İrşad çalışması, insan kazanma çalışması, kalb fethetme, arkadaş kazanma çalışması, çok önemli bir çalışmadır; buna bütün gücümüzle çalışmalıyız. Çünkü bu, okullar kurmaktan çok daha kolay, müesseseler kurmaktan çok daha az masraflı; ama, sonuç itibariyle çok daha faydalı!..
Bizim Cemaat-i Tebliğ'den bazı kimseler Amerika'ya gitmişler... Cemaat-i Tebliğ, biliyorsunuz Pakistan'lı kardeşlerimizin bir çalışma üslûbu. Yâni, onlar öyle çalışıyorlar; gruplar halinde muhtelif ülkelere gidip, tebliğ ve irşad çalışmalarında bulunuyorlar... Washington Camii'ne de gitmişler, dışarıya hoparlörü vermişler, başlamışlar konuşmaya... Bir Amerikalı duymuş, dinlemiş, ilgisini çekmiş... İçeri girmiş, oturmuş, konferansı dinlemiş. Güzel konuşmuşlar ve bu konuşmanın sonunda Amerikalı müslüman olmuş. "Anlattıklarınız güzel, ne yapmam lâzım?" demiş. "Hiç bir şey yapman gerekmez, 'Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah' dersin, olur." demişler. O da, "Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah" demiş, müslüman olmuş. "Şimdi ne yapmam lâzım?" demiş. "E, senin gusle ihtiyacın vardır, git bir yıkan!" demişler. Tepeden tırmağa bir gusül abdesti almış. "Şimdi ne olacak?" demiş. "Aramıza gel!" demişler. Almışlar aralarına, onunla beraber öteki şehirlerde dolaşmışlar. Dolaşırken, namaz kılmayı öğrenmiş... Dolaşırken, konuşmaları daha çok dinlemiş... Dolaşırken sohbetten, arkadaşlıktan, beraberlikten İslâm'ı daha iyi tanımış. Sakal bırakmış, müslümanlar gibi yaşamayı öğrenmiş. Ortadoğu'ya gelmiş, İslâm ülkelerini dolaşmış, hacca gelmiş... Haccı yapmışlar, ordan Pakistan'a veya Hindistan'a gitmişler... Orda onlar Bangladeş'te, iki milyon, üç milyon insanın toplandığı açık hava toplantısı yapıyorlar. Devlet reisi açılışa geliyor... Yâni, önem veriyor Cemaat-i Tebliğ'in çalışmalarına. O mareşal Erşad mıydı, neydi ismi, geçen sene açılışına katılmış. Şimdi, oraya gelmişler, orda herkes konuşuyor; gelenlere hatıralarını anlatma hakkını veriyorlar. Amerikalıya da vermişler. Amerikalı çıkmış, şu konuşmayı yapmış. --Çok önemli; kardeşlerim daha önce duymadıysanız, hatırınızda kalsın! Çünkü, bir kaç defa bazı yerlerde söylemiştim, sevdiğim için.-- Demiş ki:
"Ey müslüman kardeşlerim! Allah sizden razı olsun ki, bu diyarlardan kalktınız bizim diyara kadar, Amerika'ya kadar geldiniz; bize İslâm'ı anlattınız, gönlümüzü fethettiniz... İslâm'la müşerref olmamıza sebep oldunuz. Allah sizden razı olsun... Minnettarız, minnettarım, size teşekkürlerimi saymakla bitiremem, borcumu ödeyemem, çok memnunum durumumdan... Allah sizden razı olsun amma, yarın rûz-ı mahşerde yine de sizin iki yakanızı sımsıkı tutacağım, sizden hesap soracağım!..." demiş. Yakanıza yapışacağım deyince, merak etmişler tabii. Anlaşılan, Amerikalı konuşmanın inceliklerini de biliyor. İyi yetiştiriyorlar elemanlarını. Meraklandırmayı da biliyor. Demiş ki, "Siz niye dört yıl önce gelmediniz Amerika'ya?.. Dört yıl önce gelseydiniz, o zaman annem sağ idi. Beni çok severdi. Ben müslüman olunca, ona söyleyecektim; o da müslüman olacaktı... Annem de müslüman olarak ölecekti, ebedî saadete gidecekti. Şimdi ben cennete gideceğim, annem cehenneme... Bunun hesabını sizden soracağım!.." demiş. "On yıl önce gelseydiniz, babam da sağ idi. Niye bu kadar geciktiniz, ey müslümanlar?.." demiş. "En mühim vazifeniz, bu irşad çalışmasıdır. Bakın, ben yetişmiş bir mühendisim; Amerika'da tahsil görmüş kıymetli bir elemanım. Devletim benim yetişmem için bu kadar masraf yapmış. Siz beni irşad edince, İslâm'a böyle bir insanı kazandınız. Bakın, bu çalışmanın önemini burdan anlayın!.." diye söylemiş. Bu çok önemli bir olay olduğu için aziz kardeşlerim, hatırınızda kalsın diye, tekrar bile söylemiş olsam, bunu da söylemiş bulunuyorum.
İnsan kazanmaya çok dikkat edin!.. Dostluklar, dostluklar, dostluklar... Kalb kazanmak, arkadaş edinmek, her gün arkadaşlarını biraz daha artırmak... Fihrist defterine yeni isimler eklemek... Yeni ziyaretler --ziyaretler de Allah rızası için olmak şartıyla-- yapmak... Şimdi bana diyor ki ağabeyimler filân: "İstanbul'dan ayrılma, başka taşra kasabalara gitme!.. İstanbul bak, üç milyon, yedi milyon, efendim şu kadar; kaç tane Anadolu şehrine bedel! Ellibinlik bir şehre gidiyorsun, üç günün yolda geçiyor. Burda seni arayanlar bulamıyor..." İyi ama, ben gittiğim zaman salon dolusu ihvanım oluyor, ders alıyor!.. Bir kişi olsa giderim!.. Bir kişi olsa giderim, Fizan'a kadar giderim!.. Bir salon dolusu insan, ihvan oluyor.
Antalyalı kardeşlerim hatırlayacaklar: "Beni hep merkezde böyle konuşturuyorsunuz, biraz kasabalara götürsenize!" dedim. "Gidelim!" dediler. "Akseki şöyledir, böyledir... Nereye gidelim?.." "Elmalı'ya gidelim!" dedik. "Elmalı'da hiç tanıdığımız yok!" dediler. Ben dedim ki, "Benim bir tanıdığım var." "Kim?" dediler. "Elmalılı Sinân-ı Ümmî Hazretleri!" dedim. "Tasavvuf edebiyatından biliyorum; böyle bir mübarek zat-ı muhterem var, onu tanıyorum ben. Ona gideriz." dedim. Kalktık, Antalya'dan oraya gittik. İkindi namazını orda bir cami var, --Ömer Paşa Camii-- orda kıldık. Orda birisiyle karşılaştık; "Ooo, merhaba!" arkadaşlar selamlaştılar... Ordan bir imam-hatipli kardeşimizle karşılaştık... Birisi yanımıza yanaştı, dedi: "Bir kahvemizi, çayımızı içmezmisiniz?.." "İçeriz!" dedik. Can atıyoruz... Gittik, çayını içtik. "Hocam, bu akşam bizde kalmazmısınız?.." dedi. "Vallahi, zaten böyle konuştuk. Tanıdık bir kimse bulursak kalacağız; bulamazsak arabamız altımızda, döner geliriz. Antalya buraya çok uzak değil, diye düşündük. Memnuniyetle kalırız!" dedik ve kaldık. Evlerinin salonları büyüktü. Yanında bir salon daha vardı. İkisini açtılar, tıklım tıklım insan doldu.
Ben şöyle bir sordum: "Sen ne meslektensin?.. Sen ne iş yaparsın?.." Kur'an kursu hocası, mühendis, devlet işlerinde çalışan filanca, emekli imam, falanca, filânca... Bir yığın kardeşimiz, hepsi ders aldılar. Yetmiş kişi, seksen kişi ders aldılar. Şimdi Elmalı'ya gidilmez mi?.. Yâni, onbin nüfusu var diye; sekizbin, beşbin nüfusu var diye gidilmez mi?.. Kardeş kazanmış oluyor insan... Arkadaş kazanmış oluyor, ihvan kazanmış oluyor, dost kazanmış oluyor... Ve birbirlerini Allah için sevenlerin mükâfatı çok fazladır. Onun için, sevgi bizim sermayemiz, sevgi bizim kazanç kapımız!.. Birbirimizi seveceğiz ve kardeşliği geliştirmeye çalışacağız, yaygınlaştırmağa çalışacağız muhterem kardeşlerim!..
Şimdi, kaliteli eleman yetiştirmek zorundayız. İslâm'a hizmet etmek için, yetişmişleri kestirmeden transfer etmek, bir kurnazlıktır. İrşad edersin, dinler. Kurnazca bir adam elde ediyorsun. Bir yüksek mühendis, bir profesör... Sizin çantanıza keklikler düşüyor, çok güzel bir şey!.. Ama, Allah için de güzel, onun için de güzel, sizin için de güzel... Yâni, herkes bu işten kâr ediyor; gelen de kâr ediyor. Fakat, İslâm'a hizmet için, biz daha geniş hazırlanmak zorundayız. Onun için, ayrıca bizim vakfımızın hamle yapması gerekiyor; yeni masraf kapıları açması gerekiyor. İngilizce bilen din adamına ihtiyacımız var.
Bizim tanınmış çok meşhur zenginlerden birkaç kişiye, işte gidemiyoruz çoktandır... Babam, "Gidelim!" dedi. "Peki babacığım." dedim. Bir gün gittik, orada konuşuldu. Kendilerine yazı yazılmış, Güney Afrika Cumhuriyeti'nden: "Efendim, Türkiye'den iki tane İngilizce bilen din adamı istiyoruz." diye. Bunlar da araştırmışlar; Türkiye'de İngilizce bilen, onlara faydalı olabilecek din adamı bulamamışlar!.. 55 Milyonluk Türkiye'de, Darül Hilâfet-i Aliyye'nin bakıyyesi olan Türkiye'de, %99 u müslüman olan Türkiye'de İngilizce bilen bir hoca bulamamışlar... Hocalar da az değildir yâni, Türkiye'de; fakat, İngilizce ben dahi konuşamam... Ben, güya profesörüm, imtihanlardan geçtik. Bir değil iki batı dilini de alnımızın akıyla geçtik... Terleyerek, hak ederek geçtik ama, konuşmak başka!.. Meselâ, ben şimdi Türkçe'yi konuşuyorum; İngilizceyi de böyle konuşabilmeli bir hoca!.. Yâni ayeti hadisi anlatabilmeli.
Cevap yazmışlar, demişler ki: "Siz bize geç müracaat ettiniz. Şimdi ramazan münasebetiyle hocaların her birisi Avrupa'ya, vesaireye dağıldılar; bulamadık. Bir dahaki seneye inşaallah ihtiyacınızı karşılarız." demişler. Böyle bir şekilde başlarından savmışlar ama, utanmışlar. Ben dedim ki: "O halde ben sizi yarın bir müesseseye götüreceğim veya bir gün kararlaştıralım, o zaman gidelim!" Beraber bizim Hakyol Vakfı'mızın Hadis Enstitüsü'ne gittik. Orda dedim ki, "Bakın bu çocuklar, ilâhiyat fakültesini bitiriyorlar; üstüne dört sene Arapça ve dinî ilimleri tahsil ediyorlar, öğreniyorlar. Siz bizi finanse edin, üç sene daha okusunlar, dört sene daha okusunlar İngilizce olarak... Bütün bu öğrendikleri ilimleri İngilizce geçsinler bu sefer!" dedim.
İngilizce bilen hocalar olsun, cihanı fethederiz!.. Kimisini Brezilya'ya göndeririz, kimisini Avustralya'ya göndeririz, kimisini Birmanya'ya göndeririz, kimisini Nepal'e göndeririz; dünyaya hakim oluruz!.. Bu kadar kolay, dünya hakimiyetini kurmak... Dünya imparatorluğu kurmak, bu kadar kolay muhterem kardeşlerim!.. Hocamız çok... İmam-hatip okulları kıyamet gibi... İlâhiyat fakültelerinin adedi şu kadara çıktı. Ayrıca başka ülkelerde okuyup doktora yapan, bir sürü dindar kardeşimiz var... Ama, eksik yetiştirmişiz.
Onun için biz, Asfa dersanemizde İngilizce kurslarına başladık yavaş yavaş... Yâni, öğretmeyi öğrenelim diye İngilizce kurslarına başladık ama, yeterli değil. Benim niyetim: Şehirlerden uzakta, havadar, manzaralı, çamlık, ovalık, yeşillik yerlerde yatılı lisan okulları açacağız. Oraya gelen bir kişi 6 ay, 8 ay, bir sene konsantre olarak İngilizce görecek. Kaliteli hocaların elinde, bülbül gibi İngilizce konuşacak... Eline kalemi aldığı zaman, İngilizce yazacak... Ve biz o kardeşimizi, istediğimiz yere göndereceğiz, istenilen yere göndereceğiz. Böylece İslâm'ın yayılmasına yardımcı olacağız.
Peygamber SAV Efendimiz'e kabileler gelirlerdi, "Bize dini öğretecek birisini gönder!" derlerdi. Efendimiz, sahabeden bir zata, "Sen git!" derdi. Onları nerde yetiştirmişti?.. Suffa'da yetiştirmişti. Medine-i Münevvere'nin Suffa denilen kısmı; Ashab-ı Suffa, Ehl-i Suffa denilen, gecesi gündüzü konsantre, Peygamber Efendimiz'in yanında, ilim, irfan, ayet, hadis, Kur'an öğrenmek için kendisini oraya çivilemiş, rabtetmiş olan insanların kaldığı yer demektir. Onlardan birisine söylerdi, "Sen git bu kabileye!" diye. Onlar da bir kabileyi irşad ederlerdi.
Aynı sistemi çalıştıracağız. Masrafı arttıracağız, bir masraf kapısı daha açacağız; lisan kursları açacağız. Bizim Yalova'daki Lâledere semtinde mi olur, efendim başka bir semt mi bulacağız?.. Antalya mı olur, bizim Çanakkale mi olur, sizin Adapazarı'nın Karadeniz sahilindeki çamlıkları mı olur?.. Lisan okulları açacağız ve gürül gürül lisan öğreteceğiz. İngilizce'yi İslâmlaştıracağız, İngiliz dilini müslümanlaştıracağız... Rahmetli İsmail Farukî'nin böyle bir şeyi var, "Bilginin İslâmîleştirilmesi" diye bir sözü var. Yâni, God filân demek yok. Niye God diyeceksin, bizim sözümüz var; orda Allah diyeceksin. "In God" demiyeceksin, "In Allah" diyeceksin, diyeceksen. "In Allah, we trust?" diyeceksin meselâ, diyeceksen... Nasıl bizim Türkçe'ye girmişse bir çok kelimeler, İngilizce'ye de İslâm'ın kelimeleri girecek.
Türkçemiz İslâmlaşmıştır. Açın, Orta Asya'da İslâm'dan önceki Türkçe'yi, bir de şimdikine bakın; tamamen değişmiştir... Açın Pehlevice'yi, ondan sonra İslâm'dan sonraki Farsça'ya bakın; Farsça, İslâmlaşmış Pehlevice'dir, tamamen değişmiştir. İngilizce'yi İslâmlaştıracağız, İslâm'ı dünyanın her yerine yayacağız... Arapça'yı çok güzel konuşur insanlar haline geleceğiz, talebelerimizi öyle yetiştireceğiz... Bunun için masraf yapmamız lâzım... Önemli bir iş olarak, bunu görüyorum. Dinî derin bilgileri verdikten sonra, onları anlatabilecek lisanla da kardeşlerimizi techiz etmemiz lâzım!.. Her bir kardeşimizi yüksekokul mezunu, mütehassıs, doktor yapmamız gerekiyor.
Başka ülkelerdeki müslümanlarla dostluk ve işbirliğine önem vereceğiz. Bunun için bazı arkadaşların tebessümle karşıladığı bir nazariyem ve teklifim var benim: "Gençlerden bekâr olanlar, mümkünse gitsinler, oralardan kız alsınlar, öyle akrabalık kursunlar!" demiştim. Mühim olan, İslâm ülkeleriyle olan bağların kuvvvetlenmesidir. Yâni, Sudan'da sizin, Sudanlı bir aileyle evlenmiş bir hemşehriniz olsa; kalkıp Sudan'a gitmek, sizin için sudan bir şey olur... Zor bir şey olmaz, kolay bir şey olur. Mısır'a rahat gidersin, Pakistan'a vesaireye rahat gidersin. Bunları, dış dostlukları ve işbirliğini mutlaka sağlayacağız.
Bu yeni gelişmeler bizi Balkanlar'a karşı, Yugoslavya'ya, Bulgaristan'a, Yunanistan'a, Romanya'ya, Orta Asya'ya karşı, Kafkasya'ya karşı, Ortadoğu ülkelerine karşı, Güneydoğu Asya'ya karşı birtakım vazifelere itiyor. Hudutlar kalkıyor, gelip gitme imkânları artıyor; biz, bu kardeşlerimize hizmet götürmekle yükümlü duruma düşüyoruz. Manevî sorumluluğumuzun sahası açılıyor, hizmet sahamız açılıyor. Bizim bir zaman sonra, Yugoslavya'ya gitmeye başlamamız lâzım gelecek... Bir zaman sonra Kafkasya'ya gitmesi lâzım gelecek hoca kardeşlerimizin... Şimdiden işte, tek tük ziyaretler oluyor. Orta Asya cumhuriyetlerini gezmesi lâzım gelecek... Tüccar kardeşlerimizin gitmesi gelmesi gerekecek... O müstakbel münasebetler için, şimdiden hazırlanmalıyız. Hoca kardeşlerimizden bir kısmının meselâ, Kazakça'yı öğrenmesi lâzım!.. Bir kısmının meselâ, Türkmence'yi öğrenmesi lâzım, Özbekçe'yi öğrenmesi lâzım!.. Ufak farkları vardır; o kitabları alması lâzım, okuması lâzım... Nerede hizmet görecekse, nerede çalışma yapacaksa; oranın lisanını, kültürünü öğrenme çalışmaları yapması gerekiyor, benim acizâne kanaatime göre.
Politikada da --iç ve dış politikada-- üzerimize herhalde büyük görevler düşüyor. Politika da kestirme kazanç yollarından birisi!.. Bir devletin yönetimine gelebildiğiniz zaman, seçilebildiğiniz zaman, bir çok imkânları otomatik olarak elde etmiş oluyorsunuz. Onun için, --dergide de yazdığım gibi-- politikadan uzak kalamayız!.. Politikadan soyutlanamayız, politikaya küsemeyiz, politikadan sırt çeviremeyiz!.. Mutlaka politika ile de ilgili çalışmalar yapmalıyız. Mevcut politika çalışmalarımızı ıslah etmeliyiz.
Bizim tekkemizin, grubumuzun politika çalışması olmuştur, tıkanmıştır. Politika çalışması çıkmaza girmiştir. O politika çalışmasını bilimsel temellere oturtarak ıslah etmeliyiz, geliştirmeliyiz. Tıkanıklığı izale etmeliyiz. İşler ve çalışır hale getirmek zorundayız. Çünkü, politika önemli bir dal!.. İç ve dış politika çok önemli, ihmal etmememiz gereken bir dal.
O bakımdan, çok yönlü çalışmak zorundayız... Her yönden hizmete girmek zorundayız... Herkesten azamî derecede faydalanmak zorundayız. "Efendim, şu partiden falanca olduğu için ona küsmek... filân." gibi bir şeyi de, biraz mahalle çocuklarının dargınlığı gibi görüyorum, iptidâî bir şey olarak görüyorum. Yâni, hizmet ehli olan, Din-i Mübîn-i İslâm'a hizmet etmek isteyen, iyi niyetli olan, şuurlu her kimseyle mutlaka dayanışmak; onu desteklemek ve ondan faydalanmak, istifade etmek zorundayız. Burda, böyle bir fanatizm içinde olmayı uygun görmüyorum.
Benim bu sözlerim --ANAP'ı desteklemek filân gibi-- sakın yanlış yorumlanmasın!.. İcabında MÇP'yi desteklemek, icabında IDP'yi desteklemek, icabında SHP'yi desteklemek bilimsel bir şey olarak gerekebilir. Veyahut, SHP'nin içindeki falanca şahsı desteklemek gibi bir şey yapılabilir. Biz insanların faydasını, Allah'ın rızasını düşündüğümüz için; kazanmak esas olduğundan, yıkmak ve itmek işimiz olmadığından, kim müsbet tavır takınırsa onu desteklemeliyiz. Diyelim ki, başörtü konusunda SHP'den bir kimse, "Doğru, siz doğru söylüyorsunuz; böyle olması lâzım!" dese; onun yanına yanaşmalıyız, ondan istifade etmeye çalışmalıyız muhterem kardeşlerim!..
"Bizim partimiz Refah Partisi'dir. Binaenaleyh, başka bütün partilerle küsüz." gibi bir şey yanlış. Biraz daha geniş bir düşünce içinde olmak zorundayız. Tam açık söylemek gerekirse meseleyi, ben şöyle demek istiyorum: "Herkesten istifade etmeliyiz, herkesi kurtarmaya çalışmalıyız. Herkesi doğru çizgiye çekmeye çalışmalıyız. Her iyi şeyi, iyi gelişmeyi desteklemeliyiz. Ne yapacağını bilen insanlar, kimi destekleyeceğini bilir, ne söz söyleyeceğini bilir. Ne yapacağını bilmeyen insanlar, alışmış oldukları şeylerle, klasik şeylerle mücadele verirler ve bir şey elde edemezler."
Bakın, bizim içimizden yetişmiş bir insanı, yâni dinî bir okulda okumuş, yüksek tahsil yapmış bir insanı, devrimbaz sınıfı bir zaafını yakaladılar mı, bir yerinden bir boşluğunu buldular mı, bir ele alıyorlar; onlara yarar bir söz söylediği zaman bir pohpohluyorlar, bir yanlarına alıyorlar... Hooop!.. Bakıyorsun, adam gitmiş!.. --Gıybet olmayacak şekilde işaret etmek istiyorum.-- Filanca yerin başkanı iken, filanca partinin elemanı durumuna gelebiliyor... Yâni adamlar, "Haaa, iyi bir av!" diyorlar. "Göründü ucu, bizim oltamıza takıldı." diyorlar; çekiyorlar sepetlerine koyuyorlar. Yâni, bu bir zamanlar filânca dinî teşekkülün başındaydı diye reddetmiyorlar. Ne yapıyorlar?.. Kendi prensipleri var devrimbazların. O prensiplerine kim yeşil ışık yakarsa, kim onların istediği tarzda hareket ederse; "Haaa, aferin! Bak işte, bunların içinden bir tane bizim istediğimiz adam çıktı. Maşaallah! Sen ağasın, paşasın, bir tanesin; senin heykelini dikmek lâzım!" filân diye, bakıyorsun bir pohpohlama... Adam da; "Ben ne imişim!... Zaten benim kıymetimi bir bunlar anladı; ötekiler bana hep kızıyor." filân diye, bakıyorsun, o tarafa gidebiliyor.
Tabii bu, işin şeytanlık, kurnazlık tarafı, dünya ehlinin tarafı. Biz de Peygamber SAV Efendimiz'in metoduyla hareket edeceğiz. Peygamber Efendimiz isteseydi, Mekke'de taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmazdı. Yaparmıydı?.. Yapardı. Hakkı mıydı?.. Elhak, hakkıydı. Ne yaparsa hepsi mahzâ adalet olurdu. Ama, adaletle bile hareket etmedi; lütf ile hareket etti... "Şimdi bizim elimize fırsat geçti, şimdi müşriklerden intikam alacağız!" diyen komutanların görevini aldı, salâhiyetlerini aldı, yerlerini değiştirdi; kızgınlıkla hareket etmesinler diye... Kızgınlıkla hareket ettirmedi.
Mekke'nin fethinden sonraki kazalarda elde edilen ganimetlerin en büyüklerini, Mekke'de müslüman olmuş yeni müslümanlara verdi. Bazı kimseler, "Bu böyle, adalete hiç riayet edilmeden yapılmış bir taksimdir." diye Rasûlullah Efendimiz'e ters söz söylediler. Rasûlullah Efendimiz'i suçlayacak söz söylediler, kendilerini küfre düşürecek söz söylediler. Çünkü Peygamber Efendimiz, ganimetlerin çoğunu, Medine-i Münevvere'den kalkıp da canını dişine takıp, Allah yolunda cihad edip rıza-i Bâriyi kazanmak için çalışan insanlara vermedi de; yeni müslüman olmuş, müşriklikten yeni dönmüş kimselere verdi. Bunu anlayan anladı da bazısı anlayamadı; "Bu adaletli bir taksim değil!" dedi. Peygamber Efendimiz adalet etmedi orda; gönlü ısınması gereken insana fazla verdi. Has müslümana az verdi, sen zaten bizdensin diye... Ondan sonra itirazlar çoğalınca, bir hutbe irâd etti, herkes ağladı orda. "Kendimi size ayırıyorum!" dedi. Mekke fethedildi ama, onun anayurdu idi ama; Mekke'de ikamet etmedi, Medine'ye gitti. Onların arkadaşlığını tercih etti. Dünya malı kıymetli olmadığı için, yeni müslümanlara verdi. Kıymetli olsaydı, sevdiği Medine ahalisine verirdi. Çünkü onu, Medine ahalisi, en sıkışık zamanlarında bağrına basmış, desteklemişlerdi... Kendi canları gibi, kendi malları gibi Rasûlullah'ın canını, malını korumayı taahhüd etmişlerdi. En çok onları seviyordu ama, İslâm'a ısınsın diye ötekilere fazla verdi, aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Onun için biz, Peygamber Efendimiz'in o yüce politikasıyla hareket etmeliyiz. Yâni biz, böyle ince hesapları kaçırmamalıyız. Bazan, meselâ ben, çok sevdiğim bir kardeşimin evine gidemiyorum. "Hocam, bize gelmeyeli üç sene olmuş!" diyor. Yâ öyle mi? Ben her zaman seninle beraberim! Gönlüm her zaman seninle beraber... Falanca kimseye gitmemiz lâzım ki, gönlü ısınsın!.. O, ben gitmediğim zaman, camiye de gelmez... Ben onun evine gitmediğim zaman, o camiye de gelmez. Gel, beraber ona gidelim, sen nasıl olsa bizdensin!.. Böyle bir politika içinde olalım, aziz ve muhterem kardeşlerim! Taassub içinde olmayalım, yüksek hesap yapalım!.. Götürü pazar yapalım!.. "Nazar eyle itürü / Pazar eyle götürü!" Götürü pazar yapalım, rıza-i Bâriyi düşünelim. İnsan rıza-i Bâriyi düşününce, ana hedefi düşününce, aradaki detaya bakmaz... Düşmeye kalkmaya bakmaz, ufak hesaplara bakmaz... Taa hedefe nişan alır ve orayı halleder. Allah-u Tealâ Hazretleri, o şuur ile hareket etmeyi nasîb etsin...
Vakfımızın bağrı yanım aşıklarından ve hayranlarındanım, demin söylediğim gibi. Çalışan kardeşlerimizden Allah razı olsun... Vakfımız gelişmiş bir vakıftır. Oldukça gelişmiş bir vakıftır ama, çelmelenmiş bir vakıftır!.. Yâni, daha fazla gelişmesin diye çelmelenmiş bir vakıftır. Biraz da budanmış bir vakıftır. İnşaallah, budanması yeni fışkırmalara, taze şeylere sebep olacaktır. Biz istiyorduk ki, vakfımızın şubesi her ilimizde ve her ilçemizde açılsın... Bürokratik engeller çıktı. Vakıflar: "Bu kadar şube açarsınız, açamazsınız, bilmem ne..." Be adam, hayır yapmak istiyorum, paramı vermek istiyorum; senin gırtlağına sarılıp para almıyorum ki!.. Gırtlağına sarılıp, "Vakıflardan bize tahsisat ver!" demiyorum ki!..
İsveç'te, 25 kişiyi toplayıp bir dernek kurana, devlet yardım ediyor... Derneğinin üyesi sayısınca yardımda, destekte bulunuyor. Bir eğitim çalışması yaparsa masrafını karşılıyor. Meselâ, eğitim çalışması için beni çağırmış olsalar, ben İsveç'e gittiğim zaman, bana verdikleri uçak biletinin parasını devlet karşılıyor. Kültürel hizmetleri böyle destekliyor. Ben kültürel hizmet yapmak istiyorum!.. Halkımızı birbirine sevdirmek, barıştırmak istiyorum! Eğitimi geliştirmek istiyorum... Milli Eğitim'in vallahi yapmadığı şeyi yapmak istiyorum!.. Yapamadığı şeyi... Yapamaz; çünkü, o kafayla olmaz!.. Bu kafayla olur. Takvâ şuuruyla olur, İslâm şuuruyla olur... Rasûlullah'ın ahlâkıyla olur. O kafayla olmaz.
Şimdi, Diyanet yalvarmış yakarmış; "Şu kursu bize verin!" diye. Adamlar da diretmişler, --açıkgöz adamlar kurucular-- Diyanet'e vermemişler. Neden?.. Verseler, suyu çıkar. Çünkü, bunlar gibi candan çalışmaz. Diyanetin binlerce kursundan bir kurs olur. Oraya bir memur hoca tayin eder. O memur hoca da, talebe olsa da olmasa da maaşını aldığı için, aheste aheste çalışır. Görüyoruz, misalleri var... Diyanet'e vermemişler, gürül gürül çalışıyor, harıl harıl çalışıyor. Kurs verimli, talebeler gayretli... Talebeye burda müftü efendi mani oluyor, "Bu hafızlık yapamaz, hafız olmasın!" diye. "Hocam, hafız olmak istiyor; ailesi razı, herkes razı, müsaade et!.." İmtihan ediyor, "Hayır, yapamaz!" diyor. Hafızlık yapma imkânından mahrum kılınıyor. Hafızlık yapamaz dedikleri çocuk --dernek özel gayretler gösteriyor, başka yerde yetiştiriyor-- onbir ayda hafız oluyor!.. Neden?.. İşte, özel teşebbüsün devlet sektöründen farkının dinî sahadaki misali!..
Yâni, devlet sektörüne verdiğin zaman, Millî Eğitim'e verdiğin zaman, Diyanet'e verdiğin zaman böyle oluyor. Hoca, Diyanet'in merkezinden gelen, "Ormanlarımızı Koruyalım!" hutbesini okuduğu zaman, cuma günü millet uyuyor... Ama, genç imam kendisi çıkıp da, Allah rızası için gece gözyaşı döküp de, kitabları karıştırıp da, tesirli olduğunu bildiği bir şeyi söylediği zaman, cemaat hüngür hüngür ağlıyor!.. İşte, ikisi arasındaki fark!..
Onun için, Allah-u Tealâ bizleri, aşk ile, şevk ile Din-i Mübîn'e hizmet edenlerden eylesin... Yâni, vakfımızın böyle gelişmesini candan istiyorduk, bir takım bürokratik engeller çıktı; aşmağa çalışmalıyız!.. Aşarak, çeşitli yerlerde şubelerini artırmağa çalışmalıyız. Olmazsa --mühim olan hizmeti yürütmek olduğu için-- orda bir vakıf varsa, o vakfın bünyesinde; kurulmuş bir dernek varsa, o derneğin bünyesinde; bir dernek yoksa, bir dernek kurarak arkadaşlar çalışmalı!.. Ama tabii, şu vakfın bünyesinde, bu vakfın bünyesinde derken, seçtiği vakfa da dikkat etmeli! Çünkü, özellikle iyi niyetli olması lâzım. Öyle değilse, o zaman kendisi vakfını kurması lâzım, derneği kurması lâzım... Mutlaka bizim şuurumuzda, bizim aşkımızda, şevkimizde, yüreği yanan insanların müessesesi olması gerekiyor.
Allah-u Tealâ Hazretleri, yapılan çalışmalara ilâveten, onlardan kat kat fazla daha nice hayırlı çalışmalar yapmayı nasib eylesin... Bizi hayırlara vesile eylesin... Bizim varlığımızı, hayatımızı, bilgimizi, nefeslerimizi, paralarımızı, imkânlarımızı, sıhhatimizi İslâm'ın hizmetine tahsis ederek ecir kazanmayı bizlere lütfetsin... Bizi ondan mahrum etmesin... Bizi Din-i Mübîn-i İslâm'a hizmetçi olma şerefiyle, hadim olma şerefiyle şerefyâb eylesin... Said kimseler olarak yaşayanlardan eylesin... Şehidler olarak ölerek, Rabbimizin huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı nasib eylesin...
Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ, inneke entel alîmül hakîm... Sübhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yesıfûn... Ve selâmün alel mürselîn... Vel hamdü lillâhi rabbil alemîn... El fâtiha!..
........................
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
9 Haziran 1990 - ADAPAZARI
EĞİTİM, DOSTLUK, YARDIMLAŞMA
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
Elhamdü lillâhi hakka hamdihi, vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin, ve âlihî ve sahbihî, ve men tebiahü bi ihsânin ecmaîn...
Aziz ve muhterem kardeşlerim!.. Allah hepinizden razı olsun... Davetimize icâbet ettiniz, toplantımıza şeref verdiniz; bu güzel mıntıkada, Ayvalığın en güzel manzaralı yerinde, çalışma yapmak üzere bir araya geldik. Gayemiz Allah-ü Tealâ'nın razı olduğu işleri, a'mali sâlihâyı bulmak, tesbit etmek ve bu çalışmaları yapıp Allah'ın rızasına ermek... Rehberimiz, Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAV, ve onun varisleri ulema-i muhakkıkîn sâdât ve meşâyih-i Turûk-ı Aliyye'miz; onların mübarek ruhları için ve ahirete göçmüş bütün sevdiklerimizin, geçmişlerimizin ruhları için; bu beldeleri evvelce fethetmiş, sonra da düşmanların istilâsından korumak için cihad eylemiş gazîlerin ve bu yolda şehid olmuş şehidlerin ruhları için; sevdiklerimizin, arkadaşlarımızın, dostlarımızın ruhları için; evliyâullah büyüklerimizin himmetleri üzerimizde olsun, yaptığımız çalışmalar hayırlı olsun, verimli olsun, feyizli ecirli olsun diye; bir Fâtiha, onbir İhlâs-ı Şerif okuyup, onların ruhlarına bağışlayalım öyle başlayalım. Buyurun:
....................................
Muhterem Kardeşlerim!. Allah-u Tealâ Hazretleri Kur'an-ı Kerîm'inde:
(Küntüm hayra ümmetin uhricet linnâs...) buyuruyor. Sadakallahul azîm. Ya'ni, "Siz ümmetlerin en hayırlısısınız. İnsanlar için, âdemoğulları için özel olarak ortaya çıkarıldınız, ortaya konuldunuz, var kılındınız. Emr-i ma'ruf yaparsınız, nehy-i münker eylersiniz; hakkın hakîkatin, iyiliğin güzelliğin galebesi, hakimiyeti için cehd edersiniz, gayret edersiniz, sa'yedersiniz, cihad edersiniz." diye işaret buyuran bir ayet-i kerime... Bizim için çok büyük bir şeref, böyle bir mümtaz pozisyon ile var olmak... Yeryüzünde böyle bir maksadla yaratılmış ümmetin ferdi olmak çok büyük bir mazhariyyet... Rabbimizin sonsuz nimetleri, ihsanları, ikramlarıyla beraber hassaten bu, çok daha özel bir ikram. Hamd ü senâlar olsun... Rabbimiz bizi bu büyük ikrama lâyık olan, lâyık-ı vech ile bu ümmete mensub olan, bu ümmete hizmet eden kimselerden eylesin...
Hayatın fânî olduğu herkes tarafından bilinen bir hakîkat... Geriye doğru baktığımız zaman, yılların çabuk geçtiğini görüyoruz. Hayata öyle ahım-şahım da bir bağlılığımız yok doğrusu... Fânî dünya fenâdır, zavallı varlıklar zevâllidir diye, bakî hayatı kazanmağa özeniyoruz, gayret ediyoruz. Nasıl olsa bir gün huzuruna varacağımız Rabbimizin huzuruna yüzü ak, alnı açık varalım diye çaba sarfediyoruz. Nasıl olsa öleceğiz. Ölüm bir vazifeden terhis, bir büyük nimete kavuşma vesîlesi olsun diye çalışıyoruz... Ömürlerimizin bir kısmı geçti. Dünyayı tanıdık, yetiştik, okuduk, teknik bilgileri aldık... Çeşitli dünyevî tecrübeler kazandık, maddî imkânlar sağladık... Ev sahibi olduk, çoluk çocuk sahibi olduk... Allah'ın verdiği nimetlere hamd ediyoruz, şükr ediyoruz. Biliyoruz ki, dünya üzerinde bu nimetlere sahib olmayan miyonlarca insan var. Rabbimiz bize bunları vermiş diye şükran doluyuz. Fakat, bunca nimetin karşısında, Rabbimize güzel kulluk yapamadığımızın da farkındayız.
Cenâb-ı Rabbül İzzet'in dergâhına lâyık bir amelimiz yok!.. Ömrümüz çok verimli geçmiyor. Yapabileceğimizin, Allah'ın bize vermiş olduğu hakîkî kapasitenin çok altında çalıştığımız için de mahcubuz. Aslında imanımızın bize gösterdiği, Kur'an-ı Kerîm'in bize gösterdiği, vicdanımızın bize gösterdiği istikamette tam çalışacak olsak, değil Türkiye'yi, dünyayı düzeltebiliriz!.. O kadar büyük bir potansiyelimiz var. Fakat bu potansiyel, o kadar cüz'î bir şekilde istifadeye sunuluyor, o kadar az çalışıyoruz ki, çorbada tuz kabilinden kalıyor.
Bir kere, ömrümüzün bir kısmı istirahatle, uykuyla, tatille geçiyor. Tatil için insanların harcadıkları masraflar, zahmetler, zamanlar toplansa yıldızları fethederiz!.. Dünyanın en zengin ülkesi oluruz.
Ömrümüzün bir kısmı uyku ile geçerken, bir kısmı da zaten Allah'ın tekeffül etmiş olduğu rızkı alacağım diye beklemekle ve koşmakla geçiyor. Sabahtan akşama oturuyoruz... Doğrusu Rabbimize güzel kulluk edemiyoruz.
(Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike yâ ma'bûd!..) "Yâ Rabbi mahcubuz; biliyoruz ki sana hakkıyla ibâdet edemedik, seni hakkıyla zikr edemedik... Senin nimetlerine hakkıyla şükr edemedik... Tevbe yâ Rabbi, estağfirullah yâ Rabbi, affet yâ Rabbi!.." duygusu içindeyiz hepimiz.