Bir şey daha benim --zafer hususunda, galebe hususunda, başarı hususunda-- çok dikkatimi çekmiştir; İslâmî bir motif olarak, önemli bir nokta olarak size iletmek istiyorum: Mekke fethedildi, Kureyş bitti, hasımlar dize geldiler, müşrikler iman ettiler... Bazı kabilelerin Taif tarafından geldikleri öğrenildi. Mekke'nin muzaffer ordusu, başlarında Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ (Aleyhi efdalüs salevât, ekmelüt tahiyyât vet teslîmât) ve mübârek sahabesi (Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) Taif tarafına yöneldiler ve dediler ki; "Nerde Bedir'deki durum, nerde şimdiki durum!.. Bedir'de savaşırken biz düşmanın üçtebiri kadardık; askerimiz techizatsızdı, güçsüzdük... Şimdi ne kadar büyüğüz, ne kadar kuvvetliyiz, adedimiz de fazla!.." Ve, savaş başladı. Öyle bir perişan oldu ki sahabe ordusu...
(Ve dakat aleyhimül ardu vemâ rahubet...) "Yeryüzü geniş olmasına rağmen, size dar geldi. Sonra sırtınızı dönüp de düşmandan firar edip kaçtınız da, idbar ile, hezimet ile dönüp gitme durumuna bile geldiniz!.." deniliyor.
Bu beni çok etkiliyor muhterem kardeşlerim!.. Ordunun başında Peygamber SAV Efendimiz var ama, ordunun mensupları sahabe-i kiram amma, mü'min insanlar amma, zaferi adette sandıkları için yenildiler!.. Zaferi sayıda sandıkları için, yâni Allah'dan gayriden fayda geleceği hatasına bir an düştükleri için, bir an hezimeti tattılar. Ondan sonra, Allah yine galib eyledi.
Onun için muhterem kardeşlerim, gurur ve ucub bizim en büyük düşmanımızdır. Takvâ, en önemli şiarımızdır. Niyetimiz halis olursa, takvâ ehli olursak; gururdan, ucubdan, kibirden ve hıyanetten, Allah'ın yasakladığı bir takım menfî vasıflardan müberrâ ve münezzeh, yıkanmış ve pâk olursak, mutahhar olursak, o zaman başarı kazanabiliriz!.. Zaten başarı kazanmak da bizim için önemli değil ama, Allah emrettiği için Allah'ın dinine hizmet etmemiz lâzım... Sonuç da bizim için önemli değil, var gücümüzle çalışmamız lâzım. Ama, çalışmada takvâ şiarımız olması lâzım.
Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(İn yensurkümullahü felâ galibe leküm) "Eğer Allah size yardım ederse, kimse size galip gelemez, kimse sizi yenemez!.." Allah yardım ederse kimse yenemez. Firavun'un ordusu, silahsız Musa AS'ın ashabına erişemedi, zarar veremedi. Neden?.. "Yakalandık eyvah, mahvolacağız!.. Kesecekler bizi, asacaklar!.." dediler. Mûsâ AS dedi ki:
(Kellâ innemaiye rabbî seyehdîn!..) "Aslâ, Rabbimiz yanımızda, o bana yardım edecek!" dedi. O yakınlığı hissetti, çâresizlik içinde çârenin Allah'dan olduğunu bildi. Firavun mahvoldu...
Peygamber Efendimiz de mağaranın önünde müşrikler dolaşırken:
(Lâ tahzen, innallahe meanâ!) buyurdu. "Yâ Ebâbekir, hüzne düşme, mahzun olma, ağlama, üzülme!.. Kendin için tabii telâş etmiyorsun, benim için telâş ediyorsun... Üzülme, Allah bizimle beraberdir!" buyurdu. "Üçüncüsü Allah olan iki kişinin hali hakkında ne dersin yâ Ebâbekir?!.." dedi. O bakımdan, Allah'la beraber olmak galebenin en mühim şartıdır, zaferin en mühim şartıdır muhterem kardeşlerim!.. Bunu hiç unutmayalım!..
Hani, organizasyonumuz var, şirketlerimiz var, sermayemiz var, gelişiyoruz, dergilerimiz... vs. Allah yanında ise, zafer senin!.. Ama, Allah yanında değilse, bunların hepsi bir varmış bir yokmuş, hepsi masaldır... Bunu hiç unutmayın!..
(Ve in yahzulküm femenzellezî yensurküm min ba'dih?..) "Eğer Allah yardımını keserse, size kim yardım edebilir ondan sonra?.." Hiç kimse!.. Zaten biz nasıl ayakta duruyoruz, nasıl sağ duruyoruz?.. Nasıl yaşıyoruz?.. Hayret edilecek bir şey... Bir santimetreküb havada beşmilyon mikrop varsa, biz nasıl sıhhatte duruyoruz?.. Etrafımızda bu kadar azılı İslâm düşmanları varken, biz nasıl hür ve ayakta durabiliyoruz?.. Nasıl namaz kılabiliyoruz, nasıl ibadet edebiliyoruz, nasıl İslâm için çalışmaktan bahsedebiliyoruz?.. Her şey Allah'ın lütfuyladır. Allah yardımını çekmesin diye, Allah'ın dostu olmak zorundayız. Mühim olan budur, muhterem kardeşlerim!..
Bilgi lâzım diyoruz. Bilginin de tabii vehbîsi vardır, kesbîsi vardır, ledünnîsi vardır. Ledün, taraf demek. İlm-i Ledünnî, Allah tarafından verilen ilim demek. Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki:
(Vettekullah ve yuallimükümullah) "Siz takvâ ehli olun, Allah size öğretir." Tasavvuf bir bilgi kaynağı mıdır?.. Evet, bir bilgi kaynağıdır. Çünkü takvâ ehli olursan, Allah öğretir... Öğretir, bilmediğini öğrenirsin.
(Emseytü kürdiyyen ve asbahtü arabiyyen) buyurmuş ariflerden birisi. "Vallahi geceleyin cahil, ümmî bir Kürd olarak yattım; sabahleyin sanki Arabmışım gibi, ulûm-i arabiyyeyi yutmuş olarak, arif bir kimse olarak kalktım." diyor. Tarihte, Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî'nin yanındaki Hüsameddin Çelebi onun soyundanmış, o şeyhe mensub bir kimseymiş. Gece Kürd, sabahleyin Arab... Gece cahil, sabahleyin alim... Gece gözü perdeli, sabahleyin arif ışıl ışıl...
Hadis-i Şeriften de delilimiz var: "Kul Allah'a yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır... Nihayet, Allah onun gören gözü olur, işiten kulağı olur, söyleyen dili olur, tutan eli olur, yürüyen ayağı olur... Onunla tutar, onunla yürür, onunla görür, onunla işitir, onunla söyler..." Onunla söyleyince de, o zaman her şey olur, herkes de şaşar... Kerameti inkâr ediyor, şaşıyor. Şaşılacak şey zaten... Allah verdi mi, başkalarını şaşırtacak şeyi verir. Sonra:
(Vellezîne câhedû fînâ, lenehdiyennehüm sübülenâ) kaidesi vardır. "Allah yolunda hizmet edenleri, Allah CC başıboş, sergerda, şaşırmış, hayran bırakmaz." Allah, kendi yolunda yürüyene yollarını da gösterir. "Kulum, şurdan gideceksin, orada kalırsın!" diye hidayet eder, ihsan eder, ikram eder. Sonra:
(İn tensurullahe yensurküm ve yüsebbit akdâmeküm) "Siz Allah'a yardım edersiniz, Allah da size yardım eder; ayaklarınızı kaydırtmaz, sabit tutturur, sağlam bastırır." buyuruluyor.
Onun için ben, konuşmaların özetini yapmayı değil de, zaten hocaların, ilim erbabının söylemiş olduğu şeylerin yanında, benim bildiğim bazı önemli noktalara işaret etmek için, bunlara dikkatinizi çekiyorum. Takvâ olmazsa; Allah'a yardım, Allah'ın dinine hizmet fikri olmazsa sonuç olmaz. Olsa da kıymeti olmaz. Sevap olmadıktan sonra, Allah'ın rızası olmadıktan sonra bunların hepsi boştur.
"Et-Terğîb vet-Terhîb" kitabının birinci cildinde müthiş bir hadis-i şerif vardır: "Cehennemin ateşinin ilk tutuşturulduğu kimseler üç kişidir." diyor. Soba yakılırken çıra kullanıldığı gibi... Bunlardan birisi: Bir kişi ki, müslümanlarla kâfirler arasında yapılmış olan savaşta ölmüş; mahkeme-i kübrada huzur-u Rabbil İzzet'e getiriliyor. Konuşuyor, diyor ki: "Yâ Rabbi, müslümanlarla kâfirler savaşa tutuştu. Ben de katıldım savaşa, işte öldüm, huzuruna geldim. Yâni, şehid oldum..." "Hayır, yalan söylüyorsun, söylediğin söz doğru değil! Sen, ne kahraman adam desinler, ne cesur adam desinler, ne bahadır adam desinler diye çarpıştın!.. Atın bunu cehenneme!" diye cehenneme sevkini istiyor.
Zengin bir kimse getiriliyor. Diyor ki: "Yâ Rabbi, senin için malımı harcadım, işte hayrat ü hasenât yaptım..." Ona da, "Yalan söyledin, yalan oldu söylediğin söz! Sen, ne kadar cömert adam desinler diye, medhetsinler diye, övünmek için yaptın bu işleri!.. Atın bunu cehenneme!" deniliyor.
Bir alim getiriliyor huzura... "Yâ Rabbi, ben senin için ilim öğrendim, başkalarına öğrettim." diyor. "Sen de yalan söyledin, senin de sözün yalan oldu! Sen. ne kadar alim adam desinler diye, alkışlanmak için, beğenilmek için yaptın bu işi!.. Onun için bunu da atın!" deniliyor.
Demek ki, her şeyde ihlâsın büyük önemi var. İhlâs olursa, niyet iyi olursa kıymetli... Niyet iyi olmazsa, şehidlik olmuyor... Niyet iyi olmazsa, hayır hasenât kabul olmuyor... Niyet iyi olmazsa, yapılan faaliyetlerin kıymeti olmuyor... Ahirette böyle feci duruma düşülüyor. İsterse dünyada insanın heykelini diksinler, kıymeti yok...
Onun için muhterem kardeşlerim, başarımızda riayet etmemiz gereken meselelerin başında; başarı kazanmak için, çalışmalarımızın devamında iyi sonuçlara ulaşmak için, yapmamız gereken işlerin başında neler var, neler gelir diye sıralamak gerekirse; ilk sırada imanımızın, takvâmızın, ihlâsımızın olması gerektiği ayetlerle ortaya çıkıyor. Bunu kontrol edelim. "Biz bu hayrı, bu hizmeti, bu vakıftaki çalışmayı, şu atılımı, şu parayı vermeyi niçin yapıyoruz?" diye herkes kendi kendisine sorsun. İmanından dolayı, Allah'tan korktuğu için, ihlâsla, Allah'ın rızasını kazanmak için, insanlardan bir alkış ve fayda beklemeden yapıyorsa; tamam, bu birinci merhaleyi aşmış demektir. İman, ihlâs, takvâ sahibi bir kimse olarak; maddî menfaat beklemeyen, insanlardan alkış ve aferin beklemeyen bir insan olarak çalışmasına devam etsin.
İkincisi: Çalışmalar birden, hemen sonuçlanmıyor... Şimdi, biz nasıl bu işe bulaştık?.. Yâni bizim grubumuz, mânevî holdingimiz bayağı bir büyük holdingdir elhamdülillah!.. Türkiye hudutları içinde de değildir sadece... Hudutların da dışındadır. Nasıl?.. Bir zayıf karınca gibi başladık Yâni, bizim bu şirketlerimizin bir sermayesi yoktur. Sermayesi büyüklerimizin himmeti, Allah'ın lütf u keremidir. Sıfırdan başlamıştır, sıfır sermaye ile buraya ulaşmıştır. Bütün çalışmalarımız böyledir. Müslümanlar olarak beleşçi bir milletiz biz zaten... Biliyoruz beleşçi olduğumuzu... Her şey Allah'ın lütfundan, hiç bir şey bizden değil!.. Her şey Allah'ın mahzâ ikramıyla oluyor. Ama, belli bir noktadan sonra gelişmenin hızı da fazlalaşıyor. Yâni, âlet ve edevat mükemmelleştikçe daha süratle gelişiyor ama, temel sağlam atılmışsa, temel takvâya dayalıysa... Bakın, takvâ temeline dayanmayan bi mescidi dahi Kur'an-ı Kerim'de Allah, rasûlüne "Orada namaz kılma!" diye kötülüyor ve yasaklıyor orada namaz kılmayı habibine!.. Onun için takvâ önemli. Ondan sonra da sabır ve sebat geliyor.
Osman-ı Gazi Hazretlerinin, oğlu Orhan-ı Gazi Hazretlerine çok güzel nasihatleri vardır. Diyor ki: "Evlâdım, kibre gurura düşme!.. Benden ibret al ki, ben buraya bir murçe-i zaif gibi geldim. (Mur, karınca demek.) Yâni, bir küçük karıncacık gibi geldim." Bir obanın beyi, bir oymak beyi olarak geldi. Amma, göbeğinden bir manevî ağaç çıktı ki, nesl-i pâkinden koca Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye oldu arkasından... Küçücük bir aşiret beyi iken, Allah ona nasib etti. Şair diyor ki: "Cihangirâne bir devlet çıkardık, bir aşiretten!" Bu söz doğru değil! Aşiretten devlet çıkmış değil. Devletimiz çok eskilerden beri var, devam edip gidiyor. Yalnız, Allah bir aşiretin başındaki kimseye takvâsından dolayı, ötekilerden farklı bir gelişme nasib edip, devletin yönetilme şerefini ona bahşediyor.
Yoksa, onlardan önce Selçuklular var... Selçuklulardan önce Gazneliler var... Gaznelilerden önce Karahanlılar var... Karahanlılardan önce bilmem şunlar var, bunlar var... Devlet tecrübesi, devlet geleneği zaten güldür güldür geliyor. Aşiretten devlet çıkmış değil; oturmuş bir tecrübe ve adalet temeline dayalı bir devlet var.
(El adlü esâsül mülk) "Mülkün temeli adalettir." Mülk deyince millet karıştırıyor; emlâki, apartman vs. yi anlıyor. Mülk, egemenlik demek, hakimiyet demek. "El adlü esâsül mülk" demek; hakimiyetin, yönetmenin, devlet olmanın temeli adalettir demek. Adaletle hareket edersen devlet olursun, o esas üzerinde pâyidâr olursun, asırlarca sürersin demek.
Osmanlıların cihan tarihinde az görülen, uzun zamanlar parçalanmadan bir devlet olarak kalmasının sırrını araştıran insanlar, araştırıcılar şaşırıyorlar "Nerede bunun sırrı?.." diye. İşte, bu İslâmî prensiplerde... Temeli adâlet... Temeli adalet olduğu müddetçe, sağlam temeller üzerinde, sağlam, güçlü bir devlet... Yâni, bir murçe-i zaif gibi iken, bir küçücük karıncacık gibi iken, sonra devlet sahibi oluyor... Sonra Devlet-i Âliyye oluyor... İmparatorluk değildir, devlet-i âliyye'dir; çok büyük fark vardır aralarında!..
Demek ki sabr ü sebat etmek lâzım, devam etmek lâzım. Devam ettiğiniz zaman, daldaki ekşi koruk, bakarsın helva olmuştur. Nasıl helva oluyor, ekşi koruktan helva olur mu?.. Sabırla olur. Beklersin, koruk olgunlaşır; olgun, tatlı bir üzüm olur. Onu sıkarsın pekmez olur. Ondan sonra da yaparsın tatlı olur. "Sabırla koruk helva olur." dedikleri o.
İşin merhaleleri vardır. "Step by step" (adım adım, derece derece) merhalelerden geçilir ve spekülatif çalışmanın bir faydası yoktur. Şartlarını yerine getirmeden yürüdüğünüz zaman, teşekkülatını tamamlamamış bir gelişme ilerde büyük çatırtıyla çöker. Elbette sabır ve sebat lâzım geliyor.
Zaten Allah'ın en sevdiği vasıflardan birisi de sabırlı olmaktır. Allah sabırlılarla beraberdir. Allah'ın sizinle beraber olmasını, veyahut sizin Allah'la beraber olmanızı istermisiniz?.. Sabırlı olun.
(İnnallahe maassabirîn) (Vallahü yuhibbussabirîn) Allah, sabredenleri sever ve yanındadır. Gerçi hepimizin yanında, kâfirin de, müşrikin de yanında ama,
(Vehüve meaküm, eynemâ küntüm) maiyyetinden başka bir maiyyet bu... Sevgi ile beraber olmak, yanında olmak... Yâni onu sevmek, onunla beraber olmak... Onun için sabrı şiar edineceksiniz.
Sabr etmek için de, sabredilecek bir şeyler olacak demektir. Onun için, bir arkadaş geçen gün bana; baktı biraz gelen gidenimiz fazla, münakaşalar oldu huzurumuzda... Biz de hakem olduk, iki tarafı dinledik. Zaman geçti, dişimiz ağrıyor, filân... "Allah sabrınızı artırsın!.." dedi. Yâni acıdı bana. Diş ağrısıyla hakemlik filân kolay olmuyor tabii. Ben ona dedim ki: "Böyle dua etme! Çünkü sabra dua demek, belâ gelsin de ona sabret demektir. Allah şükrünü artırsın de!.." Çünkü, nimetten şükür olur. Allah sana sabır versin, sabrını artırsın... Yâni önce belâ istiyor, sonra o belâya sabredecek... filân.
Onun için tabii, biz size belâ istemiyoruz ama, yarin yolu biraz meşakkatlidir; geceler uykusuz geçer... Aşıkın da biraz huzuru, rahatı olmaz... Yâni, böyle bir şey olunca feryad etmeyin, sabredin demek. Sabr ü sebat başarının önemli mânevî şartlarından birisi oluyor.
Sonra başımızın tacı ilim!.. Alimler başımızın tacıdır, hocalarımız da başımızın tacıdır. İslâm ilme çok büyük önem veriyor, alime çok büyük önem veriyor. Ama nasıl: "Bana bir harf öğretenin, ben kölesi olurum!" buyuracak kadar ilme sevgi veriyor İslâm, mü'minlerin kalbine... Harf öğretiyor!.. Yâni, maneviyatı öğretmek, asıl mürşid olmak filân değil... Harf öğretenin bile kölesi olurum diye bir şey. "Çin'de bile olsa, alın!" diyor. Hikmet, maneviyat Mekke'de, Hicaz'da... Çin'de bile olsa ilmi alın ne demek?.. Gayr-i dinî olan ilimler de lâzım, hepsi lâzım. Ve, bir ilimde müslümanlardan hiç bir temsilci ve hiç bir araştırıcı olmazsa, bütün müslümanlar vebal alırlar!.. Çünkü, oraya bir elemanlarını ayırmamışlar, göndermemişler.
Dünya üzerinde ne kadar ilim varsa, o kadar ilimlerde müslümanların çalışan elemanları olması lâzım. Eğer yeni yeni birtakım, adını yeni duyduğumuz duymadığımız ilimler var da, müslümanlar onu bilmiyorlarsa; o zaman bütün ümmet vebal altında kalır. Neden?.. Şurada bir zavallı, yoksul, gariban ölse, cenazesini kimse kaldırmasa, bütün ümmet mes'uldür. Ama, üç kişi kaldırıp cenâze namazını kıldı mı, öteki ümmetten o farziyyet düşer. Çünkü, farz-ı kifâyedir; birisi yaptı mı, ötekisinden kalkıyor... İlim de öyledir. Bütün ilimlere sarılmalıyız.
İlimlerin tasnifi vardır:
1. Âlî ilimler: Yüce ilimlerdir.
2. Âlet ilimleri : Âlî ilimleri elde etmeye yarayan, vasıta, araç durumunda olan ilimlerdir.
Muhakkak ki, ilimlerin en yükseği, Allah'ı bilme ilmidir, ma'rifetullah ilmidir amma, bugün artık acı tecrübelerle çok iyi olarak biliyoruz ki, ihmal edilen dünya bilgisi de, müslümanlara bir ahiret azabı sebebi olabiliyor!.. Bir müslüman ülkenin felaketine sebep oluyor, düşman karşısında hezimetine sebep oluyor; yıkılmasına, ezilmesine, zulme uğramasına sebep oluyor. Onun için, ilimlerin hepsi bizim için sevimlidir, sevgilidir, muhteremdir, baş tacıdır... Ben en son, yavaş yavaş böyle ekonomik ilimlere, iktisadî ilimlere daha çok önem vermeye başladım. İşletmecilik vs. Beşir Bey'e de söyledim, bizim buradaki dinleyicilerin 11-12 si (%5 i filân) dedim --galiba rakam aşağı yukarı tuttu-- bu ilimlerdedir diye.
Her ilmin kıymeti var ve herkes birtakım şeyleri en iyi tarzda yapmayı öğrenmeli!.. Yâni, kılıç yapıyorsa, kılıcının üstüne kılıç olmamalı.. Kılıcını öbür tarafa vurduğu zaman, onu ikiye kırabilmeli... Havaya tül atıldığı zaman, kılıç altta dururken, tül aşağıya dökülürken kılıcın üstünde ikiye ayrılabilmeli... Böyle güzel olmalı. Müslümana yakışan, yaptığı işi güzel yapmaktır, tekniğine uygun yapmaktır, en mükemmel yapmaktır. O bakımdan, dinî bir heyecanla, ilim ve tekniğe çok büyük önem veriyoruz!..
Bakın, burda mühendis kardeşlerimiz var, doktor kardeşlerimiz var, hakim kardeşlerimiz var, işletmeci kardeşlerimiz var, isimlerini sayamadığımız çok çeşitli mesleklerden kardeşlerimiz var... Hepsi muhterem! Hepsi, kendi dalındaki bilgi birikimini İslâm'ın hizmetine verebilirler ve bazan İslâm'a çok daha büyük faydalar sağlayabilirler. Yâni, o ilim dalında bize göre küçük gibi görünen bir şeyle, büyük bir fayda sağlanabilir.
Tabii, --Beşir Bey çok güzel vurguladı-- tek tek iyi yetişmemiz gerekiyor. Zaten tasavvuf bu!.. Tek tek iyi yetişeceğiz, her yönden iyi yetişeceğiz ve dünya piyasalarında rekabete; kendi dalımızda dünya şampiyonluğuna oynayacağız. Yâni, kim varmış bu sahada?.. Falanca Japon!.. Göreyim bakalım eserlerini!.. Filânca Amerikalı!.. Gelsin bakalım, eserlerini bir getirin, okuyayım bakalım!.. Falanca mecmuada bir makale yazmış... Gelsin bakalım neymiş?.. Böyle olmalı; yâni, kendi dalında dünyanın neresinde ne neşredilmişse, onu takib edebilmeli... Meslekî mecmuaları takib edebilmeli. Parası yetmiyorsa, kütübhanelere gitsin!.. Kendi mesleğinin fakültesine gitsin. Fakülte kütübhanesinde mutlaka vardır; arasın, bulsun, okusun... Ve, kendi mesleği için haftanın bir zamanını ayırsın, bir gününü ayırsın. "Ben kendi mesleğimdeki yeni gelişmeleri takib etmek istiyorum." diye mutlaka çalışsın.
Muhterem kardeşlerim, ilmin en yeni verileri mecmualardır. Kitap, çıkar çıkmaz eskir. Çıktığı anda eskimiş demektir... Kitap, klasik bilgileri verir. O klasik bilgiler eskimiştir, uzun zaman elenmiştir, konuşulmuştur, kitaba girecek hale gelmiştir. En yeni bilgiler, meslekî mecmualardadır. Onun için, meslekî kecmuaları takib seviyesine gelememişseniz, çalışmalarda ilim ve teknik şartını yerine getirmemişsiniz demektir.
Meslekî mecmuaları takib edin!.. Meslekî eğitim müesseselerinizin yayınları kütüphanenizde bulunsun!.. Avukatsanız, hukuk fakültelerinin neşriyatı; iktisatçıysanız, iktisat fakültelerinin, işletme fakültelerinin neşriyatı yanınızda bulunsun!.. Ama mecmualar, önce mecmualar!.. Çünkü bir doktor, bir araştırma görevlisi, bir yardımcı doçent, bir doçent, bir profesör yeni bir şey yazar... Yâni, eskiyi tekrar etmek olmaz. Eskiyi tekrar ayıptır, ilim adamı için... Yeni bir şey yazacaktır. Bu yeni şey de mecmuada olur. Onun için, mecmuaları takib etmeniz gerekiyor.
Bir pratik tecrübedir bu, belki başka yerde duymadığınız bir sözdür amma: "Mecmuaları takib seviyesine gelemediğiniz bir ilim dalında, söz sahibi olamazsınız!.." O seviyeye gelmeniz, o detaya inebilmiş olmanız gerekiyor.
Sonra, kendi mesleğinizden olan insanlarla irtibatınız olması lâzım!.. Hukukçuysanız, hukukçu mesleğinizdeki muhterem kimselerle, profesör ağabeylerinizle, vs. ile; teknik elemansanız o dalda, doktorsanız o dalda, o sahanın güzîde isimleriyle ilgili, irtibatlı olmanız lâzım!.. Velev, tamanen bizim fikrimizde olmasa bile...
Konuşmacılar bu şeyi ifade ettiler. Çünkü, ilmin vatanı da yoktur, bir şahsa bağlılığı da yoktur. İlim ilimdir; Alman'dan da alınır, İsveçli' den de alınır, Türkiye'deki bir başka şahıstan da alınabilir. Senin gibi camiye gelmiyordur, senin gibi namaz kılan bir kimse değildir ama, ilim adamı ise, onunla az çok bir iyi münasebet içinde olmaya çalışmamız lâzım.
Yapmak istediğiniz şeyi en güzel şekilde yapmaya çalışın ve kullandığınız araç en güzel olsun!.. Ben onun için, yanıma şöyle bilgisayar tarzında, adres defteri gibi bir şey var, ondan aldım ama, daha kullanmasını öğreneceğim inşaallah... İnşaallah oraya yazacağım... Bilgisayar kullanmayı öğrenin!.. Çünkü, süratle arayıp buluyorsun, tasnif etme imkânları oluyor... vs. Databanklara üye oluyorsunuz, ordan bilgiyi alıyorsunuz... Amerika'da bir yere bağlanıyorsunuz, oranın kütüphanesinden istediğiniz neşriyatı, evinizdeki ekrana getirmek mümkün oluyor... Bugün çok güzel bir şey!.. Ben eskiden, kütüphaneler niye beşte kapanıyor diye kahrolurdum. Çünkü, dörtbuçukta adam gözümün içine bakmaya başlardı. Beşe çeyrek kala, "Lütfen hocam, kitabı verirmisiniz?" derdi; saat beşte kapanacak diye... Ben de sabah akşam oraya gidiyordum. Bir sohbet açsak, iki dakikam kaybolsa üzülürdüm... filân. Eh evinde, ekrandan istediğin bilgi gelecek karşına... Çok güzel bir şey.
Bunlardan istifade etmek için yabancı dil gerekiyor. Mutlaka çok güzel yabancı dil bileceksiniz!.. Bir müslüman olarak İslâm'ı onlara anlatmamız bakımından da lâzım, o bilgileri almamız için de lâzım... Bu hususta şöyle bir kitap basmış kardeşlerimiz: "Başarının Prensipleri" diye. Onu da okursanız bir fikir verir. Bundan daha güzel kitaplar da vardır amma, bu kolay anlaşılan bir kitaptır... Daha detaylı kitaplar vardır, sonra onlara geçersiniz. Hiç olmazsa bunu bir okuyun, bazı konuların önemini zihnimizde tutmamız gerekiyor.
Sonra, başarının manevî faktörlerinden çok önemli bir faktör: "Sevgi, saygı ve güzel ahlâk!.." Bu çok önemli. Birbirimizi seveceğiz, birbirimizin dışındaki insanlarda da sevilecek bir şeyler bulmağa çalışacağız. Şimdi ben 1975 yılında Almanya'daydım. Araba almam gerekmişti. Adamla güzel bir şeyler konuşacağım. Dükkân sahibi elini uzattı, merhaba dedik. Ondan araba alacağım; satıcı o, alıcı ben... Aklıma geldi, "Hazret-i Adem'den kardeşiz!" dedim. Hazret-i Adem'in evlâdı ya bütün insanlar... Tebessüm edebilmek için başka bir şey bulamadım orda; Hazret-i Adem'den kardeş olduğumuzu söyledim. Yâni:
Benî Âdem, a'zâyı yekdîgerest.
"Ademoğulları birbirlerinin parçasıdır, benzeridir, aynı anne-babadandır." O bakımdan, herkeste bir sevilecek taraf bulmaya çalışmalı ve saygıda kusur etmemeli... Sevgide, saygıda, güzel ahlâkta, konuşmada, davranışlarda falso olmamalı...
Batıda sevgi, kuru seremoni halindedir, bizde öyle değildir. Bizde sevgi içtendir... Bizde sevgi fedakârlığı meydana getirecek tarzdadır, samîmîdir, samîmiyettir. Çünkü, "Din samîmiyettir!" diyor Peygamber Efendimiz... Din samîmiyettir: Allah'a karşı samîmiyet, Resûlüllaha karşı samîmiyet, Kur'an-ı Kerim'e karşı samîmiyet, yöneticilere karşı samîmiyet, mü'minlerin umumuna karşı, hepsine karşı samîmiyet, halis niyet beslemek... Yöneticilere karşı sevgi-samîmiyet, dalkavukluk demek değildir. Samîmî olan bir baba, oğluna acı da söyler. Dost acı söyler, düşman güldürür. İcabında tenkid edersin ama, severek tenkid ettin mi, karşı taraf kabul eder. Kızarak, bağırarak doğru bir sözü söyledin mi, karşı taraf reaksiyon gösterecek bir şey bulur; kabul etmemek için bir çare bulur.
Onun için, yapmacık olmayan, maske olmayan bir sevgi ile insanları sevmeyi ve saymayı; ve güzel ahlâk müslümanın şiarı olduğundan, güzel ahlâkı sergilemeyi önemli bir konu olarak --konuşmacılar da söz arasında temas ettiler, işaret ettiler sağolsunlar-- ben de vurguluyorum, üstüne basıyorum. Mutlaka güzel ahlâklı olmalıyız!.. Mutlaka, iyi tesir bırakan insan olmalıyız!..
Güzel ahlâk nedir?.. Peygamber Efendimiz, soruları teorik tariflerle anlatmazdı; basit misallerle, herkesin anlayabileceği misallerle ifade etmeyi uygun bulurdu. Meselâ, "İyi ahlâk nedir?" sorusuna, üç iyi ahlâk tezâhürünü söyleyerek cevap veriyor. Daha fazlası da vardır amma, hatırda kalsın diye soranın gözünün önüne sahne veriyor. Bir tarif verse, aklen manevî mefhumları, manâ isimlerini kavramak zordur. Ama, sahne verdiğin zaman, müşahhas, elle tutulur şekil vs. hatırda kalır... Diyor ki:
1. (Tağfirü am men zalemeke) Sana zulmedeni affetmendir.
2. (ve tu'tî men harameke) Sana vermeyen, senden esirgeyen, seni mahrum bırakan insana; senin eline fırsat geçtiği zaman vermendir. Vermeyene vermendir.
3. (ve tasilü men kataake) Seninle alâkayı kesen kimseye senin gitmen, alâkayı kesmemendir. Gelmeyene gitmendir.
Daha böyle davranışlar yok mu?.. Var!.. Yunus Emre diyor ki:
Döğene elsiz gerek!
Söğene dilsiz gerek!
Derviş gönülsüz gerek!
Sen derviş olamazsın!..
O da öyle ifade etmiş.
Demek ki, iyi ahlâk karşılıksız bir davranıştır. Yâni, iyiliğe iyilikle muamele etmek herkesin işi de; iyi ahlâk, kötüye iyi davranmak, kötülüğe iyilikle muamele etmektir. İslâm ahlâkı budur, tasavvufî ahlâk budur, Yunus'un ahlâkı budur... Yunus, bunun için seviliyor... Yunus'un sırrı budur.
Sana kötülük edene sen de kötülük edersin... Tamam, kötü olursunuz, aranız kötü olur. Ama, kötüye iyi davrandığın zaman kapılar açılır. Bir kere yaparsın; "Yahu, adamın bir politikası mı var, bunu neden yapıyor?" der. Bir daha dener, bir daha dener; "Bu adam samimî, bu adam kötülüğe iyilikle davranıyor... Çok iyi bir adam, Allah razı olsun... filân." der. Böyle olur. Onun için, bunu yapamıyorsak, hiç olmazsa sussak keşke!.. Susmanın bir ibadet olduğunu, bilmiyorum acaba içimizde kaç kişi biliyor?.. "Susmak da bir ibadettir." diyor Peygamber Efendimiz... Susmak, kolay bir şey değil! Susabilmek, konuşmamak önemli bir şey.
Bu sevgi ve saygı faktörünü, çalışmalarımızın içinde etkili bir tarzda kullanırsak, çalışmalarımız çok büyük başarılara ulaşacaktır. --Ömer bey de söyledi-- O tarzda çok daha müessir olursunuz. Yâni, öyle davrandığınız zaman, çok daha büyük başarı elde edersiniz. Tabii, Dale Carnegie veyahut daha başka bir işletmeci, işletmenin şartlarını araştıran kimseler bunları bize ve okuyucularına, "Bunu böyle yaparsan, başarın daha iyi olur." diye materyalist fayda açısından söylerler ama; biz bunları Allah rızası için yaparsak, sevap da alırız. İbadettir yâni...
(Ekseru mâ yüdhilünnâsel cennete takvâllah ve hüsnül huluk) İnsanların ekseriyetle, --istatistik yapılsa-- çoğunlukla cennete girme sebebi, güzel huyluluğudur. Çok namaz kılması değil, ibadetin kesreti değil, çokluğu değil; ahlâken güzelliğidir!.. Bizim ihmal ettiğimiz bir şeydir bu. Biz ahlâkı güzelleştirmeğe çok gayret etmiyoruz. Türkiye'de ve diğer İslâm ülkelerinde namaza büyük gayret var... Ama, ahlâka çok büyük ihtimam yok!..
Cidde'de bir ara, bir arkadaşımızın evindeyiz. Ordaki bir camide namazları kılıyoruz. Pakistanlı veya bir başka memleketten bir kimse var. Daha önceleri bir kaç kez selâmlaşmış, konuşmuştuk. Benimle konuşmaz oldu. Kaşlarını çatmağa, husumet göstermeğe başladı. Selâm veriyorum selâmımı almıyor... Dayanamadım... Tabii benim ona ihtiyacım yok, onun da bana ihtiyacı yok... İhtiyacı olsa zaten öyle yapmaz. Merak ettim, dedim ki: "Sen bana biraz sert, katı davranıyorsun ve biraz hoşlanmamış bir tavır sergiliyorsun. Niye?.." Neymiş: Bana, "Nedir senin mesleğin?" diye sormuş. Ben de, "Dinî Türk edebiyatı öğretiyorum." demişim. Türk edebiyatı ama, lâdinî tarafı değil... İlâhiyat fakültesinde olduğum için, bana kürsümün gerektirdiği bu; dinî Türk edebiyatı, Türk-İslâm edebiyatı... Onu öğretiyorum diye söylemişim; o da onu ırkçılık manasına almış, kızmış bana... "Vay, ayırımcılık yapıyor..." filân diye. Ayırımcılık filân değil, altı-yedi asırlık Osmanlı literatürü, kitabiyyatı var... Bu malzemeyi, ilâhiyat fakültesi mezunları çalışmalarında kullanabilsinlar diye konulmuş bir ders. Yazıyı --Osmanlıcayı-- yazmaktan okumaya, anlamaya, metinleri çözmeye; edebiyat tarihini, müellifleri, eserleri bilmeye yönelik bir bilgi dalı... Adamcağız, ordan beni ırkçılık yapıyor filân sanmış. Ordan küsmüş, anlamadan dinlemeden... Küsmek kolay da, sevmek zor.