Peygamber Efendimiz mütevâzi yaşadı. Eski sultanlar saraylar yapmışlar, konaklar yapmışlar, lükse dalmışlar; biz de onları niye müdafaa ediyoruz?
Muhterem kardeşlerim! İsraf haram, lüks haram... Mütevâzi olacak insan... İhtiyaçtan fazla şatafata, gösterişe kaymayacak. Böyle köşkler, saraylar doğru değil...
Bu zamanda bizde de bu var... Eski insanlar, “Buğday ekmeğini bulunca katık istemek gerekmez!” demişler. “Arpa ekmeği olunca yanına biraz zeytin, tuz, biber lâzım ama; buğday ekmeği bu... Pamuk gibi, sünger gibi ekmek; bu da mı katık ister? Gerekmez, bu katıksız âlâ yiyecektir.” demişler.
Şimdi biz çok lüks durumdayız. Ben şahsen kendime bakıyorum, kendimde de o kusurları görüyorum. Kardeşlerime de baktığımız zaman görüyoruz. Evlerimiz eşya dolu... Dolaplarımız yiyecek dolu... Ceplerimiz para dolu... En fakirim diyen insanın bile haline şöyle bir bakacak olsanız, zekât alır mı almaz mı şüpheli yâni... El-hamdü lillâh bolluk memleket... Böyle olunca tabii, lükse kaçmamak lâzım!
Gelelim müdafaa etmek meselesine:
Eski sultanlar saraylar yapmış; niye biz onları savunuyoruz?
Bir insanın iyi tarafını savunursun, kötü tarafını tenkid edersin. Eğriye eğri, doğruya doğru... Bir insan ramazanda oruç tutsa, ne diyeceğiz? “Aferin, maşaallah! Vazifesini yapıyor, farz orucunu tutuyor.” Namaz kılmasa ne diyeceğiz? “Aaa, şimdi olmadı. Oruç tutuyorsun; oruç Allah’ın emri de namaz Allah’ın emri değil mi? Namaz da kıl bakalım!” diyeceğiz.
Kolayına geliyor milletin... Daireden çıkıp, lokantaya gidip yemek yiyecekti, para verecekti. Onlar olmadığı için oruç tutmak kolayına geliyor. Camiye, cumaya gelmiyor. “Eh, bu tarafta iyi yaptın, bu tarafta yanlış yaptın!” diyeceğiz. Yâni, eğriye eğri, doğruya doğru...
Şimdi Osmanlı sultanı, Selçuklu sultanı... Bunlar bizim tarihimiz, bunlar bizim çoğu dedelerimiz, ecdâdımız... Kimisi dinimize uygun yaşamış, mütevâziâne ömür sürmüş, Allah yolunda cihad etmiş, hayırlı işler yapmış; kimisi de zevk ü sefâya dalmış... Zevk ü sefâya dalmışsa, o zevk ü sefâya dalanı tenkid ederiz, ediyoruz. Allah rızası için, doğruyu söylemiş olmak için tenkid ediyoruz. Babamız olsa ederiz. Kendimiz olsak, kendimizin bile aleyhine olsa doğruyu söylemek vazifemiz olduğundan söyleriz.
Ama bir taraftan, bir kötü şeyi yaptı diye hiç savunmayacak mıyız? Şu mübârek Fatih Sultan Mehmed Han’ı, saray yaptı diye karalayalım mı; yoksa, “Allah razı olsun İstanbul’u fethetti, cihad etti. Bu beldeyi bize miras bırakmış, Fatih Camii’ni yaptırmış, hayırlar hasenât yaptırmış. Allah kusurlarını affetsin, cennet mekânı olsun mu diyeceğiz?” Elbette “Cennet mekânı olsun!” diyeceğiz, hayır dua edeceğiz. “Allah kusurlarını affetsin!” diyeceğiz.
Biz de kendimize dönüp bakacağız;
“—Yâhu biz de kendimize müslümanız diyoruz ama, bir taraftan iyi işler yaparken acaba bir taraftan da kusurlarımız var mı?” diyeceğiz.
Değil mi? Eğriye eğri, doğruya doğru... Kardeşçe, eğer faydası varsa söyleyeceğiz, tenkid edeceğiz, düzelteceğiz, ıslah etmeğe çalışacağız. Faydası yoksa ayıpları örteceğiz. Ayıpları örtmek, kusurları örtüp kardeşi korumak; o da sevaplı bir şey... “Yâ Rabbi, şu kardeşim benim anlayışıma göre biraz kusurlu hareket etmiş, günah işlemiş; affet bunu... Öldü gitti; bağışlayıver yâ Rabbi!” diye hakkında dua etmek de uygun olur.
Ama filânca zâlim, falanca gaddar, şu kadar adam asmış, bu kadar adam kesmiş... “Vayy zâlim!” diye onu da söyleriz.