Tabii vech, vechullah;
(Fe eynemâ tuvellû, fesemme vechullah) "Nereye yönünüzü dönseniz, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin vechi oradadır." İlm-i kelâmda vech, yed, kadem ve istivâ kelimeleriyle ilgili, kelâm ehlinin sözleri var... Yâni insana çok güzel ince manâlar hatırlatıyor. Allah'ın vech-i pâkini isteyip, gece gündüz ona dua eden kimseler var, Peygamber Efendimizin zamanında... Aşıklar belli... Yâni muhabbetullahta erimiş kimseler... Onların yanında olmayı tavsiye ediyor, ayeti kerime... Demek ki bu, aşkullahın, muhabbetullahın Peygamber Efendimiz zamanındaki Sahabe-i Kirâm'dan misalleri... E, Sahabe-i Kiram'ın yolundan yürüyen, Rasûlüllah'ın yolundan yürüyen insanlar bunu kaçırırlar mı?.. Bu işareti kaçırırlar mı?.. Onlar da aşkullah ve muhabbetullaha ermek için, mutlaka onların yolundan gitmişler ve öyle yapmışlardır.
Bu nasıl hasıl olur?.. Tabi bunların hasıl olması için metodlar var. Yâni insanda ma'rifetullahın hasıl olması nasıl olur? Ma'rifetullahı Allah herkese vermez!.. Niye vermez?.. Çok kıymetli bir şeydir de, onun için vermez. Sevdiği kullarına verir. O halde muhabbetullaha ermek için sevdiği işler yapmak lâzım, sevgisini tahsil etmeye ma'tuf çalışmalar yapmak lâzım.
Onun için zikir vardır, zikrullah vardır. "Ez zikru bittezekküri" denmiştir. Yâni önce takliden dil ile başlar zikrullah, ondan sonra o zikrullah yavaş yavaş insanın içine, gönlüne yerleşir. Hatta bütün azâsına intikal eder ve sirayet eder. "Cümle a'zâm Hak dedi, gönlüm Allah'a döndü" diyor şair. Hatta insan o hale gelir ki her geçtiği yerde taşın, ağacın, duvarın Allah dediğini duymaya başlar. Bunlar bir metod sonunda oluyor ama, Allahın sevgisi Allah tarafından veriliyor. O da ancak Allah'ın yolunda gidenlere verildiği için, Allah yolunda giderek, dervişler bu makamları elde ediyorlar.
Ankara'dayken bir zat geldi bana: "Girebilir miyim?" dedi. Ben fakültedeki odamdayım, duymuş benim adımı, soruşturmuş geldi. "Buyur!" dedim. İçeriye girdi, oturdu. Şöyle bir baktım; bir ayağında bir çorap var, öteki ayağında başka bir çorap var. Değişik tip bir insan... Yâni çok normal değil. Çok sakin konuşuyor, oturaklı, bu kungfu filmlerindeki gibi. Kungfucunun böyle sakin sakin hareket ettiği gibi, bastığı yere sağlam basıyor. Fakat pek de normal gibi görünmüyor. Sözleri de çok dengeli... "Hocam ben transandantal meditasyon yapıyorum. Bu hususta bana yardımcı olabilir misiniz?" dedi. Ben de, "Senin imanla, İslâmla, inançla, ibadetle, taatle durumun nasıl?" dedim. "Benim öyle bir derdim yok! Ben öyle bir şeyle ilgilenmiyorum." dedi. Yâni laik bir metodla, transandantal meditasyonla, transandantal aşkın varlığına ulaşacak sanıyor kendisini... Dedim ki "Benim hiçbir şey yapmam mümkün değil, istesem bile yapamam!" İstemem ayrı; çünkü şeriatçiliğim tutar, istemem. İstesem bile bir şey yapamam! Çünkü, Allahu Teala Hazretleri hidâyetini sevdiği kula verir, sevmediğine vermez ki!..
(Vallahu lâ yehdil kavmez zalimîn) Zalimlere vermez; (Vallahu lâ yehdil kavmel fasıkîn) fasıklara vermez. Mutlaka Allah'ın sevgisini, rızasını kazanmak için sevdiği işler yapmak lâzım. Rızayı kazanacaksınız da, ondan sonra ma'rifetullahı o ihsan edecek; hidayeti o verecek.
(Vellezîne câhedû fînâ, lenehdiyennehüm sübülenâ) olacak ve arif kul olacak, aşık kul olacak.
Diyor ki hadis-i şerifte Peygamber SAV Efendimiz: "Allah indinde senin kendinin makamının, mertebenin ne olduğunu merak ediyorsan; Allah'ın senin yanındaki makamı, mertebesi, senin zihnindeki senin ona bağlılığın nedir; ona bak!" diyor.
(Fezkürûnî ezkurküm, veşkurûlî velâ tekfurûn) Kul zikredecek, Allah da kulunu zikredecek. Kul mutî' olacak, Allah da ihsan edecek. (Ene celîsü men zekerenî) Kul Allah'ın sevdiği işleri yapacak, ondan sonra da muhabbetullaha nâil olacak. Onun için:
Aşk odu evvel düşer ma'şûka, andan âşıka;
Şem'i gördüm, yanmadan yandırmadı pervaneyi!
Yâni bir insan Allah'ı sevebiliyorsa, Allah ona sevmeyi nasip etmiştir de ondan öyle olmuştur.
Onun için, (Etturûku külliha âdâbün) "Tarikatlerin hepsi âdâb ve ahlâk manzumeleridir, mecmualarıdır, sistemleridir." Bütün vâsıl olanlar, edebe riayetle vâsıl olmuşlardır. Bütün mahrum kalanlar, edepsizlikten mahrum kalmışlardır. Yâni şeriatın ahkâmını uygulayacak; ondan sonra her anın, her yerin, her mekânın, her makamın edebine riayet edecek de; ondan sonra Allah-u Tealâ Hazretleri'nin rahmet deryası cûşa gelip, Allah-u Tealâ Hazretleri kendisine ihsan edecek... Marifetullaha, muhabbetullaha yol budur. Onun için, büyüklerimizin bize gösterdiği çizgi çok doğrudur.
İki büyük metod var: Birisi, nefsi zayıflatarak, ezerek kemâlâta erişme yolu...
(İnnefse leemmâretün bissûi illâ mâ rahime rabbî) Çünkü, nefis terbiye edilmediği zaman, insanın hayvanî duyguları, iç güdüleri vs. daima dışarı çıkıyor; ve insanın yeme, içme ve diğer hayatı için gerekli faaliyetlere teşvik ediyor ve hızla teşvik ediyor. Dizginlemezse, günahlara da sokuyor. Bunun zayıflatılması için çareler lâzım. Bu çareler de bir terbiye metodu... Yâni her yiğidin bir yoğurt yiyiş tarzı olduğu gibi, her mürşîdin de mürîdini terbiye tarzı vardır; veya, her tarikatın bir terbiye tarzı vardır.
Bu nefsi zayıflatmak için kıllet-i taam ile başlanır, yemek az yedirilir, oruç tutturulur. Kıllet-i menâm; az uyku uyutulur, gece ibadetiyle meşgul edilir. Nefis zaten yemek yemeyince zayıflar, uyku da uyumayınca dermanı kesilir, hiç başka bir şeye bakacak hali kalmaz. Kıllet-i kelâm; lüzumsuz kelâm da terkettirilir. Uzlet-i enâm: İnsanlar birbirlerini azdırır, onların arasından çeker, halvete sokarsınız. Biraz orada tenhada bulunur, başkalarının menfi tesirlerinden, kasveti kalplerinden de müteessir olmaz. Zikr-i müdâm ile lafzan başlayan bir istek ve şevk, ondan sonra kalbe iner. Kalbde veled-i kalb zuhur eder. Ondan sonra da bütün vücûda yayılır ki, sultan-ı zikir tabir ediyorlar; her azasının zikrettiğini, her zerresinin zikrettiğini hisseder.
Hocamızın bir hatırası hatırıma geldi bu arada... Ankara'ya gitmiştik. Çok zengin bir kardeşimizin daveti oldu. Evi çok genişti, zenginliğini onun için söylüyorum. Çok büyük bir salonu vardı ama, salon tıklım tıklım doluydu. Hocamızın özelliği, başka şeyh efendilere mensub muhibleri de vardı; onlar da gelmişlerdi. Şu efendiye, bu efendiye bağlı kimseler... Bir tanesi çok akıllı, zeki, kurnaz, menfaatini bilen, mânevî kârını, zararını hesap eden bir kimse; tabii hafız, sesi güzel, vaiz ve bilgisi çok... Hocamızı yakaladı sordu. Dedi ki: "Hocam, Medine-i Münevvere mescidinde namaz kılsak, başka yere göre bin misli sevap oluyor... Mekke-i Mükerreme'de Mescid-i Haram'da namaz kılsak, o zaman yüzbin misli sevap oluyor... Yâni böyle bunun gibi çok sevaplı başka şeyler de var mı hocam?" dedi. Sevap istiyor, sevaplı şeyleri öğrenip yapmak istiyor; ehlini de bulunca karşısında... O daha sözünü tamamlarken, Hocamız, "Evet vardır!" dedi. "İnsan zikirle meşgul olunca, zikir cümle azâsına ve cümle azâsından cümle zerrâtına intikal eder. O zaman bir defa Allah dediği zaman, cümle zerrâtı adedince Allah demiş olur. Bunun da sevabının sonu olmaz!" buyurdu.
Kardeşlerimiz bizden tasavvufla ilgili bir konuda konuşmamı istemiş oldukları için, başkanlık heyetine çok da yazılar, pusulalar yağdırdıkları için; ben de son konuşmamda, biraz bu konuda bu sözleri söyledim. Zaten bildiğiniz, benden belki daha iyi bildiğiniz hususlar...
Buradaki çok güzel günlerimizde, bunun dışında başka şeyler işlendi. Ekonomik konular işlendi daha ziyade... Çünkü tasavvufun temeli, helâl lokmadır!.. Neden?.. Hadis-i şerifler vardır ki, "Bir insan bir haram lokma yese, o haram lokmadan mutlaka bir et parçası hasıl olur. İnsanın içinde bir şey hasıl olur, az veya çok; onu da cehennem ateşi pak eder." Yâni haram yemişse ille yanacak, öyle temizlenecek... Onun için, haram yememek lâzım.
Onun için, Ebubekir-i Sıddık Efendimiz ki, başımızın tacı, silsilemizin başı, evvelidir. Kendisine gelen tabak içindeki bir hediyeden önce alıp, sonra gayr-i meşru bir kaynaktan geldiğine muttali olduğu için; parmağını boğazına sokarak, kusarak yediğini dışarı çıkarttı, haram lokmayı yemedi. Onun için hepimizin helal lokma yemeğe çok dikkat etmemiz gerekiyor.
Bir de buradaki konuşmalarda hep bahis konusu edildi. Biz Allah'ın dinine nusret etmek, yardım etmek, cihad etmekle vazifeliyiz. Allah'ın emirlerinin en önemlilerinden birisi bu... Onun için, ekonomi çok önemli bir ilim. Bir Romanyalı diplomat Paris'te doktora yapmış. Bizim bir kardeşimiz de Türkçe'ye --Şekip Arslan'ın Arapça tercümesinden de faydalanarak-- çevirmişti: "Osmanlıları yok etmek için, Avrupalıların düşünmüş oldukları yüz yok etme projesi, plânı" diye. Orada öyle konular var ki: Rodos'tan gelip, Akdeniz'deki ticaret gemilerinin yolunu kesip, ticareti aksatmak suretiyle ekonomilerini zayıf düşürmek, öylece yok etmek de var. Yâni, bu konuları onlar çok iyi biliyorlar.
Para her zaman, her yerde lâzım oluyor. Fukarayı müslimin Peygamber Efendimize yana yakıla gelip de: (Zehebe emrid dusûri bi ucûri ya rasulallah) "Zenginler bütün sevapları aldı gitti." diye bildirdikleri hadis-i şerif'te, "Tabii bu Allah'ın bir fazlu keremidir. Yâni, sizin yaptığınız herşeyi yaparlarsa; ayrıca bir de zenginliklerinden dolayı bazı hayırlar, zekât, sadaka ve cihad için orduyu techiz gibi masraflar yapıyorlarsa; elbette o da onlara Allah'ın verdiği bir lütuftur, fazl u keremdir." diye bildirildiği için, tabii kuvvetli müslüman olmak için ve iyi cihad yapmak için finans imkanları gerektiğinden, bu konuları inceliyoruz. Kardeşlerimizin bu konularda güçlerini birleştirmelerini istiyoruz ki güçlü olsunlar ve sadakayı cariyeler de bırakabilsinler. Kendilerinin arkalarından eser bıraksınlar.
Biliyorsunuz Avrupa Topluluğu, Avrupa Ekonomik Birliği olarak AET olarak başladı. Ondan sonra AT'ye döndü. Ondan sonra daha da genişleme yolunda şu anda... Demek ki ilk önce ekonomik birlikler oluyor; onun arkasından daha güzel münasebetler geliyor. Biz de şu anda tarihin bize bahşettiği yeni fırsatlarla karşı karşıyayız: Balkanlar'la, Kırım'la, Kafkasya'yla, Orta Asya'yla, Afrika'yla, diğer yerlerle... Mesela Afrika'da ve Güneydoğu Asya'da İslâm ticaret yoluyla yayılmış. Yâni kılıç yolundan ziyade tüccarlar gitmiş İslâm'ı anlatmış, İslâm yayılmış. Belki bu tanışmalardan ve ticaretlerden daha büyük faydalar olacak. Onları sağlamamız lâzım diye düşünüyoruz. Onun için, biraz da bu konularda ağırlıklı oluyor, bizim bu toplantılarımız...
Allah, bizi her konuda kardeş olduğumuzun şuuruna sahip olarak çalışmaya muvaffak eylesin... Din-i Mübîn-i İslâm'a şahsen ve grup olarak çok büyük faydalar, hayırlar bahşetmeyi, hayırlar sağlayıcı çalışmalar yapmayı nasip ve müyesser eylesin... Geride bizim hayırla anılmamıza yarayan eserler kalsın istiyoruz. Allahu Teala hazretleri kardeşliğimizi takviye eylesin... Müştereken çalışmalarımızı nasib eylesin... Çalışmalarımızda muvaffak eylesin... Çalışmalarımızın güzel semerelerini, şu gözlerimizle en yakın zamanlarda görmemizi nasip eylesin... En yakın zamanda müslümanların aziz olduğunu, büyük başarılara erdiğini görmeyi cümlemize nasib eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
Burada benim son notum olarak bazı şeyler vardı. Onu sabahki oturumda çok güzel ifade ettiler. Bundan sonraki çalışma hedefimiz radyo ve televizyon sahasında hatırlı müesseseler kurmak ve teşkilatlanmaktır. Hepinizin bu hususta elinizden gelen gayreti yapmanızı temenni ediyoruz.
Diyorum ki yâni, Humeynî öyle söylemiş: "Her müslüman bir bardak su dökse, Yahudileri sel alır götürür." demiş. Hepimizin elimizdeki fazla şeyleri vermesi suretiyle düşmanları çökertmek mümkün... Onların mallarını almamak suretiyle çökertmek mümkün... Almanya'yla Türkler şu anda bütün alışverişi kesseler ki, bilmiyorum biz onlara ne kadar muhtacız. Bütün alışverişleri kesseler bize gelirler. Zaten, bir zamanın çok ters yüzlü, abus çehreli Fransız reisiumhurunun şimdi güler yüzle bize gelmesi, yine bir menfaat kaygısı ve duygusudur.
Onun için diyorum ki kardeşlerimize: "Mümkünse hiç bir düşman malı almayın, kullanmayın!" Yâni dört tekerlekli araba yapalım, ama mümkünse kullanmayalım. Zînet eşyalarını asgariye indirelim. Hele hele hanımlar sonsuz bir yarış sahası; zümrütler, yakutlar, pırlantalar filan derken hepsi bir iki Yahudiye ve Ermeniye gidiyor. Yâni İsrail'e ve Karabağ'a gidiyor demektir. Onların fazlalarını değerlendirebilirsek pek çok televizyon da kurabiliriz, pek çok radyo da kurabiliriz... Aç da kalmayız, açık da kalmayız, sarsılmayız bile... Sadece parmaklarımızda yüzük olmaz, o kadar... Yâni beş parmağımızda beş tane yüzük olmaz; bir tanesinde olur. Bunu da yapabiliriz. Lükse iltifat etmeyin!..
Sözü İbrahim Edhem Hazretleri'nin sözüyle bitireyim. Birisi nasihat istemiş; ona altı tane nasihat veriyor. Diyor ki, nasihatinin bir cümlesinde:
(İzeştegalen nâsü bitezyîniz zahiri, feştegıl ente bitezyînil bâtın!) "İnsanlar dışlarını süslemekle meşgulken, sen içini süslemeye bak!"
Allah hepinizden razı olsun... Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
26 Nisan 1992 - SÖKE
ÜNİVERSİTELİ GENÇLERLE SOHBET
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikrâmı, lütfu dünyada, ahirette üzerinize olsun...
Hayatımızın gayesi Allah'ın sevdiği bir kul olarak yaşayıp onun rızasına ermektir. Bu rızayı kazanmak tek bir yolla değildir. Yerine göre hizmet değişir, rızayı kazanma yolu değişir; başka bir şey yapmak, daha sevablı olabilir. Yerine göre de umumî hatlarıyla sevab olan bir hareket, yapılış tarzına veya niyetine bağlı olarak sevab değil, günâh bile olabilir. Meselâ, bir seferde orduya Peygamber Efendimiz SAV, oruç tutmamalarını tavsiye buyurdu. Seferî halde iken oruç tutmak farz değil. Hava sıcak, savaşa gidiyorlar, yorgunlar, su imkansızlıkları var... İklim --sıcaklığı dolayısıyla-- bir bakıma sert. Fakat bazıları dediler ki: "Bunu Peygamber Efendimiz bize acıdığı için, dayanamayız diye söyledi. Biz gene tutabiliriz, dayanıklıyız." Ve tuttular... Fakat bayıldılar, halsizleştiler, yığılıp kaldılar. Hizmetleri başkaları yaptı. Ayrıca onlara da hizmet ettiler, onları da kolladılar. O zaman Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Bu gün oruç tutmayanlar sevabları aldı götürdü!.." Normal olarak oruç tutmak sevap ama o gün oruç tutmayanlar sevabları aldı götürdü. Çünkü oruç tutanlar ötekilere yük oldu. Hizmet de edemediler, nötr de kalmadılar, negatife düştüler.
Normal olan ibadetler sevabdır. Ama bir insan, "Ben ibadet yapıyorum!" diye kendisine bir emniyet gelirse, bir gurur gelirse, bir böbürlenme gelirse, bir rahatlık ve rehavet gelirse, bir garanti duygusu gelirse, sevab değil günah bile kazanabilir. Buna ibadette mağrur olmak diyoruz. Mağrur olmak, kibirli olmak manasına değil de; aldanmak demek. Arabcada, mağrur: aldanmış; gurur: aldanma demek. Yâni bizdeki gibi, kibirlenmek burnu büyük olmak manasına gelmiyor. İbadetine mağrur olmak, ibadetine aldanmak... Niçin aldanıyor insan? Genel olarak ibadetini sevablı sanıyor da ondan dolayı aldanıyor. Mühim olan Allah'ın rızasını elde etmek. Allah'ın rızasını elde edemediğin zaman ibadet dahi telef olabiliyor.
Onun için ibadet eden insan ibadetine mağrur olmayacak. Yaptığı ibadetleri toplasa, "Bir göz nimetinin karşılığı olamaz, bir nefeslik sıhhatin karşılığı olamaz!" diye düşünecek; ve insan içinde yaşadığı anda "Allah'ın rızasını elde etmenin şekli, yolu acaba nedir?" diye kendisine soracak, daima onu kollamaya çalışacak. İşte her anda bu şuurda olursa, insan o zaman sevab kazanıyor. Yâni birisiyle dargın; barışması lâzım, nefsi istemiyor, barışıyor... Filânca işi yapması lâzım; nefsi istemiyor, kendisini zorluyor, yapıyor... Önüne çeşitli ihtimaller çıkmış; bu ihtimallerin içinde kendi keyfine uygun olanını değil de, "Acaba Allah'ın rızasına hangisi daha uygundur?" diye düşünüyor, onu yapıyor, işte bu...
Şimdi onun için Allah'ın rızasını kazanmak, hayatı Allah'ın rızasına uygun geçirmek, sadece camiye girip çalışmak demek değildir; ya da, eski ümmetlerin âbidlerinin cemiyetten kaçarak --ki buna ruhbanlık deniliyor-- yaşadıkları gibi yaşamak değildir. (Rahib: kaçan demek; rehebe: korkup kaçan manasına gelen bir fiil.) Dağın başına çıkıyor veya mağaranın içine giriyor.
İyi ama insan, toplum hayatı içinde yaşamaya müsait. İnsanlar toplum halinde yaşamaya göre yaratılmış varlıklar. Arılar gibi meselâ. Arı tek başına yaşayamıyor. Arı da, karınca da, tabiatta daha başka bazı gelişmiş varlıklar da sürüler halinde ve başkanları var; arıların beyi, karıncaların beyi, filan gibi. Onun etrafında öyle kümelenerek yaşıyorlar. İnsan toplumları da böyle. Tek başına yaşadığı zaman başkasına bir faydası olmuyor. Hayatın bütün ihtiyaçlarını karşılaması mümkün olmadığından, akla ve mantığa ve ilme, ve sosyal kârlılık ve faydaya da uygun değil tek başına yaşamak.
İslâm tabiat dini olduğu için, yâni hilkate ve fıtrata ve tabiata uygun olduğu için, toplum içinde olmayı tercih ediyor. Bir kenara çekilip kendi başına, ibadet hazları içinde, memnun yaşamaktansa; toplumun içine girip toplumun fertlerinin kendisine ezâ ve cefâ ve zulmüne tahammül etmek, daha sevaplı olarak gösteriliyor. O bakımdan Allah'a en çok, en hayırlı, en güzel hizmet eden kimse illâ hoca veya müezzin veya müftü veya derviş demek değildir. Aslında derviş demektir de, yâni bizim bugün anlaşılan yozlaşmış manasıyla değildir. Hani:
Dervişlik olaydı tac ile hırka;
Alırdık biz dahi, otuza kırka!
dediği gibi şairin, hicvettiği tarzdaki şekil; yâni dervişliği potur veya şalvar veya sarık veya misvaktan ibaret sanan zihniyet...
Onun için, yâni bu bir umumî kaide olduğu için, çok daha değişik meslekten olan bir kimse, İslâm'a çok daha büyük bir hizmet sağlayabilir, müslümanlara çok daha büyük fayda sağlayabilir. Ve bunu iyi bir niyetle yapmışsa, şuurla yapmışsa belki bir müftüden, bir hocadan, bir müezzinden, bir âbidden, bir zâhidden daha çok sevab kazanabilir. Çünkü sevabların ölçülmesinde kriterler, çeşitli ölçüler var. İhlâs ölçüsü var; yâni, yapılan işin halis niyetle yapılması, ihlâsla yapılması... Tamam, iki ibadet bunda eşit ise, aynı ihlâsla yapılmış ise; iki kimse iki iş yapmış, ihlâsları eşit ise, bu sefer başka bir kriter ortaya çıkıyor: Faydası daha çok olan daha kârlı oluyor.
(Hayrün nâs, enfauhüm linnâs) "İnsanların en hayırlısı, müslüman halka en çok faydası dokunandır." Daha az faydası dokunan daha az sevap kazanıyor, daha çok faydası dokunan daha fazla sevab kazanıyor. Bir fakiri doyuran bir insan bir birim sevap kazanıyorsa, üç fakiri doyurduğu zaman elbette, adalet-i ilahiye icabı aynı şartlarda yapmışsa daha fazla sevap kazanıyor... Veya bir aileye faydalı olacak bir iş yapmışsa çok daha fazla sevap kazanıyor. Veya bir asra faydası dokunacak bir iş yapmışsa sevabı daha fazla oluyor... Veyahut bir ümmete çağlar boyu fayda sağlıyacak bir iş yapmışsa onun faydası en fazla oluyor.
Bu bakımdan ölçülecek olursa en sevaplı meslek, irşad mesleği olur. Çünkü insanları irşad ediyorsunuz, hidayetine vesile oluyorsunuz, hak yola giriyor; ve onun yaptığı a'mâl-ü saliha, hayrât ü hasenât, onun doğru yola girmesine vesile olan insana veriliyor. Ondan bir şey eksilmeden misli, sebeb olana da veriliyor.
(Eddâllü alel hayri kefâilihî) Hayra delalet eden onu yapmış gibi olduğu sebebinden... Onun için bazen başka mesleklerden olan insanlar büyük sevaplar kazanabilirler. Ama iman ve ihlâs, önde gelen ilk vazgeçilmez temel şart!.. Yarışa katılabilmenin şartı. Yarışa katılmayan bir kimse hızlı koşsa da derece verilmez kendisine. Onun için, hani sorarlar ya: "Edison cennete girecek mi, girmeyecek mi?.." Girmeyecek!.. Mü'minler cennete girecek. Mü'min olmayan girmediği için, Edison cennete girmeyecek diyebiliriz. Bilmiyoruz, bilmediğimiz bir zamanda gizli, gizli iman etmişse, namaz kılmışsa, Hazret-i Peygamberimiz SAV'i peygamber olarak tanımışsa, o zaman belki cennete girecektir; ama bunu yapmamışsa, girmeyecek. Yâni ortalığı aydınlatması ona bir fayda sağlamayacak, çünkü ilk şart iman...
Şimdi ortada bir büyük ümmet var, Ümmet-i Muhammed... Peygamber SAV' in ümmeti... Hepsi bizim kardeşimiz. Siyah, sarı veya kızıl; rengi ne olursa olsun mü'min kardeşimiz. Hangi ırktan ve milliyetten olursa olsun bizim kardeşimiz. Bu ümmet, organize güçlerin karşısında mağlup ve mağdur durumda... Bir iki asırdır bu mağlubiyetin ızdırabı içinde yaşıyoruz. "Bu mağlubiyet neden oldu, neden devam ediyor, niçin biz ayağa kalkıp toparlanamıyoruz?" diye sorduğumuz zaman, mesele dinî konulardan beşerî, dünyevî, maddî konulara kayıyor.
Yâni bir ümmetin ayakta durması, sağlam durması meselesi bahis konusu olunca, iş inançtan, ibadetten; baraja, elektriğe, elektroniğe, makineye, inşaata kayıyor!.. O konularda Ümmet-i Muhammed'in bilgilenmesi gerektiği anlaşıldığından, bizim dinî hizmet gayesiyle çıktığımız yolda başkaları bizi, dinî olmayan başka işleri yapıyor diye görünce şaşırıyor. "Allah Allah! Sen hocasın ve sakallısın, bu işlerle senin ilgin ne?.. Sana ne yönetimden, sana ne falanca işten, filanca işten?" diyor. Ama tabii o, İslâm'ın ana yapısını bilmediği için söylüyor. Biz Allah'ın rızasını düşündüğümüzden, Allah'ın rızasının da nerede olduğu meselesi ince bir mesele olduğundan; güzel bir bakış, doğru bir muhakeme ve hassas bir sezgiye bağlı olduğu için, o anlayamıyor. "Allah Allah! Abdestini al, namazını kıl be adam! Senin caminin dışında işin ne?.. Geçir başına takkeyi, Kur'anı Kerim oku!" filan diyor. Ama biz de biliyoruz ki, hizmetin faydası ne kadar şumüllü olursa, o kadar sevabımız çok olur.Onun için hizmete koşuyoruz.
Onun için bizim dergâhımızın çok bariz bir özelliği, ilâhiyat dışındaki pek çok meslekten pek çok kardeşimiz var; mühendis, doktor... Doktor kardeşlerimiz güzel organize de oldular; vakıflar kurdular, müesseseler kurdular ve kendilerini ispat ettiler. Yâni sosyal çalışmalar ile kendi varlıklarını kabul ettirdiler, dua topladılar, takdir topladılar. Her halde büyük sevab da topluyorlar, niyetlerine göre...
Mühendis kardeşlerimiz de bizim önemli bir grubumuzu teşkil ediyor. Ve bugün her şey kompütüre, hesaba, planlamaya, planlı çalışmaya bağlı olduğu için; kaba bir işçinin elinde kazma ve küreği olan bir işçinin yaptığı işi; onun gibi 100 tanesinin, 200 tanesinin yapamayacağı işi, teknoloji bir makineye yaptırtabiliyor... Dağları devirtebiliyor, vadileri geçirtebiliyor... Denizin dibine, yeryüzünün derinliklerine, binlerce metre aşağıya, gökyüzünün yüksekliklerine, fezanın içine doğru insanın atılımları genişleyebiliyor.
Şimdi eğer biz bu çalışmalarda, bizim hasmımız olan ve bizimle uğraşan, bize haçlı seferleri düzenleyen, bizi içimizden hançerleyen, İslâm düşmanı, mü'min düşmanı, Allah düşmanı, Kur'an-ı Kerim düşmanı, Hz. Peygamber SAV'in düşmanı olan insanlardan geri kalırsak, bu sefer dini hizmetlerde de geri kalıyoruz. Onlar bizi mağlup edince istediğini yaptırıyor veya yaşama hakkı tanımıyor, çoluk çocuk katliam ediyor... Ölenler şehid oluyor, kalanlar o ağır baskının altında dini vazifelerini yapamıyor... Zaman içinde direttiği zaman kâfir, bizim evlâtlarımızı raydan çıkartabiliyor, kendisine benzetebiliyor.
Geçen gün gazetede bir haber çok acı bir tablo çiziyor: Ermeniler Azerbaycan'ı bombalamış, bombalanan yerlerden birisi de rakı-votka fabrikası... O da yerle bir olmuş. Büyük zarar olmuş. İnsan hemen anlıyor yâni, "Niye Ermeni Azerbaycan'da, Nahcıvan'da galip?.. Allah niye mü'min kullara yardım etmiyor?.. Mü'min kullar niçin mağdur ve müteessir ve mustaz'af?.." Anlıyor.
Kıbrıs'ı da hatırlıyorum. Kıbrıslı mücahidler bir kartpostal bastırmışlardı, gazetelerde çıkmıştı. Gözümün önündedir: Bir meyhanenin önünde silahları almışlar, şöyle iki sıra, üç sıra dizilmişler, bir kartpostal resmi. Hani, sınıf resmi filan gibi; okullarda vardır, 20-30 kişi bir arada çekilir... Tam da yukarıda bir levha var; onun esprisini bile anlayamamışlar. Yâni, bilmem ne meyhanesinin önünde mücahidler resim çektirmişler. Kıbrıs Mücahidleri... Yâni mağlubiyet, arkasından zaafı, arkasından dini bilgilerin öğrenilmemesini, sonunda da Allah'a iyi kulluk yapma imkânlarının kaybolmasını ve ümmetin evlatlarının zayıf müslümanlar olmasını; bir zaman sonra da, dinini imanını unutup başka yerlere ayağının kaymasını intâc ediyor, o sonucu veriyor.
Meselâ, Avustralya'ya gittik. Avustralya'da Bosna-Hersek'ten, Yugoslavya'dan I. Cihan Harbi'nde, II. Cihan Harbi'nde oraya gitmiş insanlar var; namazı, niyazı unutmuşlar, çocukları İngiliz isimleri almışlar... İç şehirlerde bazı insanlar var; Asyadan, Afganistan'dan gelmişler. "Efendim, dedem müslümandı, namaz kılardı!" diyor ama, şimdi kendisi kiliseye kayıtlı, hristiyan olmuş ve bu işin farkında da değil. Bizim arkadaşlar oraya gidince "İşte dedemiz de müslümandı. Biz de müslüman olmak isteriz!" filan diyor ama, acı bile duymuyor. Yâni "Niye ben hristiyan oldum, niye ben kiliseye gidiyorum?" demiyor. Çünkü, çevresi hep aynı durumda olduğu için, o da çevreye uymuş, hristiyanlaşmış ve o tarzda yaşayışı tabii bir yaşayış olarak görmüş.
Demek ki; mağlubiyet cehaleti getiriyor, cehalet iman zaafını getiriyor, iman zaafı küfrü davet ediyor, küfür de felaketlere sebeb oluyor!.. Yâni kâfir olunca da Allah'ın yardımı, nusreti, avni, inayeti olmuyor. O zaman bombalar yağıyor, katliamlar oluyor, vs. vs... Ama insan mü'min-i kâmil olarak kalsa; ölse şehid olur, kalsa gazi olur. Yâni bir mü'min-i kamilin hayatta karşılaşacağı hiç bir iş onu zarara uğratmaz, zarar dîde etmez. Neden?.. Her halükârda sevab kazanır. İşte bundan dolayı dünya gözümüzde olmasa bile, dinimiz ve imanımız için, dünyada da güçlü ve kuvvetli olmalıyız. Onun için Kur'an-ı Kerimde Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvvetin) "Kâfirlere karşı gücünüzün yettiğince kuvvet hazırlayın!" Dünkü gazetelerde okudum: Ermenilerin kullandığı silahların nükleer, biyolojik mahiyette mermileri olduğu anlaşılmış ve hastaların vücudlarından çıkartılan mermiler tahlil edildiği zaman, böyle bir silahla mücadele ettikleri görülmüş... Bugünkü gazetelerde var: Azerbaycan'ın başkanı Ayaz Muttalibov, meclisi feshetmiş, arkasında KGB desteği; "İcab ederse diktatörlük kurarım!" diyor, seçimleri yaptırmıyor... Yâni, halkın genel isteğine uymuyor. Güya, Azerbaycan hürriyetini kazandı; ama KGB faaliyette, kuklalar sahnede... Yine mağdur olan bizim müslümanlar... Yâni sosyal konulardaki cahillik, teknik konulardaki cahillik, savaş konusundaki cahillik, hukuk konusundaki cahillik... Cahilliğin her türlüsü fena, her türlüsü fena...
Siyasi ilimlerde cahil bizim kardeşlerimiz. Oyunları anlamıyor; "Kim kukladır, kim gerçek hizmet ehlidir?" bu gürültüye gitmiş, karambolde. "Yâni dost kim, düşman kim?" belli değil. Ama biliyoruz ki bazıları düşmanlarımızın kuklası, onların borusunu öttürüyor, onların menfaatine çalışıyor, bizim aleyhimize... Fakat bu değerlendirme normal yapılamamış, her ağızdan bir ses çıkıyor; bu da fena!.. Yâni, her şeyi ehline bırakmak lâzım, o cevap versin; ötekilerin de ona uyması lâzım.