Bir hanımefendinin babası ölmeden önce, “Tasavvuf dersi alırsan hakkımı helal etmem.” demiş. Bu hanımefendi ders alabilir mi?


Bu ölen, zavallı, çok cahil bir adammış. Namaz takvâsız kabul olmuyor. İbadet ihlâssız kabul olmuyor. Nefis terbiye edilmeden insan felahı bulmuyor.

 

(Kad eflaha men tezekkâ) diye âyet-i kerîme ile sabit. Sen bunları kızına nasıl yasaklarsın? Senin kızının üzerinde şu kadarcık bir babalık hakkın varsa; Allah’ın milyarlarca hakkı var, tarif edilmeyecek kadar hakkı var. Sen Allah’a güzel kulluk etmesini nasıl engellersin?

Tasavvuf dersi alınca ne yapacak? Allah diyecek, lâ ilâhe illallâh diyecek, işrak, duha, evvabin, gece teheccüd namazı kılacak. Baba istemiyor. Fesübhânallah, öğrensin. Başka şey sanıyorlar, diyor ama öğrensin o zaman bilmediği şeyi de konuşmasın. “Namaz kılarsan hakkımı sana helal etmem.” veyahut “Al şu içkiyi iç, otur karşıma iç şu içkiyi. İçmezsen babalık hakkımı sana helal etmem.” Bunu diyen baba duydum ben. Delikanlı oğlunu karşısına oturtuyor; “İç ulan! İçmezsen babalık hakkımı helal etmem.” İçmezsem sen babalık hakkını helal etmezsin, içersem Allah beni sevmez. Ben ne yapacağım şimdi; elbette Allah’ın sözünü dinleyeceğim.

 

Bizim İlahiyat Fakültesi’ndeki talebenin birisi sakal bırakmış, namaza niyaza başlamış. Babası evden kovmuş. Çalgıcı babası, saz imalcisi; belki de bozuk mezheptendir. Çocuk uyanmış, hak yolu bulmuş. Namaz kılıyor, sakallı, hak yola girdi diye baba çocuğunu evden kovuyor.

“—Hocam şimdi bu benim anam, babamdır; ben ne yapayım.” diye geldi sordu.

Ben başımı eğdim düşündüm:

“—Sen ona dosdoğru, dobra dobra bir mektup yaz. ‘Babacığım, sen benim babamsın. Amennâ ve saddaknâ, tamam. Benim sana evlatlık borcum var, tamam. Ben bunu yapmaya hazırım. Elini ayağını yıkayayım. Elini ayağını öpeyim. Sana pervane gibi hizmet edeyim ama, sen benden öyle şey istiyorsun ki, yapmam mümkün değil. Benim Allah’a ibadet etmemi hoş görmüyorsun, Allah’a ibadet ettirtmemek istiyorsun. Bunu yapmamalıyım. Ben seni seviyorum. Senin evladın olduğumu biliyorum. Sana karşı görevlerim, vazifelerim olduğunu biliyorum. Bunları yapmaya da hazırım. Fırsat ver bunları yapayım ama ne olur beni seninle Allah arasında bir tercih yapmaya itme. Allah’ı tercih ederim çünkü. Her şeyden önce ben Allah’ın kuluyum. Seni de, beni de yaratan Allah’ın kuluyum. Ben Allah’ı tercih ederim. Beni böyle bir tercihe zorlama; o zaman ne babalık kalır ne evlatlık kalır. Beni böyle bir tercihe zorlama, fırsat ver, ben sana evlatlık vazifesini yapayım.’ tarzında böyle bir şeyler yaz.” dedim. “Dobra dobra bunu söyle ki yaptığı işin, söylediği sözün yanlışlığı kafasına girsin.” dedim.

 

Aradan birkaç ay geçti. Tık tık tık, çocuk kapımı çaldı. Yanında kendisi gibi boylu poslu bir genç kızla beraber geldi. Kız örtünmüş, ellerine eldiven giymiş, etekleri taa aşağıya kadar, mantosu da bol. Oturdular:

“—Hocam, bunun kim olduğunu biliyor musun?” dedi.

İnsanın da söylediği söze dikkat etmesi lâzım. Pattadak yanlış şey söylerse sonra pişman olabilir. Yutkundum, ben söylemedim. “Nişanlın mı filan.” diye aklımdan geçti ama demedim. Tebessüm ettim.

“—Hocam bu benim kız kardeşim. Hani siz bana; “Babana bir mektup yaz.” demiştiniz ya ben o mektubu yazdım. Benim mektup evde atom bombası gibi patlamış. Anam ağlamış, babam perişan olmuş, kız kardeşlerim gözyaşı dökmüş. Başlamışlar ağlaşmaya; “Zalim olan, yanlış yolda olan biziz. Bizim yaptığımız yanlış, bu doğru.” demişler, bir mektup yazmışlar; “Gel evladım.” demişler.

O da gitmiş. Bu çocuğun sakal bırakmasına, namaz kılmasına kızan babanın; bu sefer açık olan kızı örtünmüş. “İşte bu mektubun eseri kız kardeşimin bu giyimi.” diyor.

“—Allah yolunda daim etsin, mübarek olsun.” dedim.

Sevindim ben. Çünkü benim nasihatimle böyle olmuş olduğu için hoşuma da gitti.

 

Bir zaman daha geçti. Çocuk gene geldi:

“—Hocam müjde!” dedi.

“—Hayrola?” dedim.

“—Bütün aile karayoluyla hacca gidiyoruz.” dedi.

“—Yahu senin baban yeni dönmüştü eski yoldan. Alışmıştır çalgıya, zevke, sefaya, içkiye. Şimdi karayoluyla; yüznumara bulamaz, su bulamaz, kızar, sinirlenir, sigortası atar. Yine yanlış bir şey yapar. Sen bunu -zengin de- uçakla göndersen olmaz mı?”

“—Yok Hocam, biz mübarek mahalleri göre göre, sahabe kabirlerini, peygamber kabirlerini ziyaret ede ede, Şam’ı, Bağdat’ı göre göre gideceğiz.” dedi.

Hakikaten gitmişler.

 

Bir insanın baba, lider, reis-i cumhur, bakan, profesör, dekan, rektör, genel müdür, emniyet genel müdürü, asker, general, ağa, paşa olması onu Allah’ın emrine karşı çıkmaya haklı kılmaz! Allah’ın emrine karşı çıkmaya kimsenin hakkı olamaz. Hiç kimse Allah’ın emrine aykırı bir buyruğu aşağısındakine söyleyemez. Baba evladına söyleyemez, koca karısına söyleyemez. “Açıl, boyan, sürüm sürüm sürün, süslen, koluma seni takacağım sokağa gideceğiz.” diyemez.” Neden? Allah; “Örtünün, ziynetlerinizi saklayın. Ancak mahreminize açabilirsiniz, başkasına karşı örtünün.” demiş. Allah’ın o emrine rektör de karşı çıkamaz, kocası da karşı çıkamaz.

 

Millî Eğitim Bakanlığı müfettişi, şöyle güzel kravatlı, yeşil elbiseli, yakışıklı bir bey geldi eve; Ankara’da bizim damadın evine. Yanında da tıbbiyede okuyan bir kız var; kızıymış. Tanıştık. Ben emekli profesörüm, o da Millî Eğitim’de müfettiş.

“—Hocam bu kız sizin talebenizmiş.” dedi.

Kız bizim ihvanımızdan olmuş.

“—Bu böyle örtülü. Başını örtüyor, manto giyiyor. Fakülte’de müşkülat çıkıyor.” dedi. “Biz söylüyoruz dinlemiyor. Siz aydın bir hocasınız, neremiz aydınsa, söyleyin de bu fakültesini tamamlasın, doktor çıksın, başını o zaman örtsün; daha faydalı olacak.” dedi.

“—Ben söyleyemem. Başörtüsünü örtme emrini ben vermedim ki ben kaldırayım. Benim kaldırma salâhiyetim yok. Ben Allah’ın emrine aykırı bir şey söyleme hakkına sahip bir kul değilim Ben kim oluyorum? Allah örtün demiş, örtünecek. Ben müsaade veremem, açmasın. Fakültesi de gitse, hayatı da gitse aç diyemem!” dedim.

 

Yemen’de hükümdar, mü’minler Lâ ilâhe illa’llàh dediler diye kızmış. Hendek kazdırmış, içinde ateş yakmış, hendeğin yanına gelip bütün mü’minleri cayır cayır ateşin içine ittiriyor, öldürüyor. Kucağında çocuğu ile kadın oraya kadar gelmiş. O da atılacak. Kadın bir ara tereddüt etmiş:

“—Bunların dediğini deyiversem, hiç olmazsa şu çocuğum kurtulsa...” diye içinden geçirmiş.

Yazık, anne kalbi dayanamaz. Kendisi imanından dolayı şehid olacak, razı oluyor ama çocuğu için şöyle bir düşünmüş. “Acaba Lâ ilâhe illa’llah sözünden vazgeçtiğimi söylesem de, ateşe atılmasam mı?” diye.

Kucağındaki çocuk, konuşacak çocuk değil de, hani keramet olarak, olağanüstü bir durum olarak, konuşmuş:

“—Anne, sakın Lâ ilâhe illa’llàh demekten vazgeçme!” demiş.

Peygamber Efendimiz bildiriyor:

“—Beşikte üç kişi konuştu. Birisi bu Ashâb-ı Uhdud, işte bu kadının kucağındaki bebek… İkincisi. Hz. İsa AS beşikteyken konuştu. Üçüncüsü de, Rahip Cureyc’in masum olduğunu göstermek için konuşan bir başka bebek… Üç kişi küçükken konuşmuştu. Olağanüstü bir durum olarak, konuşma kabiliyeti yokken, kundaktayken. Onun için bebek, “Lâ ilâhe illa’llàh demekten vazgeçme.” diyor.

 

Biz Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin emrettiğinden başka bir şeyi söylemeye kendimizi salahiyetli göremeyiz. Baba olmuş, babalık hakkını kötüye kullanıyor:

“—Sen bilmem şu ibadetleri yapma!” diyor.

Hoca olmuş, hocalık hakkını kötüye kullanıyor:

“—İmtihana girersen, başı örtülü olarak seni kabul etmem!” diyor.

Profesör olmuş, dekan olmuş, rektör olmuş hakkını kötüye kullanıyor. General olmuş, bir yerin komutanı olmuş, hakkını kötüye kullanıyor.

Yok, yapamaz böyle bir şeyi. Allah-u Teàlâ Hazretleri ıslah eylesin. Herkes haddini bilsin, herkes kulluğunu bilsin, herkes Allah’ın emrine gelsin.

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN