Bakıyorsunuz Suudî Arabistan'da, tasavvuf erbabına karşı bir karşı tavır var... Devletin resmî ideolojisi tasavvufa karşı... Vehhâbî cereyanı tasavvufun karşısında... Üniversitelerinde tasavvufun aleyhinde tedrisat yapılıyor. Düşmanları var, hasımları var...
Onun için diyoruz ki, tasavvuf Kur'an'dandır, Peygamber Efendimiz'in sünnetindendir. Bunu kısaca da olsa bastırarak açıklamam lâzım. Çünkü, bu benim hem vicdan borcum, hem de ilim adamı olarak söylemem gereken bir nokta... Bir yanılmayı, yanlışlığı düzeltmem gerekiyor.
B. TASAVVUF DENİLİNCE NE ANLARSINIZ?
"--Tasavvuf denilince ne anlarsınız?" diye bir anket yapsam şuraya toplanmış kardeşlerime, ne cevaplar verebilirler diye ben onları kendim düşündüm akşam, şöyle sıraladım:
Meselâ içinizden bir kardeş diyebilir ki:
"--Tasavvuf nefis terbiyesi'dir. İnsanın vicdanını terbiye etmesidir. Nefsini zabt ü rabt altına almasıdır. Nefs-i emmâresini nefs-i razıye, merzıye gibi yüksek ve kaliteli bir nefis haline getirmesidir." diyebilir.
Doğrudur, öyledir gerçekten... Nefis terbiyesi meselesi tasavvufun önemli bir kısmıdır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de ayetler de var:
(Ve emmâ men hàfe makàme rabbihî ve nehen nefse anil hevâ. Feinnel cennete hiyel me'vâ.) "Kim Rabbinin makamından korkarsa ve nefsini hevâ-yı nefsinin peşinde sürüklenmekten men edebilirse, işte cennet onun durağı ve yurdu olur." buyuruluyor.
Demek ki, nefsin hevâsını, şehevâtını insanın dizginlemesi lâzım!.. Dizginlenmesi gerektiğini ayet-i kerime söylüyor. Binâen aleyh, nefis terbiyesi meselesi tasavvufta çok büyük bir yer tutan meseledir. Kur'an-ı Kerim'in emridir. Binâen aleyh, tasavvuf bu yönüyle Kur'anî bir ilimdir.
Başka:
(Kad efleha men tezekkâ.) "Nefsini temizleyebilen, içini pâk eden kimse felâh bulacak!" buyuruluyor.
(Kad eflehâ men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) "Kim nefsini temizleyebilirse; içini, egosunu, enesini temizleyebilirse, o cennetlik olacak, felâha erecek! Kim onu kirletirse; egosu pis, kirli; içi, kalbi fesat olarak kalırsa; o da hâib ve hasir, pişman ve perişan olacak, iki cihanda mahvolacak!" deniliyor.
Demek ki, nefsin terbiye edilmesi Kur'anî bir emir olduğu için, tasavvuf bu yönüyle Kur'ânîdir. Kimse tasavvufa yan gözle bakamaz!..
İkincisi: Tasavvuf deyince çok hatıra gelen bir şey, zikir'dir. Dervişin eli tesbihlidir, dili zikirlidir. Hattâ Yunus Emre'nin bir sözü var, çok hoşuma gidiyor. Bestesini de seviyorum, ilâhi olarak bestelenmiş:
Yunus sen bu dünyaya niye geldin?
Gece gündüz Hakk'ı zikretsin dilin!
Evliyaya uğramaz ise yolun,
Göçtü kervan kaldın dağlar başında...
Şimdi soruyor:
"--Yunus sen bu dünyaya niye geldin?"
Kendisi cevabı vermiş gibi yine kendisine emrediyor:
"--Gece gündüz Hakk'ı zikretsin dilin!"
Niye geldin sen bu dünyaya?.. Zikredeceksin, kulluk edeceksin... Gece gündüz Allah de, Hakk de, Hû de... Şimdi Hû demek de bir suç gibi... Hû, Allah'ı kasdederek "O" demek... "O... O... O..." derken bir aşk hasıl oluyor. Hû isminin zikrinden aşkullah, muhabbetullah hasıl olur dedikleri ondan...
(Evliyaya uğramaz ise yolun,) "Eğer Allah'ın bir sevgili kuluna tesadüf etmezsen; alim, fâzıl, mürşid-i kâmil kuluna uğramazsan, bu gerçekleri öğrenemezsen, gafil gezersen, cahil kalırsan; (Göçtü kervan kaldın dağlar başında...) o zaman, kervanı kaçırmış olursun. Dağın başında, kurtların kuşların arasında kalırsın."
Şeytan insanın kurdudur. Kuzuyu kurdun parçaladığı gibi, şeytan da insanı yakaladı mı, parçalar, perişan eder. Dağ başında yalnız, çobansız, silahsız yakalarsa, parçalar.
Evet, şek şüphe yok hepiniz, "Tasavvuf deyince ilk hatırınıza gelen kelimeyi söyleyin!" dersem, "Zikir" dersiniz. Belki, büyük ölçüde böyle dersiniz. Zikir de Kur'an-ı Kerim'dendir.
Ben lisedeyken bir sabah okula gittim, arkadaşlar beni mütebessim, şakacı bir şekilde karşıladılar. Etrafımı sardılar. "Bunlar bir şey yapacak ya, dur bakalım..." dedim. "Bir renk adı söyle!" dediler. Omuzumu kaldırdım, "Kırmızı..." dedim. Bir kahkaha kopardılar, yatıyorlar yerlere... "Ne var bunda gülünecek, kırmızı renk değil mi?" dedim. "Yok, ondan değil... Kime sorduysak, kırmızı diyor da ondan gülüyoruz." dediler. Demek ki, ilk akla gelen çarpıcı renk kırmızı imiş. Psikolojik bir şey...
Şimdi, "Tasavvuf deyince, söyle bakalım ilk hatıra gelen nedir?" desek, belki büyük bir kısmı, %75'i "Zikir" diyecek. Bir kısmı da, belki %25'i "Nefsin terbiyesi" diyecek. Ama zikri daha çok söylerler. Zikir de Kur'an'dan...
(Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullahe zikren kesîrâ.) "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin!"
(Fezkürisme rabbike bükreten ve esîlâ.) "Sabahleyin, akşamleyin Allah'ın ismini zikret!" İki zıt şeyi zikrederek dâimâ mânâsı verilir edebiyatta... Allah'ı zikret, Allah'ın ismini zikret!..
Sonra:
(Vez zâkirînallahe kesîran vez zâkirât, eaddallahu lehüm mağfireten ve ecren azîmâ.) "Allah'ı çok zikreden erkekler, Allah'ı çok zikreden kadınlar, diğer iyi işleri yapan müslümanlarla beraber bunlara Allah çok büyük mükâfatlar hazırlamıştır." buyuruluyor.
Kur'an-ı Kerim'de zikirle ilgili seksen kadar emir var... O halde tasavvuf, Kur'ânî bir faaliyettir. Nefis terbiyesi de Kur'an'dan, zikir de Kur'an'dan...
Sonra, bir kısmı da tasavvufu "güzel ahlâk" olarak tarif edebilir. "Mutasavvıf; kendi kötü huylarını temizlemiş, iyi ahlâka sahip olmuş, kâmil, olgun bir insandır." diyebilir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de var...
Güzel ahlâk hakkında sayılamayacak kadar çok ayetler var... Allah bize Kur'an-ı Kerim'de sabrı tavsiye etmiyor mu, "Vasbir!" demiyor mu?.. Şükrü tavsiye etmiyor mu?.. Hamd etmeyi, merhameti, tevekkülü tavsiye etmiyor mu?.. Kadere rızâ göstermeyi, cömertliği, tevâzûu, halim selim olmayı tavsiye etmiyor mu ayetlerde?..
O halde tasavvufun ahlâkı güzelleştirme çalışması, Allah'ın Kur'an'daki bu emirlerini yaptırmak, öğretmek ve insanın içine yerleştirme çalışmasıdır. Binâen aleyh, bu da Kur'an'dandır.
Sonra, "Efendim, derviş adamdır, o ehli tariktir. Hiç harama bakmaz, hiç haram yemez; takvâ ehlidir." diyoruz. Takvâ vasfı nerdendir?.. Kur'andandır, Kur'an-ı Kerim'in emridir. Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayet-i kerimesinde:
(Yâ eyyühellezîne âmenüttekullah!) "Ey iman edenler! Allah'tan korkun!" diye emrediyor. Takvâ Kur'an-ı Kerim'den...
İhlâs; temiz kalbli olmak, iyi niyetli olmak... O da Kur'an-ı Kerim'den... "Bir amel, iyi niyetle, sırf kendisinin rızasını kazanmak için yapılmazsa, Allah-u Teâlâ Hazretleri o ameli kabul etmez!" buyuruyor Peygamber Efendimiz... "Allah insanların yüzlerine, sîmalarına, sûretlerine, mallarına bakmaz, aldırmaz; gönüllerine bakar, niyetlerine bakar, amellerine bakar." buyuruyor. İhlâs'ın önemini pek çok ayet-i kerimeden, hadis-i şeriften biliyoruz.
Sonra ihsân; ibâdeti güzel yapmak... Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayeti buna dair... Hani derviş nedir?.. Gündüz sâim, gece kàim... Ne demek gündüz sâim, gece kàim?.. Gündüzleyin mübarek, sevap kazanmak için oruç tutuyor. Geceleyin mübarek, uykusunu terkediyor, seccâdesine duruyor, sabahlara kadar namaz kılıyor. Be adam, uyku uyumaz mısın!..
Bizim Ankara'da çok sevdiğimiz bir doktor kardeşimiz var... Sohbete otururuz, başı böyle düşer, uyur. Bizim fakülteden mezun, talebe cemiyeti başkanlığı yapmış, cin gibi bir talebemiz var... Ona demişler ki:
"--Allah için gece uyumaz da, tesbih çeker de, onun için uyukluyor."
Bizim talebe de hemen yapıştırmış:
"--Söyleyin ona, biraz da Allah için uyusun!" demiş. "Gece uykusuz kalıp da, gündüz sohbette uyuyacağına, söyleyin de biraz Allah için uyusun!" demiş.
Derviş ibadeti böyle yapar, çok yapar. Bu konuda da Kur'an-ı Kerim'de, "Namaz kılın, oruç tutun, zekât verin, hacca gidin!.." gibi bir çok emirler var...
C. TASAVVUF VE ALLAH SEVGİSİ
Gelelim tasavvuf ve sevgi, aşk, aşkullah, muhabbetullah meselesine... Ben konuları olmuş olaylarla anlatmasını seven bir insanım. Hatırda kalır çünkü bunlar...
Bir korgeneral bizim fakülteye geldi. Korgeneral, omuzu kıpkırmızı... Bir sürü yıldızları var... Bir adım daha atsa orgeneral olacak. Kaç tane korgeneralimiz var, kaç tane orgeneralimiz var?.. Ben sekreterin odasına girdiğim zaman, "Tamam, hoş geldiniz hocam, buyurun!" dedi, korgeneralle tanıştırdı.
Korgeneral tabii kibar insan... Hocam dedi, yaşımıza bakmadan ilimle meşgul olduğumuz için hürmet etti. Ben de odama davet ettim, "Buyurun paşam, odamda bir çay içelim, şereflendirin odamı!" dedim.
Dedi ki: "Hocam, ben NATO'da çalışırken Amerikalı bir aile bana çok yakınlık gösterdi. O kadar yakınlık gösterdi ki, Amerika'ya gittiği halde hâlâ benimle mektuplaşır ve bana mektubunda babacığım diye hitab eder." Yâni paşaya hanımı da kendisi de "Babacığım!" diye hitab ediyorlar.
Sanıyorum Amerikalı, din subayı NATO'da... Otuz sayfa kadar İngilizce bir kitabın fotokopisini göndermiş. Kitabın başı yok, ismi belli değil, yazarı belli değil... Sonu da yok... Kitabın başının ve sonunun belli olmaması kasıtlı, benim tesbitime göre... Çünkü kitap, misyonerliğe ait bir kitap... İslâmı kötülüyor. O otuz sayfa İslâm'ın aleyhinde...
Şimdi, o kurnaz Amerikalı kâğıtların üst tarafına yazmış: "Paşa babacığım, şu satırları lütfen okuyun! Bunlar hakkındaki fikrinizi bana yazın!... Ben sizden İslâm'ın medhini de istemiyorum." diyor. Allah Allah!.. İlle o yazıları okutturacak, İslâm'ı da medhetmeyeceğiz adama... Şart da koşuyor.
Aldım okudum. Otuz sayfa İngilizce, İslâm'ı kötülüyor. En büyük kötülediği şey, "İslâm'da sevgi yoktur." diyor. İnkâr ediyor. Halbuki bütün tasavvuf erbâbı, Mevlânâ, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî; bütün büyük din alimlerimizin hepsi aşkullah ve muhabbetullah içine gark olmuş insanlar... Hakîkî dindar Allah aşıkı kimsedir. Çocuklarımıza biz daha ilk konuşmaya başladığı zaman, "En çok kimi seversin?" dediğimiz zaman, "Allah'ı severim." demeyi öğretiriz.
Adam haksızlık ediyor. Haksızlık ediyor ama, delil göstermek lâzım!.. Biz de oturduk otuz sayfa, kırk sayfa ona cevap yazdık. Paşa Baba: "Hocam sen hiç merak etme, Türkçe yaz; ben onları İngilizceye çeviririm!" dedi. Ben de otuz kırk sayfa cevapları yazıp delilleri gösterdikten sonra, "Bu yanlıştır. İslâm şöyledir." diye anlattıktan sonra, bir de Diyanet İşleri Başkanlığı'na gittim; İngilizce ne kadar İslâm'la ilgili kitap varsa hepsini aldım, naylon poşet içinde Paşa Baba'ya hediye ettim. İster kendisi okusun, böyle gelen mektupların tesiri altında kalmasın; isterse kendisine o misyoner sayfalarını gönderen kimseye göndersin diye...
Şimdi muhterem kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim'de ehl-i dünya, dünyayı seven insanlar anlatılıyor, tenkid ediliyor.
(Minküm men yürîdüd dünyâ ve minküm men yürîdül âhireh) İnsanların arasında dünyayı sevenler var... Para, pul, mevki, makam, kadın, kız, şöhret, alkış, vs vs... Ehl-i dünya var... Bir de ehl-i ahiret var... Bu ikisini sıralıyor da Kur'an-ı Kerim, iki ayet-i kerime var, orada bir de buyuruluyor ki:
(Yürîdûne vechallah) "Allah'ın zâtını istiyorlar." Dünya değil, ahiret değil, Allah'ı istiyorlar. Nedir bu ayet-i kerimeler:
(Velâ tadrudillezîne yed'ûne rabbehüm bilgadâti vel aşiyyi yürîdûne vechehû mâ aleyke min hisâbihim min şey'...) Birisi bu, En'am Sûresi'nde 52. ayet... Birisi de:
(Vasbir nefseke meallezîne yed'ûne rabbehüm bilgadâti vel aşiyyi yürîdûne vechehû, velâ ta'dü aynâke anhüm, türîdü zînetel hayâtid dünyâ) Bu da Kehf Sûresi'nde...
Bu ayet-i kerimelerde isbat edilmiş oluyor ki, Peygamber Efendimiz'in zamanında Allah'ın bazı mübarek kulları, Allah aşkına bağlılıkla sırf Allah'ı isteyen insanlar... Yâni dünya da gözlerinde değil, ahiret hesabı yapmak peşinde de değiller... Sırf Allah'ın vech-i pâkini istiyorlar.
Vech, yüz demek ama, "Zikir bilcüz' irâde bilkül" derler. Edebî sanatlar içinde böyle bir şey vardır; küçük zikredilir, büyük kasdedilir. Yüzü demek, zâtı mânâsına... Allah'ın zâtını istiyor, Allah'ı seviyor, Allah aşıkı...
Diyor ki Peygamber Efendimiz'e:
"--Bunları yanından koğma ey Rasûlüm!.."
Başka bir ayette de buyuruyor ki:
"--Sen de bunların yanında ol ey Resûlüm!.."
Öteki birtakım isteklerde bulunan kimseler olmuş. "Onların istediği istikamette olma, bu fukaranın, bu aşıkların yanında ol!" diyor. Allah hem seviyor, hem de Rasûlüne sevdirtiyor, hem de Rasûlüne "Onların yanında ol!" diyor. Allah'ın vech-i pâkini isteyen insanlar...
Sonra, bir başka ayet-i kerimede açıkça sevgi zikrediliyor:
(Yâ eyyühellezîne âmenû men yertedde minküm an dînihî) "Ey iman edenler! Sizin içinizde vefasızlık gösterip, sıkıntılardan cayıp da İslâm'ı bırakıp müşrikliğe tekrar dönenler olursa --bazı kabileler irtidat ettiler ya; hani İslâm kalblerine tam girmemişti, bir kısmı dinden çıktı ya-- sizden bazıları dinden çıkarsa, çıksın!.. (fesevfe ye'tillâhü bikavmin) Allah öyle bir kavim getirecek ki, (yühibbühüm ve yühibûnehû) hem Allah o kavmi sever, o insanları sever; hem onlar da Allah aşıkıdır, Allah'ı severler." Öyle insanlar getirecek... "İsteyen İslâmdan çıkarsa çıksın sizden, Allah böyle insanlar getirecek!" buyuruyor. Hakîkaten de ondan sonra, nice Allah aşıkı insanlar çıkmıştır.
Biliyorsunuz Hayber kalesinin muhasarasında muhasara uzadı. Peygamber SAS Efendimiz dedi ki:
"--Yarın bu sancağı öyle bir kimsenin eline vereceğim ki, Allah onu sever, o Allah'ı sever. Ona vereceğim sancağı!.." dedi, kim olduğunu söylemedi.
Hazret-i Ömer diyor ki:
"--O gece uykum kaçtı, 'Yarın keşke Rasûlüllah bayrağı bana verse!' diye... O Allah'ın sevdiği kimse ben olsam diye... Hayatımda hiç bir şeyi bu kadar arzu etmemiştim." diyor.
Ertesi gün ordu toplanmış, heyecan dorukta... Herkes Rasûlüllah'ın gözüne ve işaretine bakıyor, "Acaba sancağı içimizden kime verecek?" diye... Peygamber Efendimiz SAS herkese şöyle bakmış bakmış, sonra sormuş:
"--Ali nerde?.."
Demişler ki:
"--Yâ Rasûlallah, gözü ağrıyor; çadırda yatıyor, hasta..."
"--Getirin onu buraya!.." demiş.
Getirmişler. Mübarek gözlerine mesh eylemiş. Gözlerini ağrısı anında geçmiş. Bayrağı ona teslim etmiş ve Hayber'i --biliyorsunuz--Hazret-i Ali Efendimiz fetheyledi. Hayber Cengi meşhurdur, kitaplara destanlara girmiştir.
Allah onu sever, o Allah'ı sever. Sahabe-i kiram öyle insanlardı. Öyle kimselerdi ki, gözleri hayatı görmüyordu. Amr ibnül As, Fustat şehrini --şimdiki Kahire'nin içinde surları olan eski, kadim şehir-- muhasara ettiği zaman, savunmaya hazırlanmışlar. Haber göndermiş, demiş ki:
"--Boşuna beni uğraştırmayın, kendiniz de boş yere uğraşmayın! Siz bizimle başa çıkamazsınız!.. Çünkü, benim ordumun içindeki insanların hepsi ölmeğe can atıyor, ölmek istiyor, ölmek için gelmiş buraya... Siz de hepiniz yaşamaya can atıyorsunuz, yaşamanın çaresini arıyorsunuz. Bizimle baş edemezsiniz. Anahtarları getirin, şu kalenin kapılarını açın, kaleyi edebinizle bize teslim edin!" demiş.
Onlar da teslim etmişler. Biliyorsunuz, Fustat şehrini Amr ibnül As böyle bir sözle fethetti.
Böyle insanlardı onlar... Allah aşıkı insanlardı. Aşkullah, muhabbetullah hepsini gark etmişti. Rasûlüllah'ın hayatı öyleydi.
Rasûlüllah SAS Efendimiz, daha peygamberlik kendisine gelmeden önce, Hıra Mağarası'na kaçıp kaçıp, orada günlerce ibadet etmez miydi?.. Bilmiyor muyuz bunu?.. Biliyoruz. Ne dediler Mekke ahalisi?.. Baktırlar ki bu delikanlı bir başka, bir şeyler yapıyor:
(Aşıka muhammedün rabbehû) "Muhammed Rabbine aşık oldu." dediler. "Aşka düştü Muhammed..." dediler.
Aşk olmasa... Bilmiyorum içinizde Hıra Mağarası'na çıkan var mı?.. Öyle yalçın bir dağ ki, yarıyoldan pek çok kimse dönüyor. Çok yalçın, çok tehlikeli, çok uçurumlu... Rasûlullah Efendimiz bazan kendisi oraya çıkıyor, bazan Hatice Validemiz ona azık getiriyor. Üç dört gün orda ibadet ediyor.
Bilmiyorum o güzel mağaraya girdiniz mi, içinizde giren var mı?.. Mağaranın dip tarafından bu tarafına doğru cayır cayır sıcakta, 50-60 derece sıcakta öyle serin bir hava geliyor ki... Öyle bir tabii aircondition var ki, öyle bir letafet var ki, tarif edilmez.
Dış tarafında, devrilmiş, öyle güzel, şu halı kadar bir kaya var... Onun üstünde durduğunuz zaman, geminin en yüksek yerinde, seren direğinde sanıyorsunuz kendinizi... Her taraf uçurum, aşağısı gözle görülmeyecek kadar derin... Ama karşınızda Harem-i Şerif'in ışıkları görünüyor, Kâbe görünüyor. Orada ibadet ederdi, Kâbe'yi göre göre...
Ne diyorlar?.. "Muhammed Rabb'ine aşık oldu!" diyorlar. İslâm'da aşk olmaz olur mu?.. Aşk olmasa meşk olur mu?.. Aşk olmasa fedâkârlık olur mu?.. Aşk olmasa cihad olur mu?.. Aşk olmasa ecdâdımız bu kadar güzel çalışmalar yapabilirler miydi, bu kadar güzel eserler ortaya koyabilirler miydi?..
Meşhur bestekâr İsmail Bahâ Sürersan anlatıyor: Almanya'da müsizyenler toplanmışlar, dinî mûsiki üstadlarının eserlerinin dînî formlarını hangisi tesir bakımından daha üstün diye incelemişler. Kendilerinin dindar bestekârları Johan Sebastian Bach, falanca, filanca... hepsinin eserleri ortaya dökülmüş. Bizim Mevlevî üstadlarından bir mübarek, ehl-i tarik bestekârımızın, ellerine geçirdikleri bir küçük parçası da mütâlâa edilmiş orda; o birinci gelmiş. Bizim Mevlevî dedesinin bestesi birinci gelmiş.
Bu tekbirin bestesindeki ruhaniyeti hatırlayın... Salât-ı Ümmiyye'deki sâde fakat şâheser mükemmelliği hatırlayın... Bunların hepsi --aşk olmayınca meşk olmaz-- aşık insanların yapacağı şeylerdir. Aşkı bilmeyen, sevgiyi bilmeyen insanlar, bir şey yapamaz.
Aşkullah vardır. Binâen aleyh, tasavvuf Kur'an-ı Kerim'in uygulamasıdır... Binâen aleyh, tasavvuf Peygamber Efendimiz SAS'in hayatıdır, sahâbe-i kirâmın hayatıdır.
Eski Diyanet İşleri başkanlarından Süleyman Ateş, talebemdir... Sakalı benden daha aktır, yaşı da benden daha çoktur ama, talebemdir. Şimdi bu zat Çİslâm TasavvufuÈ diye güzel bir eser yazmış. Baş tarafında, Peygamber Efendimiz'in nasıl s™fiyâne bir hayat tarzı olduğunu, s™fîlere nasıl örnek olduğunu çok güzel anlatıyor. Hem de hepsine dipnot koyarak, kaynağını göstererek yazmış. Güzel yazmış, aşkolsun... Yâni güzel bir eser, hoşuma gitti.
Bu kesin, bilimsel olarak, bir ilim adamı olarak yanlışlık düzeltiyoruz: Tasavvuf Kur'an'dandır. Tasavvufî hayat, İslâm'ın emirlerinin hayata uygulanmasından doğan, derûnî hazlarla dolu bir yaşam tarzıdır. Mevlânâ'nın hayatıdır, Yunus Emre'nin hayatıdır... Eşrefoğlu Rûmî'nin hayatıdır.
Eşrefoğlu'nun o ilâhîsi ne kadar güzeldir:
Ey Allah'ım beni senden ayırma!..
Beni senin cemâlinden ayırma!..
Balığın canı su içre diridir,
İlâhî balığı gölden ayırma!..
Aşk-ı ilâhî bir derya, bu da deryanın içinde bir balık... O deryanın içinden çıkarsa çırpınarak öleceğini söylüyor. Yalvarıyor: "Yâ Rabbi, beni bu deryadan dışarıya çıkartma, ben burdan memnunum." diyor.
Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan tabîb,
Kılma derman kim, helâkim zehri dermânımdadır.
"Ben aşk derdiyle memnunum, başım hoş. Beni tedavi etmekten vazgeç doktor, çekil kenara... Bana tedâvi yapma, beni iyileştirmeğe kalkma! Çünkü, beni iyileştirirsen mahvolurum. Bu aşk benden giderse, ben o zaman insanlıktan çıkarım." demiyor mu Fuzûlî?..
Aşk imiş her ne var alemde,
İlim bir kıyl ü kàl imiş ancak
demiyor mu, Şeyh Galib?.. Her şeyi aşk olarak görüyor. Bunlar laf mı... Hayır, bunlar hayatlarında böyle yaşamış insanlar...
Binâen aleyh, çok büyük bir iftira var ortada... Çok büyük haksızlık var, gayr-i ilmî şeyler var...
D. TASAVVUF VE TARİKATLAR
Tasavvuf, takvâ ehli insanların hayat tarzı olarak beğenilmiş, baş tacı olmuş, asırlar boyu yaşamıştır. Her devirde dindar insan vardır, her devirde halis muhlis insan vardır. Her devirde dünyayı gözü görmeyen, menfaate aldırmayan, faziletlere sarılmış, faziletli kâmil insanlar vardır. Binâen aleyh, her devirde tasavvuf vardır, olmuştur, yayılmıştır.
Sonra, bir takım büyük mutasavvıfların metodları, yolları, meşrebleri, kanaatleri ekolleşmiştir. Onlara da tarikat diyoruz. Elbette bir şeyi yapacaksanız, bir metodu olacak. Nasıl?..
Meselâ, alüminyumu mineral halinde çıkartacaksınız, saf alüminyum elde edeceksiniz. Tamam, mineralden alüminyumu elde etmek bir iş... Hangi metodla yapacaksınız. Bunun binbir metodu var... Bilmem nereli bir kolejli öğrenci bunun elektrikle bilmem nesini bulmuş, icad etmiş, alüminyumu öyle elde etmiş diye bize kitaplarda okutmuşlardı. Siz de çocuksunuz ama, çalışırsanız kâşif, mûcid olabilirsiniz mânâsına...
Her şeyin metodu olduğu gibi, tasavvufun amaçlarına ulaşmak, insan-ı kâmil olmak için de yapılacak işlemlerin çeşitleri vardır. Binâen aleyh, çeşitli metodlar vardır, yollar vardır; yâni tarikatlar vardır. Tarîkat ne demek Arapça'da?.. Tarîk, yol demek... Arabistan'a gitmiş olanlar bilirler. Ne diyor birisi yol açmak istediği zaman?.. "Tarîk! Tarîk!.. Tarîk! Tarîk!.." Yâni, "Yol ver!.. Yol ver!.." diye gidiyor önden... Tarikat da yol demektir. Allah'a giden yol...
Tarikatların içinde Kadiriliği biliyorsunuz, Nakşîliği biliyorsunuz... Şeyhül Ekber Muhiddîn-i Arabî'yi mensub Ekberiyye tarikatını biliyorsunuz... Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye mensub Mevlevîliği biliyorsunuz... Rufâilik, Halvetîlik, Celvetîlik vs. çeşitli tarikatları biliyorsunuz.
Bu müesseselerde istekli olanlara mürid deniliyor. Mürid isteyen demek, istekli demek... bu eğitimi görmek isteyenlere mürid deniliyor. Okulda öğrenim görmek isteyenlere de talebe diyoruz. Talebe ne demek?.. Taleb eden demek... Neyi taleb ediyor?.. İlmi tahsil etmeyi istiyor. O da mürid demek... Hattâ tarikatta da istekli kimseye mürid de derler, talib de derler. Yâni, taleb ediyor bu işi...
Bir mürid vardır, tabii bir de bu okulun hocası vardır, müdürü vardır, öğreticisi vardır. Bu da Peygamber Efendimiz'in metodudur. Peygamber Efendimiz sahabe-i kiramı nasıl yetiştirmiştir?.. Peygamber Efendimiz, Allah'ın kendine verdiği peygamberlik vazifesini nasıl yapmıştır?.. Hangi metodla insanlara İslâm'ı öğretmiştir?.. Sahâbe-i kiramla bir muhabbetli grup teşkil ederek sohbet metoduyla yapmıştır bu işi...
Binâen aleyh, tasavvufun metodu da sohbet metodu'dur. Peygamber Efendimiz'in metodu gibidir. Müridler olacak... Mürşid olacak, şeyh olacak... Bir arada bulunarak, --akşamları, sabahları-- uygulamalı olarak İslâm'ı öğrenecekler.
Bizim Prof. Yusuf Ziyâ Binatlı, çok espiritüel bir zât-ı muhterem, Allah selâmet versin... Bursa İlâhiyat Fakültesi'nin eski dekanlarından... Kuvvetli hafız ve babası da bizim dergâhın şeyhlerinden... O diyor ki: "Biz delikanlı iken Beyazıt'ta, Çarşıkapı'da, Sultanahmet'te dolaşırken, bir arkadaşımıza rastladık mı, 'Merhaba!' derdik, 'Selâmün aleyküm!' derdik. 'Mîrim hangi dergâha devam ediyorsunuz? Hangi şeyhten feyz alıyorsunuz?' derdik birbirimize..."
Demek ki, o zaman delikanlıların bir dergâha gitmesi modaymış. "Şimdi, karşılaştılar mı, 'Hangi takımı tutuyorsun?' diyorlar." diyor Yusuf Ziya Binatlı...
Demek ki, delikanlılar tekkeye gidiyor, delikanlı iken tekkeye gidiyor. Ne oluyor?.. İlâhi dinliyor. Büyüklerin karşısında diz çökmeyi öğreniyor... Saygı duymayı öğreniyor, sevmeyi öğreniyor... Dinini öğreniyor, ahlâkı öğreniyor... Fâzıl, kâmil insan oluyor.
Ah, İstiklâl Harbi olmasaydı da, Çanakkale Harbi olmasaydı da, o yetşmiş insanlar şu çağa yetişselerdi... Beşyüzbin kişi öldüğü için, o yetişen insanların kültürü bize naklolmadı. Onların hepsi gelseydi, o harbler darbler olmasaydı, o yetişmiş insanlar Türkiye'yi dünyanın en ileri ülkesi yaparlardı yine... Bu kardeş kavgası olmazdı, bu birbirini yeme olmazdı. Bu anarşi, bu terör olmazdı. Bu rüşvet, bu iltimas olmazdı.
Ne güzel... Delikanlı iken dergâha gidiyor... Delikanlı iken edeb öğreniyor, usül öğreniyor, erkân öğreniyor.
Demek ki, sosyal bir müesseseydi, sosyal fonksiyonu vardı. Şu anda bu fonksiyon havadadır. Yok... Ya spor salonuna gidecek, ya kahveye... Başka da yapacağı bir şey yok zavallı gencin... Tabii, bir eğitim de yok... Kahvede eğitim yok, sıhhati bozuluyor. Sigara içmese bile, sigara dumanından ciğeri sigara içmiş kadar zehirleniyor.
Ben Yükseliş Mimarlık Mühendislik Yüksekokulu'na giderdim. Gece bölümünde hocaydım. Onu yirmi geçe dördüncü ders biterdi. Eve gelirdim, kapıdan içeriye girerdim. Evdekiler derlerdi ki: "Üffff, amma sigara kokuyorsun!.." Sigara içmedim ama, otobüste geliyorum ya, minübüste geliyorum ya, o böyle insanın iliklerine işliyor, gittiği yerde rahatsızlık veriyor.