• /
  • Kütüphane
  • /
  • Tebliğ ve İrşad Çalışmaları
  • /
  • 61 ilâ 80. sayfalar
41 ilâ 60. sayfalar

O halde, biz iyiliklerin yaptırımında çok kâr ediyoruz. Kendi amellerimiz var, a'mâl-i sâlihamız, hayrât ü hasenâtımız var, defterimize iyiliklerimiz yazılıyor. Ama bir de başka insanları da iyiliğe çekmişsek, onların yapmış olduğu iyiliklerin de sevaplarının kopyaları bizim hesabımıza işliyor boyna... Onun da yaptığı kadar, kazandığı sevap kadar bizim defterimize yazılıyor. Ne oluyor?.. Böylece biz, sanki bir insanın sevabı kadar sevap kazanmıyoruz, ne kadar insanı etkilemişsek, onlar kadar --bin insan kadar, onbin insan kadar, yüzbin insan kadar-- sevap kazanıyoruz. Muhteşem bir şey!..

--Bu kadar büyük sevaplar kazananlar var mı?..

--Var tabii... Meselâ, İmam Gazâlî'nin ben hayranıyım şahsen... İmam Gazâlî'nin kitapları herkesin kütüphanesinde vardır. Düşünün, sizin kütüphanenizde de mutlaka üç beş tane İmam Gazâlî'nin kitabı vardır. Okumuşsunuzdur, sevmişsinizdir. Eyyühel Veled'i vardır, İhyâ-u Ulûm'u vardır, Kimyâ-yı Saâdet'i vardır ve diğer eserleri vardır, okumuşsunuzdur.

Şimdi onları okuyunca siz, "Şunu da yapayım, bunu da yapayım!" diyorsunuz. İlminiz artıyor, güzel birtakım şeyleri yapmağa karar veriyorsunuz. Kötü bir şeyleri yapmaktan vazgeçiyorsunuz. İlminizi uygulamaktan bir sevap kazanıyorsunuz. İmam Gazâlî de 1111 yılında vefat etmiş; ama o da siz o iyiliği yapınca sevabı hemen alıyor. Türkiye var, Pakistan var, Arabistan var, Afrika var, Avrupa var, Amerika var; dünyanın her yerinde onu okuyan insanlar var... Düşünün, ne kadar muazzam sevaplar geliyor.

61

Buradan da anlıyoruz ki, bir alim, bir mürşid, insanları doğru yola çeken, insanları iyiliği öğreten insan, çok muazzam sevaplar kazanıyor. hakîkaten de, "lmin rütbesi İslâm'da en yüksek rütbedir." denilmiş o bakımdan...

Biz ne yapacağız?.. İslâm'ı yaşayacağız. İslâm' öğreteceğiz, İslâm'ı uygulayacağız, İslâm'ı uygulattıracağız; günahı da yaptırmamak için aktif olacağız. İşte en ileri vatandaş çehresi... Hani modern ülkelerde iyi vatandaş, iyi insan konusunda yazılmış kitaplar filân da hatırlıyorum. Bilmiyorum onlarda yazılanların içinde bu kadar güzel, bu kadar aktif bir prensip var mı; insana bu kadar sorumluluk yükleyen bir anlayış var mı?..

Bizim dinimiz böyle... Biz başkasının yaptığı günahtan dahi elem duyuyoruz, onun yapılmaması için elimizden gelen tedbiri almakla vazifeli olduğumuzu hissediyoruz ve o hususta gayret gösteriyoruz, göstereceğiz, göstermemiz lâzım!..

Demek birinci hadis-i şerif bu...

İkinci hadis-i şerife gelelim. Bu da yine ictimâî, yâni sosyal önemi olan bir konuyu bize hatırlatıyor. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:

62

(Eyyü mâ dâin deâ ilâ dalâletin fettübia feinne aleyhi misle evzâri men ittebeahû ve lâ yünkasu min evzârihim şey'â. Ve eyyü mâ dâin deâ ilâ hüden fettübia feinne lehû misle ücûri men ittebeahû ve lâ yünkasu min ücûrihim şey'â.) Enes RA'den, büyük hadis alimi İbn-i Mâce bu hadis-i şerifi rivâyet eylemiş.

Mânası: (Eyyü mâ dâin) Herhangi bir davetçi, çağırıcı, klavuz, önder ki, (deâ ilâ dalâletin) bir delâlete, sapıklığa etrafını çağırmış. Ortaya çıkmış, çığırtkanlık yapıyor, çağırıcılık yapıyor, davetçilik yapıyor, kendisini dinleyenleri sevk etmeğe çalışıyor. Nereye ama?.. Dalâlete, sapıklığa, şaşkın bir işe, günah olan bir şeye...

(fettübia) Bazıları da onu duyuyorlar. "Tamam, güzel; ben de geleyim, ben de yapayım!" diye ona tabi oluyorlar, dâvetine icabet ediyorlar, günahı işlemeye yöneliyorlar. O davet etti, ötekiler de yöneldi.

(feinne aleyhi misle evzâri men ittebeahû) İşte o davet eden kimseye, kendisine tabi olanların işlediği günahların veballeri kadar günah da yüklenir; (ve lâ yünkasu min evzârihim şey'â.) ama, o günahı işleyenlerin de günahlarında bir azalma olmadan, eksiltme olmadan... Ordan alınarak değil yâni...

63

O günahı işleyene o günahlar veriliyor, cezalar defterine yazılıyor. Mahvolacak, cezâsını çekecek, perişan olacak. Ama davet eden kimse, kimse o çığırtkan, yola durup da insanları yanlış yola çağıran kim ise; o da aynı o günahı yüklenecek ve defterine o günahlar yazılacak. Çağırmasaydı yâni, öyle bir şeyin çığırtkanlığını yapmasaydı.

Aksi de var: (Ve eyyü mâ dâin) Herhangi bir çağırıcı ki, (deâ ilâ hüden) hidâyata davet ediyor. Allah'ın sevdiği güzel bir yola, sevaplı bir işe davet ediyor. Hidayet damgası taşıyan, hâni "İhdinas sırâtal müstakîm; bizi doğru yola hidâyet eyle, sevk eyle!" diyoruz ya, böyle bir güzel, doğru yol üzerinde yapılan güzel bir şey, fiil, hareket, herhangi bir işlem, eylem, tavır... Güzel bir şeye çağırdı, davet etti.

(fettübia) Ona da bazı insanlar, "Evet, ne kadar güzel bir şeye davet etti bizi; biz de böyle yapalım!" dediler, tabi oldular.

(feinne lehû misle ücûri men ittebeahû) İşte kendisinin sözünü dinleyip, o güzel işi yapmağa kalkışan insanların sevaplarının misli, aynen buna da verilir; (ve lâ yünkasu min ücûrihim şey'â) o sevaplı işleri işleyenlerin sevaplarından hiç bir şey eksilmeden... Onlar sevapları alırlar, onların aldığı sevaplar kadar o çağıran insana da sevap verilir.

64

Misallendirelim: Bir adam diyor ki: "Gelin bu akşam, lise günlerini anmak için bir alem yapalım, bir toplantı yapalım, eğlenelim!" diye çağırıyor. Dinleyenler de: "Tamam, okulda beraberdik, şimdi işadamı olduk ama, okulumuzun kutlama günü, gidelim şuraya!" diyorlar, gidiyorlar. Hepsi birden içiyorlar, günahlar işliyorlar... Tamam, işte o ilk çağıran adam, telefonu açıp da ötekileri çağıran adam, kendisinin günahının üstüne, çağırdığı kimselerin günahları kadar da ayrıca günah alır.

Diyelim ki, bir vaiz, bir hocaefendi çıkıyor kürsüye... Diyor ki:

"--Bakın! Sabah namazından sonra camide oturmayı Peygamber Efendimiz severdi. İşte işrak vaktine kadar Kur'an okuyarak, zikrederek vakit geçirirdi. Böyle vakit geçirenin sevabı çoktur. O gün bir hac ve umre yapmış kadar sevap alır. Rızkı bol olur, ölürse imanla göçer... Şöyle olur, böyle olur." diye ballandırıyor, anlatıyor.

Dinleyen şahıs da diyor ki:

"--Yâ, ben de yarın sabah namazından sonra oturayım, camide böyle yapayım, bu sevapları alayım. Bir hac ve umre sevabı az değil..."

65

Tamam, ertesi gün kalkıyor ve camide öyle, sabah namazını kıldıktan sonra oturuyor. Kur'an-ı Kerim'ini okuyor, Yâsin'ini okuyor. Dualarını ediyor, tesbihlerini çekiyor. Sonra güneşin doğmasından yarım saat kadar vakit geçtikten sonra kalkıyor, işrak namazını kılıyor. Kalkıyor, gidiyor.

Şimdi bu kimse ne yaptı?.. Bir hac ve umre sevabı aldı, rızkı bol oldu. Bir takım büyük mükâfatlara nail oldu, büyük sevaplar kazandı. Bu sevapları alacak, onun defterine yazılacak amma; o hocaefendi ona söylemişti ya vaazda, kürsüden hatırlatmıştı, bu ondan öğrenmişti. O hocaefendinin defterine de melekler, bunun kazandığı sevap kadar sevapları yazarlar. Niçin?.. O anlattı, bu dinledi; onun anlattığını uyguladığı için...

İşte İslâm'ın toplumsal, ictimâî yönü bu... İyi bir şeye çağırdığınız zaman, çağırdığınız kimselerin girdikleri iyiliklerin sevabının bir mislini siz alacaksınız; kötü bir yere çağırdığınız zaman, işlenen günahların vebalinin bir misli de sizin omuzunuza yazılacak. Başkaları işlemiş ama, sizin omuzunuza yüklenecek; çünkü onları, siz o işe çağırdınız.

66

O halde ne yapacağız?.. Hiç bir kimseyi, hiç bir kötü yola çağırmayacağız, herkesi iyi yola çağırmağa gayret edeceğiz.

Bu iki hadis-i şeriften karşımıza beliren tablo nedir?.. Toplu yaşamda, topluluk hayatında, ictimâî hayatımızda nasıl davranmamız gerekiyor?.. Kendimiz iyi insan olacağız, başka insanları iyi işe çağıracağız, kötü işe çağırmayacağız. Kendimiz a'mâl-i sâliha işleyeceğiz; başkalarının da iyi işler işlemesi işlemesi için aktif propaganda, reklâm, tanıtma, öğretme işleri yapacağız.

Bunun aksine, kötü şeylerin yapılmamasına da gayret göstereceğiz ve kötülükleri yapmak isteyenlere engel olacağız. "Benim hürriyetim var, istediğimi yaparım!" diyorlar bazıları... "Sana ne, karışma!" filân diyorlar; öyle değil!..

Adam aldırma, geç git diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım!

dediği gibi Mehmet Akif rahmetlinin, --Allah kabrini nur doldursun, cümle geçmişlerimize rahmet eylesin-- bir sorumluluk duygusu taşıyoruz. Sıkıntı çeksek de, birtakım zararlar, sıkıntılar, üzüntüler görsek de; başı ağrıtacak, gönlü kıracak birtakım olaylarla karşı karşıya gelme durumu olsa bile, biz böyle davranacağız.

67

Tabii, düşünün böyle insanlardan müteşekkil bir toplumu... Burda kötülük yapılmaz! Aşikâre yapılmaz hiç olmazsa, gizli yapılır, gözden uzakta yapılır. Ben arkadaşlara soruyorum; İstanbul Ankara yolunda Kızılcahamam'a gelirken diyorlar ki: Azaphane Deresi... Bir kere orası Azaphane değil, A'zeb Deresi... A'zeb de azap demek değil; a'zeb bekâr demek... A'zeb Deresi ne demek, bekârların deresi demek...

Birçok yerde bekâr deresi vardır. Bu ne demek?.. Yâni eski devirde şehrin içinde, beldenin içinde kimse günah işleyemiyormuş. Neden?.. Aklı başında, ayetleri, hadisleri bilen, ciddî müslüman, mütedeyyin, sâlih, âbid, zâhid insanlar yaptırmıyormuş. Şehrin içinde, beldenin içinde, köyün içinde bir günahı göz göre göre işlettirmiyorlar. Ne yapıyor o zaman bekârlar?.. Sazını alıyor, çalgısını alıyor, gidiyor derenin içinde dımbırdatıyor. Veya saklı saklı, gizli gizli, --Allah saklasın, Allah böyle durumlara düşürmesin-- içkisini alıyor, derenin kenarında içiyor. Veya bir kadın getiriyor, oynatıyor. Nerde yapıyor?.. Bekârların eğlendiği bekâr deresinde; yâni kaçak yerde, gizli günahların işlendiği yerde...

68

Tabii fırsat bulsa ötekiler, ona da müdahale ederler ama, beldeden oraya gelinceye kadar; onların nöbetçileri vardır, görüyorlar, kaçıyorlar. İşte toplumda o zaman iyilik oluyor, kötülük yapılmıyor.

Bugün Suudî Arabistan'a içki sokmak yasak... Afyon sokmak çok şiddetli cezalandırılıyor, yasak... Nedir?.. Yâni toplumu yönetenler, kötülükleri men ediyorlar. "İçki bütün kötülüklerin anasıdır, bütün kötülükler ondan kaynaklanıyor." diye içkiyi yasaklamışlar, sokturtmuyorlar. Çok gizli yollarla, çok saklı şekillerde birileri yapıyorsa, Allah onun cezasını verecek. Ama, hiç olmazsa toplumda sorumlu olan insanlar, yöneticiler günaha girmiyor. Bir de o kötülükleri gören insanlar müdahale ettikleri için, kimse de kalkıp herkesin gözü önende böyle bir şey yapamıyor. Takibata uğruyor, protestoya uğruyor; yapamıyor.

O zaman toplum, iyi bir toplum oluyor. İyilikler yapılıyor, ileri gidiliyor. Günahlar olmuyor, haramlar işlenmiyor, haksızlıklar yapılmıyor, zulümler olmuyor. İslâm toplumları tarih boyunca, İslâm'ın hakim olduğu zamanlarda işte böyle mutlu yaşamışlardır. Pırıl pırıl yaşamışlardır, tertemiz yaşamışlardır.

69

Kendimiz müslüman olduğumuz için, bu bizim kendimizi reklam etmemiz gisbi düşünülebilir. Öyle diyebilirler bazı insanlar ama, bizim dışımızda olup, müslüman olmayıp, bizim ülkemize misafir olarak gelmiş insanların hatıraları var, yazıları var...

Meselâ, Baron De Büsbek diye bir Hollanda'lı seyyah gelmiş, Kanûnî devrinde... Kanûnî devrini anlatıyor. İstanbul'un manzarasını, halkın halini, ahlâkını, alış verişini, ve sâiresini kitabında hatıralarında anlatıyor. Müslümanların çok dürüst olduğunu, temiz olduğunu, sözlerine sadık olduğunu, güvenilir olduğunu söylüyor ve diyor ki:

"--Eğer siz Osmanlı ülkesine ziyarete giderseniz, bir müslümana misafir olabilirsiniz; çünkü yatakları temizdir, yorganları temizdir, yemekleri temizdir, evi temizdir. Sakın benim dindaşımdır diye bir gayrimüslime misafir inmeyin!" diye ikaz ediyor.

"Sonra, bir müslüman size şunu şöyle yapacağım diye söz vermişse, tamam demişse, sözü sözdür. Yazılı bir senet olmasa bile dediğini yapar, çünkü sözlerine sadıktır onlar." diyor. "Ama bir gayrimüslimle anlaşma da yapsan, yine seni aldatır, hile yapar, ona itimad edilmez!" diyor.

70

Bu neyi gösteriyor?.. Düşmanın, yabancı bir insanın, ülkemize gelmiş bir misafirin sözleri bunlar; bizden olan bir kimsenin sözü değil... Osmanlı toplumunun İslâm'dan mutlu olduğunu, halkın tertemiz olduğunu ve İslâm'dan mahrum olan kesimlerin de o seviyeye çıkamadığını gösteriyor.

--Efendim, toplum ileridir.

Hayır, toplum ileri değil! Toplumun içinde İslâmî hayatı benimsemiş mü'minler ileri; İslâmî hayattan mahrum kalmış olanlar o ahlâka sahip değil!.. Nerden kaynaklanıyor fazîlet?.. İslâm'ın kendisinden, müslümanlıktan kaynaklanıyor. Bu çok önemli... Yâni, seyyahların hatıraları bu bakımdan, bizim için güzel birer misâl oluyor.

Temenni ederiz ki, İslâm'ı ailemizde yaşayalım!.. Kendi nefsimizde, içimizde yaşayalım, ruhumuzda yaşayalım!.. Mahallemizde yaşayalım, köyümüzde, kasabamızda yaşayalım!.. Her şey Allah'ın rızasına uygun olsun... Allah'ın rızasına uygun olmayan şeyleri de temizlemek için, elbirliğiyle bir çalışma yapalım!..

Hani çevre temizliği diyoruz, Çevre Bakanlığı kurduk; bir de böyle ahlâkın temizlenmesi meselesi var... Ahlâkî çevrenin de güzelleşmesi, temizlenmesi, günahlardan arınması meselesi var... Biz her yönden çevreciyiz. Yâni çevre kültür derneklerimizi kuran arkadaşlarımızdan Allah razı olsun; biz çevreyi ağaçlandırmak istiyoruz, çevreyi temizlemek istiyoruz, çevreyi güzelleştirmek istiyoruz... Tarihî çevreyi, sosyal çevreyi güzelleştirmek istiyoruz. Yâni toplumda yetişen bir insanın, sıhhatli bir ruhla yetişmesini sağlayacak tedbirleri almak istiyoruz. Mânevî çevreyi günahlardan temizlemek istiyoruz. Günahların başkalarına misal olacak tarzda görünmesini dahi arzu etmiyoruz, temizlemek istiyoruz.

71

Allah-u Teâlâ Hazretleri İslâm'ın güzelliklerini anlayıp, onu böyle şahsî hayatımızda, aile hayatımızda, toplum hayatımızda, her yönde, her yerde güzelce uygulamayı nasib etsin... Böylece ne olacak?.. Dünya saadeti olacak. Sonra ne olacak?.. Ahirette de, Allah'ın emirlerini tuttuğumuz için ahiret saadeti olacak. Sonsuz, ebedî, çok güzel nimetlere gark olmuş durumda bir cennet hayatı; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayalihe sığmayan güzelliklere, nimetlere müslümanlar sahib olacak.

Allah-u Teâlâ Hazretleri iki cihanda cümlenizi bu saadetlere nâil eylesin, bahtiyar eylesin, aziz ve sevgili Akra dinleyicilerim!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtüh!..

31. 3. 1995 - Akra

72

EN SEVAPLI ÇALIŞMA
EĞİTİM ÇALIŞMASI

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

Aziz ve muhterem kardeşlerim!..

Mü'min olduğumuz için hayata çok tepeden, çok kuş bakışı bakabiliyoruz. Dünyevî küçük meselelerin üstüne çıkarak, ana hedefleri görmek mümkün olabiliyor bizler için... Dünyanın malı ve mevkii, makamı hiçbirimiz için önemli değil, bizâtihî gaye değil... Eğer bir makam elde etmişsek, bunu ahireti kazanmak için kullanmağa çalışıyoruz. Eğer bir makama yönelmişsek, onu İslâm'ın ve müslümanların hayrına kullanmak niyetiyle oraya gidiyoruz. Yoksa, mevkî makam hırsından yapmıyoruz. Eğer ticârî bir atılıma yönelmişsek, bundan da maksadımız bizâtihî paranın kendisi değil; para bir vasıta olduğu için yöneliyoruz.

Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında da paranın mühim işler gördüğünü ve zenginlerin büyük miktarlarla İslâmî hizmetleri desteklediklerini biliyoruz. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in varlığını nasıl Allah yoluna verdiğini, Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz'in, sahabe-i kirâmın çoğunun --rıdvânullahi aleyhim ecmaîn-- nasıl mallarını canlarını fedâkârca sunduklarını hepimiz biliyoruz. Belki başkalarına anlatan kimseleriz bunları; sadece dinleyen kimseler değiliz.

73

Dünyaya da, son derece derin bir ilgi ile bakıyoruz. Ahiret adamıyız ama, dünyaya çok büyük ilgi ile bakıyoruz. Ben şahsen öyleyim. Dünyanın her yeri ve her olayı beni çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü, dünya üzerindeki görevlerimizle ilgili oluyor olaylar...

Biz, ayet-i kerimelerde belirtildiği üzere (Ali İmran:110):

(Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nâs) İnsanlar için özellikle, nümûne olarak ortaya çıkartılmış bir ümmet olduğumuzdan; emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapıp, cihad eylemek vazifemiz olduğundan; Allah'ın dinine hizmet etmek vazifemiz, Allah'a güzel kulluk etmek asıl işimiz olduğundan; güzel kulluğu yapmanın yolu dünyevî meselelerle, olaylarla ilgilenmekten geçtiğinden her şeyle ilgileniyoruz.

Dünya da gözümüzün önünde, avucumuzun içinde küçülmüş durumda... Her tarafı bizim için bir hizmet sahası olarak görülüyor. Hiç bir tarafı hizmetten hariç tutmağa gözümüz, gönlümüz râzı olmuyor. Elhamdü lillâh, Türkiye'deki bütün müslümanların genel yapısı böyle... Hudutları çoktan aştık, dışarılara taştık. Dışarılarda hem ticârî, hem kültürel, hem dînî, hem sosyal faaliyet yapan nice kardeşlerimiz var; Allah râzı olsun... Duyuyoruz, iftihar ediyoruz.

74

"Keşke benim sevdiğimi sevse cümle cihan halkı da, cihan halkıyla sözümüz sohbetimiz hep sohbet-i cânân olsa!.." demiş bir Osmanlı şâiri... Bizim sevdiğimiz şeyleri başkalarının sevmesinden, bizim gibi olan başka müslüman kardeşlerimizin sevilmiş olmasından, çalışmış olmasından gurur duyuyoruz, sevinç duyuyoruz... Şükr ediyoruz, hamd ediyoruz.

Balkanlar, Orta Asya, Uzak Doğu, Avustralya, Afrika, Amerika... Dünyanın her yerinde, gittiğimiz zaman müslüman kardeşlerimizle karşılaşıyoruz, hizmet eden insanlarla karşılaşıyoruz. Pasaportunu yırtan kahramanlarla karşılaşıyoruz. Yâni, öyle bir gidiş gitmiş ki oraya, pasaportunu yırtıyor; "Benim hizmetim burda olduğu için, artık Türkiye'yle ilişkim kalmadı; geriye dönüşüm bahis konusu değil!" diye... Tarık ibn-i Ziyad (Rh.A) gibi yâni... Onun Cebel-i Tarık boğazını geçtikten sonra gemileri yaktırdığı gibi, o da pasaportu yırtıyor. O gemileri yakmış, geriye dönülmesin diye... Burda da geriye dönme vasıtası pasaport olduğu için, kardeşimiz pasaportunu yırtıyor. Pasaportsuz dışarı çıkamaz; tamam, orada kalıyor. Bizim şeyimiz bu...

75

"Akıl için tarik birdir, yol birdir; yâni, akıllı olan her insan aynı noktaya gelir." diye bir söz var... Bütün müslüman grupların yaptığını, aşağı yukarı böyle görüyoruz. Ama, Allah'a hamd ü senâlar olsun, tahdis-i nimet sadedinde söylemek lâzım ki, bizim muhabbetle kucaklaştığımız kardeşler grubu da, çok yüksek kaliteli bir grup hakîkaten...

Ben, dünyadaki muhtelif ülkelere gitmiş gelmiş bir insan olarak, kendimizi tevâz çizgilerinden dışarıya çıkmamak şevkiyle, elhamdü lillâh hiç kimseden de aşağı görmüyorum. Ne Avrupa'dan, ne İngiltere'den Amerika'dan, ne Rusya'dan, ne de herhangi bir diğer ülkeden eksiğimiz yoktur. Fazlamız vardır, potansiyelimiz vardır, imkânımız vardır... Allah'ın dinine güzel hizmet edeceğiz, ömrümüzü Allah'a güzel kulluk ederek geçireceğiz. İslâm'ın "Lâ ilâhe illallah" bayrağını burçlara takacağız.

Ben kardeşiniz Viyana'ya gittiğimde, orda Viyana muhasarası yapıldığı zaman, ordumuzun çadır kurduğu ordugâhın merkezi durumunda olan, Katernberg tepesine gittim. Bizim ordugâh kurduğumuz yere, adamlar bir kilise yapmışlar. Kilisede de bir resim var, yağlıboya tablo... Lâ ilâhe illallah bayrağı yere düşmüş, hristiyanlar gelmişler onun üstüne, atların üstünde, haçları ellerinde... Yâni, "Burada haç Lâ ilâhe illallah'ı yendi, İslâm mağlub oldu, hristiyanlık galip oldu." diye resmetmişler oraya... Ama öyle değil; Lâ ilâhe illallah'ı kimse aşağıya indiremez!.. O bayrak hiç bir zaman aşağıya inmemiştir, inmeyecektir; her zaman yükselecektir!..

76

Viyana'nın ortasındaki belkemiği koca caddeye, "Maria Hintaş Rassel" ismini vermişler; yâni, "Bizi Kurtaran Meryem..." Meryem Validemiz'i kendilerinden sanıyorlar, halbuki Meryem Validemiz bizim... Bizim validemiz, cennetlik... Tanımadıkları, kabul etmedikleri Lâ ilâhe illallah ehli... Cennet hatunlarından bir hatun...

Şimdi biz tabii, bu kadar büyük çapta düşününce meseleleri, karşımıza insan problemi çıkıyor. Yâni, insan yetiştirmemiz lâzım, eleman yetiştirmemiz lâzım!.. Yöneticilik yapmış bütün kardeşlerimiz bunu çok kuvvetle, derinden hissetmişlerdir. Bakanlık yapmış kardeşlerimiz var içimizde, yöneticilik yapmış kardeşlerimiz var... Mutlaka ve mutlaka kıymetli elemanların yetişmesi lâzım!..

Bunun özlenen, güzel emareleri, işaretleri var... Ben Anadolu'nun hangi ücrâ, uzak, küçük kasabasına gitmiş isem, orada hemen bir toplantı yapılıyor.

"--Hocamız gelmiş, bir toplantı yapalım!.."

"--Hocam, bir konuşma yap!"

"--Pekâlâ!.."

Toplanıyoruz, emin olun sayı şuradan aşağı değil... En küçük bir kasabada sayı, şurada toplanan insanlardan aşağı değil... Böyle zorla, uçurumların kenarlarından, camdan baktığınız zaman aklınız başınızdan uçacak gibi yerlerden geçerek zorlukla gidilen yerlere vardığımız zaman, böyle muhterem kalabalıklarla karşılaşıyoruz.

77

"--Buyurun, tanışalım!" diyoruz. "Senin mesleğin ne, senin mesleğin ne?.." diye soruyoruz.

Kimisi gazetecilikten mezun, kimisi siyasaldan mezun, kimisi mühendis, kimisi doktor... Yâni pırlanta... Anadolu'nun her yerine saçılmış. Güzel bir görünüm, emâre...

Bizim de işimiz hayır ve hizmet haline gelmiş olduğu için... Emekli olmuşuz. Emekli olduktan sonra, bizim elimizi, ayağımızı kolumuzu bağlayan bir başka iş kalmadığından, "Nasıl hayır yapabiliriz?" diye, onu düşünmek durumuna gelmişiz. Bu güzel bir şey... Türkiye'de bu durumda olan pek çok insan var... Yâni bütün işi, düşüncesi, aklı, fikri, "Ne yaparım da daha güzel hizmet üretirim?" diyen insanlar var...

Biz bu şekildeki hizmetleri inceledik ve yaptık. Sayenizde yaptık, yardımınızla yaptık, duanızla yaptık, katılımınızla yaptık... Elhamdü lillâh yurt dışında bize sordukları zaman, söylediğimiz zaman, herkes memnûniyetini izhar ediyor. Şirketlerimiz var, radyo yayınlarımız var... Okullarımız var, kolejlerimiz var... Büyük şirketlerimiz var... Sıfır sermaye ile kurmuşuz, muazzam gelişme göstermiş, güzel hedefler tesbit etmişiz ve herkes takdir ediyor elhamdü lillâh, "İyi şeyler düşünmüşsünüz!" diye... Yirmi otuz kalem hizmetimiz var, hizmet çeşidi var...

78

Mısır'a gitmiştik. Orda birisinin oteline misafir olduk. Otelde böyle bir salon var... Televizyondan da ordan dînî dersler, tefsir dersleri filân yayınlanıyormuş. Sahibi de müslümanmış. Hepimize birer Riyâzüs Sâlihîn verdi, Kur'an-ı Kerim hediye etti şirket sahipliği yaparak... Orda kitabın sayfaları açtık, okuduk. İmam Nevevî'nin kitabının hemen başındaki başlıklarından birisi: "Hayrın yolları, çeşitleri çoktur. Yoldan bir taşı kaldırıp kenara koymak dahi bir hizmet çeşididir, sevaptır." Çünkü, bir müslümanın ayağına takılacaktı; takılmasın diye kenara koydu.

Hayır çeşitleri çoktur ama, en güzeli hangisidir?.. En sevaplısı hangisidir?.. En güzel sonuç almaya götüren hangisidir?.. Bu eğitimdir. En sevaplı çalışma, en güzel sonuca götüren çalışma, en faideli çalışma, en bizi güçlendiren çalışma, en uygun en müsâit çalışma eğitim çalışmasıdır.

Biz bu eğitimin her çeşidiyle ilgileniyoruz. Bir kere ikiye ayrılıyor: Yaygın eğitim, örgün eğitim... Yâni, halk eğitimi ve ilkokul, ortaokul, lise, üniversite tarzında eğitim... Eğitimin her çeşidinde varız, istekliyiz, hevesliyiz, atılımcıyız. Bunları yapmak istiyoruz. Bir zaman gelecek, üniversite de kuracağız!.. Elemanımız var... İnşaallah mânileri atlatıp yeni fakülte de kuracağız.

79

1980'den önce biz, üniversiteyi kuruyorduk. Bizim camiamız, grubumuz, kardeşlerimiz 1980 Harekâtı'ndan önce Sakarya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi esas olmak üzere, İstanbul'daki bazı tıp teşekkülleriyle ve diğer bazı kuruluşlarla, Marmara Üniversitesi diye bir üniversite kurmaya bir gayret başlattı. Ama 80 Harekâtı oldu, bizim elimizden imkânları aldı. Devlet Marmara Üniversitesi diye bir üniversite kurdu ama, biz düşünmüştük, projesi bizimdi. Yapacağız yine... Bizim elemanlarımız çok, her yerde profesörlerimiz var, onu yapacak imkândayız.

Adaletli bir müsaade istihsal etme imkânı olduğu zaman, üniversiteler de kuracağız, finans kurumları da kuracağız. Akla hayale gelebilecek en yüksek seviyede bütün çalışmaları yapacağız. Ama bunların içinde, bizim her il ve ilçe için ilk adım olarak zarûrî gördüğümüz bir çalışma şekli var: Bir okul kurmak... Neden bir okul kurmak?.. Çünkü bütün sosyal faaliyetleri orada yapmanız mümkün oluyor. Bir kere okulun akşamları bütün dersaneleri, konferans salonları, sahası elinizde oluyor. Her türlü sosyal faaliyeti yapmak için, en mükemmel mekân elinizde oluyor. Biz bunu İstanbul'da yaşıyoruz. Başka illerde bu imkânlarımız var... Kendi toplantı salonlarımız, konferans salonlarımız var...

80
81 ilâ 100. sayfalar