Biz bunları anlamak için, geçtiğimiz sonbaharda Orta Asya ülkelerinden bazılarına gittik. İncelemek için, araştırmak öğrenmek için, hizmetlerimizin neler olabileceğini tesbit etmek için... Oralardan bazı kardeşlerimiz de buralara geldiler; gazetelerde okudunuz. "Türkiye bizim ağabeyimizdir!" dediler, "Türkiye'den yardım istiyoruz." dediler. Şimdi oralarla ilgili çalışmalar, bizim çalışmalarımıza eklenmeli!..
Biz geçtiğimiz yazda, kardeşlerimize dedik ki, "Türk lehçelerini öğrenmeye başlayın!.. Kazakça öğrenin, Türkmence öğrenin, Özbekçe öğrenin!.." dedik. Bazı kardeşlerimiz bu çalışmaları yaptılar; üç aylık, beş aylık kurslara gittiler ve bu çalışmaları bitirdiler... Yâni, nasihati dinleyen, işareti alıp uygulayan kardeşlerimiz var; Allah razı olsun... Ötekilere de, onların çalışmalarından çok memnun olduğumuzu ifade ediyorum. Onlara da, berikilerin huzurunda teşekkür etmeyi bir vazife biliyoruz...
Onun için burda, bu yeni şartlar karşısında Türkiye'de ve Dünya'da neler yapabiliriz; onu konuşuyoruz.
Sonra, Cezayir olayı önemli bir olay!.. Yâni, %85 i bir temayı gösteriyor bir ülkenin... Bir zamanlar Fransa'nın hücumuna ve istilâsına uğramış, ahalisinden her üç kişiden bir kişinin, nüfusun %30 unun Fransız'lar tarafından katledilmiş olduğu bir ülkede, emperyalizme karşı bir şahlanış oluyor; fakat, o ülkenin içindeki o ülkenin ordusu, kendi milletine karşı, Fransa'nın isteği lehinde, antidemokratik bir müdahale ile seçimleri durduruyor!.. Bu önemli bir olaydır. Bütün müslümanların bunu nazar-ı dikkate alması lâzım, çalışma yapması lâzım, bu meseleyi dile getirmesi lâzım, protesto etmesi lâzım... Bunun yanlışlığının enine boyuna konuşulması lâzım... Yâni, yalancıların yalancılığının ortaya çıkması lâzım... Sahtekârların sahtekârlığının herkes tarafından bilinmesi lâzım... Artık Avrupa'nın, "Ben demokrasi havarisiyim!" sözüne kimsenin inanmaması lâzım... "İnsan haklarına saygılıyım!" sözünün yalan olduğunu bilmek lâzım... Onların nazarında her şeyin menfaatle, parayla, çıkarla ilgili olarak değerlendirildiğini herkesin öğrenmesi lâzım...
Bunların karşısında, yarın Almanya ile nasıl bir çatışmaya girebiliriz?.. Yarın Almanya veya Avrupa Topluluğu... Hem biz müracaat etmişiz onların arasına girelim diye, hem onlar bize hasım; bu işin sonu ne olacak?.. Avrupa topluluğuna girersek ne olur; bu durumda neler yapmalıyız?.. Bu memleketin sahibi olarak bunları düşünmemiz lâzım!.. Ve daha başka konuları düşünmemiz lâzım... Çalışmaları ona göre ayarlamak gerekiyor.
Türkiye çapında ve Türkiye dışında organizasyonumuzu yerleştirmemiz lâzım!.. Benim ricam ve kat'î temennim ve isteğim şudur ki: "Türkiye'nin her ilinde, her ilçesinde, her bucağında, her köyünde bizim organizasyonumuz olmalı!.. Dergimiz oraya ulaşmalı, çalışmamız orda duyulmalı, kasetlerimiz oraya gitmeli!.. Bu işin yapılması için, bütün kardeşlerimiz çalışmalı!.." Bütün kardeşlerimizin üzerine vazifedir çünkü!.. Mehmed kardeşimizle bir toplantı yapmıştık, dedi ki: "Hocam, her ferdin aktif çalışma yapması lâzım!.. Her ferdin!.."
(Fezheb ente ve rabbüke fekatilâ, innâ hahünâ kaidûn) demişler yahudi'ler... Musâ Aleyhisselâm'la Firavun'dan kurtulmuşlar, Kızıldeniz'i geçmişler, mucizeleri görmüşler, Tur Dağı'nda kendilerine inen vahiyleri almışlar... Ama, bu arada bazı sapıklar Samirî'nin yapmış olduğu buzağıya tapmağa kalkmışlar; tabii onlar cezalandırılmış, hataları anlatılmış... Ondan sonra Filistin ve Kudüs üzerine gitmeleri emrolunmuş... "Biz savaşmayız. (Fezheb ente ve rabbüke yâ mûsâ) Sen Rabbinle git ey Mûsâ!.. Siz çarpışın! (innâ hâhünâ kaidûn) Biz burada oturacağız, siz gidin çarpışın!" demişler... Bu mantık, küfür mantığıdır. Bazı insan çalışacak, bazı insan çalışmayacak; öyle şey olmaz!..
İslâm'ın emirleri ve yasakları her ferdedir. Ve her ferdin Allah'a karşı görevleri, hizmetleri, itaati, taati, ibadeti, hayrâtı, hasenâtı olması lâzım... Onun için biz, bu kardeşimizin ısrarla üzerinde durduğu, "Her kardeşimize bir görev, bir hizmet; her kardeşimizin mutlaka çalışması..." düşüncesiyle şu toplantıyı yaptık. Yâni, bazıları çalışır, vakfın yöneticileri çalışır; ötekiler oturur... Hayır, bizim bütün kardeşlerimizin her birinin aktif çalışması lâzım!.. Fiilen çalışması lâzım!.. Kadınların da, erkeklerin de, gençlerin de, çocukların da... Herkesin çalışması gerekiyor.
Çalışmalarımızda --temennî etmeyiz ama-- çatışmalar da oluyor. Rekabetler oluyor, husumetler oluyor, adavetler oluyor... Yâni rekabet; rakib olanların bize karşı davranışları... Husumet; hasım olanların hasmâne davranışları... Adavet; düşmanların düşmanca davranışları... olabilir. Eğer biz, bizim düşündüğümüz ve yürüttüğümüz hayırlı faaliyetleri, daha başka insanlar yapıyor diye görseydik; onlara tabi' olurduk!.. Ama biz --Allah'a hamd ü senâlar olsun-- Türkiye'de orijinal fikir üretiyoruz!.. Yeni atılımlar yapıyoruz!.. Bizim arkamızdan, bizim yaptığımız şeyleri bazı kimseler taklid ediyor.
Politik hizmeti de ilkönce biz başlattık!.. Amma, hayır hizmetleri ve bizim yaptığımız kültürel hizmetler, sosyal hizmetler, politik hizmetten daha şumüllüdür. Çünkü, politik hizmet de bunun içinden çıkmıştır... Politik hizmet bir yan dal çalışmasıdır; sadece politika sahasındaki bir çalışmadır. Amma, sosyal ve kültürel, dinî ve tasavvufî hizmetler; bunlar bir insanın gecesini gündüzünü, ruhunu bedenini, ailesini toplumunu, toplumları milletleri ilgilendiren çalışmalardır... Çalışmalarımızın daha şumüllü, daha geniş ve ana kaynak olduğunu kardeşlerimizin bilerek, buna güvenerek, bu şuurla, bu canlılıkla çalışmaya devam etmelerini istiyoruz.
Bizim metodumuz; hiç bir muhatabı başında dışlamadan, işin başında dışarıda bırakmadan, bütün insanlara yönelik bir çalışma yapmaktır. İnsanlar Hazret-i Adem AS'dan kardeşlerimiz olduğu için seviyoruz. Herkesi seviyoruz... "Benim Hazret-i Adem AS dedemden dolayı, bu da bir torun!" deyip öyle seviyoruz. Onun için, onların doğru yola gelmesini istiyoruz... Küfürde kalmamasını istiyoruz... Zulümde, haksızlıkta, günahta kalmamasını istiyoruz... Nefsine esir olmamasını istiyoruz... Şeytana maskara olmamasını istiyoruz... Onun için sevgiyle, affederek, sabırla insanlara hizmet ediyoruz; hiç bir insanı ayırmadan, hiç bir milleti ayırmadan, hiç bir muhatabı hor görmeden... Bakarsınız ki, bir gayr-i müslim müslüman olur. Avusturalya'da karşımıza, benim ihvânım olmak üzere bir Rum geldi. Ders aldı, tarikate girdi; elhamdülillah bir çok kardeşlerden daha iyi bir çalışma yaptı... Brezilyalı birisi geldi, intisab etti... Ermeni müslüman olabilir, Bulgar müslüman olabilir... Daha başka birisi müslüman olabilir. Olması için de çalışmamız şart; çünkü, bunun başka çıkar yolu yok... İngiliz müslüman oluyor, mutasavvıf oluyor, tekke kuruyor, sakal bırakıyor... Fransız müslüman oluyor, Alman müslüman olabiliyor... Olduklarının misali çok. Onun için bizim metodumuz, daha geniş bir metod.
Bizim ikinci dayanağımız ilim!.. İlim, fıkıh; dinin, Kur'anın, Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesinin en sağlam kaynaklardan öğrenilmesi ve onlara tam ittiba' etmek... Bu ilmin yayılması için sohbet, toplantı, konuşma, tebliğ çalışmaları... Küçük küçük... Bir şahsın bir şahsa tebliği, bir komşunun bir komşuya tebliği... Bir hanımefendinin evine gelen misafire tebliği... Bir öğrencinin, öteki öğrenci arkadaşına, "Gel cuma namazını şurda kılalım, şu hocayı dinleyelim!" demesi gibi... Bunlar dahi birer çalışma.
(Ve teavenû alel birri vettakvâ, velâ teavenû alel ismi vel udvân) ayet-i kerimesine dayalı olarak, bizim çalışma tarzımız birr ü takvâya dayanıyor... Allah korkusuna dayanıyor... Allah'ın razı olmayacağı bir faaliyetin içinde biz yokuz!.. Çekiliriz; Allah'ın razı olduğu bir işi yapmak isteriz.
Benim üniversitede hocam vardı; doktoramı yöneten, bana doktorluk payesini veren heyetin içinde bir kimseydi ve benim ona şükran borcum vardı. Ama, başörtüsü meselesinde, Allah'ın rızasının karşısına geldiği için, ben onunla alâkamı kestim. Neden?.. Allah'ın düşmanı olan insanla dostluk yapamayacağım için, yapılamayacağı için... Onun için biz, takvâ yolunda yardımlaşmada varız; takvâsızlıkta, dine imana aykırı dururumda yokuz!.. O zaman geri çekiliriz.
Bizim metodumuz, insanın imanını kuvvetlendirme metodu olduğundan, kalbini temizleme metodu olduğundan; kalb temizlenmeden, nefis ıslah olmadan, ahlâk güzelleşmeden cihad bile yapılamadığından, savaş bile yapılamadığından bizim metodumuz tasavvuf metodudur. Biz önce mutasavvıf olduğumuz için faaliyetlerimizi tasavvufa göre tanzim etmiyoruz; Allah'ın rızasını kazanma yolu tasavvuf olduğu için, faaliyetlerimizi tasavvufa göre tanzim ediyoruz!.. Allah'ın rızasını kazanma yolu tasavvuf olduğu için, tasavvuf yolundayız... Tasavvufun düşmanı kim ise, haksızlık ediyordur; o da bizim karşımızdadır... Partiden bir şahıs olabilir, politikanın içinden bir şahıs olabilir, yönetimden bir şahıs olabilir, üniversiteden bir şahıs olabilir, ilâhiyat fakültesinden bir şahıs olabilir... Tasavvufun İslâm'ın özü olduğunu, tasavvufî terbiye olmadan hiç bir şey yapılamayacağını anlamayan insanlarla elbette bir arada olamayız!..
İlâhiyat fakültesinde doçent veya profesör, ama tasavvufu inkâr ediyor... Neden inkâr ediyorsun?.. Suud'da okumuş, Vehhâbî mezhebinden... Vehhabîlerin de kendi içinde tasavvufî ve mistik bir davranış var. O da yaptığı hareketi, Allah'ın rızasına uygun yapma duygusuyla hareket ediyor. Yâni, sen Vehhâbî bile değilsin!.. Senin hanımına bakılırsa, çocuğuna bakılırsa, yaşayışına bakılırsa, tavrına bakılırsa; sen onun gibi bile değilsin...
O bakımdan bastıra bastıra, rahat rahat ve alnımız açık olarak; "Biz tasavvufî yolda yürüyen insanlarız!" diye çekinmeden, rahatlıkla; bu yolun takvâ yolu olması dolayısıyla, Allah'ın rızası yolu, ihsan yolu, ihlâs yolu olması dolayısıyla biz bu yolda yürüyeceğiz... Çalışmalarımız Yunus Emre gibidir, Mevlânâ gibidir, İbrahim Hakkı Erzurumî gibidir, Eşrefoğlu Rumî gibidir... Bahâeddîn-i Nakşıbend Efendimiz gibidir, Abdülkadir-i Geylânî Efendimiz gibidir, Şehâbeddîn-i Sühreverdî Efendimiz gibidir... Böyledir yâni. Biz o yoldan yürüyoruz. Biz, irfan yolunu inkâr ederek bir yola varanı görmedik; onlarla da bir ilişkimiz yok!..
Bu çalışmaları dergilerimizde yapıyoruz, camilerimizde yapıyoruz, vaazlarımızda söylüyoruz; güzel... Ama bir de gördüğümüz bir şey var: İhvânımız birbirini az tanıyor!.. Eski nesil, yeni nesli tanımıyor... Hanımlar birbiriyle görüşmüyor... Yâni, bizim camiamıza giren bir insanın, sıcacık bir iklime girdiğini farketmesi lâzım. Onun için biz istedik ki, kadınlar arasında bir yakınlaşma olsun, çocuklar arasında bir tanışma olsun; erkekler arasında, Türkiye çapında muhtelif il, ilçe ve bucaklardan gelmiş kardeşlerimiz birbirlerini daha rahat tanısınlar diye, okulların tatil olduğu bir zamanı seçerek, güzel bir diyarı seçerek, manzaralı bir yeri seçerek, şurada bu toplantıları başlattık.
Bu toplantıların Allah'ın rızasına uygun olması niyazımızdır... Rasûlüllah SAV Efendimizin sünnet-i seniyyesinin icrası ve ümmetine hayır getirmesi en büyük temennîmizdir; gayemiz odur... Kardeşlerimiz arasında sevginin onarılması, geliştirilmesi; yakınlığın, muhabbetin, samîmiyetin takviye edilmesi için vesile olması temennîmizdir. İnşaallah üç günlük çalışmalarımızda, toplantılarımızda Allah CC bizi hayırlı fikirlere, hayırlı kararlara, hayırlı çalışmalara; sevaplı, ecirli, rızasına uygun faaliyetlere muvaffak eylesin... Temennîlerimizi dileklerimizi ihsan eylesin... Bizi dünyada da azîz, ahirette de azîz; dünyada da mutlu bahtiyar, ahirette de mutlu bahtiyar mes'ud olma nimetine nâil eylesin...
Dileklerimizin, temennîlerimizin husûlünü, şu gözlerimize dünya gözüyle görmeyi nasîb eylesin... Seng-i kabrimize "Vatan mahzun, ben mahzun!" diye yazdırtmasın... Bahtiyar olduğumuz işlensin inşaallah... Allah hepinizden razı olsun...
24 Ocak 1992 AYVALIK
ALLAH'IN DİNİNE HİZMET
Bismillâhir rahmânir rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli halin ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn... Tabîbi kulûbünâ ve tâc-ı ruûsinâ, habîbullahi muhammedenil mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ...
Çok değerli kardeşlerim!.. Muhterem kardeşlerim!..
Güzel bir yörede güzel bir çalışma, sonuna yaklaşmış bulunuyor. Çalışmanın güzelliğine, anlamının güzelliğine, derinliğine takdirlerini muhtelif konuşmacılar lütfettiler. İttifakla, böyle bir konuda böyle bir çalışma yapılması beğenildi. Çevre de, Anadolu'nun öbür yörelerindeki iklim şartlarından farklı, güneşli, güzel, şâirâne... Bitiş de hakikaten güzel ve şâirâne oluyor. Kardeşlerimizin topluca memnun olmalarından, yüzlerinden okunan memnunluktan ben de rahatladım. Şükran duygularıyla, minnetdarlık duygularıyla doluyum. Bizi böyle kaliteli toplantılar yapmaya, bizi böyle kaliteli bir kardeşler grubu olarak bir araya getirmeye, bir arada faaliyet yapmaya sevkeden, bu güzel hali bize nasib eden Rabbimize hamd ü senâlar olsun... Büyük bir nîmet!..
Katılan bütün kardeşlerimize samimî, içten, candan teşekkürlerimizi, dualarımızı arz ederiz. Tabii en başta, bilgi ve tecrübeleriyle yol gösterici konuşmalar yapan muhterem ilim erbabına, profesör, doçent, akademik hizmette olan kardeşlerime; sonra, uzaktan yakından şahsî işlerini bırakıp bu toplantıya iştirak eden ve kapasiteyi tam dolduran kardeşlerime teşekkür ederim... Eğer daha büyük bir otel tesbit etmiş olsaydık, bu iştirakçilerin adedi çok daha fazla olacaktı. Müracaatları süzmek zorunda kaldı arkadaşlarımız... Talip olanlara boyunlarını büküp, "Kontenjanımız doldu, kusura bakmayın!" demek zorunda kaldılar. İnşaallah, daha büyük toplantılar bekliyoruz, temennî ediyoruz... Daha büyük toplantılarda karşılaşmayı, bir arada olmayı diliyoruz.
Dün akşam plansız, habersiz, --sürpriz deniliyor-- şaşırtıcı bir çıkış da bizim kalblerimizi fethetti. Hanımefendiler tarafı, --doğrusu benim şahsen, o kadar heyecanlandım ki gözlerim yaşardı-- biz onlardan öyle bir şey istemiyorduk, beklemiyorduk, tahmin etmiyorduk ama, konuşmacı kardeşlerimiz dergilerden, yayının basının ehemmiyetinden bahsederken şevke gelmişler, gönle gelmişler; kimisi pırlanta yüzüğünü çıkartmış, kimisi bileziğini çıkartmış, kimisi kesesine davranmış... Allah razı olsun... Peygamber SAV Efendimizin Asr-ı Saadet'i aklıma geldi ki, Efendimizin bir konuşması üzerine, kadınların hepsi zînetlerini caminin ortasındaki sergiye atmışlar, toplamışlar... Sanki, Sahabe-i Kirâm'ın o hali, sanki Peygamber SAV devrinin o olayı, o sünneti burada yapılmış oldu. Çok çok teşekkür ederim. Bizi çok duygulandırdı bu davranış... Tabii erkekler de arkasından devam ettiler.
"Gülçocuk" güzel bir dergiydi ama, başından beri hep destekle yaşıyordu; sun'î teneffüsle yaşıyordu... Çünkü, çok daha ucuz dergiler var: Bekospiller, Tommiksler... bedava veriliyor. Onların yanında böyle aydabir çıkan bir dergi yayınına devam edemedi, annesinin kucağına döndü. Yâni, biz onu "Kadın ve Aile" nin içine aldık... Aynı başlıkla, "Gülçocuk" diye "Kadın ve Aile" dergisinin içinde çıkmaya devam ediyordu ama, onlar istiyorlar ki, büyüsün, dışarda oynasın... Yâni, Gülçocuğu anne kucağından tekrar bahçede görmek istiyorlar, güller arasında görmek istiyorlar demek ki... Allah razı olsun... Biz de o hususta gayret edelim.
Sonra biz burada, hanımlar gelsin birbiriyle tanışsın, beyler gelsin birbiriyle meşveret yapsın derken, tabii onların baş tacı olan çocuklar da geldiler. Ve, çocuklar bizi çok daha büyük sürprizlere gark ettiler... Çok aktif çocuklar bu zamâne çocukları, maşaallah!.. İmza topluyorlar, dilekçe veriyorlar, arzu izhar ediyorlar... Yolumuzu kesiyorlar, istekleri var, talepleri var... Sanat yönleri var, duygusal tarafları çok kuvvetli, sanat eserleri meydana getiriyorlar... Sonra duygularını da çok güzel ifade etmesini biliyorlar. Onları yetiştiren annelere ve hocalara da teşekkür ederiz... Bir çalışma yapmışlar, üzerine yazmışlar: "SİZİ SEVİYORUZ" diye. Çocuklar, vallahi biz de sizi çok seviyoruz!..
Biliyorsunuz, çocuklar dünyayı idare ediyorlar... Çünkü, erkekleri hanımlar idare edermiş, hanımları da çocuklar!.. Onun için, bu bizim için çok büyük bir müjde; inşaallah dünya iyiye gider, bunların adedi artarsa... Onlara çok teşekkür ediyoruz. Hatta, teşekkür kelimesi çok hafif kalıyor, ifade edecek söz dahi bulamıyoruz. Allah, hepsini Ümmet-i Muhammed'e faydalı olan, böyle başlangıçla çok daha yüksek noktalara, zirvelere ulaşan kaliteli müslümanlar eylesin... Ve onların eli ile, onların faaliyetleri ile Ümmet-i Muhammed'e çok büyük faydalar ihsan eylesin...
Muhammed Baba Semmâsî Hazretlerinin, gezdiği kasabada, daha doğmadan Bahaeddîn Nakşıbend Efendimizin kokusunu aldığını rivayetlerde kaydediyorlar. Bunlar kokusu duyulmaktan öteye, açılmış çiçekler... Allah-u Teâlâ Hazretleri, bunlarla İslâm beldelerini gül bahçelerine döndürsün...
Sonra tabii, ilâhîleri ile, san'at kabiliyetleri ile toplantılarımızı renklendiren, yorgunluklarımızı dinlendiren kardeşlerimize teşekkür ederiz... Dün akşam, benim ilâhî söylediğimi sanmışlar. Ben söylemedim, yanımdaki bir arkadaş söyledi ama, ilâhîlerin çok büyük tesiri var. Bir vaazdan, bir kitaptan, bir uzun eğitimden daha müessir olabiliyor... Bir Yunus ilâhîsi, çok daha yaygın tesirler icra edebiliyor.
Bu kadar büyük kalabalığı böyle ağırlayan yöneticilere ve tertip komitesine, ve başkana, ve divan heyetine de teşekkür ederiz; kaliteli, seviyeli bir yönetim ve şükrana şayan bir hizmet sundular... Otelin genel direktörüne, koordinatörüne, sekreterine, muhasibine, personeline teşekkür ederiz; bizi hakikaten müşteri-işsahibi ilişkisinin ötesinde bir yakınlıkla ağırladılar... Ve, biz de böyle güzel bir muhitte --ortamda, yeni tabirle-- üç gündür, sanki bir yaz üniversitesi gibi akademik bir çalışma yaptık burada... Kıymetli ilim erbabı dostlarımız, bu kadroya vermek istedikleri mesajları verdiler. Çevremizdeki değişikliklerin çok önemli olduğunu vurguladılar. Dünyanın bütünüyle bir büyük değişme, hızlı değişme, başkalaşma içinde olduğunu, onların meslekî basiretlerinden ve kendi ifadelerinden bir kere daha garantili olarak öğrenmiş olduk.
Dünya değişiyor... İçinde bulunduğumuz bölge büyük değişmelere maruz... Milletler birtakım kaynaşmalar içinde... Toplumların tarih içindeki gelişmelerinin seyri üzerinde önümüzdeki yüzyılda, önümüzdeki yıllarda neler olacağına dair çok güzel işaretlerde bulundular... Evet, çok büyük değişiklikler olacak, oluyor, gözümüzün önünde devam ediyor ve onların nereye varacağı görülüyor.
Küfrün aslı esası yoktur. Asıl esas, muhteva, değer, kıymet ehl-i imânın elindedir. Allah-u Tealâ Hazretleri dünyaya, eğer içinde ibadet edilen mahaller olmasaydı, rahmet nazarıyla bir kez bile bakmazdı. Dünyayı kıymetlendiren, ibadet ehli mü'min insanlardır ve ibadet şuuruyla yapılmış faaliyetlerdir.
Önümüzdeki yıllarda geçtiğimiz yılların, asırların rövanşını alacak durumda olabiliriz.
(Ve tilkel eyyâmü nüdâvilühâ beynen nâs) Mü'minler her zaman, Allahın dostları oldukları için, izzet ve itibar, muvaffakıyet ve galebe içinde olmazlar. (Ve tilkel eyyâmü nüdavilühâ beynen nâs) hikmetine, işaretine uygun olarak, (Fe yevmün lenâ, ve yevmün aleynâ) bazan lehimize olur imtihanın tezahürü, bazan aleyhimize... Bazan şükürle imtihan olunuruz, bazan sabırla... Bazan güzel haller görürüz, bazan meşakkat çekeriz... Ama, bunların hepsi bir imtihandır. "Bakalım Rabbimize çeşitli şartlar altında, ibadetlerimizi güzel yapabilecekmiyiz?" diye bir denemedir.
Onun için, çevremizdeki olayların boyutları, vehametleri, cesâmetleri, düşmanın kuvveti; bunlar bizi korkutmaz, mü'mini korkutmaz. Zaten konuşmalarda çok net olarak ortaya çıktı ki, bir aksiyonun canlı kalması için, karşısında hasmı da olması lâzım!.. Onun için, Necib Fâzıl merhum, "Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın!" diyor. Elbet düşman olacak ki, biz kendimizi yenileyeceğiz, kendimize çeki-düzen vereceğiz ve inkişaf içinde, gelişme içinde olacağız. Onun için, bu önümüzdeki yıllara soyunmamız gerekiyor, kollarımızı sıvamamız gerekiyor, paçalarımızı kıvırmamız gerekiyor... Çalışan bir insanın neş'esi içine girmemiz gerekiyor.
Çalışma mutluluk vesilesidir, muhterem kardeşlerim! Tembellik de mutsuzluk kaynağıdır. Çalışmanın hoş ve zevkli bir şaey olduğunu, çalışan insan anlar ve o hoşluğu kaçırmamak için, uykusundan bile olur, rahatından bile olur... Güzeldir çünkü; çok tatlı, lezzetli bir şeydir çalışma... Onun için, çok çalışmamız gerektiğini vurguladı konuşmalar. Çok çalışacağız, şimdikinden daha çok çalışacağız... Kayıpları daha aza indireceğiz, verimi arttırmağa çalışacağız. Çünkü, çalışma kademe kademedir.
Bir işyerinde bir levha görmüştüm, hoşuma gitmişti. Sanat öğretmeni bir bilgili arkadaş atölye kurmuş, oraya yazmış. Diyor ki: "Yalnız pazusuyla çalışan, işçidir. Pazusu ve kafasıyla çalışan ustadır." Usta belki çelimsiz olabilir... İşçi babayiğit olabilir, beş kişinin kaldıramadığı yükü kaldırabilir ama, yalnız pazusuyla çalışıyor... Bazan bir malzemeyi mahveder, perişan eder. Kafası da çalışması lâzım insanın... Bu iki kademeyi anlıyoruz. Üçüncü bir kademe yazmış, o çok hoşuma gitti: "Pazusu, kafası ve kalbiyle çalışan, sanatkârdır." Bir de kalb yönünü; yâni, sanat yönünü, estetik yönünü, güzellik yönünü katmak lâzım... Tabii bizde kalb deyince, estetikten önce iman ve irfan geliyor. İrfan yönünü katmamız lâzım bizim de... Sadece pazu kuvvetiyle çalışırsak, şu gördüğünüz makinaların bir tanesi bizi silip süpürür, götürür şu denize atar; gır gır, gır gır... Bu pazuyla onu yenemeyiz.
Habeş savaşçılarının, İtalyan tanklarının karşısına ellerine demir pençeler takarak çıkması bir fayda vermemiştir. O bahadırlık, o tankın karşısında sökmemiştir. Pazun olacak ama, teknik dediğimiz şey niçin vardır?.. Az zahmetle, çok daha büyük işleri yapmak için vardır. Onun için, mutlaka tekniği bileceğiz. Tekniği bilmek için de, işin içinde mutlaka bilgi faktörü olacak. Ama, üçüncü merhale kalb noktası da olması lâzım bizde... Yâni hem bilgi olmalı, hem gönül kalb olmalı. Kalb faktörü olmazsa, --anlaşılan kelimelerle ifade etmek gerekirse, meselâ niyetimiz ihlâslı olmazsa-- yaptığımız ameller "Hebâen mensûrâ" dır. Yâni, iyi niyetle yapılmamış, kötü niyetle yapılmış güzel bir fiilin bir sevabı yoktur; fiil isterse güzel olsun... Niyetin iyi olması lâzım.
Onun için çok sade, çok güzel, çok anlaşılabilir, çok taşınabilir, çok aşılanabilir, güzel bir niyetimiz olması lâzım. Bu nedir?.. "Biz her yaptığımız şeyi Allah rızası için yapıyoruz, maddî menfaat için yapmıyoruz!" niyetidir. Şahsen her birimiz, kimimiz kuyumcu aramızda, kimimiz sanayici, fabrikatör... Kimimiz bayağı yetişmiş, bir mevki makam sahibi olmuş bir kimse...
Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim?
Heyhat, ben nevâib-i eyyâmı inlerim!
diyor bir şair. Yâni, elemlerinin şahsî elemi olmadığını bildiriyor.
Kendi derdi gönlümün, billâh gelmez yâdına!
diyor bir başka şair. Yâni şahsî endişeler ile toplanmaktan, konuşmaktan Allah'a sığınırız. Böyle bir hayatı, kaybedilmiş kabul ediyoruz biz... Allah bizi böyle basit şeylerle meşgul etmesin...
Ömr-i azîz der in sarf şod tâ
Çe horem sayf ü çe pûşem şitâ
Çok güzel. Kalıp çizgilerini bir karikatüristin sanat anlayışı ile bize veriyor Şeyh Sâdî. Diyor ki: "Ah şu aziz ömrüm şu iki işte bitti; sarf oldu, tükendi gitti iki şeyde: Yazın ne yiyeceğim, kışın ne giyeceğim?.." Yazın gün uzun, bir şeyler yemesi lâzım insanın. Kışın hava soğuk, sırtına bir şeyler giymesi lâzım. Bu çok acı bir sonuç!.. İnsan ömrünün sonunda, aziz ömrün "Yazın ne yiyeceğim, kışın ne giyeceğim?" diye geçmesi kadar büyük hasret, hasaret. ziyan, hüsran olamaz!.. Onun için, Allah bizi maddî endişelerden --varsa kıyısında köşesinde kalbimizin-- tamâmen pâk eylesin... Tamâmen kendi rızası için her işi yapma seviyesine îsâl eylesin...
Tabii çalışmak başarı kazanmak içindir, sonuç almak içindir. Sonuç alınmadığı zaman, yaptığımız çalışmaların da kıymeti üzerinde şüpheler meydana geliyor. Sonuç alınmasını herkes bekliyor ve insan bir sonuç almışsa, "Tamam, bu hayatta başarılı insan!" diyorlar... Bizde böyle değildir durum!.. Biz çalışırız,
(El'abdü yüdebbiru, vallahu yukaddiru.) Mevlâ ne takdir ederse o olur. Sonuç bizi üzmez ve endişelendirmez.
(Men âmene bil kader, ve emine minel keder.) Kadere inanan, kederden emin olur, mahfuz olur, uzak olur; sonuç ne olursa olsun... Eğer biz bu zihniyette olmazsak, bu materyalist insanları yenemeyiz!.. Hesaplarla bu iş olmaz.
Mûte Savaşı'nda Bizans ordusuyla savaşa giren mücâhidler, Peygamber Efendimiz SAV in zamanının o mübarekleri (Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn), karşıdaki düşman ordusunun büyüklüğünü görünce dediler ki: "Yâhu biz bunlarla savaşamayız; biz şu kadar adetteyiz, bunlar şu kadar fazla miktarda..." Bir tanesi diyor ki, "Biz buraya zafer kazanmak için gelmedik ki!.. Zafer kazanmaya mı geldik?.. Hayır! 'Rasûlüllah emretti, gidin onlarla çarpışın!' dedi. Biz onun için geldik. Çarpışırız... Zafer olur, hezimet olur, ölürüz, kalırız, gazi oluruz, şehid oluruz... Mühim değil. Biz çarpışmaya geldik, sizler de çarpışın!" diyor. Ve bayraktarlar, komutanlar birer birer şehid oldu. Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'den, "Falanca şehid oldu, bayrağı filânca aldı... Falanca şehid oldu, bayrağı filânca aldı... Falanca zatın cennet fezâlarında uçtuğunu görüyorum şu anda..." diye buyurdu. Biz bu şuurla İslâmî hizmetlere sarılırsak, bizim karşımızda kimse duramaz!..
İran ordusunun karşısında mücâhidler saf bağladığı zaman, İran'ın komutanları baktılar ki, adetleri dört beş bin... Küçük miktarlarda... Kendilerinin filleri var; yüzbinlerce askerleri ve techizâtları, imkânları var... İran kisrası zaferden son derece emin olduğu için, saray haremini ve hazinelerini de beraberinde getirmiş. Savaş meydanına, nasıl olsa kazanacağız diye hazineleri de getiriyor... Sonra bakmışlar, karşılarında çok küçük bir grup var. Demişler ki: "Bunlar herhalde bizim cesâmetimizin farkında bile değiller; çağıralım, ordumuzu bir gezsinler." İslâm komutanını çağırıyorlar. Ordunun komutanı geliyor; asil, vakur bir tarzda... Gezdiriyorlar İran ordugâhını, çadırları, askerleri, filleri... vs.yi gösteriyorlar. "Bakın, bunlar bizim kuvvetimiz!.. Siz de şu kadar atlısınız, bu kadar piyadesiniz... Çok küçük bir kuvvetiniz var. Para filân istiyorsanız verelim, dönün gidin!.. Yâni, bir ihtiyacınız varsa karşılayalım!" diyorlar. Diyor ki: "Lâilâhe illallah diyeceksiniz, Allah'ın varlığını birliğini kabul edeceksiniz... Ya kabul edersiniz, ya da sonuna kadar sizinle çarpışırız!.." "Çarpış!" diyorlar, laf anlamadı sanıyorlar. Mücadele başlıyor... Sanıyorlar ki, birkaç saat içinde karşılarındaki ordu dağılacak... Dağılmıyor, üç gün savaş devam ediyor. İran ordusu şaşırıyor: Bu ne biçim ordu, ne biçim hasım ki, bir adım geri gitmiyor... Moralleri çöküyor. Üç günde yenemediklerinden, bir başka güç olduğunun farkına varmağa başlıyorlar... Sonunda yeniliyorlar tabii; çünkü, muvaffakıyet maddede değil!.. Muvaffakıyet manâda, maneviyatta, Allah'la beraber olmakta!..