Bir taraftan da imanımızın bize verdiği öyle bir duygu var ki, bütün dünyayı iyi etmek istiyoruz. Yâni tek başımıza, elimizde fırsat olsa, bütün dünyayı iyi edeceğiz. Nasıl iyi edeceğiz?.. İnsanları ıslah edeceğiz, çevreyi güzelleştireceğiz, her şeyi temizleyeceğiz... Adaletsizliği kaldıracağız... Tek başımıza gönlümüzce, hem gönlümüzün sultanıyız, hem de dünyanın kâinâtın sanki sahibi ve hakimi gibi her şeyden, her eğrilikten ve kusurdan rahatsız oluyoruz. Her eğriliği düzeltmek isteyen bir sorumluluk duygusu da içimizde mevcut. İman vermiş bize bu duyguyu, bu sevgiyi, bu düşünceyi... Belki başka insanlarda olmayan; herhalde başka ümmetlerde, milletlerde eksik bulunan bir duygu bu.
Misal olarak hatırıma geldi ki, Filipinlerin halkının ne kadar fakir olduğunu gazetelerden okuyoruz. İnsanların sanki sivrisinek gibi, sanki sirke sineği gibi sayısının önemli olmadığı bir diyar... Bataklıklarda bir kayığın içinde yaşayan aileler... Ve bataklığın içine kabını daldırıp suyu ordan alan, ihtiyacını oraya gören, son derece sefil insanlar... Ama, bir taraftan da duymuştuk ki, Markos milyarları kaçırmış Amerika'ya, Amerika'ya gittiği zaman... Yâni, yiyemeden de öldü gitti. "Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr!.." Karısı da bakanlık yapmış; tabii, o da bu şeylerin ortağı. Ama, o kadar parayı Hakkın hizmetine verelim diye bir arzuları, düşünceleri olmamış... Yâni, yiyemeyecekleri kadarını toplamışlar da, şunu Allah'ın hizmetine, insanların hayrına harcayalım diye bir duyguya erişememişler... Neden?.. İslâm nimetinden mahrum da onun için...
Bizim elimizde birkaç milyar olsa neler yapacağız!.. Dağları devireceğiz yâni, elhamdülillah... Ama, onların elinde milyarlar, trilyonlar var; birşey yapamamışlar, yapmamışlar, yapmayı düşünememişler... Bu bizim Ümmet-i Muhammed'in hayır fikri, doğrusu üzerinde durulması gereken, üzerine beş yıldız konulması gereken bir enteresan duygu...
Edirne tarafında bir kasabaya gitmiştim, orda söylemişlerdi: Bir zengin zatın oğlu, anasından babasından gelen bütün emvali, emlâki, dükkânları, hanları, konakları, bağları, bahçeleri, her şeyi vermiş vermiş, vermiş vermiş... Ömrünün sonuna kadar sıfırlamış kendisini, yoksul göçmüş ahirete... Bunu başka bir millet yapmaz. İngiltere'de veya başka bir yerde, bir ailenin malikanesi yüzyıllarca onun elinde kalır; vermezler, koklatmazlar kimseye... Elhamdülillah ki, bizde verme duygusu galip.
Evet, insanda toplama aşkı, toplama isteği, mal arzusu var...
(Ve tuhibbûnel mâle hubben cemmâ...) Doğru ama, iman o kazandığını da verme terbiyesi veriyor ve insan elindekini tutmaktan rahatsız oluyor... Ömrü boyunca cömertlikle, hayırla, hasenâtla meşgul olmak istiyor... Bununla da tatmin olmuyor müslüman; bunun arkasından, "Ben öldükten sonra da hayır yapmaya devam edeyim yâ Rabbi!" diye, sadaka-i câriye tesis ediyor... Sadaka-i câriye ne demek?.. Sevabı, menfaati, çalışması cereyan eden, devam eden müessese kurmak... Yâni, "Evet ben faniyim, biliyorum yâ Rabbi ama; benim sana hizmetim, senin peygamberinin ümmetine hizmetim, senin dinine hizmetim, senin sevdiğin kullarına hizmetim benden sonra da devam etsin!" diye sadaka-i câriye tesis ediyor. "Ben öleyim ama, hayrım devam etsin!" diyor.
Onun için, bu çok yüce bir duygu, çok güzel bir duygu, çok kıymetli bir duygu... İstiyoruz ki, çok para kazanalım... Yokluyorum kendimizi ki, bu parayı kendimiz için istemiyoruz. Hatta, mütevâzi yaşıyor pek çok kimse... Azıcık bir lokma ile çok sade bir hayat sürebiliyor, çok zengin bir müslüman... Ama, çok kazanmayı istiyor da, onu İslâmî hizmete sevketmek için istiyor. "Ah bir param olsa, imkânım olsa neler yapacağım!" diyor. Yapmak istedikleri hep hayır hasenât...
Onun için Osmanlı diyarı, yâni bizim dedelerimizin hayatlarının, faaliyetlerinin cereyan ettiği topraklar; hayatlarının, çalışmalarının sonuçları olarak, dağlar taşlar kesme taştan yapılmış müesseselerle dolmuştur... İstanbul'un yedi tepesi, Anadolu'nun kasabaları, her taraf han, hamam, kervansaray, cami, medrese, aşhane, tekke, çeşme, köprü...vs. Parayı saklamayı düşünmemişler.
Rabia-i Adeviyye, iki yumruğunu sıkmış böyle koşuyormuş... Çok hoşuma gidiyor sahne, gözümün önüne getirmeye çalışıyorum: Yaşlı, dindar bir kadın, iki yumruğu sıkılmış gidiyor... Telâşlı, kızgın... Eyvah, birisini mi dövecek, ne yapacak?.. Gidiyor böyle... Hasan-ı Basrî de onu gördükçe ona söz söyler, laf atar, konuşurmuş... (Rabia-i Adeviyye ibadetle tanınmış bir kimse, aklı fikri Allah sevgisiyle meşgul bir kimse... Aşkullah, muhabbetullahla tanınmış bir hanım, örnek bir insan.) Diyor ki: "Ey cennet hatunu, niye böyle yumruklarını sıkmışsın?.. Böyle kızgın kızgın nereye gidiyorsun?.." Cevap veriyor: "Yâ Hasen-i Basrî! Bir elimde bir dinar var, diğer elimde de bir dinar var... Bu ikisini bir araya getirmedim, ikisini birbirinden ayırdım. Çünkü, bu ikisi bir araya geldi mi, insanoğlunun aleyhine fitne tanzim eder, insanın aleyhine çalışır!" diyor. Yâni, cimriliğe sevkeder, eğlenceye sevkeder, günaha sevkeder, harama sevkeder... "Onun için, bunlar bir araya gelip de güç birliği yapmasınlar diye bunları ayırdım. Birisini bir fakire vereceğim, öbürünü başka bir fakire vereceğim; yok edeceğim!" diyor. O sahne gözümün önüne geliyor daima.
Şimdi biz de aciz naçiz varlıklarımızla; yoksul, kusurlu, eksikli halimizle dünyayı değiştirmek istiyoruz. Bakıyoruz ki, kendi imkânlarımızla bunu yapmak mümkün değil... Yâni, öyle şeyler düşünüyoruz, onlar için öyle paralar lâzım ki; bir de bizim kendi kesemize, halimize bakıyoruz, bunlar az, olacak gibi değil. O zaman iş birliği, güç birliği başlıyor sadaka-i câriyede, hayırda, hasenâtta... O zaman vakıflar kuruluyor, hayırlar müşterek yapılıyor.
Evet, benim işçi kardeşim yoksuldur, parası pulu azdır amma, bakıyorsun işçi mahallelerinde sık sık camiler, mescidler... Hemen, mahalle teşekkül eder etmez, camisi de teşekkül ediveriyor. Hemen bir hayır faaliyeti; küçük küçük liralarla, paralarla hemen hayırlar ortaya çıkıyor.
Biz de Ankara'da iken, Hocamız sağ iken (Rh.A.) --Allah himmetlerine, teveccühlerine, şefaatlerine erdirsin-- emretmiş diye duymuştuk. "Bir vakıf da biz kuralım Osman!" demiş. Duşmuştuk da kurulmasının gecikmesine üzülüyorduk. Yâni, Hocamız emretmiş de niye emri hemen yerine gelmemiş?.. Araştırdık. Dediler ki, "Tüzük hazırlanmış da vakıflar genel müdürüne verilmiş, o da inceletiyormuş... Olacakmış...vs. ama olmamış gene..." Onun üzerine genç arkadaşlar bana müracaat ettiler, "Hocamızın bu emrini çarçabuk ortaya koyalım!" dediler. "Peki, koyalım!" dedik. Gümüş Mühendislik'te oturduk, kalktık, görüştük, konuştuk... Büyüklerden, tecrübeli ağabeylerden bazılarını çağırdık... Gayemiz, gayemizi tahakkuk ettirmek için yapılacak faaliyetler neler olabilir; bunları maddeler halinde sıraladık gönlümüzce... Hayal etmek serbest, temennî etmek serbest diye sıraladık. Hakyol Eğitim Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı'nın tüzüğünü, nizamnâmesini hazırladık, Hocamıza arz ettik. Hocamız (Rh.A.) okudu, beğendi, tahsin eyledi, tasvib eyledi, tensib eyledi, münâsib buldu. "Pekiyi, hadi bakalım bu çalışmalara başlayın!" dedi. Biz de o zaman Hakyol'un çalışmalarına başladık.
Hakyol'un çalışmalarında üç ana hedef düşünmüştük: Eğitim, dostluk, yardımlaşma...
Eğitim; yâni ta'lim ve terbiye, öğretmek ve eğitmek... İslâm'ın en önemli faaliyeti... Müslümanların ilk yaptığı faaliyet... Camilerin içinden taşan, cemiyetin her köşesine ulaşan, her eve giren ilâhî bir şevk, ilâhî bir ışıktır eğitim çalışması... "İnsan ya alim olmalı, bilen olmalı, öğreten olmalı; ya müteallim olmalı, talebe olmalı, öğrenen olmalı; bunların dışındakilerde bir hayır yoktur." buyuruyor Peygamber Efendimiz. Biz de en hayırlı insan olmayı arzu ve temennî ettiğimiz için, öğrenen ve öğreten kimse olmak niyetiyle, vakfımızın faaliyetlerinin bir bölümünü, öğrenmeye ve öğretmeye yönelik faaliyetlere ayırdık. Bir grup çalışmamız buna yöneliktir.
Allah Celle Celâlühû, bir tohumu toprağa attığımız zaman, ondan yüzlerce tohum ürettiği gibi; toplu iğne başı kadar bir incir çekirdeğinden, dalları göklere yayılan bir incir ağacı çıkarttığı gibi; bizim de mütevazi çalışmalarımızla başlattığımız hizmetlere böyle bir gelişme nasib etti. Çok şükürler olsun, hamd ü senâlar olsun...
Eğitimi, yaygın ve örgün diye ikiye ayırıyor eğitimciler. Yaygın eğitim, örgün eğitim... Kısaca yaygın eğitim, cemiyetin her tabakasındaki insanı eğitmek; çocuk, kadın, esnaf, tüccar, halk vs. vs... Bir de örgün eğitim var ki, sistematik --yâni sistemli-- eğitim; ilkokul, ortaokul, lise, üniversite, meslek okulları vs... Biz bunların hepsine yöneldik elhamdülillah... Önce öğrencileri kollamaktan başladık, okuyan öğrencilere yardım edelim dedik. Çünkü zekâtın en rahatlıkla verilebileceği zümre bunlar... Çok rahat verilebiliyor. "Zengin de olsa, verilir." diyor kitaplarımız. Talebe çünkü, ilim öğreniyor. İlme o kadar büyük prim, o kadar büyük tercih, o kadar büyük kredi var ki...
Bizim yurtlarımızdan öğrenciler yetişti. O öğrenciler meslek sahibi oldu. O meslek sahibi kardeşlerimiz hizmete girdi. Diktiğimiz fidanlar meyva verdi elhamdülillah... Yâni bugün, şu salonda bulunan kardeşlerimizin simalarına bakıyorum, mazilerini düşünüyorum; elhamdülillah ki, öğrencilikten bu tarafa yetişmiş, şimdi hizmetin içinde en ağır yükü taşıyan kimseler olabiliyorlar.
Sonra, bir insan yaşamak için havaya muhtaç... Hava olmazsa havasızlıktan boğuluyor. Suya muhtaç, gıdaya muhtaç... Amma, bir insan havasızlıktan boğulsa, işte ömrü o kadarmış denilir. Susuz, aç kalsa ölse, Allah rahmet eylesin denilir. Ama, imansız ölse ne diyeceksiniz?.. İmansız öldüğü zaman, her şey mahvolmuş oluyor. Onun için biz bu muhakeme ile dedik ki, --çok rahat her yerde bunu açıkça söyledik, ortaya bir prensip olarak koyduk-- "Sudan da, havadan da, gıdadan da, güneşten de daha önemli olan ihtiyaç hocadır! Hocaya daha büyük ihtiyaç var!" dedik. Bunu konuştuğumuz yerlerde kabul ettirdik. "Size dininizi öğretecek hocayı bulmak boynunuza borçtur, en önde gelen çalışmadır." dedik. Ama bunu dediğimiz zaman, "Sizden hoca isteriz!" dediler. "Bize Allah'ın dinini bilen, Allah'ın emrini öğretecek olan hoca gönderin!" demeye başladılar.
O zaman, onlara hoca gönderebilmek için hoca yetiştirecek müesseseler kurmağa karar verdik. Hadis enstitüleri, fıkıh enstitüleri kurduk... Bu faaliyetlerde yıllar geçti ama, buralardan mezun öğrenciler şimdi hoca oldular ve bazı yerlerde hizmet yapıyorlar. Elhamdülillah, Allah bize bunu da gösterdi. Yâni, hani bir ara bir slogan vardı, "Fabrika yapan fabrikaları yapacağız." diye. Biz, cemiyetleri kalkındıran insanları yetiştiren hocalar yetiştirmeyi uygun gördük. Çünkü, o fabrika yapan fabrikaları yapma fikri de bizimdi de; o fabrikaları yaptık ama, solcular oturdular oraya... Hiç unutamıyorum, "İskenderun Demir ve Çelik" bizim elimizdeydi. Ama, "İskenderun Demir ve Çelik"ten, bizim o zaman tuttuğumuz siyasî gruba bir destek, para ve yardım gelmemiştir. Çünkü, insanların kafasını eğitmeden, kalbini yıkamadan midesini doldurduğunuz zaman, onları canavarlaştırırsınız; bir şey sağlayamazsınız ki!.. Yâni, insanın maddesini yükselteceğim, müreffeh yapacağım... İnsanı müreffeh yaptın mı kumara başlar, eğlenceye başlar... Yazlığa gitmeğe başlar, kotra tutmağa başlar... Kumarhaneye alışır... Antika biriktirmeğe başlar, mücevher toplamağa başlar. Yâni, refahın arkasından, müreffehliğin zenginliğin arkasından bu gelir. Ama, sen ilkönce insanın kalbini temizlersen, iman aşılarsan, sorumluluk öğretirsen; o parasını hayra yatırır, hasenata yatırır, sadaka-i câriyeye yatırır... Ümmet-i Muhammed'e faydalı olur.
İnsan, üç beş günlük ömrünü, gününü gün etmek; --Epikür'cü bir felsefe ile-- "Madem bu dünyaya gelmişim, o halde keyfimce yaşamalıyım; vur patlasın çal oynasın eğlenmeliyim." gibi bir düşünce ile geçirmek fikrinden gönül terbiyesi alınca kurtulur... Kafa terbiyesi, kalb terbiyesi aldığı zaman kurtulur. O halde, fabrika yapan fabrikaları da kurmak için, millete de ümmete de faydalı olmak için; önce imanı öğretecek, vicdanları eğitecek bir çalışma yapmak lâzım geldiğinden, hoca yetiştirmeye yöneldik... Talebeleri yetiştirmeye, çocukları yetiştirmeye yöneldik.
Camilerimizde vaaz veriyorduk. Hakîkaten üçbin kişi, beşbin kişi toplanıyor, en büyük camiler bile doluyordu. Sultanahmed Camii de doluyor, Süleymaniye de doluyor, Özelif Camii de doluyordu. Ama, öteki şehirlerdeki kardeşlerimiz de diyorlardı ki, "Hocam, bize de vaaza gel!.." Hepsine yetişmeye azmettik ama, baktık ki yetişmek mümkün değil... İzmir'e gidiyorduk, Antalya istiyordu... Antalya'ya gidiyorduk, Adana istiyordu... Adana'ya gidiyorduk, Mersin istiyordu... Pes dedik, mümkün değil!.. Ama ne yapalım?.. O zaman yaygın eğitim için dergileri kurduk. Dedik ki, "Kardeşlerimizin karşısına ayda bir, onbeş günde bir çıkalım!.."
Kadınları eğitmek için "Kadın ve Aile" dergimizi kurduk. Onları almamız lâzım, okumamız lâzım, yaymamız lâzım, okutmamız lâzım!.. Erkeklerin, gençlerin, yetişkinlerin okuması için "İslâm" dergisini çıkarttık. Almanız lâzım, yaymanız lâzım, abone etmeniz lâzım, okutmanız lâzım!.. Çünkü bizden size mektup... Muhabere, correspondence (mektuplaşma, haberleşme), telekomünikasyon, iletişim vasıtamız. Birisini ayın başında, birisini ayın ortasında çıkarttığımıza göre, onbeş günde bir sizin karşınıza çıkabiliyoruz demektir.
Ondan sonra çocuklar için "Gülçocuk" u çıkarttık... Arkadaşlarımız ilmî çalışmaların liderliğini yapmaya alışsınlar, ilmî çalışmaya alışsınlar diye "İlim ve Sanat" dergisini çıkarttık... Tıbbî hizmetin az olduğunu gördük; kardeşlerimizin tıbbî hizmetleri için Sağlık Vakfı'nı kurduk. Sağlık vakfı olarak "Panzehir" dergisini çıkarttık... Daha başka haftalık dergi çıkartmaya yöneldik, yaygın eğitimi gereğince yapabilmek için... Ama, biz onları çıkartmak için uğraşırken, bizim rakiblerimiz ve hasımlarımız da, "Bunlara para vermeyin!.. Bunlar çıkartamasın!" diye kapı kapı dolaştılar... Çünkü, insanlar neye yaradılmışsa, o vadide çalışma gösteriyor. Allah bizi, hayra vesile ve vasıta olanlardan eylesin... Şerre vasıta olanlardan etmesin...
Eğitim çalışmalarımızın başka çeşitleri de var ve inşaallah genişleyecek... Kolej çalışmalarına geçtik, ASFA Eğitim Tesisleri'ni kurduk. O da vakfımızla ilgili bir teşebbüstür... Üniversiteye girişte özellikle imam-hatip talebelerinin, bilimsel konularda Anadolu'da zayıf yetişmesi dolayısıyla üniversiteye giremediğini, büyük şehirlerdeki öğrencilerin yanında mağdur duruma düştüğünü gördük. Halbuki, bunlar imam-hatipte okuduğuna göre bize daha faydalı olabilirler; bunlar aynı zamanda üniversitelere girebilirlerse, Ümmet-i Muhammed'e daha faydalı olurlar diye düşündük, üniversiteye hazırlık dersaneleri kurduk. Üniversiteye giriş dersanelerinde imam-hatip okullarının birinci, ikinci ve üçüncülerini eğitmeyi amaçladık. Yâni, dinini iyi öğrenmiş olsun ve üniversitenin neresine girerse girsin, oradan bir şey olsun...
Şimdi. bizim imam-hatip okullarından yetişmiş kardeşlerimiz arasından hakim olanlar var, kaymakam olanlar var, vali olanlar var... Yâni, mühim hizmetlere --elhamdülillah-- geçmiş olanlar var. Onun için bu çalışmaları yayacağız, genişleteceğiz. İnsanın kalbini ve kafasını eğitme hususundaki çalışmalar çok sevaplı olduğu için, değeri çok yüksek olduğu için, Allah'ın rızasını kazanmaya uygun olduğu için bunu yapıyoruz. Ana hedeflerimizden birisi bu!..
İkincisi: Ümmet-i Muhammed'in birmilyarı aşan maddî rakam kalabalığına rağmen, Osmanlıların yıkılmasından sonra, dünyanın her yerinde mağdur ve müstad'af düştüğünü gördük... Hepimiz görüyoruz ve bizden önceki nesiller de bunun ızdırabını çektiler. Dünyanın en güzel ülkeleri bizimken, jeopolitik bakımdan en güzel diyarları bizdeyken, dünyanın en mağdur insanları durumuna düşürüldük... Emperyalizmin tuzağına düştük, ülkelerimiz istilâya uğradı... Devlet-i Aliyyemiz devrildi, toprakları üzerinde sayısız küçük devletler, devletçikler kurduruldu... Müslümanların sayı bakımından çokluğuna rağmen, dünya üzerindeki nüfuzları, hayrı tutup desteklemeleri, şerri engelleme hususundaki etkinlikleri, tesirleri sıfırlandı.
Bugün meselâ, Butros Galli Birleşmiş Milletler genel sekreteri oluyor... Bir İslâm ülkesinden bir delege Birleşmiş Milletlerin başına gelmiş diye sevinebiliyormuyuz?.. Sevinemiyoruz; çünkü, Mısır'ın içindeki azınlık hristiyan taifeden bir kimseyi, koca elli milyonluk Mısır milletinin temsilcisi gibi, Ümmet-i Muhammed'e yutturarak Birleşmiş Milletlerin başına getirdiler... Kıbrıs Rum yönetiminin temsilcisi ile görüşme yapmışlar; baktım, ellerini birbirleriyle sımsıkı tutmuşlar, yanyana, mütebessim... Böyle sıcak bir şekilde, koridorda beraber yürüyorlar... Yâni, karşılaştıkları zaman bir merhaba deyip, ondan sonra politik resmî bir görüşme tarzında değil; birbirlerinin ciğerlerinin içine girecekler gibi, öyle samîmî bir tarzda el ele tutuşmuşlar... İki çocukluk arkadaşı, sevişen iki dost olarak el ele öyle gidiyorlar... Biz de, Birleşmiş Milletler'den Kıbrıs için güzel bir karar bekleyeceğiz... Veya Mısır bizi desteklesin diye bekleyeceğiz.
Şimdi bu perişanlık, bu derbederlik, bu oyun, bu zulüm çoğunluk olduğumuz ülkelerde de var, azınlık olduğumuz ülkelerde de var!.. Azınlık olduğumuz ülkede zaten tabii karşılamışız; "Madem azınlığız... E ne yapalım, azınlığız işte... Yapar ya, çoğunluğun baskısı... Demokrasilerin kuralı bu!.." derken karşımıza Cezayir gibi bir misâl çıkıyor... "Sen çoğunluk da olsan, demokrasi de olsa, hürriyet de olsa ben senin istediğini yaptırmam!" diyen bir zihniyetin korkunç çehresinin karşısında buluyoruz kendimizi... Yâni, demek ki, demokrasi de bir oyunmuş, hürriyet de bir oyunmuş... İnsan hakları da bir lafmış, insanların milletlerin eşitliği de bir sözmüş... Çünkü, beş tane süper devlet var; Birleşmiş Milletler'de onların istemediği karar çıkmıyor. İstedikleri kararı veto edebiliyorlar... Birleşmiş Milletler, bu beş devletin çiftliği mi?.. Çiftliği!..
Bir ara "Siyonizm ırkçılıktır." diye bir karar alıyorlar. Ondan sonra siyonistler bastırıyor, "Siyonizm ırkçılık değildir." diye bir karar alıyorlar... Tamam, tükürdüğünü yalıyor, geri alıyor. Böyle hokkabazlık, yirminci yüzyılda yüz karası olan davranışlar... Kim bu haksızlıkların karşısına çıkacak?.. Müslümanlar!.. Müslümanlar nerde?.. Müslümanlar mazlum, müslümanlar mağdur, müslümanlar yumruğun altında, müslümanlar çizmenin altında, müslümanlar topun ağzında... Müslümanlar aç, müslümanlar susuz, müslümanlar fakir, müslümanlar güçsüz... Müslümanlar dertli, müslümanlar birbirine hasım, müslümanlar şöyle, müslümanlar böyle... Biz neyiz?.. Biz de müslümanız. Entellektüel müslümanız!.. İslâm'ın içindeyiz, İslâm'a hizmet etmek istiyoruz... Batıdaki meslekdaşlarımız kadar, kendi mesleğimizde elhamdülillah söz sahibiyiz. Beşerin ulaştığı bilgi seviyesine erişmişiz; onlar ne biliyorsa, biz de biliyoruz. Onlar hangi alet ve edevatı kullanıyorsa, biz de kullanabiliyoruz... Amma, müslümanların dertleriyle ilgilenmiyoruz!.. Böyle bir şey olamaz!..
"Müslümanların işleriyle ilgilenmeyen, dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir!" diyor Peygamber Efendimiz SAV... Bir kimseye Peygamber SAV, "Sen benden değilsin!" dese, o adam ne yapsın?.. Mahvolur, perişan olur... Rasulullah SAV bize, "Gelme yanıma, öpme elimi! Sen benden değilsin, bizden değilsin!.." dese ne yaparız?..
Onun için biz, müslümanların dertleriyle dertlenmek durumundayız. Bizim kendi derdimiz mühim değil... Geçimimizi sağlamış olabiliriz, rahatımızı sağlamış olabiliriz, her türlü imkâna sahib olabiliriz amma; mazlum kardeşlerimiz var, mağdur kardeşlerimiz var, mahpus kardeşlerimiz var... Dünya üzerinde sömürülen kardeşlerimiz var, horlanan kardeşlerimiz var, mustad'af kardeşlerimiz var... Ve, bir oyun gözümüzün önünde devam ediyor; biliyoruz, görüyoruz... Onun için biz, müslümanların birbirleriyle dost olması, kardeş olması şuurunu geliştirmeyi en önemli amaç edindik ve bunun için çalışmaya başladık.
Hakyol Vakfı'nın ana hedeflerinden birisi, her türlü eğitim ve öğretim, talim ve terbiye; ruhî, bedenî, sıhhî her türlü eğitim... Ondan sonra ikinci hedefi, müslümanlar arasında olması gereken sevgi ve anlayış, birlik ve beraberlik şuurunun tesis edilmesi, kurulması... Yâni, dostluk çalışmaları.
Peygamber SAV, bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki:
(Vellezî nefsî biyedihî) "Nefsim, canım kudretinin elinde, fermanına bağlı, --"Yaşa!" derse yaşarım, "Öl!" derse ölürüm-- onun emrinde, onun elinde olan yüce Rabbime, Allah'a and olsun ki, yemin ederim ki; (lâ tedhulül cennete hattâ tü'minû...) mü'min olmazsanız cennete giremezsiniz!.. (velâ tü'minû hattâ tehabbû...) Birbirinizi sevmediğiniz zaman da mü'min olamazsınız!.."
Demek ki, cennete girmek için mü'min olma şartı var. Mü'min olmak için de birbirimizi sevme, birbirimizin derdiyle dertlenme, birbirimizle ilgilenme; gönül bağlarımızın sağlam ve kuvvetli, birlik ve beraberliğimizin tam olması;
(Eşiddâü alel küffâri ruhamâü beynehüm) "Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametli" tarzında olması lâzım!..
Onun için, dostluğun sevabını elde edelim, Allah'ın sevgisine nail olalım; dar-ı naimi olan, rızası yurdu olan cennete girmekten mahrum kalmayalım diye, sevgi çalışmalarının önemine inandığımız için bu konuda çalışmalara giriştik.
"Mü'min, mü'minin dostudur. Mü'minler birbirleriyle işbirliği yaparlarsa, emperyalizmin kendilerini istismarını engelleyebilirler... Ülkelerini kurtarabilir, sefaletlerini önleyebilirler; zenginliklerini sömürttürmezler. Birbirlerini tuttukları zaman, mutlu ve bahtiyar olurlar. Düşman da saldırmaya cesaret edemez!" gibi ana fikirlerle, bu sevgi ve dostluğun geliştirilmesi çalışmalarına yöneldik.
Bu çalışmalar sadece Türkiye hudutları içinde bahis konusu değildir, Türkiye'nin dışındaki müslümanlar da bizim kardeşimizdir... Yugoslavya da bizim ilgi sahamıza girer, Yunanistan da girer, Bulgaristan da girer, Kafkasya da girer, Orta Asya da girer, Hindistan da girer, Bengladeş de girer, Güneydoğu Asya da girer, Çin de girer... Yâni, biz her tarafla da ilgiliyiz. Onun için onlarla dost olmaya, onlarla irtibat kurmaya, onların dertlerini tanımaya yönelik çalışmalara giriştik... Ve ben dergilerimizi çıkartan görevli kardeşlerimize dedim ki, "Türkiye'den ziyade Türkiye'nin dışındaki müslümanlarla ilgili haberleri çok toplayın ve çok verin!.. Bizim kardeşlerimiz Türkiye'nin dışında da kendilerinin gönüldaşları, dindaşları, arkadaşları, kardeşleri olduğunu bilsin, hatırlasın, onlarla ilgilensinler!.."
Bu önemli bir uygulama idi. Hatta, o dereceye geldi ki, "İslâm dergisi Türkiye'den bahsetmez! Sanki Türkiye'de yaşamıyor?.." gibi tenkid yapan insanlar çıktı. "Nerde yaşıyorsun mübarek? Biraz da Türkiye'den bahsetsene!.." diyenler oldu. Tabii, herkes bir tenkidde bulunacak ama, bazıları dostane değil, ille bir kusur arama derdinde... Böyle denilecek noktaya geldi. Tabii biz, elhamdülillah diyoruz.
Sonra, Hürriyet gazetesi gibi daha başka gazeteler ve Tempo dergisi, Nokta dergisi gibi dergiler, "Siz tasavvufî bir grupsunuz; eskiden sevgiden vesaireden bahsederken, şimdi daha başka konulara girmeğe başladınız. Neden giriyorsunuz?.." diye rahatsızlık duymaya başladılar. Elhamdülillah onların rahatsızlığı, berikilerin tenkidleri bizim için doğru yolda olduğumuzun göstergesi olduğundan, memnûniyet verici bir durum.
Tabii sevmek, tanımak, dost olmak; bu önemli bir şey... Müslümanlar birbirini mutlaka sevecek, derdiyle ilgilenecek!.. Ama, bunun pratik sonucu ne olacak?.. Kuru bir edebiyat mı, sevgi edebiyatı mı?.. Hayır! Bunun arkasından her türlü yardımın yapılması geliyor. Müslüman müslümana her türlü yardımı yapacak!.. Açsa, ekmeğini bölüşecek; çıplaksa örtmeğe çalışacak... Mazlumun yanında yer alacak; onunla omuz omuza çalışarak kâfire karşı mücadele edecek, direnecek ve gayret gösterecek...
Yardımın her çeşidini de yapmayı ve bu arada yardım yapan müesseseler arasında birliği ve koordinasyonu sağlamayı hedef aldık. Yâni, talebeleri yurtta toplayıp da onlara zekât vermek gibi, sade, basit bir kalemle ilgilenmeyi doğru görmedik. Çok daha geniş çapta bir --tabiri caizse-- İslâm ve müslümanların planlama teşkilatı gibi çalışın dedik kardeşlerimize... Ama tabii, böyle bir çalışmanın yapılabilmesi için zaman geçmesi gerekiyor; insanların öğrenmesi, alışması gerekiyor.
Devlet Planlama Teşkilatı'nda başarıyla çalışmış --sonra ayrılmış, özel teşebbüslerde görev almış-- kardeşlerimize defalarca hatırlattık, dedik ki, "Bu hususta planlarınızı yapın!.." Bakın Almanya, 40-50 yıllık bir istilâ ve bölünmeden sonra, kendi vatandaşlarını koruma ve kurtarma çalışmasını sonuçlandırdı; Rusları Doğu Almanya'dan uzaklaştırdı. Avusturya'yı kendi topraklarına katmaya çalışıyor... Çünkü, eskiden Prusya, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu idi zaten. Balkanlarda söz sahibi olmaya çalışıyor... Hırvatistan ve Slovenya'yı kendi nüfuzu altına alıp, Adriyatik kıyılarına inmeyi istiyor... Bulgaristan'da ve Yugoslavya'da bizimle rekabete girişiyor. Yâni, Karadenize kadar uzanmayı, açılmayı düşünüyor...
Şimdi elin kâfiri, dünyasını mutlu geçirmekten başka bir amacı olmayan, Epikürist felsefeye sahip, materyalist kafada, menfaatperest insanlar böyle çalışırsa; yarın Allah'ın huzurunda, bu hayatındaki faaliyetlerinden ve yapabileceği halde yapmadığı faaliyetlerden dolayı sorguya çekileceğini bilen bir müslüman nasıl çalışmalı?!.. Biz, yaptıklarımızın hesabını dahi vermekte zorlanıyoruz; halbuki, Allah yapmadıklarımızı dahi soracak!.. "Şurada şu müslüman mazlumdu, sen niye ona yardım etmedin?.." Hatta, bu hususta hadis-i şerifler var. Bir müslüman kabre girdiği zaman, oradaki melek onun başına öyle bir topuz indirecek ki. kabrin içi ateş dolacak... O müslüman korku ve dehşet içinde diyecek ki, "Bana niye vuruyorsunuz?.. Niye ben kabirde azaba uğratılıyorum?.. Ben namaz kılardım, ben Allah'a inanıyordum!.." Kendisine, "Evet sen mü'mindin, müslümandın, Allah'a inanıyordun ama, falanca yerden geçerken orada bir müslümana zulm ediliyordu; sen aldırmadın, müslümanın zulmünü kaldırtmadın... Müslümanın yardımına koşmadın; onun için bu cezayı çekiyorsun." denilecek.
O bakımdan müslümanlar sanmasınlar ki, sadece yaptıkları kusurlardan dolayı hesaba uğrayacaklar... Yapması gereken vazifelerindeki ihmallerden dolayı da bir hesap olacağı için, biz bu yardımlaşma işinde de çalışma gerektiğini kabul ettik ve bunu da programımızın içine aldık... Kardeşlerimize dedik ki, diyoruz ki, diyeceğiz ki, "Yardım faaliyetlerini tek başınıza yapmayın!.." Yâni, "Ben zekât veririm, falanca kimseye veririm, filanca kapıma gelene veririm... Şöyle olur, böyle olur..." İyi ama, sen bunu planlayamazsın!.. Bunun tüccarı var, aldatanı var... Yâni, zekât tüccarı var. Cebi para dolu, günlük ihtiyacını geçmiş ama gene kapı kapı dolaşıp, "Falanca yerden de zekât alayım, filanca yerden de alayım." diye bu işin tüccarlığını yapan var... Sonra, öncelikleri sen tesbit edemezsin. Onun için, bizim camiamıza mensub kardeşlerimizin, yardımlarını bizim planladığımız şekilde yapmasını sağlamalarını da arkadaşlarımıza söyledik. Bu konuyu da size hatırlatayım.
Tabii, yardım, bir müslümanın yardımına koşmak, en sevaplı işlerden birisi olduğu için bunu yapıyoruz. "Bir müslüman kardeşinin hacetini reva etmek için koşan bir insanın, Allah CC ahiret gününde hacetini bitirir, işini görür; onu ihtiyaçtan kurtarır, muradına erdirir." diye hadis-i şerifler var. Bu hususta "Kırk Hadis" var. Ben tercüme edeyim diyordum, Ali Rıza Temel kardeşimiz tercüme etmiş. Basılmış hattâ... Kırk tane hadis-i şerifi toplamış; müslümana yardımcı olmak, ihtiyacını gidermeye koşturmak, ona hizmet etmek hakkında...
Şimdi bu üç ana hedef, "Ta'lim ve terbiye, sevgi ve dostluk, her türlü yardımlaşmayı yapmak ve müslümanlara ulaştırmak çalışmaları", bizim Hakyol Vakfı'yla, diğer vakıflarımız ve müesseselerimizle, Sağlık Vakfı ile, İlksav vakfımız ile, derneklerimizle yapmaya çalıştığımız faaliyetlerdir.
Şimdi, geçtiğimiz yılda başlayan çok önemli değişmeler oldu. Rusya büyük değişikliklere uğradı. Amerika'yla onun etrafındakilerin teşkil ettiği Batı Bloku, Rusya ve onun etrafındakilerin teşkil ettiği Doğu Bloku klasik cepheleşmesi dağıldı. Amerika ile Rusya dost oldu. Rusya kendi içinde prensiplerini inkâr etti, başarısızlığını itiraf etti, iflâs bayrağını çekti. Yeni bir yapılanma içinde ve demokratik birtakım hakları veriyor gibi görünüyor. Seyahat hürriyeti yokken girip çıkma hürriyeti var... Mülkiyet dahi yasaklanmışken, bir serbestlik var... Ticaret imkânları var, eğitim imkânları var... Orada, bir zamanlar İslâm aleminin en büyük alimlerini yetiştirmiş şehirlerde, diyarlarda bugün namaz kılmayı seven ama, namaz kılmasını bilmeyen müslümanlar var... Kelime-i şehadet getirmekten başka, ben müslüman olduğumu biliyorum demekten başka bilgisi ve İslâm'la bir ilgisi kalmamış insanlar var... Bunlara İslâm'ı öğretmek bizim vazifemiz!..
Bütün insanlara İslâm'ı öğretmek bizim vazifemiz; hepsine Allah'ın emrini tebliğ etmek, i'lâyı kelimetullah çalışması yapmak, irşad vazifesi yapmak vazifemiz ama, "Zaten ben müslümanım, bana yardım et!" diye bize elini uzatanı tutup çamurdan çıkarmak, öncelikle daha önde gelen vazifemiz!.. Bunlar bizim "aşiret-i akrabe" miz oluyor.
(Ve enzir aşîretekel akrabîn) "Sana en yakın insanlara Allah'ın emirlerini, ikazlarını bildirmekten başla!" emrine uygun olarak, bizim Orta Asya'daki kardeşlerimize, Kafkasya'daki kardeşlerimize; Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki kardeşlerimize ellerimizi uzatmamız lâzım!..
Onlarla ilgi kurmaya çalışan derneklere, şirketlere bakıyorum, bir kısmı yahudi şirketleri... Yâni Türkiye'deki bizim bildiğimiz, İslâm endişesi, İslâm'a hizmet arzusu olmayan şirketler; bizden önce oralara yürümüşler ve onlar çalışma yapıyorlar... Solcu olarak, komünist olarak tanınmış insanlar oraya gidiyor; oralarda onlar çalışma yapıyorlar... Şimdi onlar, Türkiyedeki insanlar olarak bunları görürlerse, Türkiye'yle ilişkilerin gelişmesi nasıl olacak?.. Yâni, Türkiye diye ideallerinde bir hayal ülkesi var. Oradan gelen insan da, bunlarla beraber içki masasına oturuyor... Ordan gelen insan da, bunlarla beraber namazdan niyazdan habersiz... Ama işte, aynı ırktan olmak ve aynı dili konuşmaktan ibaret platonik bir bağ... Bu konuda bizim üzerimize büyük görevler düşebilecek. Çok büyük hizmetler yapmamız lâzım!..