• /
  • Kütüphane
  • /
  • Yeni Dönemde Yeni Görevler
  • /
  • 521 ilâ 540. sayfalar
501 ilâ 520. sayfalar

Ondan sonra, çok büyük bir oyunla, dünyanın en önemli petrol merkezi, istihsal bölgesi olan Ortadoğu'ya --Rusya'yı da atlatarak-- yerleştiler... Rusya bir rakibdi. Balkanlar'dan ve Kafkasya'dan bu petrol bölgesine sarkabilir ve petrol bölgesini elde edebilirdi. Çünkü Suriye, Rusya'yla işbirliği yapmıştı... Irak, solcu Baas Partisi'nin elindeydi; yine Rusya'ya güveniyordu... Barzânî, Rusya'da tahsil yapmıştı... Kafkasya, Ruslar'ın elindeydi. Bir adımlık mesafe vardı. "Petrol bölgeleri onun eline geçebilir!" derken; Amerika bugün petrol bölgelerine --çok ince düşünülmüş çalışmalarla-- yerleşmiş durumda... Suudî Arabistan'a yüzbinlerce askerini yerleştirmiş durumda ve maaşını Suud hükümetinden çifte maş olarak alıyor. Yâni maaşını kendisi ödemiyor; Suud'a, "Ben sizi koruyorum!" diyerek askerine çifte maaş verdirmek suretiyle, Suud'a ödetiyor. Ortadoğu'daki mevcudiyeti yetmiyormuş gibi, dünyanın başka yerlerine de el koydular.

Şimdi, "Yeni Dünya Düzeni" diye konuşulan bir düzen var. İşte, "İhtilaf olan yerlerde denge kurulacak... Bu dengelerin korunması, Amerika'nın bekçiliği ve koruması altına verilecek... Petrol bölgeleri batının, Amerika'nın elinde olacak..." diye, yeni dünya düzeninin üç ana hedefi olduğunu, basında gazeteciler söylüyorlardı. Biz de yeni dünya düzeni deyince, sanıyorduk ki, insanlar kardeş olacak ve sulh ve sükûn içinde yaşayacağız... Biz de gittikçe kalkınan bir ülkeyiz. Balkanlar'da ırkdaşlarımız, dindaşlarımız var; Orta Asya'da da var... Böylece Demirel'in bile söylediğini hatırlıyorum. "Adriyatık Denizi'nden Çin Seddi'ne kadar bir alemin lideri durumundayız. Çok güzel durumumuz, kondisyonumuz..." filân diye beyanatlarını hatırlıyorum.

521

Şimdi bu işin böyle olmadığı görülüyor. Yâni çok ciddî olarak meselenin, kabağın bizim başımızda patlatılmak istendiği görülüyor. Bu böyle olduğuna göre, bu meselenin müzakere edilmesi lâzım. Böyle bir harb çıkar mı çıkmaz mı?.. Böyle bir harbin çıkma ihtimali, yüzdesi ne kadardır?..%50 nin üstünde midir, altında mıdır?.. Harp çıkarsa düşman nereden gelir?.. Düşman kimdir?.. Rusya mıdır, Amerika mıdır, Bulgaristan mıdır, Yunanistan mıdır, Sırbistan mıdır, Fransa mıdır, İngiltere midir, Suriye midir, Irak mıdır, İran mıdır?.. Kim olduğunu bilmiyoruz ama, bildiğimiz bir tek şey var; kimsenin dost olmadığını biliyoruz. Bunların hepsi, bizim aleyhimize bir anda dönebilecek durumdadır.

Meselâ ben şahsen, Ortadoğu'daki komşu ülkelerimizle --İran, Irak, Suriye-- iyi geçinmemiz gerektiğini düşünüyordum. Arayı bozmak için, o kadar güzel provakasyonlar yapılıyor ki; bu devletleri birbirleriyle tutuşturmak, çok kolay hale geliyor. Irak Türkiye'yi, Fırat'ın sularını Araplar'a vermemek suçuyla Araplar'a şikâyet etmiş... Yâni bütün Arap alemi, su meselesinden Türkiye'ye ters bakıyor. Demirel Suriye'ye gittiği zaman, daha havaalanında "Irak'ın suları beynelmileldir; sadece Türkler'in değildir!" sloganıyla karşılanıyor... Biz geçen seneden hac mevsiminde dergilerimizde bahis konusu etmiştik; "Ortadoğu'da su meselesinden bir savaş çıkabilir!" diye bir özel sayı yapmıştık İslâm mecmuasında... Suudî Arabistan'da ve Arap ülkelerinde, "Sudan dolayı sizin Türkler'le çarpışmanız gerekir!" diye Amerikalılar hazırlık yapıyorlar.

522

Şimdi gözünüzü yumun veya başınızı iki elinizin arasına alın ve ciddî ciddî düşünün: Bir harb olduğu zaman bize kim yardım edecek?.. Yunanistan yardım etmez; ezelî kinleri, düşmanlıkları, zıddiyetleri var... Sırbistan'ın bugün dünya üzerinde en çok hınç beslediği devlet durumundayız. "Sen misin, zulmü yapma diyen?" diye, en çok bize kızıyor şimdi... Slav ırkçılığı ile ve hristiyan haçlı seferiyle tehdit ediyor bizi... Romanya Slavdır, bölünmüş olan Rus devletleri Slavdır; Karadeniz'den komşudur onlar bize... Demek ki, Balkanlar'da bir hayır, bir ümid, bir müttefik görünmüyor.

Kafkasya'ya dört tane kız gitmiş... İkide birde gazeteler, hattâ televizyon kanalları bahis konusu ettiler. Aynen şu sözleri söylüyor giden kızlar, --belki görevli gittiler, belki bir hevesle arzuyla gittiler-- diyorlar ki: "Bosna-Hersek'te yapılan katliamın aynı, eksiksiz Abhazya'da, Kafkasya'da yapılıyor!.. Orada da askerler geliyorlar; anasının babasının gözü önünde, çocukları öldürüyorlar. Orada da büyük katliamlar oluyor; orada da dünyanın gözü önünde, böyle korkunç olaylar cereyan ediyor. Dehşet içindeyiz... Şimdi döndük ama, tekrar gideceğiz. Oraya yardımcı olmak lâzım!.." filân diyorlar. Yâni, Kafkasya'dakiler bizden yardım bekliyor; bizim onlara yardım etmemiz zor... Ordan bir yardım gelmesi mümkün değil; çünkü, zaten onların başına bir belâ sarılmış durumda...

523

İran, büyük bir devlet; çünkü, 50-55 milyon nüfusu var. Bunun %40-45 i Türk asıllı; mezheb farkı var. Kendi başına bir politika uyguluyor gibi görünmekte... Ama o politika ile, onların ne yapacağını şu anda bilemiyoruz; düşünmek lâzım... Irak'ın başındaki bu yönetimiyle Türkler'e dost olmadığı ortada... Suriye'nin PKK'yı barındırdığını, beslediğini; yıllarca Güneydoğu Anadolu'daki terör olaylarına destek verdiğini biliyoruz.

Şimdi ben burdaki bu toplantıyı, bu önemli konunun; mühim, yılın en önemli konusunun; yılın başında, iş işten geçmeden, günler boşa harcanmadan müzakere edilmesi için tertib ettim. Yâni maksadım, beş yıldızlı bir otelde toplanmak, eğitim, çok amaçlı çeşitli çalışmalar ama; sizi üzmek de istemiyorum ama, bir taraftan da meseleleri beraber müzakere etmemiz lâzım!.. Yâni, bu sözler söylendiğine göre, gülüp geçelim mi?.. "Hadi canım sen de; köpeğin duası kabul olsa, gökten kemik yağardı. Onlar hiç bir şey yapamazlar!" mı diyelim?.. Rahatımıza devam mı edelim; yoksa, ihtiyaten hazırlık mı yapalım?.. Yoksa meseleleri daha ciddî takib edip, çalışmalarımızın en önemli işini bu nokta haline mi getirelim?.. Bütün işlerimizi buna göre mi ayarlayalım?.. Altı yedi ay içinde olanca gücümüzle, böyle bir şeye karşı hazırlanalım mı?.. Hazırlanabilirsek neler yapabiliriz?..

524

Acaba, harbin çıkmaması için, sulhün devam etmesi için, selâmet üzere bizim ve sevdiklerimizin; Balkanlar'daki, Kafkasya'daki, Ortadoğu'daki kardeşlerimizin selâmet içinde olması için, bizim yapabileceğimiz bir şeyler var mı? Yok mu?.. Acaba şairin dediği gibi: "Hâzır ol cenge, eğer ister isen sulh ü salâh!" kaidesi burada söker mi?.. Cenge çok kuvvetli bir şekilde hazırlanırsak, moralman yüksek olursak, sosyal yönden organize olursak, kültürel yönden yetişmiş olursak, bilinçli olursak, hazırlıklı olursak; 50 milyon 55 milyon, 60 milyon insan; hepsi organize... Acaba caydırıcı bir durum ortaya çıkar mı?.. Bu kadar hazırlıklı, bu kadar şuurlu bir toplulukla biz, böyle olur olmaz itişip kakışma içine girmeyelim denir mi? Denmez mi?.. Yoksa bu senaryo ille bir plan olarak uygulanacak da, Amerika bunu uygulayacak da, şimdiden kıyıda köşede stratejik noktaları tutmağa çalışıyorsa; eğer bu harb çıkacak da, biz de 6-7 ay sonra kendimizi elimizde silah cephede veya şurda burda göreceksek, ona göre nasıl hazırlanabiliriz?.. Yâni yaşayacaksak, nasıl yaşayacağımızı; öleceksek, nasıl ölmemiz gerektiğini planlamamız lâzım!.. Ölmenin de herhalde bir şekli şemâili vardır, bir yolu yöntemi vardır. Eğer ümitsizsek, öleceksek, yaşamayacaksak... Yâni, ahirete nasıl olsa göçeceğiz. Allah'ın yazdığı kader, hükmünü icra edecek. İnsanın ömrü ne kadarsa, o kadar yaşayacak; ondan sonra ahirete göçecek. Tabii ne yapmamız gerekiyorsa, onu yapmamız mı lâzım?..

525

Tabii ben şahsen, bu soruların cevabını kendim vermiş durumdayım. Onun için, bu toplantıyı yapıyorum. Yâni ailece, çoluk çocuk olarak, hanımlar olarak, beyler olarak hazırlıklı olmanız için bu toplantıyı yapıyorum. "Hazırlanın, hazırlıklı olun, tedbirinizi alın!.. Çevrenizdeki olayları bilin!" diye yapıyorum. Ama dua ediyorum ki, inşallah, bir dahaki sene gene Dedeman Oteli'ini tutarız; tatlı tatlı daha başka konularda daha güzel toplantılar yaparız.

Tabii en büyük tedbir olarak, --muhterem kardeşlerim-- Allah ile olan kulluk münâsebetlerini düzenleme konusuna eğilmek gerektiği kanaatindeyim. Şunu demek istiyorum ki, Türkiye içinde de son günlerde bir takım mühim olaylar var. Meselâ Zaman gazetesi tutturdu: "Darbe olur mu, olmaz mı?.." Hoppalaaa!.. Nerden çıktı bu?.. "Darbe olursa; millet yutar mı, yutmaz mı?.. Mukavemet eder mi, etmez mi?.." "Nerden çıkarttın bunu şimdi, durup dururken; yâni, tam böyle hiç kimsenin hatırında hayalinde yokken?.." derken, arkasından Uğur Mumcu'nun öldürülmesi olayı çıktı. Birden baktık ki, sokaklar yüzbinlerce insanla dolu... Türkiye'nin her yerinden büyük şehirlere gelmiş insanlarla dolu... Cinâyeti işlediyse, --şimdiye kadar gazetelerde neşredilen ip uçlarına göre-- İranlılar işlemiş olabilir; öyle gibi görünüyor. Adamlar "Kahrolsun İran!" demiyor, "Kahrolsun şeriat!" diyor... Madem sen "Kahrolsun şeriat!" diyeceksin, bu adamın cenazesini camiye niye getirdin?.. Şeriatın binası cami!.. Hem şeriat kahrolacak, hem de cenâze gelecek camiye... Yâni, bunun manâsını anlamak mümkün değil. Bu adamların içinde hiç, dinin şeriat olduğunu bilen insan yok mu acaba?.. Hepsi bu kadar zır câhil mi?.. Bu kadar aptal mı?.. Bu işin içinde, yoksa bir başka oyun mu var?.. İnsan hayret ediyor...

526

Bir insan, bir insanı öldürse; öldürenin babasına bile bir şey yapmıyor kanun... "Ne yapalım, suçun şahsîliği prensibi var. Suç işleyen şahsa aittir." diyor. Şimdi, gazetecilerin bir kısmı şeriate sövdü diye, ben de din adamı olarak bütün gazetecilere çatmalı mıyım?.. Bütün politikacılara, bütün partilere ben de öyle mi yapayım yâni?.. Bu mu isteniyor?.. Bunun akılla, mantıkla ilgisi yok!.. Suç kiminse işte mahkeme, işte adliye, işte polis... Ama, ne yapılmak isteniyor?..

Yâni, ben Allah'a inanmışım, elhamdü lillah... Kur'an-ı Kerim'e inanmışım, elhamdü lillah... Müslümanım, elhamdü lillah... Onlardan bir adam ölmüş; bütün ağızlar benim aleyhimde, benim dinim aleyhinde veryansın ediyor. "Kahrolsun şeriat!.." Sen kahrol!.. Ben niye kahrolayım, sen kahrol!.. Sen bu memlekette şeriat yüzünden varsın! O şeriatın kurbanları şehid oldukları için, bu topraklar müslümanların eline geçtiğinden, sen burda yaşıyorsun!.. Senin baban da belki şeriatçiydi, deden de belki şeriatçiydi... Öyle değilse, belki Ermeni'yse; ona bir şey demem. Veya başka yerden gelmişse, Rus'sa, bir şey demem ama; sen kahrol! Niye şeriat kahrolsun?..

527

Sonra, bu gibi sözler, Allah'ın gayretine dokunur. Allah'ın gazabını celbeder. Şuursuz insan, bir yığın kalabalık kalkmış, "Kahrolsun şeriat!" diye bağırıyor. "Kahrolsun İslâm!" demek yâni... Şeriat ne demek? İslâm demek!..

O bakımdan, meselenin ciddiyetini gösteren bir durum. Yâni ağustos ayında harb çıkacaksa, memleketin içi de yekvücud olmasın... İçerde de bir takım karışıklıklar çıksın... Bir takım kamplar birbirlerine karşı hınç beslesinler... Devrimci şeriatçiye kızsın... Şu ırktan olan, falanca ırktakine kızsın... Vatan hainliği bu!.. Böyle bir işi, böyle bir noktaya getirmek; vatanını seven bir insanın yapacağı bir şey değil! Ama, şu günlerde işin ciddiyetini gösteren bir başka emare... "Senin maksadın bostan yemek mi, bostancıyı döğmek mi? Ne yapmak istiyorsun?.." diye sorarlar insana...

Yâni, ciddî olayların olduğu muhakkak... O halde biz de, her şeyden önce Cenâb-ı Hakk'ın yoluna rücu' edelim, avdet edelim, dönelim... Aşk ile, şevk ile tevbe edelim; günahları bırakalım... Borçlarımızı ödeyelim... Allah'ın sevgili olmak için ne yapmak gerekiyorsa, onu yapalım... Kul haklarını ödeyelim... Hazırlıklarımızı tamamlayalım...

528

Dervişlik, bence, ölüme hazırlıklı olmak mesleğidir. Yâni, ölmeden evvel ölmek; ölüme hazır olmak mesleğidir. Hazır olalım... Allah ömür vermişse yaşarız; yaşayın, çok yaşayın... Allah huzur versin, mutluluk versin; dünyada ahirette izzet versin, şeref versin... Çoluk çocuklarınızla, torunlarınızla bahtiyar olun... Ama yine de önce tevbe ederek, önce Allah'ın yoluna tam dönerek, ufak tefek hesapları kapatarak, ana hedefleri düşünerek, toptan pazarlık yapıp; hayatımızı ana hedeflere göre sanıyorum kısa zamanda bir tanzim etmek zorundayız. Yâni sanki harb olacakmış gibi, tanzim etmek zorundayız hayatımızı...

Ama, bu bir istikbal... İstikbali biz bilmiyoruz. (Vel müemmelü gaybün) İstikbalde ne olacağı bizim için meçhul... Allah bildirmese, bilinmez; bilidirirse bilinir. Biz bu tedbirleri işimizi aksatmadan, kendimizi düzenleme tarzında yapalım; hazırlıklı olalım... Boş işlerle uğraşmayı bırakalım; faydalı olacak, sonuç getirecek, hayırlı olacak ciddî işlerle meşgul olalım... Birbirimizle işbirliğimizi arttıralım... Yurt içinde ve yurt dışındaki dostlukları kuvvetlendirmeğe çalışalım...

529

Nasıl Avrupalı ülkeler, "Biz hristiyan kültürüyle yetişmiş milletleriz; bizim müşterek kültürümüz var." diye kendi aralarında birleşebiliyorlarsa; nasıl süperler, birbirleriyle dalaşmadan, meselelerini masa başında halledebiliyorlarsa; harb edecekken, silahları tasfiye tarafına bile gidebiliyorlarsa; biz de yurt içinde ve yurt dışında, sulhü getirici, huzuru getirici, harbi itici, harbin çıkma ihtimalini önleyici çalışmalar yapalım... Onların bir barış gönüllüleri var; gittikleri yerlerde insanları hristiyan yapmağa çalışıyorlar, sahte bir isim ile... Biz de hakîkaten sulhün, sükûnun, selâmetin, huzurun korunması ve daha güzellerinin daha yüksek seviyede gelmesini sağlamak için; ciddî görevler alalım, iş bölümü yapalım, çalışalım...

Allah-u Tealâ Hazretleri bizlere, evlatlarımıza ve nesillerimize güzel günler göstersin... İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin... Korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nâil eylesin... Yolunda daim, zikrinde kaim eylesin... İki cihanda dileklerimize, temennilerimize, muradlarımıza erdirsin... Cennetiyle, cemaliyle ahirette müşerref eylesin... Allah hepinizden razı olsun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

28 Ocak 1993 - NEVŞEHİR

530

HER YÖNÜYLE SAVAŞA HAZIRLANIN!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

Muhterem kardeşlerim! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı dünyada, ahirette üzerinize olsun... Allah iki cihanda hayırlara erdirsin...

Bir toplantı yaptık... Otel bizim kapasitemize kâfi değildir. Hiç bir otelde taleplerin hepsini karşılamak mümkün olmuyor... Ama, güzel bir otel... Hizmet edenlere --otelin bize yakınlık duyan yöneticileri de var, onlara özellikle-- huzurunuzda ben de teşekkür ediyorum.

Bu karlı, muhataralı havada --ayrı bir zevk de var tabii, heyecan da var-- buraya kadar gelmiş olduğunuz için, katılımınızdan dolayı, sizlere de ayrı ayrı teşekkür ederim. Tabii en başta, bu toplantılara ilmî seviyeleri ile ve çok değerli konuşmaları ile, gerçekten bir kıymet kazandırmış olan hocaefendilere, profesörlere, mütehassıslara, konuşmacı kardeşlerimize dua ediyorum. Allah büyük mükâfatlar ihsan eylesin...

Allah'ın üzerimizde sayılamayacak kadar nimetleri var; hamd ü senâlar olsun, Allah daim eylesin... Nimetlerden sonra nikbete, makbuliyetten sonra, mahrumiyete düşürmesin... Bize en büyük şerefi müslüman olmakla, iman bahşetmekle vermiştir. En büyük izzet ve itibar odur. Ayrıca şu şerefle iftihar ediyor ve bu sorumluluğun ağırlığını da bütün şuurumuzun gücüyle hissediyoruz: Allah bizi, sırf yaşayalım diye buraya göndermemiş, görevli bir ümmet olarak göndermiş...

531

(Küntüm hayra ümmetin uhricet linnâs...) İnsanlar için özel bir misyonla, görevle görevlendirilmiş bir topluluk eylemiş bizi...

(Ve lillâhil izzetü ve lirasûlihî ve lil mü'minîn) İzzet müslümanlarındır, müslümanlara yakışır ve müslümanlarda olmalıdır!.. Ve cihanın adaletinin, sulhünün, sükûnunun sağlanması ve korunması görevi de sorumluluğumuzdur, üzerimizdedir. Bir başkasının vesâyeti ve sultası altında yaşamak, bizim izzetimizle kabil-i te'lif değildir.

Onun için, son derece sorumlu olduğumuzu görüyorum. Etrafımızdaki olayların da son derece planlı olduğunu; ve elimle tutacak kadar yakınımızda, nerdeyse uzansam yakalayacağım kadar müşahhas bir merkez tarafından, İslâm'ın aleyhinde çalışmalar yapıldığını adetâ görüyorum. Yâni, Allah'ın verdiği müsaadeyle, Allah'ın düşmanları, imanın hasımları, müslümanların rakipleri, son derece organize olmuş güçler halinde ve son derece şerli bir güç ve kuvvetle çok yakınımızda bulunuyorlar... Canavarın solukları duyuluyor... Soluklarının sıcak nefesi, çirkin kokusu hissediliyor. Onun için, müslümanın her zaman içinde olması gereken uyanıklığa davet etmek istiyorum, bütün müslümanları...

532

Zaten bizim tarikatımızın prensiplerini koyan Abdülhalik-ı Gucdevânî Efendimiz, birinci madde olarak (Hûş der dem) prensibini koymuş. Yâni, "Her nefes alış verişte şuurlu olmak, gafil olmamak; lehv üzere olmamak, boş bir hal üzere, batıl üzere olmamak, uyumamak!" Ana prensibi bu... Her bir nefesi alıp verirken bile, Allah-u Tealâ Hazretleri'nin huzurunda olduğunu hissederek; sorumluluklarını, hayatın kendisine yüklediği sorumlulukları bilen bir insan olarak yaşamak lâzım!..

Bu konuşmalarda şunu vurgulamak istedik ki: Savaş ihtimali --buna olasılık diyor yeniler-- ile değil, vakıası ile karşı karşıyayız!.. Yâni ihtimal ile değil, vakıa ile karşı karşıyayız; olasılık değil, olgunun içindeyiz. Bunu ben söylesem bir manâ ifade etmezdi ama; Millî Birlik Komitesi'nde bulunmuş bir asker -- hem de böyle, okulları birincilikle bitirmiş iddialı bir asker-- söyleyince zaten savaşın içinde olduğumuzu; o zaman herhalde kimsenin itiraza mecali kalmaz.

Şimdi, muhterem kardeşlerim! İslâm'ın azılı tarihî hasımları var ve bunlar bertaraf edilmemiş; aksine onlar, İslâm'ın irşad ve tebliğ ve korunması ve i'lâ-yı kelimetullah vazifesini yüklenmiş olan güçleri sendeletmiş durumda... Ecdadımızın asil çalışmalarını sendeletmiş durumda...

533

Biz yetmiş yıldır çok büyük bir fiilî harbin içine girmemiş bir topluluk olarak yaşadık ve biz, fruko şişesi imal eder gibi tek tip --yarım da demeyeceğim, çok daha aşağı nisbette-- aydın yetiştiren bir eğitimin içinden geçtik... Tarihî misyonumuzu da, çizgimizi de, istikametimizi de, dostumuzu da, düşmanımızı da tanımadık... Dost dost diye diye, nicelerine sarıldık; azılı düşmanlar çıktı!.. Sadık dostumuzu doğru tesbit edememiştik... Son tecâvüzler ve hırıltılar, diş göstermeler, bize düşmanlarımızın hakîkî çehresini gösterdi. Bu bakımdan, "Bunda da bir hayır var, hikmet var!" diyoruz. Bir musibet, bin nasihatten daha hayırlı olduğu için...

Ve ben geçen yetmiş yılın mücadelesini biliyorum... İlkönce İslâm her şeyden silinmiş, tarih kitaplarında İslâm tarihi bile okutulmaktan korkulmuş!.. Gazetelerde İslâmî romanlar bile, devlet gücüyle, baskısıyla tefrika edilmekten kaldırılmış bir ortamın içinden; "Allah diyenler tesbihleriyle, takkeleriyle suç üstü yakalandı." diye gazetelerin haber verdiği durumlardan; medrese-i yusufiyelerde ömrünü geçiren müslümanların yaşadığı çilelerden sonra; derin, rahat nefes alma imkânlarının yavaş yavaş, --milletin gücüyle, zoruyla, isteğiyle, çalışmasıyla, duasıyla, Allah'ın da duaya icâbet etmesiyle-- adım adım kazanıldığını biliyorum... Ama bu zamanın ve şu anda içinde yaşadığımız zamanların, yine de meselenin ciddiyet ve vehametiyle orantılı olarak, hızlı bir şekilde değerlendirilmediğini görüyorum. Yâni, zaman var; --sonra çok ihtiyaç duyulacak boş zaman, ferağ zamanı-- bu zaman, vehâmetin ciddiyetiyle mütenâsib bir şekilde hızlı değerlendirilmiyor.

534

Her zaman söylediğim bir husus var: Bazı kardeşlerimiz, Mehdi AS'ın gelmesini, kıyametin kopmasını düşünüp titriyorlar... Hayatlarını ve faaliyetlerini dondurmuşlar... Arabasını tamir etmiyor, boya etmiyor, çürütüyor arabasını... İnşaatını bırakmış, alış-verişini bırakmış, pasif bir şeye yönelmiş... Ben onlara gülüyordum ve kendilerine de söylüyordum: "Siz büyük kıyameti bekliyorsunuz ama; üç yıl beş yıl sonra, on yıl sonra, elli yıl sonra, yüz yıl sonra, bin yıl sonra gelecek bir olaydan titriyorsunuz ama; size bir an kadar yakın mesafede bulunan bir başka kıyamet var; kendi özel, şahsî kıyametiniz, küçük kıyametiniz var." diyordum. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:

(İzâ mâtel insânü fekad kamet kıyâmetühû) "Bir insan öldü mü, onun kıyameti kopmuş demektir!" Başka kıyameti ne beklesin? Öldü mü işi bitti demektir... Onun için, çok daha fazla hazırlanmak lâzım!.. Dervişliğin gereği de budur; tarikatın dervişe verdiği aksiyonun esası da budur. Hızın kaynağı da budur. Yâni, "Her ana ölebilirim!" diye düşünmek... Rabia-yı Adeviyye'nin, sabaha çıktığı zaman nefsine, "Ey nefsim, akşama yetişemeyeceksin! Bu gün, son günündür; bu gününü Allah'ın rızasına uygun geçir!" dediği gibi; "Bir acelecilik ve bir toptan pazarlık ile, ana meseleleri görerek çalışmak, şuur içinde olmak!" meselesini kavramıyor kardeşlerimiz!... Bir rehavet içerisinde... Bu rehavet, karşı taraftan da empoze ediliyor.

535

Bakın, bir Rum kadını, "Şimdiye kadar, üçbin Anadolulu gence frengi aşılayabildim." diye sevinebiliyor. Kuzeydeki Nataşa'ların da görevinin bu olduğu, çok net olarak doktor kardeşlerimiz tarafından ifade ediliyor. Yâni, Karadeniz kıyılarından Doğu Anadolu kasabalarına, şehirlerine kadar yayılan değişik tür bir savaş... Çok kalleşçe, sinsice bir savaş...

Dörtbir tarafımız ve cümle cihan, düşmanımız!... İçimizde de düşmanlar var... Hem hudutlarımızın içinde düşmanlar var, hem de bedenimizin içinde düşmanlar var... O halde kademe kademe, düşmanlarla muhasara edilmiş olan insanlarız. Eğer İslâm'da ümid kesme yasağı olmasaydı, bir başkası bunalıma düşebilirdi bu durum karşısında; bu kadar menfi düşmanlar karşısında... Ama ümidsizliğe düşmek, ayet-i kerime ile yasaklanmış bize:

(Lâ taknetû min rahmetillah) "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" diye...

Sonra bir şey daha biliyoruz, bu da çok önemli: Dünya üzerinde bir müslümanın sırtını, bir gayrimüslim hiç bir tarz ile yere getiremiyor; öldürmekle bile... Öldürdüğü zaman şehid ediyor. Hiç bir şekilde bir müslümanı zarara uğratmak mümkün değil... Kalırsa, kazanmışsa, yenmişse zaten gazi oluyor; o, onun için daha iyi...

536

Şimdi bu toplantının ve konuşmaların, hiç kâfî olmadığını itiraf edelim. Yâni konuşmalar, --konuşmaların kendi iç kaliteleri bir tarafa-- bu meseleye hazırlanma konusunda sadece küçük bir nümûnedir, küçük bir gösteridir, küçük bir ışıktır. Meselenin çok daha geniş çaplı olduğunu, siz de belki, konuşmacıların konuşmaları anında hissetmişsinizdir. Ben bu konuda, bir komisyonun toplanıp, bir kitap hazırlaması gerektiğine kaniim. Yâni, savaş konusunda camiamızı, milletimizi ve ümmetimizi ikaz etmek için, klasik cihad kitaplarının dışında, çok daha pratik bir kitap hazırlamak gerektiği kanaatindeyim. "Bir komisyon hazırlanıp, bu yapılmalı!" diye düşünüyorum.

Şimdi savaşla iç içeyiz, savaşın olgusu, vakıası içindeyiz. Her an bir takım şeyler olabilir çevremizde... Bir an gözünüzü yumun, kendinizi Güneydoğu Anadolu'nun bir köyünde, kasabasında düşünün... Nevşehirde, İstanbul'da değil de orda düşünün... Ve ben ordan kardeşlerimi dinliyorum, benden göç için izin istiyorlar; "Müsaade edin, biz bu kasabadan kalkalım! Falanca yere gitmek istiyoruz." diyorlar. Oranın yerleşik ahalisi... Demek ki, Anadolu'nun bir takım kısımları seyahat edilemez, yaşanılamaz durumda... Fiilen bu böyle ve askerî harekât devam ediyor. Askerî karakollar bombalanıyor, devriyeler pusuya düşürülüyor, kışlalar roketatarla taranıyor... Onlar da mukabil hareket yapıyorlar... filân. Yâni, bu işin şakasının olmadığını; hattâ, terör ve anarşi denilen bu değişik savaşın, büyük şehirlere de bulaştığını görüyoruz, biliyoruz.

537

Şimdi bu savaşın, şimdiye kadar gördüğümüz şekilleri üzerinde mutlaka müteyakkız olmalıyız!.. Net kanaatlere sahib olmalıyız ve hazırlıklı olmalıyız, tedbirli olmalıyız... Türkiye'nin bu ağustos ayında savaşa gireceğine dair senaryolar var... Yâni tahminler, planlar, projeler, ihtimaller, hayaller; sinsi, menfur planlar... vs. Olur veya olmaz... Tehdit veya kendi yandaşlarına işaret veya ihtimal... Amaç her ne olursa olsun, mutlaka ilk yapacağımız şey: "Savaş olmasın!" diye bir savaş vermemiz gerekiyor. Yâni, savaşı çıkartmamak, savaşın içine bulaşmamak gayretinde olmalıyız. Çünkü, savaş bizim aleyhimize... Barış, İslâm'ın yayılması için çok daha güzel...

Eğer Yugoslavya'da eğer savaş çıkartılmamış olsaydı; biz oraya vaizlerimizi göndermiştik, dostlar edinmiştik, arkadaşlar, gelen gidenler vardı, iyi münasebetler kurmuştuk. Belki bu münasebetleri geliştirerek, orada İslâm'ın tekrar canlanmasına yarayacak çalışmaları yapmak içindeydik. Ve hakikaten de harb olmasaydı, bizim için çok daha iyi olurdu... Ordaki müslümanlar için, çok daha iyi olurdu. Ama düşman boş durmuyor. Plansız değil, gafil değil, projesiz değil... Zaten müslümanları orda yerleştirmenin, karıştırmanın, azınlıkta tutmanın planlarını yapmış ve zaman zaman, defalarca katliama maruz bırakmış. Tabii, tehlikeyi gördüğü için, şimdi de karşı tedbirleri alıyor ve biz pek de bir şey yapamıyoruz.

538

Demek ki, aslında savaş olmasa, masum münasebetler halinde, kültürel münasebetler halinde, hattâ ticarî münasebetlerle çok daha güzel çalışmalar yapılabilir. O halde taktik olarak, strateji olarak, savaşın çıkmamasını sağlayacak, iç ve dış tedbirleri almamız gerekiyor. İlk çalışmamızın, var gücümüzle bu yönde olması lâzım!..

Bunu konuştuk. Meselâ, Agâh Oktay Bey'le görüştük. Ben çay içerken kendisine,"Bu savaşın çıkmaması konusunda beynelmilel bir çare düşünür mü, düşünmekte mi?" diye sordum. "Valla hocam, kuvvetli olmaktan başka bir çaresi yoktur!" dedi. Yâni, bu beynelmilel saha, kuvvete dayanan bir sahadır. Birlik ve beraberlik içinde olmaktan başka bir çare yoktur. Yâni, Kur'an-ı Kerim'in emrini sizler ve bizler uygulayacağız:

(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvvetin) Gücümüzün yettiği her cins kültürel, sosyal, ekonomik, ticarî, askerî, politik her türlü silahı, gücü, kuvveti hazırlayacağız ve bu yekparelikten, bu hazırlanılmış olmaktan karşı taraftan korkacak; "Aman ben bunlara bulaşmayayım, ben bunlara çatmayayım!" diyecek, yolunu değiştirmek zorunda kalacak...

539

Bir mühim nokta var; onu çok net olarak tesbit ettim ve müjde olarak size söylüyorum: Bu adamlar çok korkak!.. Fevkalâde korkak!... Çünkü, yaşamak istiyorlar. Yaşamak isteyen insan, korkak olur. Müslüman da olsa, korkak olur... Hayatlarından başka bir amaçları olmadığı için, çok korkaklar... Onun için de, büyük çaplı kanlı bir savaşı hiç birisi istemiyor. Bunu bildikleri için, oturdukları yerlerden burunları kanamadan, çeşitli entrikalarla, daimî kan kaybına yol açacak metodlarla bizleri yıpratmağa çalışıyorlar.

Bilmiyorum duydunuz mu: İspanya'daki boğa güreşlerinde, boğa İslâm'ı sembolize edermiş... Matadorların, onu yaralayıp kanını akıta akıta, sonunda burnundan soluyarak çökmesini sağlayan oyunları da, İslâm'a karşı yapılan çeşitli tedbirleri sembolize edermiş... Hakîkaten bir konuşmacının konuşmasından hatırlayacaksınız: --Agâh Oktay Bey söylemişti. Ben bu kitaba zaten yıllar önceden makalelerimde dikkatinizi çekmiştim.-- Papalık, müslümanlarla çarpışmak için, ticaret yollarını vurmak ve ekonomilerini çökertmek tedbirini dahi koyuyor. Yâni, "Bunları çökertmek için, ticaretlerine imkân vermeyelim, yollarını keselim, Rodos'u alalım; gemiler rahat gidemesin, ticaretleri engellensin, kazançları olmasın!.." diye.

540
541 ilâ 560. sayfalar