Benim güzel kokulu anber bir tesbihim vardı. Ağaçtan ama, anber gibi kokuyordu. Çok güzel bir tesbihti, çok da seviyordum. Elimde gezdiriyordum. Bir gün Ankara - İstanbul yolculuğunda bir otobüste yanıma aldım, İstanbul'a geldim; tesbihin güzel kokusu sigara kokmağa başladı. Hücrelerine işledi o koku... Benim anber tesbihin güzel kokusu gitti. Böyle oluyor. O mu iyi, bu mu iyi; takdiri size bırakıyorum.
Tarikatlar teşekkül etmiştir, usüller gelişmiştir, ekoller oluşmuştur, kolejler meydana gelmiştir ve buralardan nice nice büyük şahıslar, alimler yetişmiştir.
Biz Horasan'da --Yâni Anadolu ahalisinin Anadolu'ya gelmeden önce bulunduğu yerde-- tasavvufun çok yüksek bir doruğa ulaştığını görüyoruz. Zâten Horasan'da her şey yüksek... En büyük hadis alimleri Horasan'da... En büyük müfessirler oralarda... En büyük fakihler oralardan... Dînî ilimleri çok yüceltmişler ve çok ileri gitmişler. Hâlen eserlerinden istifade ediyoruz.
Oradan Sibirya'ya doğru, Kazakistan'a, Özbekistan'a, Kırgızistan'a İslâm, tasavvuf yoluyla yayılmıştır. Bu İslâm'ı yayan insanların içinde en önemli insanlardan birisi, Ahmed-i Yesevî Hazretleri'dir. Ahmed-i Yesevî, bizim kültür tarihimizde çok önemli bir şahsiyet olduğu için, bir yıl onun ismine tahsis edilmişti. Geçtiğimiz sene Ahmed Yesevî yılıydı. İnşaallah, onunla ilgili çalışmalar da yapacağız.
E. YUNUS EMRE
Ahmed-i Yesevî'nin konumuzla ilgisi, Ahmed-i Yesevî İslâmiyeti, hikmet ismini verdiği ilâhilerle sevdirmiştir. Tasavvufî terbiyeyi bozkırlarda öyle yaymıştır. Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî'nin yolunun devamıdır. Yâni muakkiblerindendir, ta'kibcilerindendir. Yolu o açmıştır, Yunus Emre de, o yolda yürüyenlerden birisidir.
Yunus Emre gerçekten, başka edebiyatları bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir şairdir. Türk diliyle dinî şiir yazan şairlerin en büyüklerinden, en başta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malımız değildir, dünya kendisinin hayranıdır. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yılı idi.
Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kalıplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kısa cümleler halinde, mısralar halinde anlatabilen bir kimse... İftihar edeceğimiz bir kimse...
Ben Azerbaycan'a gittiğim zaman, bana dediler ki: "Bu Azerbaycan'ın bir kasabası var; istersen seni götürelim. Oranın ahalisi Fuzûlî'nin hayranıdır. Hepsi Fuzûlî'nin divanını baştan sona ezbere bilir, ezbere okur." Bizim de sanıyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzım!.. Çünkü, her şiiri ayrı harikadır.
Akşam, alnımdan terler döküldü; hangi şiirini seçeyim de size anlatayım diye... Kısaca söyleyeyim, Yunus'la ilgili bazı ilmî gerçekleri:
Yunus Emre, çok meşhurdur ama çok da mechuldür; hayatı hakkında çok şey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarının bile nerde olduğu hakkında millet hâlâ münakaşa ediyor.
İki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divanı; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... İki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divanı; o da bilimsel olarak neşri yapılamamış bir eserdir. Ama, Kültür Bakanlığı'nın neşrettiği Dr. Mustafa Tatçı'nın Yunus Emre Divanı, daha ileri bir çalışma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok neşirler yapıldı, divan neşredildi. Bu nisbeten onların hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmiş; güzel, hoşuma gitti.
Yunus Emre'nin kendi elinden yazılmış bir divan bize gelmemiş. Yunus Emre Divanı denilen eserler de karşılaştırıldığı zaman, birbirlerinden çok farkları var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu şiirlerin?.. Belli değil...
Sonra bir de adam bir defter yapmış; bu deftere Yunus'u sevdiği için Yunus'un şiirlerini yazmış. Yanına başka şiirler de yazmış. Yunus'un olanlarla olmayanlar karışmış. Bunların ayıklanması lâzım!..
Fakat, her hâlükârda bu Kültür Bakanlığı'nı tebrik ederim, teşekkür ederim. Kültür Bakanlığı'nın 1280 sayılı Klasik Türk Eserleri 14 numaralı baskısı güzel... Bunu temin edebilirsiniz, mevcudu varsa... Yoksa, Kültür Bakanlığının yeniden neşretmesini tavsiye ederim. Güzel bir çalışma... Bizim rahmetli Prof. Amil Çelebioğlu kardeşimiz vardı; onun yetiştirdiği bir genç... Hocasına teşekkür ediyor. Ben de bu eseri için ona teşekkür ederim; güzel bir çalışma yapmış.
Hangi şiir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzım!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiğiniz, ezberlediğiniz, dinlediğiniz ilâhilerin bir kısmı onun değildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarınca bilinen bir gerçek...
Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye yetişmiş Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetişmiş Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almış, Emir Sultan'a bağlı... Bu ikinci Yunus daha ziyade, "Şol cennetin ırmakları" "Kâbenin yolları bölük bölüktür" gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdiğimiz şiirlerin yüzde altmışı - yetmişi Bursalı Yunus'undur.
Bursalı Yunus'un Bursa'da kabri vardır ve çok mağdur durumdadır. Mahalle arasında bir evin bahçesi arasında kalmıştır. Ben Bursalı arkadaşlarımıza rica etmiştim, "Bulun, arayın!" diye... Buldular, resmini gönderdiler. Şöyle bir aralıktan geçiliyor. Kimse de, o Şol Cennetin Irmakları'nı yazan Yunus'un orda yattığının farkında değil... Bilseler, yığılacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.
Tabii, bu bizim vazifemiz... İlim, Kültür ve Sanat Vakfı olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gideceğiz. Belediye başkanı eğer Çeşme belediye başkanı kadar yakınlık gösterirse bize; anlatacağız, diyeceğiz ki: "Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafının istimlâk edilmesi lâzım, türbesinin güzelleştirilmesi lâzım!.."
Süleyman Çelebi'nin türbesi güzeldir doğrusu... Çekirge'ye giderken, Süleyman Çelebi'ye bir güzel türbe yapılmıştır. Eskiden o da, mezarlıklar arasında sâde bir kabir idi. Amma, bir Alman sebep olmuştur. O güzelim mimârî şaheser Süleyman Çelebi'nin türbesi ve o selvi ağaçlı, merdivenli anıt mahal yapılmıştır.
Hadise şu; onu da anlatayım: Bir Alman elçi geliyor Bursa'ya... Bizim orda ihvanımızdan Kâzım Efendi diye, mekteb-i ziraat muallimlerinden bir efendi var; Almanca'sı çok güzel... Ziraat yüksekokulunun öğretmeni... Diyorlar ki, "Senin Almancan var; bu elçiyle meşgul ol, onu gezdir Bursada!.. Misafirperverlik yap!.." Devlet görev veriyor yâni...
Elçi Çelik Palas'a geliyor, özel daire tahsis ediyorlar. Orda oturup kalkıyor, Bursa'yı geziyor. Alman elçisi ama, Türkçe de biliyor.
Bizim rahmetli Kâzım Efendi'ye bir gün --kendi ağzından dinledim ben-- :
"--Kâzım bey! Yarın da Süleyman Çelebi'yi ziyarete gidelim!" demiş.
"Şaşırdım. Alman Süleyman Çelebi'yi ne yapacak?.. 'Peki efendim!' dedim. Ertesi sabah gittim. Bir taraftan da utanıyorum. Süleyman Çelebinin kabri harabe... Mezarlığın içinde bir kabir... Elçinin kapısını çaldım, odasına girdim. Baktım, grand tuvalet giyinmiş. Frak, smokin, papyon kravat, melon şapka vs. çok resmî giyinmiş. Şaşırdım. 'Efendim, ekselâns hani mezarlığa gitmeyecek miydik, hani Süleyman Çelebi'ye gidecektik?..' dedim"
"--Evet ona gidecektik..."
"--E, böyle giyinmişsiniz?.."
"--Onun için böyle giyindim!" demiş. "Kâzım bey, bana söyler misin; hangi şair onun şu beyti kadar kuvvetli şiir söyleyebilmiş?..
Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,
Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..
Berk urub çıktı evimden nâgehân,
Göklere dek nûr ile doldu cihân!..
Tabii kaç kişi anladı... (Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,) "O Rasûlüllah'ın annesi dedi ki, ben gördüm:" Hadis-i şeriftir bu aynı zamanda... Ben hadis olarak da buna rastladım. Süleyman Çelebi, hadis-i şerifi nazma çekmiş. (Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..) "Bir garib, çok muhteşem nur ki, güneş onun etrafında pervane gibi dönüyor. Güneş sönük kalıyor, pervane kelebeği gibi kalıyor; öyle bir nur gördüm."
(Berk urub çıktı evimden nâgehân,) "Parıldayarak evimden bir nur çıktı böyle... (Göklere dek nûr ile doldu cihân!..) Göklere kadar her taraf nur doldu." Rasûlüllah doğuyor. Rasûlüllah'ın doğmasından böyle bir nur gördüğünü hadis-i şerifte de nakletmişlerdir. "Benden bir nur çıktı. O nurun ziyâsından Busrâ'nın köşkleri aydınlandı." diyor Amine Hatun...
Onu nazmetmiş Süleyman Çelebi... Alman da bunu beğenmiş, anlatımdaki güzelliği beğenmiş. Yâni, "Öyle bir nur ki, güneş onun etrafında pervâne gibi... Parlayarak çıktı ve etraf muazzam aydınlandı." demiş oluyor.
Şimdi bu mısralar yazılı orda... Anlaşılan bizim Kâzım Efendi bu olayı orda buna anlattı. Orda bir türbe yaptırdı. İnşaallah biz de, bu Yunus Emre'ye Bursa'da, o mahalle arasında evin arkasındaki o zavallı kabrin etrafını biraz genişleterek, Yunus Emre'ye uygun bir türbe yaparız inşallah diye düşünüyorum.
Bir Yunus o, Bursalı Yunus... Bir Yunus da, --şimdi belki Aksaray'a bağlıdır, idârî taksimatı bilmiyorum-- Sivrihisar'lı... O Sivrihisar, --Eskişehirliler üzülse de söylemek zorundayım-- Eskişehir'in Sivrihisar'ı değil... Kızılırmağın kenarında ama, Eskişehir'deki Sivrihisar değil... Hacıbektaş kasabasına çok yakın, Sivrihisar diye bir yer var Kızılırmağın kenarında... Kızılırmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolaşıp öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazı ile, kitapla Refik Saygun anlattı. İncelemeler yaptı, oranın fotoğraflarını çekti. "Bu Sivrihisar'dadır Yunus!" dedi. "İşte, Tapduk Emre'nin kabri var burda... İşte Yunus'un kabri var burda..." dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslında Yunus'un yeri orası, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzım!..
Eskişehir'deki değil... Eskişehir, Yunus'un zamanında ne durumdaydı bilmiyorum. Karaman'da da değil... Asıl yeri, orası... Bilimsel olarak bu böyle; ama, çok kimse bilmiyor.
Ne zaman yaşamış; belli değil... Hangi tarihlerde ölmüş; belli değil... Çünkü, bizim vakıf kayıtlarını, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne arıyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermişler. Gelmişler İstanbul'da ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takım evrakı çok kalabalık görünce:
"--Ne bunlar burda?.."
"--Efendim, bunlar arşiv belgeleri..."
"--Ne işe yarar?.."
"--Eski yazı..."
"--E, biz devrim yaptık, harfleri değiştirdik. Kim bunları okuyacak?.." demişler. Vagonlara yüklemişler.
İsmail Hakkı Konyalı feryad etti, yazılar yazdı: "Bunlar arşiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kıymetli evraktır!" diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamıyoruz. Yangınlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.
Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yapılan kalesinin giriş kapısındaki kitabeyi, oradaki askerî birliğin başındaki bir üsteğmen veya yüzbaşı kazıtmış. Ne istedin o kitabeden, niye kazıtıyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzım!.. Kazıtmış; şimdi ara da bul, kitabe yok...
Mezar taşları Londra'da satılıyormuş... Bizim mezarlıklardan çalınan mezar taşları, kavuk şekli, taş şekli, yazısı itibariyle antika olduğu için Londra'da haraç mezat satılıyormuş. Müşteri buluyormuş, oralara kaçırılıyormuş. Nasıl ediyorlar artık, bilmiyorum.
Onun için Yunus'un mezartaşı yok... Arşivler yok, belgeler yok... Gölpınarlı söylüyor, ben de gördüm: HacıbektaşKütüphanesi'nde bir yazmanın üst tarafında, doğumu şu, yaşı şu kadar, vefatı şu diye bir kayıt var... Ama kim yazmış oraya, nereye dayanarak yazmış, belli değil... Diyorlar ki, işte 1320 yıllarında ölmüştür. Belki doğru olabilir ama, kuvvetli bir belge değil...
Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmış, sonunda tarih atmış. Hicrî 707 tarihinde yazılmış; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlılardan önce o sağmış. Ötekiler, ilim adamı olarak bizim yüzdeyüz kabul edeceğimiz şeyler değil...
Yunus'un divanında incelemize göre; Yunus Emre evlenmiş, çoluğu çocuğu var... "Allah bize de çoluk çocuk verdi." diyor bir şiirinde... Anlıyoruz ki, Yunus bekâr göçmemiş; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...
Bir şair koca olmuş. Yâni yaşlanmış. Genç yaşta değil, bayağı bir ihtiyarlamış olduğu belli...
Şeyh efendi diye çok hürmet etmişler kendisine, şiirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anlıyoruz. "Bana şeyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayım." diye söylüyor; ama ordan anlıyoruz ki, şeyh demişler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatında bu hürmeti görmüş.
İlim bakımından; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmış, usta bir âlim... Öyle oduncu filân değil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamış bir insan değil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmiş ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var şiirlerinde... Onlar ayrı bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...
Şimdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanına yakın Yunus ile, öteki Bursalı Yunus arasında yüz küsur yıl zaman farkı var... Üslûb farkı var... Bu Yunus'un dili başka, Bursalı Yunus'un dili başka... Şıp diye anlaşılır; kullandığı kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çağdaş Yunus başka, Bursalı Yunus başka... İkisi ayrı şahsiyet...
Bursalı Yunus, hiç falso yapmamış olan, şiirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememiş olan, müteşerrî, müeddeb, âşık bir şâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...
F. YUNUS, CÜR'ETLİ BİR İNSAN
Gelelim eski Yunus'a... Eski Yunus, cür'etli bir insan, iddialı söz söyleyen bir insan... Nasıl iddialı söz söylüyor?..
Bir kez gönül yıktın ise,
O kıldığın namaz değil!..
"Bir kere bir kalb yıktıysan; senin kıldığın namaz, namaz değil!" diyor. Şeriat bu kadar sıkı değil... Şeriat biraz müsamahalıdır. "O kusurdur, tamam kalb kırması bir kusurdur ama; öbür taraftaki namazı da, namazdır. Ne yapalım, kusurlu bir müslüman... Kusursuz insan olmaz." diye düşünülür. Ama, Yunus sert bir insan; öyle şeylere pek razı gelemiyor, sapasağlam olsun istiyor. "Bir kez gönül yıktın ise; o kıldığın namaz değil!" diyor, defterden siliyor. Eski Yunus sert, sertliğiyle tanınıyor.
Sonra, biraz da Allah'a olan sevgisinden dolayı, bizim hürmet ettiğimiz bazı şeyleri de küçümser gibi bazı ifadeler kullanıyor; insanın yüreği ağzına geliyor.
Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç hûri;
İsteyene ver anları,
Bana seni gerek seni!..
Şimdi bu çok cür'etli bir söz ama, sonu tatlı bağlandığı için bir şey de diyemiyoruz. Allah'ı o kadar çok seviyor ki, cenneti, hûriyi ve sâireyi de düşünmüyor.
Bu da vardır. Hattâ bizim Nakşî Tarikatı'nda vardır. Çâr terk diyoruz biz... Dört şeyi terketmesi lâzım dervişin: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk...
Dünyayı defterden silecek, gönlünden çıkartacak... Ukbâyı defterden silecek, gönlünden çıkartacak. Ukbâda cennet var, hûriler vs. var... Terk-i hestî; varlıktan geçecek, kendini yok edecek, fenâ makamına erecek... Terk-i terk; bir de, terkettiklerini kafasında tutup da, kendisine kibir gurur getirmeyecek, terkettiklerini de unutacak... Yâni, "Ben şunları terkettim, ne büyük adamım!" demeyecek.
Çocuğun birisi namaz kılıyormuş camide... Gözleri yarı kapalı, mest bir şekilde namaz kılıyor... Ordan iki tanesi, "Yâhu şu delikanlıya bak! Ne kadar güzel namaz kılıyor." demişler. Biraz duyulacak bir sesle söylemişler. Çocuk namazı bitirmiş; "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah... Esselâmü aleyküm ve rahmetullah... Hem de oruçluyum!.." demiş.
Bu bizim ilk Yunus da, acaba nasıl bir Yunus?.. Böyle cenneti, hûrileri filân küçümsediğine göre... Bir başka şiiri de var, onun bestesi de çok hoşuma gidiyor:
Milk-i bekàdan gelmişem,
Fânî cihanı neylerem?..
Ben dost cemâlin görmüşem,
Hûr-i cinânı neylerem?..
"Öbür alemden geldim ben buraya; ben burayı ne yapayım?.. Ben cemâlullahı görmüşüm, Allah'ı görmüşüm; hûrileri ne yapayım?.." diyor. Bu da güzel bir şiirdir. Hicaz makamında bestesi çok nefistir.
G. YUNUS ALEVÎ DEĞİLDİR
--Yunus böyle de, acaba Yunus çizgiden çıkmış bir insan mı?..
--Hayır!..--İddialı olduğuna göre, yoksa alevî mi bu adamcağız?..
--Alevî değil!.. Bilimsel olarak onu da söylemek bizim vazifemiz... Nerden isbat edebiliriz?.. Meselâ televizyonda çıkacak karşımıza alevî babaları, dedeleri; "Yunus alevî idi." diyecekler. "Ahmed Yesevî alevî idi" diyorlar. Tamam, o zaman Hazret-i Ali de alevî idi. Kendisi netice itibariyle ama, senin bildiğin alevî değil... Alevîlik Hazret-i Ali'yi sevmekse, biz de alevîyiz. Hepimiz seviyoruz ama, yaşantın nasıl?..
Şimdi, şurda bir sözü var eski Yunus'un:
Namaz kılmayana sen,
Müselmandır demegil,
Hergiz müselman olmaz,
Bağrı dönmüştür taşa...
Namaz kılmayana müslüman demiyor eski Yunus... Sinirli ya, asabî meşrebli adamcağız... Namaz kılmadı mı, siliyor defterden... Hani, kalb yıkanı defterden sildiği gibi, namaz kılmayanı da siliyor. Namaz kılmayanlar yandı... Yunus kovalayacak sopayla... (Hergiz müselman olmaz; bağrı dönmüştür taşa...) Hergiz, aslâ demek...
Alevî kardeşlerimiz sahabenin arasında ayırım yaparlar; biz ayırım yapmayız.
(Ashâbî ken nücûmi) "Benim ashabım yıldızlar gibidir." buyurmuş Peygamber Efendimiz... (bi eyyihim iktedeytüm ihtedeytüm.) "Hangisine sarılsanız, hak yola, cennete gidersiniz." buyurmuş. Biz ashaba dil uzatmıyoruz. "Ashaba dil uzatarak benim canımı sıkmayın! Ashabım konusunda ileri geri konuşup da, beni üzmeyin!" buyuruyor. Biz ashabın kendi aralarındaki meseleleri bahis konusu etmiyoruz.
Ama onlarda tevellâ ve teberrâ var... Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in dostlarını sevmek var, düşmanlarına düşman olmak var... Bir takım sahabeyi defterden silmek var, aleyhinde konuşmak var... Eski Yunus'ta bunlar yok...
Bunları niçin anlatıyorum?.. Yunus'un gerçek çehresini herkes bilsin diye anlatıyorum. Onu da şurda, misaliyle işaretledim. Onu da okuyayım da delilli olsun:
Işksız adem dünyada,
Belli bilün yokdurur.
Her biri bir nesneye,
Sevgüsi var âşıkdur.
Çalab'un dünyasında,
Yüzbin türlü sevgü var.
Kabul et kendözüne
Gör kangısı lâyıktır.
"Dünyada herkes bir şeyi sever. Binbir türlü sevgi var dünyada... Ama sen, bu sevgileri şöyle bir göz önüne getir. Bunların hangisi sana lâyıktır; seçme yap!" diyor.
Yâni, "Rahman'ı mı sevmek lâzım, şeytanı mı sevmek lâzım?.. İmanı mı sevmek lâzım, şirki küfrü mü sevmek lâzım?.. Zulmü mü sevmek lâzım, adaleti mi sevmek lâzım?.. Herkes bir şey seviyor ama, sen kendine lâyık olanı seç!" diyor.
Biri Rahmânir Rahîm,
Biri şeytânir racîm.
Anun yazuğımuz di,
Sevgüye taallukdur.
Dünyada Peygamberün,
Başına geldi bu ışk.
Tercemânı Cebrâil,
Ma'şûkası Hàlik'dur.
Yâni, "Bu sevgi dediğimiz şey Hazret-i Muhammed'in de başına geldi. Bu aşkın tercümanı Cebrâil AS'dır. Rasûlüllah'ın sevgilisi de Allah'tır." diyor.
Şiirin beşinci dörtlüğünde:
Ömer ü Osman Ali,
Mustafâ yâranleri.
Bu dördünün ulusı,
Ebû Bekr-i Sıddîk'dur.
Alevî der mi böyle?.. Demez. Tanıyoruz; dostlarımız var, tanıdıklarımız var... Bildiğimiz kimseler var... Hacı Bektaş'a gittik, gördük. Ebû Bekir, Ömer, Osman deyince; dişlerini gıcırdatırlar. "Adın ne?" diye sorsalar; "Ömer" dese kızarlar. Bak ne diyor:
Ömer ü Osman Ali,
Mustafâ yâranleri.
Bu dördünün ulusı,
Ebû Bekr-i Sıddîk'dur.
Ebûbekir Sıddîk'ın en yüksek olduğunu düşünmek de, ehl-i sünnet akîdesidir. Biliyorsunuz, ehl-i sünnet akîdesine göre, sahabe-i kirâmın efdali Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'dir. Hilâfet de, fazîlet sırasına göredir. Bizim kanaatimiz böyle... "Allah böyle takdir etmiş; demek ki, bunda bir sebep vardır." diye, biz böyle düşünüyoruz sünnî olarak...
Ama alevî kardeşlerimiz, "En üstünü Ali idi. Ötekiler haksızlık etti, gasb etti. Hazret-i Ali Efendimiz, Peygamber Efendimiz'in cenâze işleriyle meşgulken, orda politik entrikalarla kendilerini seçtirdiler." demeye getiriyorlar.
Yapmaz o insanlar!.. Diyelim ki, böyle haksızlık yaptı... Böyle insana Allah, Peygamber Efendimiz'in türbesinde yatmayı nasib etmez!.. Bu da benim özel delîlim...
Peygamber Efendimiz'in yanına herkes yatmadı; kabir arkadaşı iki kişi var... Kim?.. İki kayınpederi... Orda da zerâfet var; ikisinin de kızını aldı ya Peygamber Efendimiz... Birisi Ebûbekir Sıddîk, Hazret-i Aişe Anamız'ın babası; ötekisi Ömerül Faruk, Hazret-i Hafsa Validemiz'in babası... Yâni kayınpeder oluyor, baba oluyor. Allah onlara nasib etmiş, Peygamber Efendimiz'in türbesinde durmayı...
Efendimiz'in kabri şurda... Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in kabri arkasında... Ömerül Faruk Efendimiz'in kabri yanında... Eskiden diyorlardı ki, "Turna dizilişi gibi, birer metre geriye, birer metre sağa kaymış durumdadır." Öyle değil...
Son yapılan kazılarda, türbenin duvarını yaparken; kıbleye arkamızı dönüp, türbeye doğru teveccüh ettiğimiz zaman, sağ tarafta kalan yan duvarın tamirini yaparken, tamir edenler iki tane ayak görmüşler. Hemen kapatmışlar ve çok üzülmüşler. "Eyvah! Acaba Rasûlüllah'ı mı rahatsız ettik?" diye... Sonradan tarih kitaplarını karıştırmışlar. Anlaşılmış ki, Hazret-i Ömer Efendimiz levent olduğu için, boylu poslu olduğu için sığmamış da, ayağı biraz uzamış oraya doğru... Hazret-i Ömer'in ayağı olduğu anlaşılmış.
Şimdi, böyle bir kötülüğü yapmış olsalardı, Allah onlara Peygamber Efendimiz'in yanında, türbesinde, aynı odada bulunma şerefine erdirmezdi. Benim görüşüme göre... Nasib etmezdi, koğardı onları bilmem nereye... Ne olursa olurlardı. Orada defnedilmek nasib olmuş; bu çok önemli bir şey...
Bir de Hazret-i Aişe Validemiz'in rüyası vardır. Hazret-i Aişe Validemiz bir rüya görmüş. Ebûbekir Efendimiz de rüya yorumlamayı seviyor. Biraz o hususta mahareti tanınmış. Babasına diyor ki:
"--Babacığım, bir rüya gördüm. Gökten üç tane kamer, ay yere indi. Benim hücreme geldiler, toprağa daldılar. Acaba bunun yorumu ne?.."
"--Kızım! Senin odana üç kişi defnedilecek. Bunlar yeryüzünün en hayırlı insanlarıdır." diyor.
Peygamber Efendimiz vefat edince de kızına yanaşıyor, diyor ki:
"--Kızım, hani sen bir zaman bir rüya görmüştün ya, işte senin üç kamerinden bir tanesi budur ve en hayırlısı budur." diyor.
Peygamber Efendimiz oraya gömüldü. İkincisi kim?.. Ebûbekir Efendimiz... Üçüncüsü kim?.. Ömer Efendimiz...
Evet, Ömer Efendimiz sinirli bir insandı, eli kırbaçlıydı. Çarşıya pazara çıkardı, belediye reisliği vardı. Esnafı kontrol ederdi. Kamçıyı kafasına indirirdi. Ama Allah için yapardı, adaletliydi. Sevmeyen olabilir, kızan olabilir ama Allah sevdi mi, başkasının hiç önemi yok...
Peygamber Efendimiz'e de bazı konularda, "Yâ Rasûlallah, öyle yapmayalım!" demiş ve Hazret-i Ömer'in itiraz ettiği şekilde vahiy inmiş sonra... Samimiyetle kanaatini söyleyen insan... Doğruyu sevmek lâzım!..
Bizim burda anlatmak istediğimiz bilimsel bir gerçektir, bir yanlışlığı düzeltmektir. Yunus Emre'lerin hiç birisi --Bursalısı zâten değildir de, birinci Yunus da öyle-- şeyhayna, yhani Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize söven bir insan değildir. Tevellâcı ve teberrâcı değildir. Alevî değildir, sünnî akidesindedir. Çok net... Bu şiiri onun için buraya koydum. İki dörtlüğü daha var:
Alem fahri Muhammed,
Mi'râca ağduğunda,
Çalab'dan dilediği,
Ümmetine azıkdur.
Yunus senin aybını,
Gözlegil ayruğı ko,
Kimesnenin aybına,
Sen bakmagıl yazıkdur.
Sonunda da ahlâkî bir şey söylüyor: "Ey Yunus!" diyor kendisine... "Senin ayıbını gözle sen! Kendi ayıbına bak, kendini düzeltmeğe çalış!.. Ayruğı ko; yâni başkasının ayıbını araştırmakla meşgul olma, bırak o işi!.. Kimsenin ayıbına bakma; günahtır." diyor.
Yazık, günah demek... Eski Türkçe'de kelimeler bugünkü mânâsından farklı mânâlarda olabilir. Biz bugün yazık deyince, acıyoruz. "Yapma yazıktır, kediye eziyet etme!.. Kuşa eziyet etme, yazıktır!" diyoruz. Bunu acıma kelimesi olarak kullanıyoruz. "Yazık, vah vah, zavallı... Adamcağız ölmüş de, çocukları kalmış; yazık!" diyoruz. Burda acıma hissi olarak doğru da, eski Türkçe'de yazık, günah demek... Burda günah yok ki; adamcağız ölmüş zâten, yetimler kalmış. "Yazık, vah vah!.." diyoruz. Yazık yok orda... Yâni, kelimelerin farklı mânâsı var. "Sen başkasının ayıbına bakma; yazıkdur." dediği, "Günahtır, bakma, sen kendinle meşgul ol!" diyor.
Yunus Emre bir kere akide olarak isbat etmiş oluyoruz, namazlı niyazlı bir insandı. Sonra sahabe-i kirama hürmet eden bir insandı. Ayet-i kerimeleri bilen bir insandı. Alevî kardeşlerimiz de bu çizgiye gelsinler, bunun başka çaresi yoktur; çünkü, hak budur.