Şimdi biz en hayırlı ümmetiz elhamdülillah. Bu ayet-i kerimede bize görevlerimiz de bildiriliyor. "Te'murûne bilma'rûfi ve tenhevne anilmünker" Yâni pasif bir ümmet değiliz, olmamalıyız, olursak kusurlu olmuş oluruz. Aktif bir ümmet olmamız lâzım. Hakkı tutan, aklen, dinen, vicdanen ve ilmen güzel olan şeyi yapacağız ve yaptırmaya çalışacağız ve güç kullanacağız, vargücümüzü kullanacağız. Buna "emr-i ma'ruf" deniliyor. Yâni "ma'ruf", aklın, dinin ve şeriatin güzel gördüğü, vicdan sahibi, aklı selim sahibi, hissi selim sahibi herkesin ittifak ettiği teraddütsüz güzellikleri yaptırmağa çalışmak, bu hususta imperatif olmaktır . Yâni negatif değil, pasif değil, imperatif, emredici olmak. Yaptıracağız yâni; "Adamın elinde içki varsa, içkiyi alacaksın elinden, içirtmeyeceksin!" diyor İmam-ı Gazalî... Şişesini kıracaksın. İslâm böyle aktiftir.
O bakımdan, zaman zaman söylenmiş bazı tekerlemeleri de düzeltmek gerekiyor. İslâm demokratik değildir. İslâm, İslâmiktir. Yâni, bu böyledir, yapısı böyledir. İslâm günaha, terbiyesizliğe ve edepsizliğe hürriyet tanımaz. O bakımdan demokratik değildir, imperatiftir. Ama bu emirlerin hepsi şifadır, güzeldir; doktorun hastaya emri gibidir. Şifa bulmak için onu yapmak şart olduğundan, böyle emirdir. Benim gastritim var, ülserim var. Doktor bana çiğ meyve yemeyi yasakladı. İstersem yerim istemezsem yemem ama, yemezsem şifa bulurum. Veyahut sigara içenlere sigara içmeyi yasaklıyor. Tabii sigara içmezlerse sıhhat bulurlar, içerlerse helak olurlar. Yavaş yavaş zehirlenirler, ciğerleri dolar, kurum dolar... filan, bunun gibi.
Şimdi emr-i ma'ruf yapma görevi var ve bu görev bütün müslümanların görevi ama dereceleri üzere, bilgileri üzere, makam ve selahiyetleri üzere bir görev... Nehy-i münker; yâni aklın ve dinin ve şeriatin ve vicdanın çirkin ve kötü olarak kabul ettiği şeyleri de yasaklamak yaptırmamak... Yapmama ve yaptırmama... Zaten kendisi yapmayacak, görevi haramlardan kaçınmak, helalleri yapmaktır ama bir de yalnız kendisiyle kalmayacak başkasına da yaptırmayacak. Yâni islâm aktif bir din, imperatif bir din, emredici bir din.
Tabii imperatif ahlâkı beğenmezler, imperatif olunca yâni, buyurucu olunca rahatsız olurlar, hürriyet yok diye sızlanırlar vs. ama, selâmet burda... Kanunlar da imperatiftir. Kanunların da yasakları vardır, cezaları vardır. Böyle yasaksız, emirsiz, buyruksuz bir toplum, bir teşkilat, bir muntazam yaşam mümkün olmaz. Emri ma'ruf nehyi münker yapacak; müslümanların görevi bu.
(Ve tücâhidûne fî sebîlillah) Allah yolunda cihad edecek. Bir de bu vazifesi var; Allah yolunda cihad etmek. Tabi arada atladığımız bir kelime var, (uhricet linnâsi); öyle bir ümmetiz ki planlanmışız, programlanmışız. Allah-u Teâlâ Hazretlerinin irade-i ezeliyesinde insanlar için özel olarak çıkartılmış bir ümmetiz. Özel görevle görevli bir topluluğuz. Allah tarafından vazifelendirilmişiz, görevimiz Allah'tan. "Sen ne karışıyorsun bana?.." "Allah emrettiği için karışıyorum. Allah bu görevi bana verdiği için, benim kolumda kırmızı band, yeşil band olduğu için karışıyorum. Onun için, bu konuda söz sahibiyim, iddia sahibiyim, emir ve buyruk sahibiyim!" diyebileceğiz. Allah tarafından çıkartılmışız ve Allah yolunda cihad etmek vazifemiz.
Tabii cihad, o kadar geniş bir tabirdir ki, hepimizin boynunda olan bir vazife... Şu salonu dolduran akıl sahibi her insanın vazifesi cihad etmek... Ama, nedir cihad?.. Cihad son derece geniş bir kavramdır ve birçok çeşidi vardır. Ama, kelimenin izahından manası daha iyi aydınlanır. Onun için kelimenin izahından başlayalım. Cihad kelimesi müşareket ifade eder; yâni, karşılıklı bir şeyi yapmak ifade eder. Bunun müşareket ifade etmeyen kökü, sülâsi kökü, yâni fiilin kökü cehd etmektir. Cehd etmeyi de kullanıyoruz biz lisanımızda; "Cehd et evladım, biraz daha çalış yavrum; cehd et, gayret et!" filan diyoruz. Yâni, bir gayret göstermek, bir efor sarfetmek, bir şeyi yapmak için kuvvetini harcamak, dişini sıkmak, çalışmak, çabalamak demek cehd.
Cihad ne demek oluyor?.. Karşılıklı cehd sarfedişmek manasına geliyor. Mücahede, müşareket ifade etmesi bu... Karşıda İslâm'ın düşmanları var bu tarafta siz varsınız. Bir hasım var bir de dost var. Bir şeytan var, şeytani cephe var; hizb-uş şeytan diye Kur'an-ı Kerim'de isimlendirilmiş, şeytanın hizbi, grubu, partisi, zümresi... Bir de hizbullah var, Allah'ın Rahman'ın grubu... Allah-u Teâlâ Hazretleri bu dünyayı bir dar-ı imtihan olarak yarattığı için, bu dünyada kötülere de fırsat vermiş. Bakın şaşıracaksınız: Yâni, biz müslümanız, Allah'ın sevgili kullarıyız da niye benim mü'min kardeşlerim Bosna-Hersek'te, Karadağ'da, Karabağ'da öldürülüyor?.. Niye 200 kişinin boğazları kesilmiş de Drina nehrinde cesetleri yüzüyor?.. Niye filanca yerlerde evlerinden barklarından ediliyorlar, katlediliyorlar, öldürülüyorlar?..
Peygamberlerin devirlerinde de böyle olmuş. Musa AS'ın devrini düşünelim, Firavun'un yaptığını düşünelim:
(Yüzebbihü ebnâehüm, ve yestahyî nisâehüm) Gördüğü bir rüya üzerine, erkeklerin tümünü toptan kesiyor hain, kadınları bırakıyor, esir ediyor, köle ediyor... Yâni, erkek yaşatmıyor; zulmün büyüklüğüne bakın. Bebekler öldürülüyor. Doğan bebek erkekse öldürülüyor, katlediliyor hemen. Onun üzerine o zulüm büyümüş, büyümüş; ondan sonra Firavun'un başında patlamış. Firavun helak olmuş... İbrahim AS'ın zamanında da böyle, İsâ AS'ın zamanında da böyle. İsâ AS'ın ümmeti de böyle...
Şimdi zulmü yapanlar, vahşeti sergileyenler hristiyanlar, Sırplar... Bunların da mensup oldukları dinin ilk sâlikleri, arslanlara parçalatılıyordu, arslanların önüne yem olarak atılıyordu. Öldürülüyorlardı, mahvediliyorlardı... Bu, tarihe geçmiş bir zulümdür. Şimdi bunlar güya dinlerine yardım etmek adına Allah'ın sevgili kulları olan, ve Allah'ın:
(İnneddîne indallahil islâm) Allah indinde, geçerli olan yegâne din olan İslâm'a bağlı olan insanları, güya dinleri adına, dini inançları adına; güya Allah'a hizmet adına katlediyorlar. Demek ki peygamberler zamanında da böyle olmuş, Peygamberimiz zamanında da böyle olmuş. Sahabe-i Kiram'dan nice kimseler şehadet şerbetini içmişler, zulmen ve gadren öldürülmüşler. Bir-i Maune'de 70 tane hafız katledilmiş. Ama maktüller Cennet-i Alâ'ya girmişler, Allah'ın rahmetine ermişler; katiller, dünyada da ahirette de cezalarını bulmuşlar. Bunun --bir ilâhî imtihan dünyası olduğu için-- ilâhî bir husus olduğunu biliyoruz.
Kafirler var, şeytan var, İslâm'a hücum edenler var, müslüman olarak yaşamak kolay değil. Hatta bazan müslüman olarak yaşamak, avucunda bir kor ateş tutmak kadar zor. Bazı yerlerde, "Ben müslüman'ım!" diyebilmek zor. "Ben müslüman'ım!" dediğinde başına geleceklerin dehşetinden dolayı, diyemiyecek kadar güç durumlara düşüyor insanlar. Yâni Allah'ın dinine, hak yola, iyiliğe, güzelliğe düşman birtakım varlıklar var dünya üzerinde, ve bunlar gayret gösteriyorlar. O halde Allah'ın dostları da gayret gösterecek. Onlar bir cehd ortaya koyuyorlar, şeytani bir cehd, gayret; Rahman'ın kulları da Rahmanî bir cehd gösterecek, bunun karşışına çıkacak...
(Bedeel islâmu garibâ) İslâm mazlum olarak doğdu, garip olarak doğdu. Garip olarak ortaya çıktı ve daima zulme uğradı müslümanlar. Sabrettiler, eza cefa çektiler, ondan sonra İslâm izzet ve şevket kazandı. Okyanusları geçti, kıtaların üzerlerinden bütün diyarlara yayıldı. Tebligatını bütün insanlar duydu. Müslümanların, bu menfî cehde karşı bir cehd sarfetmesi Allah'ın bir takdiri olarak düşmanların çatışmasından sonra oldu, hücumundan sonra oldu. İslâm, Arabistan topraklarına yerleştiği andan itibaren, Bizans hücuma başladı ve onlarla savaşıldı. Suriye fethedildi zar-zor... Anadolu çok büyük zorluklarla fethedildi. Haçlı Seferleri İstanbul'u ve Anadolu'yu yaktı yıktı, Kudüs'ü aldılar, nice zulümler yaptılar. Yetmişbin kişiyi kılıçtan geçirdiler... Bunların karşısına Selahaddin-i Eyyubi'ler çıktı. Bu zulümleri durdurdular, bu zalimleri defettiler. Allah mazlumlara yardım eyledi, adım adım ilerlenildi.
Demek ki bir düşmanca cehd var, bir de Allah'ın emrettiği savunma yollu ve Allah'ın dinini yayma yolunda sarfedilen gayret var; işte cihad bu... Yâni, karşılıklı olan birşey. Düşman var; müslümanın da düşmana karşı çalışması boynunun borcu, şart, farz, mecburiyet... Yâni nerede bir müslüman varsa, orada böyle bir hücum vardır. Orada bir zulüm vardır, orada bir müslümanın da gayrete gelmesi, cehd etmesi, cihad etmesi mecburiyeti vardır.
Hatta birisi geldi, Peygamber SAV'e buyurdu ki; "Ya Rasûlallah ben seni çok seviyorum!" "Doğru mu söylüyorsun?" dedi Peygamber Efendimiz. "Çok seviyorum yâ Rasülallah, aşığım sana; çok seviyorum." "Öyleyse belâlara hazırlan! Çünkü beni seven insana, belâlar dağdan selin güldür güldür gelmesinden daha şiddetli gelir." dedi. Yâni bu sevginin imtihanı çok oluyor, şiddetli oluyor ve nerede bir müslüman olsa, Allah onu ezalandıracak bir eziyetçi hasıl ediyor. Onun karşısında da müslüman'ın uyanık olması lâzım, birlik ve beraberlik içinde olması lâzım, dikkatli olması lâzım, gayretli olması lâzım.
Şimdi, cihad düşmanın cehdlerine karşı cehd sarfetmek olduğu için çeşitlilik arzediyor. Düşmanın bir kısmı bizim anladığımız, bu Sırp'ı, Ermeni'si, Rum'u... Çepeçevre etrafımız düşman dolu ve sanki iflah olmaz düşman gibi. Yâni, sanki yola gelmez düşman gibi ama, bir çıkış yolu var: Bakın Yunanlı'nın bize husumetini düşünün, Yunanlı'nın bize düşmanlığını düşünün; bir de Bosna-Hersek'e kendi gayretiyle yardım gönderen Yusuf İslâm'ı düşünün. Öbür taraftan, Yunanistan'dan Yenice Ovası'ndan, Makedonya'dan Sırplara yardım gidiyor, bu taraftan Yunanlı Yusuf İslâm'dan Bosna-Hersek'e yardım gidiyor. Çare neymiş? Allah'ın dinini yaymakmış, insanlara İslâm'ı öğretmekmiş... İnsanlara İslâm'ı öğrettiğin zaman, Yunanlı, Yusuf İslâm oluyor.
Ermeni bir kardeşimiz vardı İstanbul'da, Zâhid Barsam... Müslüman olmuş, Hocamız'ın geldi elini öptü. Kapalıçarşıda ticaret yapıyor. Papazlar hergün dükkanına gelip gidiyorlarmış. "Niye hristiyanlıktan döndün, İslâm'a girdin? Bak bu hacıların hallerine, bak bu müslümanların hallerine, fakirliğine, geriliğine, vesairesine!.." diyorlarmış. "Siz suyun kaynağına bakın. Dağdan pınarın ilk çıktığı yere bakın! O pınar suyu kullanılıyor. Kullanıldıktan sonra drenaj kanallarından aktığı yere bakıyorsunuz. İslâm o değil ki, o kullanılmış tarafı değil ki. Kaynaktan çıkan asıl yere bakın; İslâm'ın asıl orası güzel." demiş. Yâni "Müslümanların kusurlarını bahane eden, fakirliğini, geriliğini bahane eden papazlarla böyle mücadele ediyorum." diye söylemişti Ermeni.
Benim amcalarımdan birisi bir Rum hanımla evlenmişti. Ama müslüman oldu, hacı oldu, kendisi hacca gitti, kocasını da hacca götürdü... Çocukları damatları, hepsi, mütedeyyin insanlar oldular. Ayırmak lâzım.
Ben, gazetelere dikkat ediyorum, mitinglerin havasına dikkat ediyorum; yanlış. Yâni bütün hristiyan alemini suçluyor. Bütün cepheyi genişletmeyi çalışıyor, hayır. Burda bir vahşet var diyeceksiniz. Buna hristiyanlar da razı değil, Hz. İsa da razı değil diyeceksiniz ki, --zaten, onun da vicdanen tüyleri diken diken oluyor bu kafa kesmeden, işkenceden-- adam senin tarafında yer alsın. "Bu bir haçlı savaşıdır; haçlılar şöyle yapıyor, böyle yapıyor" dediğiniz zaman, onların hristiyanlık damarlarını körüklemiş oluyoruz. Böyle diyenler böyle yapmış oluyorlar. O zaman cepheyi lüzumsuz genişletmiş oluyorlar. Adam zaten razı değil ki, Sırp'ın yaptığına... Razı olmayanlardan misal vereceksin. Çünkü onun sözü daha önemli. Öyle yapmıyoruz, cepheyi genişleterek, ileri geri konuşuyoruz. Bence yanlış. Yâni konuşmalarda dikkat etmek lâzım.
Şimdi düşman var; Sırp vahşeti, Ermeni vahşeti, Kıbrıs'ta Yunan vahşeti... Gördüğümüz şeyler. Başka bir de şeytan var; o da bir düşman!.. O da herkesi aldatıyor. Bizi de aldatıyor, yâni müslümanı da aldatabiliyor. O da büyük bir düşman. Sonra nefis var, en büyük düşman. Çünkü onun düşmanlığını kimse farketmiyor. İçinden gelen sese tabi olduğu zaman Allah'ın rızasından dışarıya düşüyor. Bütün bu düşmanlarla mücadele etmek cihadın çeşitleri... Cihad sadece savaş değil, cihad sadece savaşla değil; bunu hatırdan çıkarmayalım.
Cihad; İslâm için sarfedilen her cehd, İslâm düşmanlarının faaliyetlerine karşı gösterilen her müsbet çalışma. Bunların hepsi cihad olmuş oluyor. Onun için "kıtal"den manası farklıdır. Kıtal; katletmek, karşılıklı birbirini öldürmek için karşı karşıya gelmek... "Katele" fiilinden kıtal müşareket ifade ediyor. O seni öldürmeye çalışıyor, sen onu. Kıtal başka, gaza başka, cihad başka. Cihad daha geniş bir kavram. Hepimizin --farz olarak-- boynumuzun borcu olan bir şey.
Şimdi, "İslâm niçin geldi?" diye bir soruyu soralım kendimize... Kendimize çeki düzen vermek için, yâni istikametimizi doğrultmak için... Duvara tuğlaları yanlış koymamak için, eğri koymamak için, duvarı yıkılacak gibi yanlış inşâ etmemek için. İslâm Allah'ın varlığını, birliğini tebliğ için geldi. "Lâ ilâhe illallah" tevhidini insanlara öğretmek için geldi. Allah'tan gayriye tapılmasın diye, bu yanlışlıklar ortadan silinsin diye geldi. Ve sadece Allah'a kulluk edilmek sağlansın diye geldi.
(İyyâke na'budü ve iyyâke nestain) "Ancak sana ibadet ederiz". Bu anlamın bu mananın insanlara öğretilmesi için geldi.
(Va'budullahe velâ tüşrikû bihî şey'en) "Yanlız Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın!"
Şimdi şirkin renk olarak küfürden daha açık bir renk olduğunu bilirsiniz. Yâni küfür kızıl, kara; inkâr, hiç bir şeyi kabul etmiyor. Hiç bir şey yok kafasında, gönlünde... Kıpkızıl ve kapkara... Şirk; bir inanç var ama, yanlış. Renk biraz daha açık ama onun hakkında bile Kuran-ı Kerim'de buyuruluyor ki:
(İnneşşirke lezulmün azîm) "Şirkin kendisi çok büyük bir zulümdür." Az bir şey değil yâni, azim bir zulümdür. Şirk zulümdür yanı. İnsanın müşrik olması, Allah'ın varlığını anlayamaması, yanlış anlaması, Allah diye yanlış ma'budlar edinmesi, büyük bir zulümdür. Şimdi müslümanın bu zulmün ortadan kalkması için çalışması lâzım . Biz sulh olmuşuz, sükut olmuşuz. Yâni adam Hazreti İsa'ya tapıyor; şirk. Bunun yanlış olduğunu söylememiz lâzım. Söylersek anlayacak insanlar var... Japon güneşe tapıyor. Güneşin oğlu imparatora tapıyor. Bu olmaz diye söylememiz lâzım. Söylemek mümkün, anlatmak mümkün.
Konyalı bir kardeşimizin anlattığı bir olay: Japonlar'dan bir grup gelmiş Konya'ya. Oğlu turist rehberi. Japon kızlarından bir kız ile ahbaplığı ilerletmiş. Kız bir sonraki sene bir daha gelmiş. --Veya birkaç sene sonra-- Evlerinde misafir etmişler; ahbap oldular diye daha önceden, tanıştılar diye. Gayet hanımefendi bir kızcağız. Haftalarca beslemişler evlerinde. Evin sahibi, oğlanın babası diyor ki, "Besledim diye, baskı olmasın misafir ettim diye, kendisine müslüman ol diyemedim" diyor. "İmana gel diyemedim ama, istedi canım." diyor. "Fakat, bizim yaşayışımızı gördü, namaz kıldığımızı gördü, tesettürümüzü gördü; inancımızı, aile yaşayışımızı gördü" diyor. Ayrılmış, tekrar Japonya'ya gitmek üzere. Kimse birşey söylememiş kendisine ama, İstanbul'a gelmiş, Beyoğlu müftülüğünde müslüman olmuş kendiliğinden. Kimse birşey söylemeden kendiliğinden müslüman olmuş. Bakın, olabiliyor.
Japon'a anlatabilirsiniz. "Bu güneş Dünya'nın güneşi, bundan başka nice güneşler var gökyüzünde, sayısız güneşler var; sen niye buna tapınıyorsun?.. Sonra bununla senin imparatorunun ne ilgisi var? Arada bu kadar mesafe var, onun oğlu olması mümkün mü? Bak o da öldü gitti gömüyorsun, çürüyor, hücreleri var... Japonsun, biliyorsun teknoloji ve bilim sizde gelişmiş. Yâni, sen buna niye tapıyorsun?.." desen yıkarsın Japonya'yı. Japon'un şirkini yıkarsın.
Hindistan, ineğe tapıyor. Biz kesiyoruz, derisiden ayakkabı yapıyoruz. Halis muhlis kösele ayakkabı yapıyoruz, satıyoruz. Adam ona tapınıyor. Bunu anlatmak çok kolay, anlatabilmeliyiz. Amerikalı'ya, Yahudiye, Hindli'ye, Japon'a, vesaireye hakkı anlatabilmeliyiz. Bunu anlatmak için geldik diyebilmeliyiz, vazifemiz budur diyebilmeliyiz.
Niçin Allah insanlara peygamber göndermiş, niçin bir din buyurmuş, emretmiş? Allah'ın dini insanlara iki cihanın saadetini öğretmek için gelmiştir. Onun için Mehmet Zihni Efendi, "Nimet-i İslâm" diyor ilmihal kitabının ismine. İslâm bir nimettir, insana iki cihanın saadetini öğretmek için gelmiştir. İnsan müslüman olduğu zaman, hem dünyada mutlu olur, huzurlu olur, temiz olur, pis olmaz... Ailesi, şahsı, ruhu, aklı, vicdanı, toplumu temiz olur. Ahirette de rahat eder, dünyada da bahtiyar olur. İslâm insanlığa bunu sağlamak için gelmiştir ve Allah hep hayırları öğretmiştir.
(Kul innallahe lâ ye'muru bil fahşâ') Dinde hiç kötü şey, kötü emir yoktur. Mesela, içki yasaklanmışsa, içki kötü olduğundandır. Zina yasaklanmışsa, nesli mahvettiğindendir. Hırsızlık yasaklanmışsa, mülkiyet hakkı zedelendiğindendir. Demek ki insanlara Allah güzel şeyleri öğretmek için dini göndermiştir. İslâm bu güzelliklerin hey'et-i mecmuasıdır. Ve İslâm'ın en mühim vazifesi, müslümanın en büyük vazifesi, bunları başka insanlara anlatmaktır. Peygamber SAV Efendimiz bu vazifeyi yaptı ve vedâ hutbesinde, "Allah'ın emirlerini size tebliğ ettim mi?" buyurdu. "Tebliğ ettin yâ Rasulallah!" cevabını alınca, "Şahid ol ya Rabbi!.." dedi, vazifesini tamamlamış bir kimse olarak.
(El yevme ekmeltü leküm dineküm ve etmemtü aleyküm ni'metî ve radîtü lekümül islâme dinâ) "Bugün size dininizi ikmal ettim, tamamladım. Müslümanlığım kemale erdi, nimetlerimi sizin üzerinize tamamladım; ancak müslüman olmanıza razıyım, başka bir inanç üzere olmanıza razı değilim." ayet-i kerimesi gelince, herkes sevindiler ama bu işin esrarını kavrayan Ebubekir-i Sıddık Efendimiz ağladı. "Niye ağlıyorsun, bak nimetlerimi size tamamladım, dini ikmal eyledim" buyuruyor. "Dini ikmal ettiyse vazifelinin vazifesi bitmiş demektir, aramızdan gidecek demektir" dedi. Onu anladığı için ağladı Ebubekir-i Sıddık Efendimiz.
Şimdi bu vazife Sahabe-i Kiram'a geldi, intikal etti. Sahabe-i Kiramın mesleklerini bile bilmeyiz çoğumuz. Çünkü mesleği İslâm'ı yaymak, İslâm'ı öğretmek, İslâm'ı neşretmektir; İslâm'ı tebliğ etmektir, insanları irşad etmektir; İslâm'ı öğretmektir, insanları İslâm terbiyesi ile yetiştirmektir. Özbekistan'a gittik, Buhara'ya, Semerkand'a gittik. Semerkand'da sahabe kabirleri var, ziyaret ettik. Ne kadar uzak diyarlara gitmişler... GAP bölgesine gittik. Barajın kapladığı suların örteceği yerleri gezdik. Nice sahabe kabirleri var. İstanbul'da sahabe kabirleri var. Bu niçin? Oraya bir mesajı götürmek için. Yâni bir iletişim, bir irşad ve tebliğ vazifesi için.
Demek ki, İslâm iletişim dinidir. Peygamber Efendimiz, insanlara Allah'ın emirlerini bildirmeye gelmiş; iletişim... Peygamber Efendimiz insanlara, İslâm'ı öğretmiş; iletişim... Sahabe-i Kiram ve müslümanların görevleri İslâm'ı başkalarına yaymak ve öğretmek; iletişim... Yâni iletişim dediğimiz --tabi bu işi biraz yaşlılar yadırgarlar, yeniler bilirler-- enformasyon, bilgi nakli, bilginin bir başka tarafa nakli, muhabere, telekominikasyon veya sadece kominikasyon dediğimiz olay. Yâni İslâm bu... İslâm büyük ölçüde bu iş, büyük ölçüde bu çalışma temeline dayanıyor. Bunun altını çizerek belirtmek istiyorum, sonra bunun üzerine tekrar geleceğim.
Tabi burada muhteva önemli. Bir şey götürüp birisine anlatacaksınız, ileteceksiniz bir bilgiyi. Bir haberi karşı tarafa ileteceksiniz ama, neyi ileteceksiniz? Bu bilgi , bu muhteva yâni iletilecek olan şey, iletişimdeki malzeme, İslâm'da çok önemli. Onun için, müslümanlar, Peygamber Efendimizin sahabesi o kadar titremişler ki haberin doğru olmasına; ödleri patlamış Peygamber Efendimizden bir haber naklederken, acaba bir kelimesini değiştirirmiyim diye. Doğru bildikleri bir haberi, belki tam nakledemem diye ömürlerinin sonuna kadar tutmuşlar da, bildiği bilgiyi kendisiyle götürüp başkasına öğretmeyen cezaya uğrayacak diye, en son anında söylemişler ama; çok sıkı şartlara bağlamışlar. Peygamber Efendimizin kıllarını biliyoruz. Kıllarını muhafaza etmişler. Sözlerini muhafaza etmişler. Nasihatlerini muhafaza etmişler. Günlük hayatı, özel hayatı, ictimai hayatı, sözleri, hareketleri, tasvibleri, takdirleri, nasihatleri, hepsi gayet güzel bir şekilde tesbit edilmiş. Ve bu başkasına anlatılsın diye, duyan benden duyduğunu başkasına anlatsın diye Peygamber Efendimiz buyurduğu için alimlerimiz bunu yapmış.
Kardeşimiz hitab konuşmasında söyledi:
(El ulemâ' verasetül enbiyâ') Bu iletişim vazifesi, Peygamber Efendimiz'den sonra, alimlere intikal etmiştir. Herkesin bir mesleği var; mühendis, doktor, ziraatçi... vs. Ama bu hizmetin, bu haberi sadıkın, bu doğru sözün, bu doğru inancın, doğru mesajın iletilmesi alime verilmiş. Çünkü bilerek yapılması lâzım. Cahilin işi değil, cahilin altından kalkacağı yük değil. Onun için alimler Peygamber Efendimiz'in varisleridir diye, o varis olma şerefiyle anılmışlar; kendilerine o rütbe verilmiş. Ve İslâm'da ilim hem dine, hem dünyaya hem ahirete hakim olmuş. Yâni din de ilimle... "Dindar olmak isteyen, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen, ilim öğrensin! Dünyayı kazanmak isteyen, ilim öğrensin! Ahireti kazanmak isteyen, yine ilim öğrensin!" buyurulmuş.
O halde İslâm, iletişimin önemli bir kısmı olan, bölümü olan iletilecek şeyin, malzemenin doğru olmasını, hak olmasını, gerçek olmasını sağlamış, buna çok önem vermiş, ve bu malzemenin, her tarafa iletilmesini ümmet vazife olarak yüklenmiş. Ayet-i kerime ile kendilerine emredilmiş; emr-i ma'ruf yapacak, nehy-i münker yapacak, cehd sarfedecek, mesajı her tarafa iletecek.
İslâm bunu 14 asır önce böyle koymuş ortaya bu olayı. Toplumlar, gelişme göstermişler ve toplum bilimciler, filozoflar, toplumları tasnif ederken, yaşam tarzlarına, ekonomik faaliyetlerine, iktisadi çalışmalarına göre, toplumları sınıflandırmışlar; tarım toplumu demişler. Sadece ziraat yaparak, kendi ihtiyaçlarını kendi dar çevresi içerisinde karşılayarak; kışlığı yazdan hazırlayıp, ektiğini kışın yiyerek, hazırladığı yiyecekleri kışın tüketerek, böylece hayatını idame ettiren kapalı ekonomiler. Böyle bir toplum tipi, iptidai görülmüş, tarım toplumu denmiş.
Sonra coğrafi keşifler olmuş, kıtalar keşfedilmiş. Kıtalara ulaşım için alet edavat yapılmış, bilgi geliştirmiş, toplumlar arasında bilgi alışverişi çoğalmış... Bunda İslâm'ın büyük payı var. Avrupa'nın üzerine doğan İslâm güneşi diyor, Dr. Sigrid Hunke... Yâni karanlık bir Avrupa, kapkara bir Avrupa, hiçbir şey bilmeyen görmeyen izbe bir yer, ama üzerine İslâm'ın güneşi doğuyor. Herşeyi müslümanlardan öğrenmişler. Rönesansı müslümanlardan aldığı bilgilerle yapmışlar. Hatta dinlerindeki reformu müslümanlarla temastan dolayı yapmışlar. Luther'in ve diğer hristiyanlık'taki reformistlerin kaynağı İslâm'dır ve müslümanların bilgileridir, fikirleridir, müslümanların kanaatleridir.
Osmanlılar'la temas halinde olan mıntıkalarda Uniteryen mezhebi çıkmış. Yâni Allah öyle üç değildir, Allah tektir, demeye başlamış hristiyanlar da. Tabi öteki Katolikler bunları kesmişler, saman alevlerinde yakmışlar. Derilerini yüzmüşler, sen misin böyle söyleyen?.. Kaçmışlar bunlar Amerika'ya. Amerika'nın bazı reisicumhurları bile Uniteryen, yâni Allah'ın birliğini kabul eden insanlar olmuşlar.
Yâni reformun ve rönesansın bize söylenmeyen kaynağı, ifade edilmekten kaçınılan, İslâm'a ilgi artar diye söylenmeyen kaynağı İslâm'dır, İslâm alemidir; Avrupalıların İslâm Alemiyle temasıdır. Sigrid Hunke bu kitabında bunları gayet güzel anlatıyor. Avrupalıların neleri müslümanlardan nasıl aldıklarını bir bir sayıyor, anlatıyor. Maroken koltuk deriz; marok, mağrib demektir. Yâni, bizim Fas'lı müslüman kardeşlerimizin yaptıkları deriler o kadar güzelmiş ki, şöhret bulmuş. Müslin çorap deniliyor; müslin, Musul'da imal edilen çok ince kumaşlara verilen isimdir. Ondan dolayı müslin çorap adını almış. Hakeza bütün herşey böyle. Tıp ilmi, fizik, kimya ve diğer bütün ilimler, müslümanlarla temastan böyle gelişmiş. Sonra, sanayi devrimi, yâni üretimi artıran ve bunun pazarlamasıyla meşgul olan topluluklar ve burada da bir ilerleme ve gelişme...
Şimdi bilgi topluluğu, bilgi toplumu. Yâni, Avrupa'lı dünyayı görünce akademiler kurmuş, bilim akademileri kurmuş. Bu işleri böyle kolayca kavramak mümkün olmuyor diye akademiler kurmuş. Büyük paralar tahsis etmiş, her çeşit bilgiyi dünyanın her yanından toplama faaliyetleri başlamış, kolleksiyonculuk başlamış, ansiklopedistler zuhur etmiş, bilginin her çeşidini toplama çalışmaları olmuş... Sonunda bu bilgilerin o kadar çok olduğu, o kadar geniş olduğu görülmüş ve o kadar faydalı olduğu görülmüş ki, bunun üzerine daha geniş biçimde eğilinmiş. Bu bilginin toplanmasından ayrı, haber alınması ve haber olarak verilmesi, bilginin transferi çok büyük bir mesele olduğu için, şimdi insanlar için deniliyor ki, insanların topluluğu "enformasyon toplumu", yâni iletişim toplumu haline gelmiş. Çünkü, Amerika bir konuda çalışma araştırma yapıyor, İngiltere de laboratuvarlarda bir konuda çalışma yapıyor, Japonya da yapıyor, Almanya da yapıyor, Rusya da yapıyor. Bazen bakıyorsunuz aynı konuda Rus birşey buluyor, ötekilerin haberi yok . Bazen Amerika'lı birşey buluyor, bazen Alman birşey buluyor, bazen Japon... Ve birbirlerinden çalıyorlar bu bilgileri. Teknolojik casusluk dedikleri bilgi alma, bilgi kaçırma, bilgi toplama, bilgiyi ne olursa olsun elde etme.
Bizim Teknik Üniversite'de profesör arkadaşlarımız, tez yazmışlar; jüri, müslüman kardeşimiz diye, dindar kardeşimiz diye reddetmiş. "Olmaz böyle tez, bu ne biçim konu? Kabul edilmez, bilimsel değildir." diye. Tezi, Londra'dan haber alınmış, Londra'daki bilimsel mecmualarda neşredilmiş. O zaman, onu şahit gösteriyor, bak onlar kabul ediyorlar diye dava ediyor. Türkiye'deki bir doktora tezi derhal onlar tarafından haber alınıyor. Bir iletişim yâni bir haber alma, ve haberi toplama, tasnif etme... İşte enformasyon veya ingilizce "İnformation", veya "comminication" veya kominikasyon veya medya dediğimiz olay.
Biz İslâmi cihadda İslâm'a hizmette bu işin çok önemli olduğunu gördüğümüz için, nihayet bir tasavvufi topluluk olduğumuz halde, yâni kişinini ruhi eğitimi ile ilgili, ibadetle, taatle ilgili bir saha gibi görünmesine rağmen, cihad boynumuzun borcu olduğundan Allah'ın emri olduğundan, hemen, elimize fırsat geçer geçmez iletişim vasıtalarını elde etmeye yöneldik. Çeşitli dergiler çıkartmaya başladık. Çünkü dergiler, gazeteler, kitaplar, bunlar iletişim dediğimiz, enformasyon olayının malzemesi.
Dergiler çıkartmaya başladık. Bu bir güzel atılım oldu, başlangıç oldu, ışık oldu, işaret oldu. Birçok gruplar, çeşitli dergiler çıkartmaya başladılar ve bu bolluk ve çeşitlilik ve canlılık, birçok kimseyi de ürküttü ve korkuttu. "Eyvah müslümanların bu kadar dergileri var, bizimkilerden daha baskın oluyor." filan diye rakip zümre telaşa düştü. Bizim 1985 yılında neşrine başladığımız "İlim ve Sanat" dergimiz --her nüshası yurt içinde ve yurt dışında üniversitelerde bahis konusu edilir; seminerlerde ve beynelmilel kongrelerde, atıflarda bulunulur kıratta, seviyede yazılarla dolu-- ilk nüshası iletişim üzerinedir; iletişimin önemini anlatmağa çalışmak için cemiyetimize, cemaatimize, toplumumuza... Şimdi de bu işi yapmağa çalışıyoruz. 1985 den 1992-93'e doğru gidiyoruz ama, İslâm toplumuna, iletişimin, enformasyonun önemini, kominikasyonun önemini gereğince anlatabilmiş değiliz. Epeyce anladılar ama, alacakları çok yol var.
Tabirler modern olunca veyahut nesiller arasında yetişme farkı olunca ve nesiller arasında iletişim olmayınca, bilgi transferi, bilgi tebadülü olmayınca böyle sıkıntılar oluyor. O da iletişimdeki bir kusurumuz yâni. Aslında bu iletişim dediğimiz şey, insanların hayatının bir parçası. Eski devirlerde de, eski toplumlarda da ve şimdiki toplumumuzda da olan bir faaliyet. Faaliyetlerimizin pek çoğu aslında iletişimdir. Konuşmamız, işaretleşmemiz, mektuplaşmamız, nasihatimiz, vaazımız, hutbemiz, makalelerimiz...vs. Bunların hepsi birer iletişim vasıtasıdır.