;
“—Evet, Hasib Efendi Hocamız geldi, geçmiş olsun dedi.” demiş. Cemaat de söylemiş ki;
“—Evet, öğlen namazını kıldırdı. O zamandan beri vaaza devam ediyor.”
Bu ne biçim iş! Bizim aklımız ermez!
Bu nedir? Keramet! Bak Allah evliyâsını, sevdiği kulunu iki yerde bulunduruyor. İki işi birden yaptırtıyor. İki işi de yaptırtır, daha çok işi yaptırır.
Bu, tarih kitaplarının yazdığı bir kerameti hatırlatıyor. Emir Sultan Bursa Ulu Camii’nin yapıldığı zaman ilk vaazını verdi.
Cemaat kendisini çok sevdiği için ne yaptı? Kapının önünde durdu. Çıkan cemaat elini öptü, çıktı. Ulu Camii’nin bir sağda kapısı var, bir solda kapısı var, bir arkada kapısı var. Her kapıdan çıkan; “Hocaefendinin elini öptük.” dedi, öyle çıktı.
Birisi dedi ki; “Ben batı kapısından çıktım. Hocamız oradaydı, elini öptüm.” Doğu kapısından çıkan dedi ki; “Öyle şey olur mu, bizim kapıdaydı. Ben elini öptüm.” Arka kapıdan, kuzey kapısından çıkan dedi ki; “Hocaefendi ordaydı, ben orada elini öptüm…”
Emir Sultan üç yerde görüldü. Tarih kitapları yazıyor. Böyle şeyler bu zaman denilen şeyin esrarengizliğini gösterir.