• /
  • Kütüphane
  • /
  • Yeni Dönemde Yeni Görevler
  • /
  • 181 ilâ 200. sayfalar
161 ilâ 180. sayfalar

Bir şair bir şiir yazmış; uzun, güzel, modern bir şiir... Vezinsiz, kafiyesiz şiirlerden, zamane şiirlerinden... Son satır şöyle:

Sen git, sen daha sevmeyi bile öğrenememişsin!..

Git, sevmeyi öğren de öyle gel demeye getiriyor. Sevmeyi öğrenmek kolay değil; çünkü, eğitimi yok bir çok yerde... Sevmeyi nerden öğreneceğiz?.. Anneden öğreneceğiz, aileden öğreneceğiz, okuldan öğreneceğiz... Eğitim sisteminde sevgi öğretiliyor mu?.. Din eğitimi genel müdürü bana dedi ki, --mahrem bir bilgi-- "Hocam, bize millî istihbarattan emir geliyor; biz Kur'an okutma dersinin içine bile %10 Atatürkçülüğü koymak zorundayız." dedi. Nisbet itibarıyla karışımın içine %10 Atatürk şeyi koyacak; merhum Atatürk Balıkesir hutbesinde, çıktığı zaman şu ayeti okudu, mokudu falan diyecek, ille onu sokacakmış... %10 bunu düşünüyorsun da, sevmeyi, sevgiyi niye öğretmiyorsun?.. Tekkeler de olmasa milletin hali harap!.. İyi ki bir Mevlânâ var, iyi ki bir Yunus var da, "Sevelim, sevilelim!" diye millet biraz sevmekten, sevilmekten bahsediyor.

181

Tabii, bunlar kemâlât alâmetidir. Kemâl, yâni olgunluk, kâmil olmak alâmetidir. "Kem alât ile kemâlât olmaz!" demişler. Kem, kötü. Kem aletle, kötü aletle kemâlât olmaz; tabii, nâkıs insanlarla da kâmil işler yapılamaz!.. Kâmil insan olacak ki, kâmil işler yapılabilsin. Kâmil olmak için de tabii, yine başladığımız noktaya dönüyoruz. Bir daire; döndük dolaştık, aynı noktaya geliyoruz. İnsanın kendi kendisini ıslah etmesi gerekiyor, nefsini terbiye etmesi gerekiyor.

(Kad efleha men zekkâhâ) "Nefsini terbiye eden, felâh bulmuştur."

(Kad efleha men tezekkâ, ve zekeresme rabbihî fesallâ) Bu ayet-i kerime de var. "Nefsini temizleyen, temizlenen felâh bulmuştur." diye de geçiyor. Onun için, biz bir tasavvufî grubuz. muhterem kardeşlerim!..

Arada çok ince bir fark vardır. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri elinde kitap gidiyormuş... Hocası (Rh.A) demiş ki, "Cüneyd evlâdım, nereye gidiyorsun?.." "Hadis öğrenmeye gidiyorum hocam!" diye cevap verince, "Tamam, senin hadisçi bir mutasavvıf olmanı tercih ederim." demiş. Önce hadise fıkha dayalı; ilmin aslına, esasına, özüne, sağlam din bilgisine dayalı bir tasavvuf!... Bu olmadıktan sonra, cihad bile olmuyor.

182

Mevdûdî'nin bir kitabında hatırlıyorum, rahmetli diyor ki: "İyi yetişmemiş insanlardan, Pakistandaki İslâmî dava çok şeyler kaybetti!" Nâkıs bir müslüman, müslümanların hem yüz karasıdır, hem ayakbağıdır, hem yolunun tıkacıdır, yolunun seddidir...

O bakımdan Allah hocalarımızdan razı olsun... Rahmetullahi aleyhim ecma'în... Allah bizi onların şefaatine nail eylesin... Bizi öteki insanlardan farklı kılan nedir ki?.. Allah nasib etti, bizi onlara talebe eyledi de, biz de biraz maddenin yanında manâ olduğunu az çok farkedip, o düşmana karşı birazcık olsun teyakkuz durumunda bulunmaya yöneldik...

Allah-u Teâlâ Hazretleri, bizi sevdiği bir kul olmaya muvaffak eylesin... Bizde sevmediği ne gibi hal ve huy, ve sıfat, ve fikir, ve iş varsa, bizi onlardan kurtarsın... Bizi sevdiği hallerle hallendirsin... Sevdiği huylarla huylandırsın... Sevdiği sıfatlarla muttasıf eylesin... Sevdiği işleri yapmaya muvaffak eylesin... Sevdiği kullarla beraber yaşamayı nasîb eylesin... Sevdiği kullarıyla haşreylesin... Habîb-i Edîbine komşu eylesin...

Allah hepinizden razı olsun...

Esselâmü aleyküm!..

26 Ocak 1992 AYVALIK

183

GÜNCEL KONULAR

Çok aziz ve çok muhterem kardeşlerim!..

Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikramı dünyada, ahirette üzerinize olsun... Cenab-ı Hak ve Teâlâ Hazretleri, içinde bulunduğumuz mübarek ramazanın feyzinden, bereketinden, sevabından a'zamî derecede istifade etmenizi nasib eylesin... Sevdiklerinizle beraber cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin...

Hepinize teşekkür ederim. Davet ettikleri için Hanımların Sesi Derneği mensuplarına da en başta olmak üzere... Davet ettiler ve bir de güncel konular üzerine bir konferans vermemi istediler. Biliyorsunuz ben de umredeydim, umreden geldim. --Allah cümlenize nasib etsin-- Belki, bazı mazeretler ileriye sürülebilir ve gelinemeyebilirdi... Çünkü, yol üstü yorgunluğu; bazı sıkıntıları olabilir. Ama mümkün değil; çünkü, uzun zamandır Ankara'ya gelememiştik... Biliyorum ki, konferans da bir bahane... Hani, "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane; gönül sohbet ister, kahve bahane!" dedikleri gibi. Mühim olan buluşmak ve görüşmek olduğunu bildiğim için, konferansın konusundan daha önemli olarak buluşmayı görüyorum.

184

Peygamber SAV Efendimiz, bir hadis-i kudsîsinde buyurmuş ki:

(Hakkat muhabbetî lil mütezâvirîne fiyye) Beş cümle halinde söylediği ifade eylediği hususlar var: Benim sevgim, muhabbetim, sevmem, razı olmam vacib olur, gerekli olur, tahakkuk eder, muhakkak olur... Kimler üzerine?.. Birbirlerini Allah için ziyaret edenler üzerine... (ve hakkat muhabbetî lil mütehâbbîne fiyye) Birbirlerini Allah için sevenler üzerine... Sonra, birbirlerine Allah için yardım edenler, birbirlerine Allah rızası için hakkı söyleyenler (mütenâsıhîne fiyye) gibi tarafları da var hadis-i şerifin...

Anlaşılıyor ki, müslümanın müslümanı sevmesi ibadetlerin --ama, bizim alıştığımız tarzdaki ibadetler değil de, İmam-ı Gazalî (Rh.A.) in ifadesiyle, "âdet tarzındaki ibadetler" in-- en sevaplılarındandır. Çünkü, bir müslümanın bütün hayatı ibadettir... Niyeti halis olursa, bir müslümanın bütün hayatı ibadettir; hattâ, uykusu ibadettir!.. Uykusu sünnet-i seniyyeye uygunsa, uykusu rıza-i Bâri'ye uygunsa, uykusu iyi bir niyete dayanıyorsa, uykusu da ibadettir... Yemesi içmesi de ibadettir, ziyareti de ibadettir, ahbaplığı da ibadettir, arkadaşlığı da ibadettir... Öbür klasik ibadetlerin yanında, bunlardan da büyük sevap alır. Her an sevap alır... Niyetiyle bir müslüman her an sevap alır. Bu, İslâm'ın güzelliklerinden biridir.

185

Dervişlik, tasavvuf dediğimiz şeyin de en önemli dayanaklarından birisi, mü'minlerin kardeş olması, ihvan olması, dost olması, yâr olması; dolayısıyla âdet tarzındaki bir husustan da devamlı sevap almasıdır. Çünkü, birbirlerini Allah için sevenler, mahşer gününde insanlar büyük sıkıntılar içindeyken sıkıntı duymayacaklar; Arş-ı A'lâ'nın gölgesinde taltif olunacaklar... Nurdan minberlerde oturacaklar, halk onlara gıpta edecek... Mahşer halkı, mahşer yerinden onları, bizim dünyadan gökyüzündeki yıldızları seyrettiğimiz gibi seyredecekler, gıbta edecekler; "Bunlar peygamber değil, şehid değil ama, kim bunlar?" diyecekler. Peygamber SAV Efendimiz buyuruyor ki: "Onlar, birbirlerini Allah için sevenlerdir!.." Onun için, Allah birbirimize karşı sevgi ve saygı, arkadaşlık ve dostluğumuzu halis eylesin... İbadet kalitesinde eylesin...

Yeni yeni kelimeler türüyor. Çünkü yeni nesiller, yeni tahsillerle yetişiyorlar. Güncel konular üzerine konferans... "Nedir güncel olan?" diye kendi kendime sordum. Nereden geliyor, nedir güncel olan?.. Tabii, günle ilgili. O gün için mühim olan, o gün için canlı olan, aktüel olan konu demek. En hayatî, en mühim, en önde, en canlı olan meseleler...

186

Bu, zevke göre değişir, yaşa göre değişir, şahsa göre değişir, şahsın içinde bulunduğu duruma göre değişir, kültür seviyesine göre değişir... Meselâ: Ayağı kaymış, denize düşmüş bir insan için en önemli mesele, denizden çıkmaktır o anda. Bütün meseleler arkada kalır, geride kalır... Talebe için, imtihanı varsa, en önemli mesele imtihandır... Tüccar için senedidir, bonosudur. Politikacı için, hemen önündeki seçimidir. Karnı aç olan bir kimse için bir sofra bulup, oturup yemek yemektir... Herkes için değişen bir şey...

Bir fıkra anlatıyorlardı: Çok büyük bir alim, çok güzel bir bilgisayar yapmış. Öyle bilgili bir bilgisayar ki, ne sorulursa şıp diye cevaplandırıyor... Beynelmilel bir toplantıda bilgisayarı sahneye koymuşlar. Böyle bir kalabalık... Herkes gelip bilgisayara bir şey soruyor; "Aaaa!.." diye ağzı hayretler içinde açılıyor. Cevap veriyor bilgisayar her şeye... Tıkır tıkır cevap veriyor. Bizim Türk de kalkmış, yanına kadar gitmiş, bilgisayara fıs fıs mahremâne bir şey sormuş... Bilgisayar çalışmış, çalışmış, çalışmış, çalışmış... Bekliyorlar ki neticeyi versin, aşağıdan bir kâğıt uzatsın filân diye... Fakat, duman çıkmaya başlamış... Devreleri yanmış, çökmüş bilgisayar... "Yahu, ne yaptın bizim bilgisayara böyle?.. Ne sordun da onu mat ettin, pes ettirdin?.." demişler. "Hiç!" demiş, "Gittim yanına, 'Ne var, ne yok?' diye sordum." demiş... Yâni, bu aktüel, güncel konu meselesi, "Ne var, ne yok?" gibi bir şey oluyor.

187

Tabii, insan hakîkî manasıyla, mutlak manasıyla bütün meseleleri mü'min gözüyle, ahirete inanmış bir insan gözüyle şöyle bir değerlendirecek olursa, en güncel konu "ölüm" dür. Çünkü, herkesin başındadır.

Neylersin, ölüm herkesin başında...
Uyudun, uyanmadın olacak!..
Taht misâli o musallâ taşında,
Bir namazlık saltanatın olacak!..

Dediği gibi bir şairin, en güncel konu odur ve hakîkaten bu günlerde de gerçekten ön planda... Gazetelerde de ön planda. Bir çığ düşüyor, yüzlerce insan ölüyor... Bir zelzele oluyor, yüzlerce belki binlerce insan ölüyor...Bir savaş... Yine yüzlerce, binlerce insan ölüyor... Allah, ölenlere rahmet eylesin... Kalanlara sabır, selâmet ihsân eylesin... Ecr-i ceziller, sevab-ı kesirler ihsân eylesin...

Ölüm zamansız olduğundan, ne zaman geleceği belli olmadığından, yaşa da bakmadığından; bazan gelinlik bir kıza, bazan levend bir yiğide gelebildiğinden; bazan kucaktaki bir bebeğe geldiğinden en güncel konu odur. Onun için, "küçük kıyamet" diye adlandırılmış.

(İzâ mâtel insânü fekad kamet kıyâmetehû) "İnsan ölüverdi mi; tamam, onun kıyameti kopmuştur." Dünyada dağlar devrilmiş, devrilmemiş... vs. Bunun hiç önemi yok. Ben bunu bizim mehdici kardeşlerimize her zaman söylerdim. "Mehdi çıktı, Mehdi çıkacak... Suriye'deymiş, Irak'taymış, Mekke'deymiş... Şu yaştaymış, şu günde doğmuş... Görüşenler olmuş..." vs. Yahu, Mehdi çıkacak, kıyamet olayları başlayacak diye heyecanlanıyorsun, biliyorum ama, senin küçük kıyametin başında dönüp duruyor... Yâni, sen öldün mü, Mehdi'yi bilebekleyemezsin... Onun için, ölüme hazırlanın diye onlara lâtîfe ediyordum.

188

Yine ölüm için, şairâne bir tasvirle Yahya Kemal diyor ki:

Her rind, bu bezmin nedir encâmı, bilir.
Dünyamızı nâgâh zalâm örtebilir.
Bir bitmeyecek zevk verirken beste;
Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir.

Tel kopuverdi mi, sazın kıymeti kalmaz. Ölünce de kıyameti kopmuş olur insanın.

Tabii bu, aşık-ı sadıklar için --meselâ, Yunus Emre için-- aranan, istenen bir şeydir. Onun en güncel meselesi muhabbetullahtır, aşkullahtır. Bütün şiirleri aşkullah, muhabbetullah üzerinedir. Ölüm, --Mevlânâ'nın tabiriyle-- "şeb-i arus" tur, düğün gecesidir, gerdek gecesidir, vuslattır... Vazifeden terhistir bazı alimlere göre... Mihnetin, meşakkatin, sıkıntının bitmesi; huzurun başlamasıdır.

Firavun, en son anında gözünden perdeler kaldırılınca:

(Lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâile ve ene minel müslimîn) demiş. Firavunken:

(Eleyse lî mülki mısra ve hâzihil enhâru tecrî min tahtî) demişken, "Şu mülk-ü Mısır, şu Mısır ülkesinin bütün egemenliği benim emrim altında değil mi?.. Şu altımdan akan ırmaklar, Nil Nehri... vs. benim değil mi?.. Size benden başka bir rab bilmiyorum! Benden başka bir rab edinirseniz, sizin ayaklarınızı, ellerinizi çapraz keserim!.." demişken...

189

(Leukattianne ercüleküm min hilâfin) Çaprazlamasına bir bu bacağı kesecek, bir şu kolu kesecek... (Ve usallibennehüm min cüzûin nahl) "Hurma ağaçlarında sizi sallandırırım!" demişken, vefatı geldiği zaman: (Lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâile ve ene minel müslimîn) " O benî İsrâil'in, o Mûsâ AS'ın bana söylediği Rabb'e ben de inandım. Ben de onun kuluyum. Ondan başka ilâh yoktur. Ben filân hepsi palavrayım, yalanım!" dedi. Ama:

(Âl'âne?..) "Şimdi mi aklın başına geldi?.." diye ayet-i kerîmede âl'âne soru edatıyla öyle soruluyor.

Onun için, bu en güncel olaya en iyi tarzda hazırlanmak, en güncel vazifemizdir. Böyle güncelli bir konferansta, ilk hatırlatma vebâlini, sorumluluğunu hissettiğim nokta budur, muhterem kardeşlerim!..

En güncel vazifemiz: "İyi bir müslüman olmak, ölüme hazır olmaktır... Allah'ın sevdiği kul haline gelmektir... Günahı, yanlış yolu bırakmaktır, doğru yola girmektir... Allah'ın sevdiği kul olmaktır, Allah'ın sevgilisi olmaktır." En güncel işimiz budur. Hiç değişmeyen, eskimeyen, güncelliğe sahip olan mesele budur. Onun için büyüklerimiz:

190

(İlâhî ente maksûdî ve rıdake matlûbî) "Yâ Rabbi, benim maksûdum, muradım, --Süleyman Çelebi merhumun dediği gibi-- gece gündüz durmayıp istediğim budur: Allah'ın sevgilisi olmak..."

Hocamız Rahmetullahi Aleyh de, onca kerametleriyle, onca faziletleriyle, vefatına yakın zamanda Medine-i Münevvere'de vasiyet etmiş ki: "Her şey boştur... Zenginlik boştur, dünya boştur, mal boştur, mülk boştur... İlim boştur... --İlim de bir vasıta, gaye değil ki-- Müridlik boştur, şeyhlik boştur... Bütün mesele insanın kendisini Allah'ın sevdiği bir kul haline getirmesidir!" demiştir. Hayatın en sonunda söylenen en mühim söz budur!.. En güncel iş budur.

Onun için, hatırlıyorum, bizim fakültemizin bir sekreteri vardı. O da Erzincan'lıydı. Rahmetli Fevzi Efendi... O anlatmıştı. Onların memleketinde bir mübarek hastalanmış... Ölüm döşeğine düşmüş, kendinden geçmiş komada... Başında Yâsin'ler okuyorlar, bekleşiyorlar, dualar ediyorlar... Ruhunu da teslim etmiyor, gözlerini de açmıyor, öyle yatıyor... --Zor. Hayat da zor, ölüm de zor. Allah, asân bir vech ile, iman-ı kâmil ile göçmeyi nasib etsin cümlemize-- Ama, birden mübareğin gözleri bir açılmış, o kadar halsizliğine rağmen yatağın içinde bir doğrulmuş: "Zahmet buyurdunuz yâ Rasûlallah!" demiş.

191

Çok hoşuma gidiyor, anlatılan bu olay... Demek ki, Rasûlüllah SAV Efendimiz teşrif eylemiş, yanına gelmiş; o da, "Ben kimim?.." diye mütevaziliği halâ bırakmıyor... "Ben kimim yâ Rasûlallah, zahmet buyurdunuz! Bana gelmeye değmezdi!.." filân diye... Tabii, onu ahirete almak için geliyor.

Bizim, Erzincan'lı fakir bir komşumuz vardı, İstanbul'da... Hanımı da, kendisi de Allahu a'lem evliyâdan idi. Sessiz, sedâsız... Ayağına bir hastalık isâbet ettiği için, bir ayağını kesmişlerdi ama; ayağının kesilmesi, yüzünden tebessümü kesmemişti. Çünkü, Allah'ın kaderi... Hastalığına da razı, herşeye razı... Hanım anlatıyor: --O da rahmetli oldu, Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin-- Vefatı anında çok şiddetli nefes alıp veriyor, alnı boncuk boncuk terlemiş, ter içinde... "Kan ter içinde" dediğimiz şekilde... Tabii, vefalı hanımı, müslüman zevce bezle alnını siliyor. Şefkatle sormuş, demiş ki: "Efendi, çok mu acı çekiyorsun?.." Yâni böyle nefes nefese... "Ne acı çekmesi hanım!" demiş. "Hocaefendimizle hac yapıyoruz da, bu topal ayağımla arkasından koşacağım da yetişeceğim diye uğraşıyorum." demiş. Allah nasıl gösteriyor vefatını, hac ediyormuş gibi... Vefatın telâşını, hacda hocasına yetişeceğim diye sarfettiği tatlı telâş gibi gösteriyor. Yâni, ölümün acısını çektirtmiyor... Yâni:

192

(Feravhun ve reyhânün ve cenneti naîm) "Rahatlık, hoş kokular; arkasından da Naîm Cennetleri..." İşte bu.

Hocamıza muhalif bir berber varmış. --Babam sık sık anlatıyor. Geçen gün de anlattı; hafızamda tatlı bir şey-- Hocamıza kızmış. Niye kızmış?.. Hocamız Yâsîn Suresi'ni okuttururmuş sabahları... "Sen oku!" dermiş. Bir sayfayı bitirince başka birisine, "Sen oku şimdi!" dermiş. Öbür sayfayı başka bir kimseye okuttururmuş. Buna, "Sen oku!" dememiş. Sen misin demeyen; kızmış mürid şeyhine... Fena halde kızmış. Başlamış her yerde aleyhinde konuşmaya... Babam diyor ki, "Ben de ona alışmışım, benim berberim, gidiyorum. Beni de gördü mü, açıyor ağzını yumuyor gözünü, hocamızın aleyhinde konuşuyor... Fesübhânallah!.. Bir gün telâşla bana geldi." diyor. "Aman beni Hocaefendi'ye götür!.." demiş. Aradan aylar geçmiş; kızgın, kırgın, pür hiddet iken şimdi, "Aman Necâti Efendi, beni hocamıza götür!" diyor. Demiş: "Hayrola, ne oldu?.. Hani, düğün değil, bayram değil!.. Hangi dağda kurt öldü?.. Hani sen hocamıza muhaliftin, ne oldu?.." demiş. Berber demiş: "Bir rüya gördüm. Rüyamda bütün insanlar, büyük bir duvarın önünde bekleşiyorlar. Duvar açılmıyor. --Cennet duvarın arkasındaymış-- Duvarı geçmek mümkün değil, muazzam bir sur... Kapalı. İnsanlar bekleşiyorlar, hasret içinde ağlaşıyorlar. 'Yahu, biz geçemeyecek miyiz? Halimiz ne olacak?' filan derken, öbür taraftan Hocamız (Rh.A.) geliyor; mübarek, duvara bir vuruyor... Haydi... Duvar açılıyor. İnsanların hepsi cennete gidiyorlar..." Bu remizden, işaretten anlamış ki, kendisi hatalı. Gelmiş hocamıza... Hocamız da gık dememiş ona... "Sen bana aylarca gıybet ettin de, aleyhimde şöyle söyledin de, böyle söyledin de..." diye bir söz de söylememiş.

193

Abdülkadir-i Geylânî Efendimiz değil de, ondan sonraki bir şeyh efendinin zamanında, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin dergâhına bir şahıs gelmiş. --Orası Bağdat'ta biliyorsunuz. İmam-ı Azam Efendimizle komşu türbeleri (Kaddesallahu sirrahümâ)... Camisi var, türbe var, tekke var.-- Oturmuş bir kenara, bürünmüş harmânesine... Halifeden davet gelmiş: "Buyurun ramazandır, bu akşam beraberce iftar edelim! Herkes buyursun gelsin... Hoca Efendi, bütün dervişlerini topla al gel!.." O da ilan etmiş: "Halife bizi çağırdı. Ey cemaat-i müslimîn! Bu akşam halifenin davetlisiyiz, saraya gideceğiz, herkes buyursun!.." Bu kenara oturmuş olan kimse demiş, " Ben gelmiyorum!" Yabancı da üstelik. Derviş filân değil, yabancı... "Ben gelmiyorum" demiş. "Sen bana bir asîde tatlısı getir, koy önüme! Sen de nereye gidersen git!" demiş. Allah Allah... Ne biçim derviş, ne biçim misafir?.. Hem davete icabet etmiyor, --davete icabet etmek sünnet-- hem de yüksek perdeden, "Ben gelmiyorum!" diyor... "Sen bana bir asîde tatlısı getir!" diyor, emrediyor... Asîde, hurmadan yapılan bir çeşit tatlı imiş. Şaşırmış herkes... Aldırmamışlar. "Herhalde biraz kafada bir şeyler var... Allah selâmet versin." filân demişler. "Gelmezse gelmesin, ne yapalım?" demişler, kalkmışlar gitmişler... İftar etmişler, akşam namazını kılmışlar. Yatsıyı kılmışlar, gelmişler... Hoca efendi de gelmiş. Yatağa yatmış. Uyumuş... --Ramazanda erken uyuyacak ki, erken kalkacak.-- Rüyada bakmış ki: Bir büyük kalabalık, bir büyük kalabalık, bir nuranî topluluk, bir mübarek insanlar grubu ki, hayran kalmış... Demiş ki, "Bunlar kim?.." Demişler ki, "Bunlar yüzyirmidörtbin peygamber (Salevâtullahi ve selâmühû aleyhim ecmaîn)... "Peki, şu başlarındaki kim?.." "O da, Rasûl-i Ekrem, Nebiyy-i Muhterem, Muhammed-i Mustafâ SAV!.." "Aman, bu benim peygamberim!" demiş, hemen onun yanına doğru koşmuş... Yaklaşmış... Peygamber Efendimiz şöyle ona bakmış, demiş ki: "Bizim sevgili dostlarımızdan birisi geldi, senden asîde tatlısı istedi; hiç oralı olmadın, hiç aldırmadın!.." "Eyvah!" demiş. Telâşından üzüntüsünden uykudan uyanmış. Bakmış hemen, daha vakit yeni... Hemen yataktan atlamış, kapıdan çıkmış, camiye doğru... "Belki oradadır halâ o derviş" diye. Ama, ay aydınlığında bakmış ki, derviş de az evvel kapıdan çıkmış, sokağın öbür tarafına doğru, köşeye doğru gidiyor... "Yâ derviş, dur!.. Bekle, geliyorum!.. Sana asîde tatlısı alacağım!.. Ne istersen alacağım... Azıcık dur, sabret!.." Böyle, ihtiyar haliyle ona yetişmeğe çalışıyor... O da köşede dönmüş, demiş ki: "Yâ, demek ki sana fukaranın birisi, günün birinde hacetini arz etse, bir şey istese --meselâ bir asîde tatlısı filân, neyse-- yüzyirmidörtbin peygamberi şahit getirmeyince vermeyeceksin öyle mi?.." Sonra dönmüş köşeyi... Köşeye kadar gitmiş, bakmış kimse yok...

194

Yine evliyâullahtan birisi, evin içinde... İçinden bir ses ona, "Cimrisin!.. Cimrisin sen!.." diyormuş. "Değilim." diyormuş içinden. "Yahu işte hayır yapıyorum, hasenat yapıyorum, para veriyorum, pul veriyorum..." "Yok, sen cimrisin!.." "Değilim." "Cimrisin, cimri!.." Bakmış ki içinden gelen sesle böyle mücadele etmekten sıkılmış, dışarı çıkacakmış. Ama, az sonra kapı çalınmış... Halifeden bir çavuş gelmiş, demiş ki: " Buyur, halife hazretleri sana bir kese altın gönderdi. Ne yaparsan yap!" "Tamam." demiş. "Para geldi. Şimdi ben bu parayla gidip bir hayır yapayım." demiş. Çıkmış evden... Yolda yürürken bakmış; köşe başında birisi traş oluyor... Eskiden --biliyorsunuz-- köşe başlarına bir sandalye, bir kerevet koyup, berberler öyle traş yaparlardı. Böyle lüks berber salonları vs. sonradan oldu. Bakmış, berberin önünde bir hırpânî adam oturuyor ki, hırpânîler hırpânîsi, fukaralar fukarası bir kimse... "Hah, buna bir hayır yapayım!" demiş. "Bu müstehak bir insana benziyor; yâni, hayra lâyık bir kimseye benziyor." demiş. Yanlarına varmış. "Esselâmü aleyküm!.. Kolay gelsin usta! Sıhhatler olsun efendi!.." demiş. "Al, sana şu parayı veriyorum!" diye fukaraya halifeden gelen keseyi uzatmış. "Al!.." O hiç oralı değil, aldırdığı bile yok... Fakir amma keseye meseye baktığı yok.

195

Fuzulî'nin bir şiiri var, diyor ki:

Fakir oldumsa eğer, kimseden sağınma ke men.
Fakîr-i padişâh âsâ, gedâ-yı muhteşemem.

"Her ne kadar fakirsem de, kimseden daha aşağı değilim. Padişah gibi bir fakirim, muhteşem bir gedâyım." diyor.

O şairce övünüyor tabii. Ama bu da hakîkî bir gedâ-yı muhteşem. Paraya filân hiç elini uzatmamış, hiç almamış; "Al parayı, ustaya ver!" demiş... Elini dokunmuyor paraya... "Ustaya ver, bahşiş olsun... Beni traş etti ya, ustanın olsun." diyor. Dayanamamış; "Yâhu!" demiş, "Bunun içinde çok para var, ustaya çok gelir bu!.." demiş. Adam, gözünün içine bakmış şöyle; "Ben sana deminden beri, cimrisin demiyor muydum?.." demiş... Demek ki, oturduğu yerden, öteki adamın gönlü ile oynuyor. "Sen cimrisin, sen cimrisin!.." diye. Ne sanatsa, ne hünerse, ne basiretse...

Mühim olan işte budur, muhterem kardeşlerim: Allah'ın sevdiği kul olmak... Yoksa, para, pul, makam önemli değildir.

(Femen zühziha anin nâri feüdhılel cennete fekad fâz) "Kim cehennemden yakasını paçasını kurtarabiliyor da cennete kapağı atabiliyorsa, cennete girebiliyorsa; o kurtulmuştur." İşte güncel mesele budur. Başkası tâlî meseledir, önemsiz meseledir, mühim değildir. Her şey fanidir, her şey boştur. Zenginlik de, makam da, reis-i cumhurluk da, başkanlık da, komutanlık da, paşalık da, ağalık da, vezirlik de... her şey boştur. Sadece Allah'ın sevgisini kazanmak önemlidir.

196

Onun için, "İyi bir müslüman olmak, en güncel meseledir." diye aklıma geldi. İlkönce bunları şaka yollu, cemaate söyleyeyim dedim. Çünkü, bunlar benden kimbilir neler bekleyecekler, "Hocaefendi neler söyleyecek?" diye... Ama ben işin onikisini ilk önce bir göstereyim, onikiden bir vurayım da ondan sonra detayı, teferruatı konuşuruz diye düşündüm.

Şimdi, iyi bir müslüman olmak lâzım. Bunun da en önemli şartı, en mühim şartı; faydalı bir kul olmaktır. Yâni, bir adam dağın başına gitmiş, mağaranın içine girmiş, etliye sütlüye karışmıyor. Elinde binlik bir tesbih; gece gündüz Allah'ı zikrediyor... İyi, güzel, Allah mübarek etsin, sevabı çok olsun ama, İslâm'a göre en iyi müslüman; müslümanların arasına katılıp, onların eza ve cefalarına, ve cevirlerine tahammül edip, müslümanlara faydalı işler yapan müslümandır.

(Hayrun nâs,) "İnsanların en hayırlısı, (enfeuhüm linnâs.) insanlara faydalı olandır." Herkesin bildiği bir konudur ama, herkesin uyguladığı bir konu değildir. Herkesin uygulaması lâzım, herkesin bu esasa göre hareket etmesi lâzım!.. Yâni, "Ben, hiç bir işe yaramaz, hiç bir işe karışmaz, ot gibi bir insan mıyım; yoksa, faydalı bir insan mıyım?.. Fayda üretiyor muyum, bir işe yarıyor muyum?.. Başkaları benden bir fayda görüyor mu, bir fayda hasıl ediyor muyum?.. Yâni, müstahsil miyim, yoksa müstehlik miyim?.. --Müstahsil, bir şey üreten demek; müstehlik de bir şey helâk eden demek.-- Yâni, hep yutucu muyum, yoksa ikram edici miyim?.." diye herkesin düşünmesi lâzım. Mühim olan budur... İslâm'ın en büyük güzelliklerinden birisi de budur. İslâm, sosyal yönü tarif edilemeyecek kadar zengin, kuvvetli ve büyük olan bir dindir. İyi bir müslüman da, başkalarına faydalı olan insandır. Yalnız kendisine faydalı oluyor... Hayır.

197

Şam'lı bir misafir gelirdi. İhvan-ı Müslimîn'dendi, büyük bir tüccardı, uyanık bir insandı... Kursları varmış, çalışmaları varmış, İslâmî gayretleri varmış, dernekleri varmış, hizmetleri varmış... filân. Belli, uyanık... Sözü sohbeti çok güzeldi. Şu anda da halâ hapiste, Hafız el-Esed'in hapishanelerinde... --Es'ad değil ha!.. Es'ad derseniz darılırım; çünkü, benim ismime yakın gibi oluyor... Hafız el-Esed... O ayınsız, benimki ayınlı. Esed, babasının adı, Hafız kendisinin adı... Hafız da muhafız manasına; Kur'an'ı ezberlediği için filân değil. Kardeşinin adı da Rifat el-Esed.-- Şimdi halâ hapiste zavallı... Uğraşıyoruz çıkartabilirmiyiz diye. Sağ mı, değil mi, hiç haber çıkmıyor.

O anlatmıştı. --Sağ ise kulakları çınlasın... Allah esaretten kurtarsın, hürriyetini iade etsin... Yine nice İslâmî hizmetleri nasib eylesin.-- Böyle bir sohbet etmiştik. --Şamlıydı ama Hocamızın ziyaretine gelirdi.-- Demişti ki: İbrahim Aleyhisselâm, oğlu İsmail ile, kan ter içinde Kâbe'yi bina ederken, taşları getirmişler üst üste koymuşlar... Kâbe'yi bina etmişler. Tabii, kâbe'nin yeri eskiden beri mukaddes, eskiden beri mübarek... Hazreti Adem'den beri mâlum bir yer ama, sel yatağı... Zaman zaman yıkılmış, zaman zaman da peygamberler orayı tamir etmişler... İbrahim Aleyhisselâm binayı kurmuş, çatıyı çatmış, tamamlamış. Aşk ve şevk içinde... Allah'ın emriyle yapıyor, ileride hac edilecek bir binâyı yapıyor. Mübarek bir yer.

198

(İnne evvele beytin vüdıa linnâsi lellezî bibekketen mübâreken ve hüden lil âlemîn. Fîhi ayâtün beyyinâtün makamı ibrâhîm.) (Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de, alemler için mübarek ve doğru yol gösteren Kâbe'dir. Orada ap açık deliller vardır, İbrahim AS'ın makamı vardır.)

Tabii, bunu böyle aşk ile, şevk ile yapmış; sonra dört köşesinde dört tane namaz kılmış... --Bir köşesi Hacer'ül Esved köşesi; "Bismilâhi Allahu ekber" diye istilâm ederek başlıyoruz tavafa... İkinci köşesi Rükn-i Irakî köşesi... Dönülüyor şöyle, yarım daire şeklindeki duvardan; üçüncü köşesi Rükn-i Şâmî, Şam köşesi... Yâni öbür köşe Irak tarafına rastlıyor, burası Şam tarafına rastlıyor. Aralarında Altınoluk ve Hatim var, Hicr-i İsmâil var... Öteki köşe de Rükn-i Yemânî; o da Yemen'e doğru bakıyor... Kâbe'nin duruşu şöyle: Hacer'ül Esved doğuya gelir, Rükn-i Şâmî batıya gelir. Duruşu biraz çaprazcadır.-- Her köşesinde bin rekat namaz kılmış İbrahim Aleyhisselâm... --Bizim Suriyeli İhvân-ı Müslimîn'deki kardeşin hatırası olarak anlatıyorum.-- Az değil bin rekat... Kolay da değil, çabuk da bitmez. Sonra dua etmiş, demiş ki: "Yâ Rabbi, bu ibadeti senin rızan için yaptım. Bu namazı senin için kıldım. Acaba senin indinde bundan daha makbul bir ibadet var mı?.." Bin rekat namaz kıldı ya Kâbe'de... Kâbe öyle bir yer ki, Mescid-i Haram öyle bir yer ki; orda kılınan bir namaz, başka bir yerde kılınan namazdan yüzbin misli daha sevaplı... Mekke, Mekke-i Mükerreme orası... "Evet yâ İbrahim!" buyurmuş Rabb'ül Alemîn; "Evet yâ İbrahim! Bir fakirin kursağındaki bir lokma ekmek, bence daha kıymetli!.." Neden?.. Orada bir başkasına yardım ediyorsun, burada kendine hizmet ediyorsun.

199

Ebul Hasenil Harakanî Hazretlerini ziyarete gitmişler dervişler... Büyük şeyh, kerametleri zahir... Kapısını çalmışlar. İçerden bir ses, sert bir şekilde, "Kim o?" demiş. Misafir böyle mi karşılanır?.. "Efendi Hazretleri evde mi?.." demişler. "Ne yapacaksınız o bunağı?" demiş. "Ziyarete geldik efendim!" demişler. "Dağdadır, şimdi gelir, bekleyin biraz!.." demiş. Alah Allah... Sert bir ifade... Biraz sonra dağ yoluna gitmişler. Rivayete göre, Ebul Hasenil Harakanî Hazretleri arslanlara odunları yüklemiş öyle geliyor... Merkep filân kullanmıyor, dağdaki arslanları kullanıyor, öyle geliyor... Bu hale hayret etmişler. Evdeki hale hayret etmişler. "Efendim, sizden önce kapıyı çaldık. Söylemeye utanıyoruz. İşte hık mık..." Anlamış tabii mübarek, demiş ki: "İşte ona tahammülümüzden, evdeki o arslana tahammülümüzden, Allah bize dağdaki arslanları musahhar eyledi!.. Dağdaki arslanlar bizim emrimize münkad..." Yâni, tahammülden sevap kazanıyor.

Aradan bir zaman geçmiş, yıllar geçmiş; aynı dervişler uzak diyarlardan yine ziyaretine gelmişler Şeyh Efendinin... Yine kapıyı çalmışlar ama, ödleri patlıyor; yine içerden azar işitecekler diye. Bir daha çalmışlar kapıyı... İçerden "Kim o?" denilmiş. "Efendi Hazretleri evde mi acaba?.. Ziyarete geldik." demişler. "Evde değildir ama, kapıyı açıverin, mahzuru yoktur! İçeri girin, sağ tarafta bir kapı vardır. Oda serbesttir, oturabilirsiniz. Yorgunsanız uzanın!.. Orda dolap vardır, dolaptan yemekleri alabilirsiniz. Rahatınıza bakın lütfen!.." denilmiş. Aaa... Hayret etmişler bu sefer gene... Çünkü evvelkinde epeyce bir zılgıt işitmişlerdi. Hakikaten biraz sonra kapı açılmış, Hoca Efendi Hazretleri içeri girmiş, "Esselâmü aleyküm!" demiş. Kalkmışlar, elini öpmüşler... "Efendim," demişler, "bir şeye şaştık: Geçen sefer ne imtihandır bilmiyoruz, bizi pür hiddet, pür şiddet, pür gayz, pür kin öyle bir sert karşıladılar ki kapıda; ödümüz patladı. Bu sefer de korka korka geldik; fakat, çok güzel bir karşılamayla karşılandık. Çok izzet ve ikram olundu bize!.." "Haa, o ötekisi öldü, sizlere ömür!" demiş. "O, benim yumağımı sarardı, bu kendi yumağını sarıyor." demiş. Ne demek istiyor?.. Yâni, o evvelkine tahammül ettikçe, ben sevap kazanıyordum... Bu kendisi sevaplı işler yaptıkça, kendisi sevap kazanıyor; bana bir şey kalmıyor. Bende tahammül gibi bir durum, bir sabır ihtiyacı hasıl olmuyor. Bu kendisi sevap kazanıyor.

200
201 ilâ 220. sayfalar