Aslında bilerek bilmeyerek bu işi yapıyoruz ama, biz bir şey yapıyoruz, biz küçük bir hamle yapıyoruz; bizim hasmımız olan, rakibimiz olan karşı taraf çok büyük hamleler yapıyor. Hani cihadda tarafeyn vardı, iki taraf vardı; onlar cehd sarfediyorlar, biz de cehd sarfediyoruz. Yâni onlar, bir jet uçağına binmişler, aynı istikamete gidiyorlar. Biz de gidiyoruz ama, onlar jet suratiyle gidiyor, biz yürüyerek gidiyoruz veya biz pervaneli uçakla gidiyor gibiyiz.
İletişimin önemini Avrupalı, Amerikalı, batılı çok iyi anlamıştır. Üzerinde kitaplar yazılmıştır. İletişimin önemi üzerine ve kullanım şekilleri üzerine, ihtisaslar yapılmıştır. Çünkü, cemiyetlerin, toplumların teşkilatlanmasının ön şartı, iletişimdir. Yâni bu iletişim olmadan bir mükemmel toplum, bir mükemmel teşkilat mümkün değildir. Bir mükemmel cihad mümkün değildir. Biliyorsunuz Kıbrıs Harekâtı yapıldı, Kıbrıs Harekâtı'nda bir Türk gemisi batırıldı. Türk uçaklarının bombalarıyla batırıldı. Bu haberleşme eksikliğinin, yanlışlığının, geriliğinin nelere malolduğunu gösteren, hepimizin yaşadığı bir misaldir. Adamlar, muhribin güvertesinden "Biz Türküz!" diye işaret ediyorlar . Türk uçakları da, "Bunlar yalandan Türk bayrağı çekmiş, aslında Yunanlı; Kıbrıs'a Yunanlılara yardıma gidiyorlar." diye, bomba yağdırmaya devam ediyorlar. Kimbilir kaç kişi öldü?.. Yâni, ne oldu bilmiyoruz. Fecî bir iletişimsizlik örneği.
Amerika Irak'ı teşvik etti, Kuveyt'e girdikten sonra da bütün dünyayı arkasına topladı, Suudi Arabistan'a yerleşti ve Irak'ı iyice hazırlanmış olmasına rağmen, İran'a karşı savaşşın diye verilen silahları iyice toplamış ve bir de nükleer güce sahip olma çalışmalarına da girişmiş olmasına rağmen, elinde bir çok imkân varken onu nasıl hakladı?.. Irak'la İran harbini nasıl rolantide tuttu?.. Nasıl birisi ilerlediği zaman ötekisine yardım etti? Nasıl ötekisi ilerlediği zaman berikisine yardım etti?.. İletişim sayesinde. İletişim için kullanılan merkez Avustralya'daymış. Avustralya'da öğrendim bunu. Avustralya'nın böyle kuş uçmaz kervan geçmez, kimsenin takibe güç yetiremiyeceği bir yerinde, uydudan alınan bilgiler yansıtılarak, böyle kullanılarak, o savaşlar kazanıldı. Tabi bu işin, haberleşmenin savaşta kullanılma yönü .
Bunun toplum hayatında başka sahalarda kullanılışı da var, onları da söyliyeceğim. Filozoflar insanları çeşitli şekillerde tarif etmişler; bir tanesi "homo ekonomikus" yâni, iktisadi faaliyetler yapan, iktisadi yönü çok kuvvetli olan varlık, diye tarif etmişler. O hale gelmişiz ki şimdi, diyorlar ki, "homo informatikus" demek lâzım. Yâni, haberleşmeye dayalı faaliyetleri götüren bir insan haline geldi. Bu hususta muazzam bir teknoloji patlamasıyla karşı karşıya kaldık biz. Osmanlı bu teknolojiye sahip olsaydı, Osmanlı Devleti belki yıkılmayacaktı. Balkanlar'dan haber alamıyordu... Ama şimdi, dünyanın bir yerinde küçük bir olay olsa haber alınabiliyor. Uydudan çekilen fotograflarla tarlada olan başağın tanesi seçilebiliyor. Başağın cinsi anlaşılabiliyor. Fotoğraflar büyütüldüğü zaman tarlada ekili olan buğday mı, arpa mı, yulaf mı, haşhaş mı, başka birşey mi olduğu anlaşılacak hale geldi. Bunun için göğe, satellit dediğimiz uydular fırlatıldı. Televizyon gelişti, her eve girdi, renklendi. Bizim halkımıza o kadar cazip gösterildi ve devlet bu işi özel sektöre o kadar havale etti ki, köylü kadınlar beşibiryerdelerini sattılar, bileziklerini sattılar, her eve televizyon girdi, video girdi, müzik seti girdi. Milyarlar onlara gitti, bizden çıktı. Ama içeriye bir düşman girdi. Evin içine onların bir casusu girdi oturdu.
Tabi informasyonun, iletişimin çeşitli safhaları var. Bir bilginin üretimi var; bulunması, elde edilmesi meselesi var. İlmi araştırmalarla veya keşiflerle veya fişlemelerle toplanması var. İkincisi, depolanması var. Bunda da metodlar gelişti. Amerika'da kütübhâneler o hale geldi ki, değil kitapların isimlerini tesbit etmek, bir konudaki paragrafları bulabiliyorsunuz. Yâni herhangi bir konuda araştırma yapmak istiyorsanız ve bu konunun anahtar kelimesini biliyorsanız, kitapların hangi sayfasından hangi sayfasına kadar o konu var, onu bulabiliyorsunuz. Üniversite kütübhaneleri evdeki bilgisayarlara bağlanmış. Yâni, talebe oturduğu yerden, kütübhanenin açık olması, kapalı olması bahis konusu olmadan, düğmeleri basarak, üniversite kütübhânesinin içindeki kitapların her tarafını dolaşabiliyor, her sayfasını açabiliyor. Bilgi o hale geldi. Depolanması akıllara hayret verici boyutlara ulaştı. Para verip de üye olabilirseniz, siz de bugün Türkiye'den bilgisayarla Amerika'nın kütübhânesine dalabiliyorsunuz, kitapları karıştırabiliyorsunuz; araştırmalarınız için gerekli malzemeyi bulabiliyorsunuz.
Halbuki bizde; mesela ben Milli Kütübhâne'ye çalışmaya giderdim. --Milli Kütübhâne bizim en modern kütübhânemizdir, devletin resmi her yayının oraya gönderilmesini istediği müessesesidir-- Bir kitap isterim; istemesi bir belâ, beklemesi bir belâ, alması bir belâ, mesaisi bir belâ... Mesâi saati vardır, her zaman olmaz. Tam böyle çalışmaya daldığınız sırada, mesai bitti diye kitabı çeker alırlar elinizden vs. Yaka silkersiniz; ilim yapacak bir hevesiniz, şevkiniz kalmaz. Ama, Amerika'da talebenin bilgisayarına kadar bilgi götürülmüş durumdadır. Böyle talebe yetişir, böyle toplum ileri gider.
Bizim Teknik Üniversite'den Amerika'daki üniversitelere giden bilgisayarcı arkadaşlara sordum: "Nasıl Amerika'nın durumu?" "Bizden on yıl ilerde dediler". Demek ki, bilginin depolanması işlenmesi, aktarılması, alınması satılması çok önemli boyutlara ulaşmıştır. Tabi, biz bunun vahametinin farkında değiliz. Biz kitapları bilmezken, bir konudaki kitapların içindeki muhtevasının ne olduğunu bilmezken, onların --bizim kitaplarımız dahil, Kur'anı Kerim dahil, ayeti kerimeler dahil, hadisi şerifler dahil hepsinin fişlenip işlenmesiyle, depolanmasıyla-- bizden çok daha kısa zamanda, süratle bilgilere sahip olmasının, bizim başımıza neler getireceğinin farkında değiliz. İşin vahametinin farkında değiliz.
Münih'te bir arkadaşla beraberiz. Dedi ki: "Size bir şey göstereceğim. Şu Almanları biraz masrafa sokalım!" dedİ, şaka yaptı. Münih'ten Frankfurt'a o gün saat l4-16 arasında hangi trenler var diye makinaya sordu. --Böyle kulübe gibi bir şey; 70 x 70 ebadında, ortada tek bir şey. Onun tuşlarına bastı.-- Makina bir çalışmaya başladı. Tıkır tıkır, tıkır tıkır, tıkır tıkır... Hooop, bize kocaman bir kağıt uzattı. 20-30 tane gitme imkanı; aktarmalı, direkt, ucuz, pahalı, yataklı, koltuklu... vs. Yâni gitseniz danışma bürosuna, informasyon bürosuna, aynı şeyleri sorsanız; ne yazabilirsiniz, ne de söyleyebilir adam, şaşırır. Ama bilgiyi depolamış, almasını ve vermesini kolaylaştırmış ve bedavalaştırmış. Bu toplumla siz nasıl mücadele edeceksiniz?..
Akıllı bomba icat etmiş, düğmesine basıyor, hedefini tarif ediyor. Bomba maniaları aşıyor, gidiyor hedefe çarpıyor. Bununla nasıl mücadele edeceksiniz?.. Karanlıkta görüyor. Karanlıkta gören, nişan alan silahları var, seni senden iyi biliyor. Kaç tane askerin nereye gitmiş, vücut hararetinden biliyor. Bu teknolojinin ilerlemesi, bu bilginin ilerlemesi karşısında bizim cihad ne halde olacak? Biz bunlarla nasıl başa çıkacağız, nasıl meselemizi anlatacağız?.. Bunun telaşına düşmemiş toplumuz. Çok rahat yaşıyoruz. Yâni kuzu gibi, kurbanlık koyun gibi yaşıyoruz.
Bosna'daki, Hersek'teki olayların ne kadar yakında olduğunun farkında değiliz. Kafkasya'daki, Azerbaycan'daki olayların ne kadar bizimle ilgili olduğundan haberdar değiliz. Bunun arkasından bize nelerin geleceğinden haberdar değiliz. Güneydoğu'daki --hatta Kürtlük için çalışan-- kardeşlerimiz, kendilerinin başına neler geleceğinin farkında değiller. Arkasından nasıl aldatılıp da, ne hale düşürüleceğinin farkında değiller. Yâni iletişimsiz, bilgi toplumu olamamanın cezasını çekmeye mahkum kurbanlık koyunlar gibiyiz. Bir de, "Allah'ın sevgili kullarıyız." diye, "Cihad edeceğiz., mücahidiz." filan diye de, koca koca sözler söyleyen saf insanlar durumuna düşmüş durumdayız.
Bu radyonun, televizyonun, telekominikasyonun, haberleşmenin; bilgi depolamanın, bilgi almanın, bilgi satmanın önemini şöyle anlatabilirim size: Bunun maliyeti çok yüksek ama, verimi çok fazla...Yâni en büyük verimi sağlayan saha bu. Amerika'lı GSMH'sının %46 sını bu tarafa harcıyor.Yâni Amerikan devleti kazancının yarısı bu işe harcıyor; biz bilgiyi bulamazken, bir ayeti bulamazken, bir hadisi şerifi bulamazken...
Geçen gün ezan okundu; --yâni bunu, acı taraflarımızı belirtmek için söylüyorum-- yavaş gidersem sünneti değil farzı da kaçırırım diye, camiye apar topar gittim. Bana cübbeyi verdiler, sarığı verdiler, yatsı namazında mihraba sürdüler. Namazı kıldırdım, çıktık. Sonradan öğrendim ki, "Hocaefendi bize çorapsız namaz kıldırdı" demişler, tenkit etmişler. Namaza yetişeyim diye çorap giymeye fırsat bulamadım. Çorabı arasam namaz kaçacak. Ayağımı kurulayacağım vs. Apar topar camiye yetiştim. "Yâhu, hoca abdestsiz namaz kıldırmamış; usulüne uygun kıldırmış. Çorapsız kıldırırsa ne olur?.." Hiç bir şey olmaz. Bundan haberdar değil millet; bunun dedikodusunu yapıyor . Peygamber Efendimiz yün çorap mı giydi, ipek çorap mı giydi, pamuklu çorap mı giydi, merserize mi giydi?.. Ne giydi de namazı kıldırdı?.. Yâni çoraplı olsa ne olacak, çorapsız olsa ne olacak?..
Bir cuma günü hadisi şerifte okumuştum, "Cuma'dan sonra yüz defa:
(Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr) derse, şu sevapları alır." diye, oturdum. Biraz gecikiyor insan tabi bunu okurken. Bir kasabadayız. Arkadaşım da arkada namaz kılıyor... Patırtı koptu. Şöyle baktım münakaşa ediyor bir şahısla, neyse ben tesbihleri çektim. Meğer konu şuymuş: "Yâhu, bu ne biçim adam?" demiş arkadaki birisi. Benim arkadaşım da soruyor ona: "Ne biçim, ne var yâni?.." "Cumadan sonraki sünnetleri kılmadı, boyuna oturuyor." demiş. "O ilâhîyat profesörüdür git kendisine sor!" demiş. Gelip de bana da sormuyor, ama buğz ediyor bana... Yâni, ben farzdan sonra oturmuşum, Peygamber Efendimizin sünneti seniyyesi olan bir şeyi yapıyorum; yine sünnetlerimi kılacağım. Kılmayacağımdan değil. Sana ne be adam, başka işin mi yok?.. Yâni cumanın farzını kılsa, o da yeter bir insana... Ama bunun için müslüman birbirine buğz ediyor. Yâni, bilgiden bu kadar yoksun. Bilgi iletiminden, iletişiminden bu kadar uzak. Amerika'lı %46'sını harcıyor gelirinin; biz bu kadar uzağız.
Yeni dünyada muhterem kardeşlerim, bir enformasyon sistemi, düzeni kurulmuştur ileri devletler tarafından ve bunun tekeli Amerika'nın ve Avrupa'daki birkaç gelişmiş ülkenin --yedi ülke falan deniliyor, OECD deniliyor-- ve Rusya'nın, Japonya'nın elindedir. Bu iletişimin tekeli onların elindedir. Öteki ülkeler bunlara bağımlı durumdadır. "Bunun ne önemi var?" diyebilirsiniz. İzmir'de bir döviz alıp satan arkadaşımız var, üzerinde çağrı cihazı var. İkide birde dolar şu kadar olmuş , mark bu kadar olmuş deyip çıkartıyor. "Yâ sen böyle nasıl biliyorsun bunu?" dedim. Abone olunuyormuş PTT'ye... O da dünyanın başka ajanslarına abone... Döviz fiyatındaki, kurundaki değişmeyi abonelerine anında bildiriyor. O da "Bip bip!.." yaptığı için çağrı cihazınını çıkarıyor; "Tamam, dolar on lira fark etti, yirmi lira fark etti." Onu ordan öğreniyor anında... "Hocam PTT'den bu büyük kolaylık." diyor. "Bunun için sanıyorum, yıllık 500 bin lira yatırıyoruz." diyor. "Halbuki, eskiden bunun ücreti Reuter Ajansı'nınmış, şu kadar bin dolarmış." diyor.
Muazzam bir pahalıya satma, muazzam bir bilgi satma sömürüsü var. Ama siz bunun farkında değilsiniz, halbuki her telefonunuzdan Amerika'ya vergi veriyorsunuz. Çünkü onun iletişim cihazlarını kullanıyorsunuz. Her telefonunuzun ne miktar olduğunu, hazırlık yaparken sorma fırsatı bulamadım. PTT'den sorulabilir. Yâni telefon ücretlerinin büyük bir kısmı, ABD'ne gidiyor. Çünkü onun teknolojisinden faydalanıyorsunuz. Alet onundur, cihaz onundur, satellit onundur, sistem onundur; paranın da külliyatlı miktarı ona gider. Televizyon seyrediyorsunuz, farkında değilsiniz. Televizyon ücretlerinin, o uydudan nakil vs. ücretlerinin büyük çoğunluğu o uyduları atanlarındır. Burdan ABD'ne konuşmak için telefonunuzu açtığınız zaman komşu oda gibi rahat ses duyarsınız, konuşursunuz, ücreti a ise; Suudi Arabistan ile irtibatı kuramazsınız, kurarsanız ücreti 2a dır, iki mislidir. Hem de önce onların ülkesine uğrar haberiniz, ordan ikinci defa öbür tarafa yansıtılır. Yâni dinlenir, kontrolden geçer; istemedikleri yayın şıp diye kesilir. İstemedikleri haberi verdirtemezsiniz. Harp olursa ne yapacaksınız? Nasıl haberleşeceksiniz? Yâni iletişim bakımından onun esiri durumundasınız, durumundayız. Onların sömürüsü altındayız ve hepimiz bilerek bilmeyerek her telefon edişte, her televizyon seyredişte, her radyo dinleyişte bal gibi onlara vergi veriyoruz, para veriyoruz.
Bu iletişim işi, dünyanın büyük haber ajansları tekeller kurmuşlardır, onların elindedir. En meşhurları: Associated Press, United Press İnternational (UPI); Reuter Ajansı var İngilizlerin galiba; Fransızların Ajans France Press'i var. Bunlar her ülkeyi abone etmişlerdir. Ücretleri peşindir ve çok pahalı olduğundan özel şahıslar pek kolay kolay bunlara abone olamıyorlar. İşte ülkeler bunlara abonedir ve bu yüzden muazzam paralar kazanıyorlar, müthiş paralar kazanıyorlar. Reuter Ajansı'nın kadrosu 700 kişilik diye okudum. Ajans Frans Pres'in 154 ülkede 1500 işçisi olduğunu duydum. Yâni, bizim mahalli devlet ajanslarında kullanılan elemanlar, bunların çok çok altındadır. Bu dört haber ajansı dünyaya hergün yüzbin kelimelik haber yayarlar; bu da orta boylu 300 sayfalık bir kitap. Her gün bunlardan haber olarak satın alınıyor. Ve dolaylı yoldan bu, sizin ve bizim kesemizden, kasamızdan, cebimizden çıkıyor. İşin masraf tarafı...
Bir de onlar dış dünyadan %1 haber alıyorsa, %5 haber ihraç ediyorlar. Ve siz onların bilgilerini dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Yâni, onların masallarını okumak zorunda kalıyorsunuz. Onların verdiği haberlerle bilgileniyorsunuz, vermediği haberler konusunda cahil kalıyorsunuz. Onların yanlış verdiği haberlerden dolayı yanlış yöne yönlendiriliyorsunuz. Gazeteler de öyle... Gazeteler de onlara abonedir, onlardan dinlediklerini yazarlar. Böylece dünyayı avuçları içine almışlardır; bilgi bakımından, yönetme bakımından, sevk bakımından, kandırma bakımından...
Bu çeşit organizasyonlarla gündelik hayatın tanziminde, iletişim dediğimiz olay birinci derecede rol alır duruma gelmiştir. Belki sizin değil! Siz müslüman olduğunuz için özel bir kafa yapınız var; bilgileri süzebiliyorsunuz, her şeye inanmıyorsunuz, başka kaynaklardan bazı şeyler öğreniyorsunuz ama; milletin %99.9 u böyle değildir. Milletlerin çoğu bu durumda değildir; Afrika'sı var, Asya'sı var, çok geri ülkeler var. Onlar bunların masallarıyla yetişirler. Ve batı kültürü, böylece dünyayı modern bir sömürmeyle sömürmekte ve istila etmektedir. İletişim kültür istilasının en önemli vasıtasıdır.
Şimdi durumu böylece anlattıktan sonra bizim müslüman olarak konumumuzu düşünelim: Allah'ın dinine hizmet etmek istiyoruz. Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz. İnsanlara Allah'ın varlığını birliğini götürmek vazifemiz var. Emri ma'ruf ve nehy-i münker vazifemiz var. İslâm düşmanlarıyla meseleleri konuşmak, anlatmak, onları yenmek, ikna etmek vazifemiz var. O halde iletişime en muhtaç olan topluluk biziz. Aslında iletişim mekanizmasını bu seviyeye getirmek İslâm toplumları tarafından yapılmalıydı. Çünkü vazifeleri irşad ve tebliğ idi. Fakat bunu yapmamışlardır. Bu teknolojik gerilikle, ilerilikle ilgili olduğundan, ötekiler bu işi başarmışlardır ve dünyayı avuçları içine bizden önce almışlardır.
Şimdi bizim bu feci manzara karşısında oturup kara kara düşünmemiz lâzımdır. Yâni bir cihad aşkıyla yaşıyoruz, hizmet aşkıyla yaşıyoruz. İslâm'ı temsil etmekten mutluyuz. Başkalarına İslâm'ı tebliğ etmek istiyoruz. Hatta bazı müslümanlar da diyar diyar geziyorlar... Cemaat-i Tebliğ filân diye cemaatler var, muhtelif yerlere gidiyorlar; o da bir iletişim. Tabi bizzat giderek bizzat anlatarak bu da bir iletişim ama, düşünün her eve giren televizyon yayınını, bir ajans haberini... Bir de Kanada'ya gitmiş Montreal'deki camide konuşan Pakistanlı bir Tebliğ Cemaati hocasını düşünün... O nerede, ötekisi nerede?.. Dünyamızın bugün her yerinde adamların çizgi filmleri oynuyor; çocuklar onları dinliyor, görüyorlar. Haberler, onların haberleri... Bütün şeylerimizi onlara göre ayarlıyoruz. Gazetelerde bile onları okuyoruz. Zaten akşam televizyon seyrederseniz, ertesi gün gazete almaya lüzum kalmayabiliyor. Çünkü zaten aynı şeyleri onlar söylüyorlar. Haberlerin yorumlarını dinlemek için alıyorsunuz; belki de karikatürleri, gönül eğlendirici şeyleri görmek, okumak için alıyorsunuz onları.
O halde bizim iletişime bakışımızı değiştirmemiz lâzım. İletişim faaliyetlerine sarılışımızı da değiştirmemiz lâzım. İletişim faaliyetlerine harcadığımız masrafı da tariflere sığmaz derecede artırmamız lâzım. Amerika bütçesini düşünün; %46'sı buraya gidiyor... Türkiye'nin bütçesini düşünün, Türkiye içinde müslümanların adedini düşünün, müslümanların içinde cömertleri düşünün...
Bir hakim arkadaşımız --ağabeyimiz, çok sevimli, nüktedan bir kimse-- anlatıyordu toplantılarda; onu anlatayım kafalardaki yorgunluk dinlensin diye: "Rüya gördüm." diyor. Şaka; rüya filan gördüğü yok. "Hayrolsun!" diyorlar. "Rüyamda bir zayıf cılız adam çıktı ortaya ve yumruğunu böyle sıktı. Zayıf ama, adaleleri Rambo gibi filân değil. Yâni, şöyle cılız bir adam." Şöyle yapmış yumruğunu. "Açın bakalım bunu!" demiş. Rambo gibi bir adam çıkmış uğraşmış, terlemiş açamamış... Bir başkası gelmiş daha pehlivan, 2.20 boyunda, iri, halter şampiyonu filân; o da açamamış... Ondan sonra, --rüya bu ya-- eskiye doğru gitmeye başlamışlar; Koca Yusuf gelmiş, uğraşmış, açamamış... Çolak Molla gelmiş, --eski pehlivanların ismini de biliyor; hepsini de böyle tatlı tatlı sıralıyor-- o da açamamış... Arapların meşhur pehlivanı Amr İbn-i Malik çıkmış ortaya; o da uğraşmış, açamamış, çekilmiş... Yunanlıların meşhur Hercules'i gelmiş; "Hah, bu açar." filan derken, o da uğraşmış, açamamış. "Yahu adam cılız ama, yumruğunu kimse açamıyor. Kim bu adam?" diye herkes sormaya başlamış... "Kim?" diyor hakim. Herkes de merak ediyor. Hem cılız, hem de pehlivanlar yumruğunu açamıyor... "Müslüman zengin" diyor arkasından.
Müslüman zengin kesesini açmıyor. Amerika kesesini açıyor; gazeteye önem veriyor, televizyona önem veriyor. Televizyon kanalları büyük iddiası olan gruplar tarafından kapışılıyor, çalıştırılıyor. Ama müslümanlar bu konuda çok geride. Tabii tezat var. Yâni hem cihad yapacağız diyoruz, hem Allah'ın ordusuyuz diyoruz; emr-i ma'ruf nehy-i münker yapacak, cihad edecek topluluk, İslâm topluluğu diyoruz; hem de çağdaş bilimden yoksun, teknolojiden mahrum, iletişim ve irtibattan, enformasyondan mahrumuz.
Tabii biz bunu zaman zaman --söylemek vazifemiz olduğu için-- söylüyoruz, yazıyoruz, anlatıyoruz. Geçen gün birisi telefon açtı. Yozgat'tan bir kızcağız. Allah razı olsun. "Hocam biz İslâmî televizyon için burada çalışma yaptık" dedi. "Allah razı olsun kızım!" dedim. "Para topladık, bunu size göndermek istiyoruz." dedi. "Hangi hesaba, nasıl gönderelim?" filan dedi. "Peki kızım, ne kadar topladınız?" dedim. "Dört milyonu geçti hocam!" dedi. "İyi, maaşallah, Allah razı olsun." dedim. Ama, dört milyon bir haber bile değil!.. Bugün işler çok büyük çapta. Eskiden meselâ, hayatını veriyorlarmış; zırhını giyiyormuş, kılıcını kuşanıyormuş, malını mülkünü ve hayatını veriyormuş İslâm için...
Müslümanlar iletişimin önemini anlıyor; radyo kurulması lâzım, televizyon kurulması lâzım, bu çeşit sahalarda çalışma lâzım vs. Fakat, hayatının cüz'ünün cüz'ünün cüz'ü, yâni tavşanın suyunun suyunun suyu, küçücük bir parçasını veriyor. Cami kapısından dışarı çıkarken, Allah rızası için sadaka diyenlere, cebindeki bozukluk ağırlık yapmasın çok şıngırdıyor diye, parayı vermek gibi bir miktarda veriliyor. Böyle cihad olmaz. Böyle İslâmî çalışma olmaz ve böyle bir çalışmanın sonunda da bu devler alt edilemez. Yâni var gücüyle çok sağlam olarak çalışması lâzım.
İslâm toplumları bu meseleyi anlayamıyor. İslâm toplumları --şu anda çok rahat söyleyebiliriz-- hasta!.. Yâni İslâmî şuur bakımından hasta. Başka kültürler kendilerini etkilemiş. Okuyanlar yabancı kültürlerle yetişmişler, batı kültürüyle yetişmişler. Okumayanlar batı kültüründen tamamen mahrum kalmışlar. Ama hiç denecek kadar az insan var, sırf İslâm için düşünen, sırf İslâm için çalışan. Bütün meseleleri İslâmi ölçüden gören çok az insan var. Meselelerin vahametinin boyutlarını anlayabilen kıratta çok az insan var.
Şimdi yarın öbür gün Türkiye de, Bosna-Hersek gibi olursa ne olacak?.. Dün bana eski bir bakan bilgi verdi: Bosna-Hersek'li kardeşlerimiz demişler ki, --Allah selâmet versin, Allah kurtarsın-- "Yugoslavya dağıldı. Bosna-Hersek de istiklâlini ilân etti. Nasıl olsa hürriyetimizi elde ettik. Hudutlarımız da belli şurdan şuraya kadar. Eh, silahlarımızı da --kardeş bir ülke olduğuna göre-- Türkiye'ye gönderelim!" demişler. Yâni zavallılar o kadar enformasyonsuz ki, o kadar çevrelerinde dönen olaylardan habersiz ki zavallılar, silahlarını Türkiye'ye hibe etmeyi düşünmüşler. Ama, ne zaman Sırp saldırdı; o zaman artık biraz çalışmaya başlamışlar, mücadele etmeye başlamışlar.
Bugün Sırp beyanat veriyor, başkanları diyor ki: "Üç bin tane mücahid var İslâm aleminden oraya gelmiş. Bunlar derhal orayı terketmezse, işi bir müslüman-hristiyan savaşı haline getiririz. Biz de Rusya'dan, Balkanlar'dan, şurdan, burdan ne kadar hristiyan varsa kışkırtırız. Haçlı harbi yaparız." diyor. Sırp lideri böyle söylüyor. Tabii, müslümanlar üçbin kişi gitmeyecekti oraya; üç milyon gidecekti!.. Otuz milyon gidecekti!... Yer yerinden oynayacaktı... En iyi hareket eden, en doğru hareket eden gençler. Çünkü, tenkit ediyorsun olmuyor, yalvarıyorsun olmuyor, insanlık nerede diyorsun olmuyor, çifte standart diyorsun olmuyor. Ne yapacaksın?.. Silahı eline alıp, fiilen yardımına koşacaksın müslüman kardeşinin.
Şimdi, İslâm Toplumları hasta; hastalığın tedavisi gene iletişimde. Çünkü öğreteceksiniz, yanlışlığını anlatacaksınız, doğru haberi vereceksiniz; öğrenecek. İslâm düşmanları da atakta... Müslümanlar hasta, İslâm düşmanları da korkunç bir atakta. Hem içerde, hem dışarda...
Kardeşlerimiz bir sergi tertiplemişler, dışarıda göreceğiz, inceleyeceğiz beraber. Bakın, Türkiye'de halkın %99'u müslümandır ve emin olun başörtüyle uğraşan üniversite rektörleri de, hakimler de, savcılar da --biraz aile münasebetiniz olan kimseyse, gitseniz yanına, konuşsanız-- fena bir insan değildir. Anası babası hacıdır, dedesi müftüdür, vaizdir veya filanca şeyhin sülalesindendir. Ama burada yine bir enformasyon eksikliği var. İslâm'ın ne olduğunu bilmiyor, "Başörtüsü bir partinin eylem aracı." diyor. "Onun için karşı çıkıyoruz." diyor. Yâni bilgi çarpıtılmış, yanlış intikal etmiş bu tarafın sesi kısılmış, anlatılamamış dinlenmiyor. Öbür taraf meseleyi yanlış biliyor, nefret ediyor. "Şimdi bizim bu rahatımızı niye bozuyorlar, niye başlarını örtüyorlar, açsalar ne olur sanki?.. Yirminci yüzyılda bunun ne önemi var?.. Millet plajlarda geziyor; bunlar da başlarını açıversin, saçını gösteriversin!.." filan gibi düşünüyor. Bu da bir enformasyon eksikliğidir.
Onun için size İslâmî hizmet sahasında, Allah'ın rızasını kazanmak yolunda gözden kaçan, ama çok önemli olan bir hususu hatırlatmak için konuşmuş oluyorum. Bu husus enformasyon olayı; bilgi almak, bilgilenmek, bu bilgiyi de halka intikal ettirmek ve bütün kitlelere, yaygın eğitim, örgün eğitim vasıtalarıyla bu doğru bilgileri ulaştırmak... Halkı bilgilendirmek, bilgi toplumu seviyesine getirmek... Japonya'da bir yenilik olmuşsa burada bilinmeli, Almanya'da bir yenilik olmuşsa, hemen burada haberdar olunacak duruma ulaşmak zorundayız. Böyle yapamazsak bizi sevmeyen insanlar çoktur, tarih boyunca bize hasım insanlar çoktur. Allah onların hepsini kahretmiyor, başımızda böyle ceza ve belâ olarak bulunabiliyorlar. Kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Mutlaka stüdyolarımızın olması lâzım. Biz aylık dergi çıkarıyoruz. Allah'ın izniyle bunu daha sık periyod haline getirme çalışmasına geçeceğiz. Çünkü matbaamızı yeni kurabilmeye çalıştık. Senelerce önce matbaa kuralım dedik. Ama gereken yardımı ve ilgiyi görmedik. Yavaş yavaş toparlıyoruz. Periyodu daha sıklaştıracağız; gazete kurulacak, tamam; dergi kurulacak, tamam; haftalık dergi olacak --yâni para durumuna göre, belki olacak-- ama, radyo istasyonları kurmamız lâzım!.. Televizyon istasyonları kurmamız lâzım ve bu televizyon istasyonlarına, kanallarına, radyolara malzemeyi hazırlayacak arşivlerimizin dolması lâzım... Her şeyi İslâm'ca anlatmamız lâzım. Enformasyon depolamasını yapmamız lâzım; her yere bunu vermemiz lâzım. Enformasyona karşı bir de karşı enformasyon oluşturmamız lâzım.
Bu çalışmaları yapmazsak ileride başımız çok sıkıntılara uğrar çok dertlere uğrarız. Torunlar İslâm'dan haberdar olmaz. Dedemiz sakallıydı der, cami dedikleri böyle kubbeli yerlere gider gelirlerdi der. Ama onun ne olduğunu bilmez. Çünkü Avustralya'da böyle insanları gördük biz. Biz ezan okuyunca, dedelerimiz de böyle okuyordu diyorlar ama; herşeyi unutmuşlar ve bir hristiyan kilisesine de kaydolmuşlar. Yok siz müslümansınız, müslüman asıllısınız deyince, akılları başlarına geliyor. Bu duruma düşeriz. Belki de --Allah saklasın-- Bosna'daki, Hersek'teki, Kafkasya'daki durumlar başımıza gelebilir. Onlara yardım edebilmemiz için de iletişim şarttır.
Allah-u Teâlâ Hazretleri çağın, ve zamanın, ve anın, ve işin, ve cihadın gerektirdiği alet, araç, gereç, vasıta ne ise; onları en iyi tesbit etmeyi nasip etsin... Onların en güzeline sahip olmayı, onların en güzelini ortaya koymayı nasip etsin...
Bize küfrü, bize açıklığı, bize inkârı, bize şehveti, bize ahlâksızlığı, bize aileyi yıkıcı şeyleri ihrac edenlere; bizim de imanı, edebi, dini, İslâm'ı ihrac etmemiz lâzım. Allah'u Teâlâ'nın bizden beklediği, bize yüklediği görev budur. Bu görevi güzel yapmazsak, Allah bize sorar; bunu hatırlatmak istiyorum. Bunu hatırlatmak için bu konuşmamı yapmış oldum.
Allah-u Teâlâ hepinizi İslâm'a hizmette üstün gayretli eylesin... Sa'yinizi verimli eylesin, güzel sonuçlar almanızı nasip eylesin... Sa'yinizi meşkûr eylesin... Dünya'da ve ahirette dert göstermesin... Zillete uğratmasın... Düşmanların istilâsına maruz düşürmesin... Kimsenin önünde hor ve zelil eylemesin... İki cihanda aziz olarak izzetli, itibarlı, şerefli yaşamayı, Allah'ın dinine en güzel tarzda hizmet eylemeyi nasip etsin...
Bir şeyi her zaman söylüyorum, gaye edindim; onu birçok kardeşlerimiz de gaye edindiler. Kıyamete kadar bir grup insan hakkı tutacak, hak için çalışacak; Allah bizi onlardan eylesin... İzzet ve itibar ile yaşayıp, iman-ı kâmil ile, hüsn-ü hatime ile ahirete göçüp, Rabbımızın huzuruna yüzü ak, alnı açık varmayı nasib eylesin... Cennetiyle cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin... Habîb-i Edîbine cümlemizi komşu eylesin... Onun iltifatına ermeyi cümlemize nasib eylesin...
Bihürmeti esrâr-ı Sûretil Fâtiha!..
25 Eylül 1992 ANKARA