Yoksa esas itibarı ile, onlar tek bir hristiyan kültürünü empoze etmeye çalışıyorlar. Yâni, küçük bir takım provakasyon, hesaplar, bölgelerdeki bir takım ince politik oyunlar bir tarafa bırakılırsa, yeni dünya düzenindeki amaç; tek bir kültürle dünyayı, kendi batı kültürü altında ezip yönetmektir. Asıl amaç budur. Bunu da radyo ile, televizyon ile, radyo ile, çeşitli iletişim araçlarıyla sağlamaya çalışıyorlar.
SORU:
Efendim, bir grup İlâhiyat Fakültesi öğrencisi olarak, Türkî Cumhuriyetler'le ilgilenmeye başladık. Bize bu konuda yol açıcı tavsiyeleriniz nelerdir?
CEVAP:
Türkî Cumhuriyetler'le ilâhiyatlıların ilgilenmesi, tabii çok doğal ve çok faydalı... Ben DPT'nin bir takım komisyonlarında görevliyken, o zaman teknokratlar arasında ilâhiyat fakülteleri ve imam-hatip okullarının gereksiz olduğuna dair bir görüş vardı. Biz onlara karşı çıkıyorduk ve diyorduk ki, "Bu imam-hatip okulları, sadece camilere imam ve hatip yetiştirme okulu değildir; bu bizim başka bir takım amaçlarımız için gereklidir." diyorduk. Gerçekten de öyledir. Şimdi dünyanın her yerinde, Türkiyenin tarihî misyonunu îfâ edebilmesi için, faaliyetlerini sürdürebilmesi için, tarihini ve kültürünü iyi bilen elemanlara ihtiyaç vardır. Bu kültürümüzün iyi bilinmesinin anahtarı da ilâhiyat kültürüdür.
Onun için, elemanlarımızın hem ilâhiyat kültürüne sahib olmasını, hem de çağdaş bilgilere ve teknolojiye sahib olmasını sevinçle karşılıyoruz. İlâhiyat fakültesinden mezun bazı kimselerin, teknik üniversitelere gitmesini, mühendis olmasını, hukukçu olmasını, politikacı olmasını sevinçle karşılıyorum. Çünkü, onların bu tavrı, --yâni iki kanatlı, iki taraflı yetişmesi-- Türkiye'nin dünya üzerindeki misyonunu güzel îfâ etmesinde, faydalı eleman olacaklarına alâmettir. Bu kardeşlerime tabii, önce lisan öğrenmelerini tavsiye ederim. Yâni, oranın mahalli lisanını iyi öğrenmeyi tavsiye ederim. Ondan sonra, oralara gitmelerini ve oralarda faaliyetde bulunmalarını tavsiye ederim.
SORU:
1988 Yılında Refah Partisi'nden ayrılırken, intisab ile bey'atin aynı kişiye yapılması gerektiğini açıkladınız. Bunun fıkhî delillerini söyler misiniz?
CEVAP:
1988 Yılı değildir, 1990 yılının başındadır. Biliyorsunuz Peygamber SAV Efendimiz'in çağında, insanların hepsi Peygamber Efendimiz'e bağlanıyorlardı ve bu bağlanmaya bey'at deniliyordu. Meşhur bey'atlerden birisi Akabe'de olmuştur. Peygamber Efendimiz, hac için Mekke'ye gelmiş olan civar şehirlerin ahalileriyle konuşup, onlara İslâm'ı anlatıyordu. Ve bu anlatmadan sonra, onların müslüman olmasını istiyordu. Bir grup hacı bunu kabul etmişler ve Akabe denilen, Mekke'ye çok yakın bir yerde, kendisine bağlılıklarını beyan etmişlerdi. Buna I. Akabe Biatı diyoruz. Ondan sonra, daha geniş bir grup halinde Mekke'ye gelmişlerdi; II. Akabe bey'ati olmuştu... Daha sonra Hudeybiye'de bir bey'at olmuştu. Hudeybiye'de bütün ordu mensupları tekrar Peygamber Efendimiz'e bağlanmışlardı.
Demek ki bey'at, bağlılık demektir. İntisab da bağlılık demektir. Peygamber Efendimiz zamanında böyle, bey'at ile intisab kelimeleri arasında bir ayrılık düşünülmüyordu. Bunu Refah Partisi çıkarmıştır bizde... Kendisi politik eğitimini yaparken; "Bey'at başkadır, intisab başkadır, imamette iktida başkadır... Camiye gelen, imamın arkasına 'Allahu ekber' diye durur; buna imamette iktida derler. Tasavvuf terbiyesi almak için bir şeyhe bağlanır; buna intisab derler. Ama bey'at, bir politikacıya olması lâzım." demişlerdir. Bu kendilerinin görüşleridir, İslâmî görüş değildir. Çünkü, İslâm'da politikacıya tabi olmak yoktur, Allah'a tabi olmak vardır!.. Allah'a tabi olmak, Rasûlullah'a tabi olmakla olur... Bir politikacıya bağlanmak, lâik bir şeydir. Aslında İslâm, dinin esaslarına göre hareket etmeyi amaçladığı için; İslâm fıkhı, "Dinin emirlerini en iyi bilen insanlara bağlanmak, böylece Kur'an'ın emirlerine göre yaşamak mümkün olur." diye düşünmek durumundadır.
İslâm, hangi grup olursa olsun --küçük-büyük-- mutlaka birisinin başkan olmasını emrediyor, düzeni emrediyor. Namazda nasıl birisi öne geçip namazı kıldırıyorsa, onun gibi düzenli olmayı emrediyor. Meselâ, siz 10-15 kişilik bir grupsunuz, seyahat ediyorsunuz. Peygamber SAV buyuruyor ki: (Hel yeummehüm akrauhüm) "Bu gruba Kur'an'ı en çok bilen, Kur'an'a en çok aşina olan kimse imamlık etsin!.. (Feizâ emmehüm fehüve emîruhüm) İmamlık yaptığı zaman da, emirleri de odur." Demek ki, imamla emir aynı kimsedir ve Kur'an-ı Kerim'i en iyi bilen kimsedir. Bu bir hadis-i şeriftir. Fıkhî delilini soruyordu soruyu soran...
İkinci bir delilim şudur ki: Peygamber SAV Efendimiz, bir kısım insanları bir sefere gönderiyordu. Gidecek insanların hepsini tek tek yanına aldı, konuştu. Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bildiklerini sordu. "Kur'an-ı Kerim'den ne kadar biliyorsun? Ezberin ne kadardır?" diye. Nihayet bir genç geldi karşısına... Peygamber SAV Efendimiz, ona da sordu: "Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bilgin var? Nereleri ezbere biliyorsun?" dedi. O genç dedi ki: "Yâ Rasûlallah, şunları şunları biliyorum; bir de Bakara Sûresi'ni ezbere biliyorum!" dedi. Bakara Sûresi --biliyorsunuz-- Kur'an-ı Kerim'in Fâtiha'dan sonra gelen, 286 ayetlik, 2,5 cüzlük --yâni 50 sayfalık-- büyük bir bölümüdür. Ve umumiyetle fıkıh ahkâmını ihtiva eden bir bölümüdür. Peygamber Efendimiz ona memnunlukla sordu: "Bakara Sûresi'ni biliyor musun?.." "Evet biliyorum!" dedi. (İzheb, fe ente emîrühüm!) "Madem böylesin, o halde git, onların komutanı sensin!" buyurdu. Yâni, "Genç olduğun halde, madem ki Kur'an'ı en iyi biliyorsun; emirleri sensin!" buyurdu.
Çünkü, söylediğim gibi müslümanın ana mantığı Allah'a itaat etmektir, Allah'ın emirlerine uymaktır. Allah'a isyan etmekte, kula itaat edilmez!... Babası da olsa, kocası da olsa, hocası da olsa, başbuğ da olsa, başkan da olsa... Şu da olsa,bu da olsa; yasak bir şeyi emredemez ve emrederse, ötekisi de dinlemez. Bu bizim kanunlarımızda da vardır. Amir memuruna, gayr-i kanûnî bir şeyi emredemez. Memur gayr-i kanunî bir şeyi yaparsa yine mes'ul olur diye kanunlarımızda da vardır. Yâni bu doğru bir şeydir.
O bakımdan, bir seferde Peygamber Efendimiz bir kimseyi başkan seçmişti. "Sen başkansın, bunların başkanısın!" demişti. Onun üzerine, o şahıs kapris yaptı bir yerde; kızdı yönettiği insanlara... "Odun toplayın!" dedi. Herkes odun topladı, başkan emretti diye... "Ateş yakın!" dedi. Ateşi yaktılar... "Girin içine!" dedi. "Ben emrediyorum, emirinizim; Peygamber beni emir tayin etti. Girin bunun içine!.." dedi. Bir onun yüzüne baktılar, bir ateşe baktılar... Dediler ki: "Biz ne senin sözünü dinleriz, ne ateşe gireriz, ne de bu işi burada bırakırız! Biz gidip bunu Rasûlüllah'a soracağız." dediler. Geldikleri zaman Peygamber Efendimiz'e sordular. "Yâ Rasûlallah, sen onu bize emir seçmiştin. O bize ateşe girmeyi emretti. Sözünü tutup ateşe girmemiz mi lâzımdı?.." dediler. "Hayır!" dedi Peygamber efendimiz. "Hayır, girmeniz lâzım değildi. İtaat ancak Kur'an-ı Kerim'in, şeriatin uygun gördüğü noktadadır. Ona uygun olmayan noktada itaat bahis konusu değildir." dedi.
O halde dinini bilmeyen bir kimse başkan olur da dine uygun olmayan emirler verirse, ötekilerin ona itaat etmesi zaten gerekmez. Çünkü, hakimiyet Allah'ındır; kulun Allah'a itaat etmesi gerekir.
Hepinizi sevgiyle, saygıyla selâmlıyorum. Sorular bittiği için teşekkürlerimi arz ediyorum. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
21 Ocak 1993 - Bilkent / ANK.
TÜRKİYE HARBE GİRECEK Mİ?
Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Vessalâtü vesselâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ muhammedinil mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmid dîn...
Bir faaliyetten elde edilen faydalar çok olsun diye, bir çok yönü düşünerek yola çıkıyoruz. Allah, planladığmız, umduğumuz faydaları bizlere ihsan eylesin... Hatırımızda hayalimizde olmayan daha fazla faydaları da ikram eylesin...
Ben şahsen, sulhü selâmeti seviyorum. Sanıyorum bu aramızda yaygın ve umûmî bir duygudur. Ufacık bir ihtilâf, bir kırgınlık, bir çatışma bile beni üzüyor, tedirgin ediyor. Her şeyin güzel ve iyi olmasını istiyoruz Rabbimiz'den... Ama Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki:
(Kütibe aleykümül kıtâlü ve hüve kürhün leküm) "Sizin üzerinize savaşmak bir görev olarak yazıldı. Bu sizin için nâhoş bir şey ama; (ve asâ entekrehû şey'en ve hüve hayrün leküm) sizin için bazı şeyler nâhoş olabilir, hoşlanmayabilirsiniz ama; bu sizin için daha hayırlıdır!" buyuruluyor. "Bazı şeyleri de seversiniz; aksine o iyi olmayabilir, hayırsız olabilir... Sevdiğiniz, istediğiniz, arzuladığınız halde; sonu iyi gelmeyebilir." Demek ki, insanoğlunun tabiatına da reel olarak bir işaret var, ayet-i kerimede...
Peygamber Efendimiz'in sahabesinden birisi de gelmiş, kendisine bey'at ederken demiş ki: "Yâ Rasûlallah, sana bey'at etmek istiyorum; ama, özel bir iki şartım var. Ben çok çoluk çocuklu bir kişiyim, benden zekât farzını kaldırsan, zekât vermesem olmaz mı?.. Şu kadarcık devem var, şu kadar aile efradım var; ancak geçinebiliyorum. Bir de zekât vermeye kalkarsam, zorlanacağım diye düşünüyorum. Bir de --dobra dobra, samîmî; Allah şefaatlerine erdirsin-- ben korkak bir insanım, cesur bir insan değilim. Beni cihadla da mükellef kılmasan; ondan da muaf olsam!.. Bu iki şartla bey'at etmek istiyorum." demiş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: "Zekâtla cihad olmayan İslâm, nasıl İslâm olur?.. Bunlarsız nasıl müslümanlık olur?.." O kadar bir manâlı tarzda sormuş ki, tekrar tekrar tekrarlamış ki; "Yâ Rasûlallah, pişman oldum. Her şartını kabul ederek sana tabii oluyorum, bey'at ediyorum!" demiş. Yâni zekât da, cihad da, hayat da, ölüm de... (Fil mekrahi vel menşa') Hoşa gitmeyen durumda da, hoşa giden durumda da...
Evet, insan tabiatında güzel şeylere meyil vardır, sulha meyil vardır... Huzura sevgi vardır, mutluluğa ilgi vardır. Amma, hayat da her zaman, her yerde, olayların da bize öğrettiği üzere sert bir vakıa... Yaşamak kolay değil. Yaşamayı bir mücadele, hayat mücadelesi olarak vasıflandırıyorlar bir çok insanlar... Katı kuralları var. Kuvvetliler zayıfları eziyor; büyük balıklar küçük balıkları arkasından yetişip yutuyorlar.
Şimdi insan, akıl ve iman gözüyle, irfan gözüyle baktığı zaman; tabii, başkalarına nâhoş gelen şeyleri de sever. Meselâ, muhabbetullah galebe çalmış şaire; diyor ki:
Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül, yahut diken,
Ya hil'at ü yahut kefen;
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Gelse celâlinden cefâ,
Yahut cemâlinden vefâ,
İkisi de câna sefâ;
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..
Tabii, lütfu sevebilmek her kişinin kârıdır da; kahrı sevebilmek, Allah'ın takdiridir diye ona da razı olabilmek, kadere rıza; o er kişinin, büyük insanların, evliyâullahın, olgun insanların kârı oluyor. Tabii ben, öyle büyük iddialarda olamayacağımızı düşünerek diyorum ki, "Yâ Rabbi, biz zayıf kullarınız; bizi büyük imtihanlarla karşılaştırma!.. Kaybederiz, başaramayız, dayanamayız, tahammül edemeyiz..."
Arkadaşımızın birisi bana, "Allah sabrını arttırsın!" dedi. "Aman!" dedim, "Şükrünü arttırsın de!" Çünkü, sabır için cefâ lâzım, cevr lâzım, sıkıntı lâzım... Tabii, herkes Eyyûb AS gibi olamaz.
Şimdi biz Allah'ın hikmetiyle, harb sıkıntısı çekmeden yetişmiş bir toplumuz. Umûmiyetle şu salonda beni dinleyenler, bizzat bir harb acısı yaşamamışlardır. Belki içlerinde Kore'ye gitmiş olabilenler vardır, belki Kıbrıs Harekâtı'na iştirak etmişlerdir ama, genel olarak sulh içinde yaşadık. Ve propagandalara --inanmayı istediğimiz için, gönlümüz de sulhü sükûnu istediği için-- kendimizi bir hayli kaptırdık. "Dünya gül gülistan olacak... Sulh olacak, sükûn olacak, huzur olacak, mutluluk olacak... Kurtla kuzu kardeş olacak..." filân gibi düşünüyorduk. Hakîkaten, bizim uzaktan yakından, kenarından takib ettiğimiz kimseler, birbirleriyle barışmaya başladılar. Bu da bizim ümitlerimizi takviye ediyor gibi göründü.
Avrupada II. Cihan Harbi'nde birbirleriyle kıyasıya çarpışmış, vuruşmuş; birbirlerinin şehirlerini bombardımanla yerle bir etmiş olan devletler, birleştiler. AET, Avrupa Ekonomik İşbirliği dediler, sonra AT oldular. Sonra peş peşe, baş döndürücü bir hızla, bir takım beynelmilel anlaşmalarla, Avrupa'nın güvenliğini sağlama, Avrupa'dan harbi uzaklaştırma çalışmalarını yaptılar. Ekonomik güçlerini birleştirdiler. Onlara yakınlık duydu yöneticilerimiz; ister istemez biz de onlara katıldık. Zaten 50-60-70 yıldır, 100 yıldır, 150 yıldır --batının bizden teknolojik bakımdan üstün olduğunu, acı olaylarla görmüş olduğumuzdan-- batıyla, "Batıdan alacağımız şeyler var, dost olmalıyız." siyasetiyle hareket ediyorduk.
Avrupa ile Rusya da bir sulh yaptılar, silahlarını azalttılar. Nükleer silahları, tankları, kimyasal silahları tahrib anlaşmaları peş peşe yapıldı. Silahlarını imha ediyorlar kendileri... Ve böylece Avrupa'nın üzerinden karabulutlar dağıldı, güneş göründü. Amerika'yla Rusya da, korkunç kıtalar arası füzelerle yıldız savaşları yapmayacağından, üçüncü dünya harbi biraz daha uzaklarda diye, geçtiğimiz yıllarda bayağı bir ümitlenmeye, sevinmeye başladık.
Derken bizim tarihî düşmanımız Rusya, acaib değişmeler gösterdi. --Hilmi Bey kardeşimizin dediği gibi-- üniforma değiştiriyor, forma değiştiriyor... Demirperde yıkıldı, seyahat imkânları doğdu ve Orta Asya'daki, Kafkasya'daki kardeşlerimizle görüşmemiz mümkün oldu, ziyaretler mümkün oldu. Ve herkesin ağzından, "21. Yüzyıl, Türkler'in yüzyılı olacak!" temennisi duyulmaya başlandı, gazetelerde yazılmaya başlandı. Fevkalâde heyecanlı idik. Biz de o heyecanla iki sene kadar önce, Özbekistan'a kadar gittik. 60-70 kişilik bir grupla Buhara'mızı, Semerkand'ımızı gördük, Taşkent'imizi gördük, Bakü'müzü gördük... Sahabe kabirlerini ziyaret ettik. Ordaki kardeşleri tanıdık, onları davet ettik; onların çocuklarını davet ettik ülkemize... Her şey tatlı tatlı gidiyordu, kaymaklı kadayıf gibi...
Fakat yavaş yavaş --Orhan Veli gibi-- taşın sert olduğunu farketmeye başladık; suyun insanı boğduğunu, ateşin yaktığını keşfetmeye başladık. Hayallerimizdeki dünya ile, karşımızdaki dünya arasında --(Eynes serâ mines süreyyâ?) "Nerde gökteki Süreyyâ yıldızı, nerde yeryüzü?.. Mesafe ne kadar uzak..."-- çok büyük farklar olduğunu gördük. Teknolojik üstünlüğünden, fazilet bakımından da üstün olduğuna bayağı kanmaya, inanmaya başladığımız batının, hiç de öyle olmadığını yeniden keşfettik. Henüz daha kâşifler ve icadlar ansiklopedisine girmediler ama, bunlar en taze keşiflerimiz bizim...
Ve bir de baktık ki, Türkî Cumhuriyetler'de bir takım hoşumuza gitmeyen olaylar oluyor... Tanklar hareket ediyor, bir takım insanlar öldürülüyor... İktidar bir birisinin eline geçiyor, bir ötekisinin eline geçiyor... Onbinlerce insan, hudutlardan öbür tarafa kaçmak zorunda kalıyor... Günde şu kadar insan, bu kadar insan ölüyor. Yâni, "Bu istiklâllerini yeniden kazanmış olan ülkelere ne oluyor?" diye bayağı bir afalladık. Yoksa, Rusya bize bir oyun mu etti?" demeye başladık.
Ondan sonra da, --bu iyimserlik müslümanların hepsinde var galiba-- bizim Bosna-Hersek'teki kardeşlerimizde de vardı bu iyimserlik... Onlar da, "Madem Yugoslavya yıkılıyor; biz de bir müslüman cumhuriyeti kuralım!" dediler. Biz de onu istedik tabii... Avrupa'nın göbeğinde, anlı şanlı bir İslâm cumhuriyeti; müslümanlardan ibaret bir devlet olması, bize çok tatlı göründü. Fakat, sonradan baktık ki, işler bizim düşündüğümüz gibi devam etmiyor.
Bosna-Hersek olayı, bizim müthiş bir şekilde, dehşetler içinde şoka düşmemize sebep oldu. Korkunç bir şok ile karşı karşıya kaldık. Pespembe hayallerimiz, kapkara karardı... Camdan inşa edilmiş hayalî saraylarımız, şangır şungur kırıldı... Baktık ki, işin arkasında kilise var!.. Baktık ki, işin arkasında Slav milliyetçiliği var!.. Baktık ki, işin arkasında Rusya var, Amerika var, Almanya var, Fransa var, İngiltere var!.. Yâ, hani bunlar bizim eskiden beri dostlarımızdı!?.. İşte, belli ittifaklar içinde beraberdik; el ele, kol kola, yan yana, yanak yanağa resimler çektiriyorduk... Tabii biz de bazı temennilerimizi, sızıldanmalarımızı söylemeye başladık: "Hani sizin söylediğiniz, bir insan hakları vardı; o nerede?.. Niye uygulanmıyor?.. Hani halkların hürriyetleri diye bir şey vardı; niye tatbik edilmiyor?.. Hani imza koyduğumuz Helsinki anlaşması, hani AGİK, hani BAB?.. Hani Avrupa'nın şu veya bu konuda düzene sokulması için, alınan bir takım güzel kararlar?.." Baktık ki, onlar tatbik edilmiyor.
Sonra bizi en çok etkileyen olaylardan birisi sanıyorum, insanların böyle öldürülmesi kadar; kadınların, çocukların maruz kaldıkları muameleler oldu. Ve hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor!.. Adamlar, susuzluktan kuyruğa girmişler, ellerinde boş bidonlar... Su doldururken, üzerlerine bomba düşüyor; 8 tanesi, 10 tanesi ölüyor...
Halbuki, İstanbul'da bir ihvanımız var, beni evine çağırdı. Ordan da, "Hocam, benim bir tarlam var; sizi oraya götüreyim!" dedi. Götürdü. "Aşağıda, tarlanın aşağı tarafında, çalının dibinde su da var." dedi. "Geçen gün gittim, baktım; suyun başında bir yılancık, su içmeye gelmiş. Dokunmadım zavallıya..." dedi. Yâni, benim bacım su içmeye gittiği zaman, yılana bile dokunmayacak kadar hassas, melek gibi; ötekiler, su kuyruğundaki insanları bombalayacak kadar hain!..
Cenaze oluyor, cenazeyi gömecekler; cenaze merasiminin ortasına bomba atıyorlar!.. Yâni, ölenlere son vazifesini yapan insanlara karşı bir gaddarlık... Doğrusu şunu sanıyorduk ki biz, --eski alıştığımız iyimserlikle-- "Amerika'dan feryadlar yükselecek, Avrupa'dan feryadlar yükselecek, dünya ayağa kalkacak ve haksızlık hemen durdurulacak." diye düşünüyorduk. Hiç de öyle olmadı. Yâni, kim kime, dum duma... Bizden başka kimsenin bu işle üzülüp ilgileneni olmadığını, üstelik ötekileri desteklediğini görmeğe başladık.
Beri tarafta, "32. paralelin, 36. paralelin altına üstüne çıkmayacaksın!.. Yok efendim, radarını bize doğru kilitledin!.. Yok şöyle yaptın, yok böyle yaptın..." diye her gün bir taraf bombalanıyor... Hırvatlar, Sırpların bilmem hangi şehrine hücum etti diye, bütün millet ayağa kalktı; "Birleşmiş milletlerin orda yaptığı anlaşmaya niçin itiraz ediyorsunuz?" diye, Avrupa bu sefer Hırvat'ların aleyhine de bir şeyler söylemeğe başladı... İki tane Fransız askeri bu hengâmede öldü diye, Fransa ordusunu ve bir uçak gemisini Adriyatiğe göndermeye başladı.
Şimdi ben, bu acı olayların hepsini, acı birer ilaca benzetiyorum. Yâni, sanıyorum ki artık Türkiyede hayal içinde yaşayan insan kalmadı. Herkes, hayatın nasıl bir mücadele olduğunu, insanların nasıl gaddar olduğunu, nasıl zâlim olduğunu çok iyi anladı. Biz de anladık, biz de dehşete düştük ve, "İğneyi kendine batır, çuvaldızı başkasına!" dedikleri gibi; bir de, "Ya Bosna-Hersek'te biz olsaydık!.." diye düşünmeye başladık. "Veyahut, Bosna-Hersek'teki olaylar Türkiye'ye taşınsa, Türkiye de öyle olayların içine girse!.." diye düşünmeye başlayınca; bu sefer adamakıllı şaşırdık ve adamakıllı heyecanlandık... Derken gazetelerde bir takım olaylar, bir takım araştırmalar yayınlanmaya başladı. Bunlardan beni şahsen en etkileyenlerden bir tanesi, Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nün iddiası: --senaryosu diyor gazeteler-- "1993 yılı ağustosunda, Türkiye harbin içine girer!" Yhani biz şimdi 1993 teyiz, ocak ayındayız; bitiyor ocak ayı... Demek ki "7 ay sonra bir harb olabilir!" diyor. Canım, elin adamı diyebilir, senaryo yazmak serbest... Senaryo, bir yazarın eline kalemi alıp, hiç bir kayıt tanımadan yazabildiği bir şeydir. Trajedi yazar, komedi yazar, dram yazar... Her şeyi yazabilir... Derken, bizim genel kurmay başkanımız, "Çok karamsarım, çok kötümserim; bir harb çıkabilir!" demeye başladı. Gazetelerden okuyoruz... Sonra bir de dışişleri bakanımız, "Türkiye bir harbin içine girebilir!" demeye başladı.
Ben o zaman, Türkiye'de bir grubun sorumluluğu ile, bağlanılmış bir kimse olarak kendi kendime; "İlle de bunların yalan olduğuna kendimizi inandırmağa ve vuku' bulmayacağına dair temennîlerimizin hakikat olmasını, can ü gönülden istemeye devam ediyoruz ama; acaba, bizim bu hayal ve temennilerimiz ile, olayların inkişafı paralel mi gidecek?.." diye bir soru geldi hatırıma... Ve onun üzerine Ankara'ya gittim. Ankara'daki muhtelif aklı başında, bilimsel seviyesi olan, muhakemesi kuvvetli, mantığı sağlam olan; bilgisi, görgüsü, tecrübesi olan samîmî dostlarla görüştüm. Bunların bir kısmı bakanlık yapmıştı, bir kısmı profesördü, bir kısmı yüksek bürokraside tecrübe kazanmış kimselerdi. Bir tanesine sordum: "Bu Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, roman yazma enstitüsü müdür?.. Ne yapar bu böyle? Bu senaryoların manası nedir?" diye sordum. O bana dedi ki: "Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, CIA --yâni, Amerikan Merkezî Haber alma Örgütü-- ile ilgilisi olan, yan kuruluşu gibi olan, çok geniş bir teşkilattır; bir gökdeleni vardır... Ciddiyeti vardır, saygınlığı vardır, etkinliği vardır. Onun senaryolarının bir kısmı uygulanır ve hakîkat olur. Yâni, projelerinin uygulandığı da vardır." dedi. "Meselâ, ben bundan 16 yıl önce Amerika'ya gittiğim zaman, 'Sovyetler Birliği dağılacak ve Türkî Cumhuriyetler meydana çıkacak!' diye ilk defa orda duymuştum." dedi. Yâni aşağı yukarı, avamın, halkın, sade vatandaşın bu meseleleri görmesinden 13-14 yıl önce, orada bunun konuşması yapılmış. Tabii, bunun sezilmesi ve hazırlanması için de muhakkak biraz daha gerilere gidilmiştir. Demek ki, o zaman ona anlatılan şeyler, sonra gerçekleşmiş.
Tabii, böyle bir müessesenin ortaya attığı senaryolar gibi, başka müesseselerin senaryoları da gazetelerde herhalde sizler tarafından da okundu. Meselâ, Ruslar bir senaryo hazırlamışlar; "İkibin bilmem kaç yılında, Araplar Türkiye'yi istilâ edecek!" diye. Tabii bu çok cazip bir başlık olduğu için, sanıyorum hepiniz okumuşsunuzdur. Çünkü, meşhur bir iki gazetedeydi. Tabi onu da okuduk. O da bir senaryo, yâni tahmin... Yâni, istikbale yönelik bir takım görüşler, zanlar, tahminler veyahut temenniler; veya senaryo diye bir takım kimselere, bir takım işaretlerin verilmesi... "Bakın, bizim planımız böyledir! Siz hazırlanın!" filân diye.
Biraz evvel Hilmi Bey'in çok zarif konuşması vardı. O da --aşağı yukarı-- dünyada süper devletlerin samimi olmadığını, bizim hayal ettiğimiz gibi olmadığını, kazın ayağının öyle olmadığını; bu adamların dünya efkâr-ı umûmiyesi ile bayağı alay ederek, küçük devletleri hiçe sayarak, dünya üzerinde bir takım menfaatleri götürdüklerini; ve bu işi zorbalıkla, silah zoruyla, teknolojik üstünlükle yaptıklarını, bir uzman olarak söylemiş oldu. Yâni, konuşmasının özeti budur.
Bütün bunların hepsini bir araya topladığımız zaman, aslında çok ciddî bir dünyada yaşayan insanlarız. Yâni net olarak çıkan budur. Hiç de öyle gülünecek, şaka yapılacak, omuz silkilecek, aldırılmayacak; herkesin elbebek-gülbebek vakit geçireceği bir dünyada değiliz. Etrafımızda kurtlar uluyarak dolaşıyor, canavarlar dolaşıyor... Hedef biz olduğumuz için, bu işin bizi çok ilgilendirmesi lâzım!..
Hani, Kuzey Amerika'daki Amerika Birleşik Devletleri Güney Amerika'da, Şili'de, Arjantin'de bir şey yapmış; Bolivya'da bir şey yapmış bizi ilgilendirmiyor... Çünkü, arada Atlas Okyanusu var, kilometreler var, binlerce kilometre var. "Eh, ne yaparlarsa yapsınlar; bizi doğrudan ilgilendirmiyor." diyebiliriz. Vietnam Savaşı da bizi pek ilgilendirmemiş olabilir, Uzakdoğu'da diye... Ama bu sefer görüyoruz ki, olayların bir tarafı biziz.
Meselâ NATO'nun karşısında Rusya vardı, Varşova Paktı vardı. Hür devletler denilen Batı Bloku, komünist devletler denilen Doğu Bloku; bunların arasında da iki tarafa uymayan, Tarafsızlar diye dünyada alıştığımız bir gruplaşma vardı. İkisi anlaştı... İkisi anlaşınca, ortadaki tarafsızlar da afalladı; ne yapacaklarını şaşırdılar. Dünyanın politik, askerî, ekonomik durumu hızla değişti. Fakat bu arada, "NATO ne yapacak?.. Fesih mi edelim, NATO'yu kaldıralım mı?.." derken, NATO'ya başka görevler yüklenilmesi gerektiği NATO'lu ilgililer tarafından söylendi. Meselâ bunlardan birisi, eski İngiltere başbakanı Margaret Teacher... Çok net olarak, açık olarak söyledi ki, "NATO'nun hedefi İslâm'dır!.."
Ben bunu maalesef böyle vesikalı konuşmuyorum; Hilmi Bey gibi çantayla, bir şeylerle gelemedim ama, bir kitapta okudum. Basında yayınlanmış şeyler olduğu için, umûmî şeyleri özetliyorum diye düşünüyorum. Ama Margaret Teacher, çok net olarak, NATO'nun İslâm'a karşı konuşlandırılması gerektiğini, yerleştirilmesi gerektiğini beyanatlarıyla ifade etti. Sonra, İngiltere'nin iki meşhur hafta sonu dergisi, bunları makalelerinde işlediler ve NATO'nun gerçekten İslâm ülkelerine karşı tavır alması gerektiğini ve yeni hedefin Moskova değil, Mekke olduğunu söylediler. Tabii Mekke de bize uzak geldiği için, bizimkilerin bir kısmını ilgilendirmeyebilir.
Dünyanın endüstrisinin, ekonomisinin kanı ve canı durumunda olan malzeme ve maddeler, İslam ülkelerinin elinde... Petrol gibi, değerli madenler gibi bir çok şey batılıların elinde yok... Her ne kadar onlar, dünyanın en güzel yerlerini, en kaymaklı yerlerini, koca koca parçalar halinde almış, bir kenarını ısırmış ve yutmakla meşgullerse de; müslümanların elindeki topraklarda da, çok önemli stratejik malzemeler olduğunu biliyorlar. Ve 1950'li yıllardan beri, "İslâm ülkeleri ilerleyebilir; batı ülkeleri zamanla --hammaddeye sahip olmadıkları için, geri kalmış ülkeler de kendilerine yeterli teknolojik seviyeye çıktıkları için-- alacak satacak bir şey bulamazlar... Batı ülkeleri fakirleyebilir. İstikbalin en güçlü devletleri İslâm ülkeleri olabilir. Meselâ Araplar, Suudlular son derece zengin olabilir." diye sözler söylüyorlardı.
Sonra yine 8-10 yıl önce, İngiliz mecmualarında, "Sovyetler Birliği'ndeki nüfus artışı İslâm kavimlerindedir. Bu hızlı nüfus artışı devam ederse; Sovyetler Birliği, kendi içindeki müslüman halkların istilâsı altına, hegemonyası altına düşer. Ekseriyette müslümanlar olur, Türkler olur. Sovyetler Birliği 2020'li yıllarda onlar tarafından yönetilen bir ülke haline gelir." diye konuşuldğunu biliyorum.
Tabii, "Arap ülkeleri zengin olabilir, batı ülkeleri fakirleşebilir." gibi şeyleri onlar --böyle bizim büyük otellerde toplandığımız gibi-- işadamlarını toplayıp, ciddî bilim adamlarını karşılarına getirip; "Böyle tehlikeler var; bunların karşısında ne yapmamızı önerirsiniz? Ne teklif edersiniz?.." diye ellili yıllarda bunları konuşuyorlardı. Tabii ülkelerini korumak için gerekli ekonomik stratejileri, askerî stratejileri, politik stratejileri düşündüler, taşındılar, kurdular...
Bir kere tek tek oldukları zaman, bu müşkilleri yenemeyeceklerini anladıkları için, birleştiler... Ama. kendileri için birleşmenin faydasını, önemini gördükleri halde; bize birleşmeyi tavsiye ve empoze etmediler. Aksine, bizi --yâni İslâm ülkelerini-- dağıtma ve düşman bloklar ayırma ve kendi içinde de daha küçük parçalara bölme çalışmaları yaptılar...