Şehvet sadece cinsel arzu demek değildir. Meselâ insanın çok yemek arzu etmesi de şehvettir. Buna şehvetül batın, yâni midenin şehveti derler. Adam acıktım diyor, bir şeyler yemek istiyor... Yiyor, doymuyor, daha istiyor... Yandakininkini alıyor, ötekisine uzanıyor... vs. İşte şehvet, şehevât-ı nefsâniyye, kuvvetli arzular veya hevâ-yı nefs, nefsin hevâsı, istekleri; bunlar makbul şeyler değil!.. Şeytanın vesveseleri gibi, bunlar da kötü...
Kötü olan şeyleri, haramları, günahları liste halinde yaparsak: Şeytanın vesveseleri, nefsin hevâ ve hevesleri; bunlar kötü şeyler... Bunlara uydu mu insan, mahvolur. Nefsinin peşinde gitti mi, çok zarara uğrar. Talebe ise, başarısız olur. İşadamı ise, işini kaybeder. Aile reisi ise, ailesini geçindiremez. Sıhhatini bozar, sarhoş olur, ayyaş olur, başarısız olur, işini batırmış olur... vs. Bütün kötülükler böyle bunlardan oluyor.
Bu ikisi bizim içimizde, yâni bizim gönlümüzle, aklımızla ilgili şeyler... Şeytanın vesveseleri, nefsin şehvetleri; bunlar bizim içimizde... Tabii, bizim dışımızda bir de etrafımızda çevremiz vardır, dünyamız vardır. Buradan aldığımız etkiler vardır. Başka insanlardan görüp de, "Biz de yapsak yâhu!" diye özenmelerimiz vardır. "Başka insanın arabası var, benim de arabam olsun... Başka insanın köşkü var, bahçeli evi var, havuzlu evi var; benim de olsun... Başka insan şöyle güzel giyiniyor, ben de güzel giyineyim..." vs.
Dünyanın pek çok güzellikleri vardır. İnsanın ağzını suyunu akıtan pek çok güzellikleri vardır. Bunları da elde etmek istiyor insan... Bunlar da insanın birtakım yanlışlar yapmasının temeli oluyor. Yâni, "Ben şu parayı elde edeyim, şu mevkiyi elde edeyim; ondan sonra her istediğimi yaparım!" diye bir sürü kötülükleri dünya sevgisinden yapıyor insan... Bu da bir düşman... --Ben bunların hepsini ayetlerden, hadislerden söylüyorum. Bunları bilen bir insan olarak özetini söylüyorum size, özetlemeğe çalışarak söylüyorum. Dinin ana manzarasını kısaca tasvir etmeğe çalışıyorum.-- Onun için, insanın etrafındaki düşmanlardan birisi de dünyadır.
--Yâ, bu dünya güzel, neresi düşman?.. Güller, sümbüller, ağaçlar, çiçekler, manzaralar, göller, sahiller, köşkler, saraylar niye düşman?..
Onları sevdi mi bir insan, onları elde edeceğim diye çok günahlı işler yapıyor, çok yanlış işler yapıyor. Hırsızlık yapıyor, soygun yapıyor... Onun için Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
(Hubbüd dünyâ re'sü külli hatîeh) "Bütün hatâların başı, kaynağı dünya sevgisidir." Dünyayı sevdi mi bir insan; dünyadaki mevki, makam, para, pul, şöhret... vs. peşinde koşulan şeyler, herkesin elde etmek için uğraştığı şeyler; onları gaye edindi mi bir insan, hubbüd dünya ona çok yanlış şeyler yaptırıyor. Onun için bunu da bir tehlike olarak karşımıza koymuşlar, bu da bir düşman!..
--E ne yapacağız, dünyanın güzel şeylerini sevmeyecek miyiz?..
Sev kardeşim, sevme diyen yok; sev ama, dikkat onların sevgisi seni kötü işler yapmağa çekmesin!.. Anlatmak istediğimiz o... Zâten güzel olduğundan, herkes ister istemez seviyor. Ben sev desem de seviyor, sevme desem de seviyor. Kim sevmez güzel manzaralı bir yeri?.. Kim sevmez parayı, pulu?.. Herkes seviyor ama, para pul sevgisi, güzel şeyler insana kötülük yaptırtıyor. Benim ikaz etmek istediğim, dinimizin bize ikaz etmek istediği bu: "Bak, dikkat et, dünya tatlıdır, zevklidir, güzeldir, hoştur, sevimlidir, yakışıklıdır, fiyakalıdır... İnsanın gönlünü çeler, aklını başından alır, aşık eder kendisine... Aman sen onu sevip de, onun sevgisine düşüp de hatalı, günahlı işler yapma!.. Bu da sana günah yaptırabilir." diyor dinimiz. Mantığı bu... Yoksa, başka bir şey yok!..
Gülün kendisi kötü değil, gölün kendisi kötü değil... Paranın kendisi kötü değil... Bunları iyiye kullanan insanlar sevap kazanıyor. Parayı helâlinden kazanırsa, para kazandıktan sonra hayır hasenât yaparsa, cenneti kazanıyor. Doğrudan doğruya kötü değil ama, insanı kötülüğe çekebilir; dikkat etmesi lâzım!..
Onun için, Hocamız'ın çok söylediği bir mısrâ dâimâ benim aklımda durur. İsterseniz siz de Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'dan bir hatıra olarak, böyle bir mısrâ da olsa yazın defterinize:
Fâni dünyâ hoştur ammâ, akıbet mevt olmasa!
derdi Hocamız başını sallayarak... Ah ölüm olmasa, ölmese; o zaman iyi... Ölecek, bir de öldükten sonra muhakeme olacak, Mahkeme-i Kübrâ var... Bir de sorgu sual olacak. Soracaklar; "Niye böyle yaptın, niye böyle yaptın, niye böyle yaptın?" diye soracaklar. İşte onun için bu dünyanın keyiflerine, zevklerine karşı insan uyanık olmalı, dikkat etmeli!.. Bu da bir tehlike...
Başka hangi tehlike var, insanın etrafında?.. İnsanlar tehlike oluşturabilir. Kötü arkadaş tehlikedir. Arkadaş olduğu için insan onu sevdiğinden, "Ben bu arkadaşımı seviyorum!" diye onunla beraber gezerken, tozarken kötü şeylere alışır, bir tehlike olur. Kötü arkadaş bir tehlike oluşturabilir. O halde arkadaşı seçmeye dikkat etmesi lâzım!.. Fâsık, fâcir, günahkâr, iradesi zayıf, nefsinin esiri, şeytanın esiri insanlarla arkadaş olursa, onunla arkadaşlığı dolayısıyla zarara uğrayabilir. Herkesin bildiği bir şey: Kötü arkadaş insanı yoldan çıkartıp zarara uğratabilir.
Başka kimler var insanın düşmanı?.. Bir de kâfirler var... İdeolojik bakımdan, dinî bakımdan, inanç bakımdan hiç bizim kusurumuz olmadığı halde, hiç biz onlara kötülük de yapmadığımız halde, bize düşman olan insanlar var... Hiç bir şey yapmamışız, "Sen müslüman mısın; hııı sen görürsün!" diye bize düşman oluyor. Yâhu biz seni görmedik, seninle bir ilişkimiz yok, sana bir düşmanlığımız yok, hiç bir şey yapmadık...
Kurt gelmiş kuzuya, demiş ki:
"--Ben seni yiyeceğim!"
"--Benim ne kabahatim var, beni niye yiyeceksin?"
"--Sen benim suyumu bulandırıyorsun!"
Kuzu demiş ki:
"--Kurt amca, ben senin suyunu nasıl bulandırayım; ben aşağı tarafta duruyorum, sen yukarı tarafta duruyorsun? Bulandırsam bile, bulanık su bu tarafa doğru gidecek. Ben senin suyunu bulandırmadım."
"--Senin baban bana şöyle yapmıştı, böyle yapmıştı..."
Halbuki kuzucuğun hiç suçu yok, kuzu kuzu yaşıyordu işte... Kurt onu yer. İnsanoğlunun da böyle düşmanları var...
Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında başlamış bu... Doğruyu söyler söylemez düşman olmuşlar. "Düzenimiz bozma!" demişler. "Burda bizim kurduğumuz bir düzen var, bizim rahatımızı bozma şimdi, keyfimizi kaçırma!" demişler. Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Bırakın bu putları!.."
Kâbe'nin içi put dolu, 360 tane put varmış deniliyor. Her kabilenin bir putu var, herkes kendine göre bir şey yontmuş, bir totem yapmış, herkes ona tapınıyor. Diyor ki:
"--Bunların aslı, esası yok! Bunları siz kendiniz yontuyorsunuz, size bir fayda veremez; zararı dokunmaz, faydası dokunmaz. Tapınmayın bunlara!.."
Haklı... Hakîkaten az önce bir taştı, heykeltraş geldi bunu yonttu, bir put haline getirdi. Millet karşısına geçiyor, tapınıyor, kurban kesiyor, adak veriyor, para veriyor. Bir şey yapamaz ki bu, faydası yok... Haklı konuşuyor Peygamber Efendimiz... Konuşması ilim dolu, haklı...
Meselâ, Peygamber Efendimiz'in oğlu vefat ettiği zaman, o sırada güneş tutulmuş. İnsanlar demişler ki:
"--Bak, Peygamber Efendimiz'in oğlu vefat etti, güneş bile yas tutuyor!"
Peygamber Efendimiz o yaslı, üzüntülü halinde --evlâdından ayrıldı tabii, üzülmemek mümkün mü; zâten çok merhametli, şefkatli bir kimse Peygamber Efendimiz-- minbere çıkıyor, diyor ki:
"--Ey insanlar! Ay ve Güneş Allah'ın iki yaratığıdır. Bunların tutulmaları insanların doğumlarıyla, ölümleriyle ilgili değildir. Böyle bir şeyin aslı esası yoktur." diyor.
Bilimsel konuşuyor Peygamber Efendimiz... Yâni, "Varsın insanlar böyle inansın, benim de nüfûzum artar. Benim çocuğumdan dolayı ay ve güneş tutuluyorsa, oooh..." filân gibi düşünebilir başka bir insan olsa... Öyle demiyor; "Hayır! Bunların insanların doğumuyla, ölümüyle, birisinin vefatıyla ilgisi yoktur. Bunlar gök cisimleridir, Allah'ın yarattığı şeylerdir." diyor, doğruyu söylüyor.
Peygamber Efendimiz doğruyu söyleyince, yâni putlara tapmayın deyince... O putlardan dolayı kabileler Mekke'ye geliyorlardı, adaklar getiriyorlardı, paralar veriyorlardı. Bir dinî turizm vardı Arabistan'da... Bir de Ukâz Panayırı gibi panayırlar kuruluyordu, o münasebetle ticaretler oluyordu. Kureyş'in de itibarı vardı Arapların arasında... Mekke'deki meşhur ibadethânenin sahipleri diye Kureyşlinin itibarı vardı. Peygamber Efendimiz: "Bu putların kıymeti yoktur. Sizin bu dininiz yanlıştır, bozulmuştur." diye onlara söyleyince, kızdılar. Düşman oldular, öldürme derecesine kadar gittiler. Bir çok müslümanı da öldürdüler.
--Şimdi burda ne oluyor, ne yaptı bu zavallılar?..
--Hiç bir şey yapmadı, doğruyu söyledi. Doğruyu söylemek lâzım!..
Biz bugün yirminci yüzyılda, doğrunun söylenmesi gerektiğini çok soylu, çok asil bir olay olarak görüyoruz. E doğruyu söylüyor, bırak!.. Hayır, işkence yaptılar, öldürdüler. "O dini bırak, bu dine gel; bizim dinimizi bırakma, putlarımıza tapmaya devam et! Tapmaktan vaz geçersen seni öldürürüz!" dediler ve öldürdüler. Doğru değil, taşa tapmak doğru değil...
Görüyorsunuz bazı insanlar bize, mecbur olduğumuz inancımızdan dolayı düşman oluyor. Ben inanmaya mecburum, ben Allah'ın rızâsını kazanmak istiyorum. Ben Allah'ın sevdiği kul olmak istiyorum. Ben cenneti istiyorum, cehenneme düşmemek istiyorum. O halde ben, "Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah" demek zorundayım. Bunu severek yapıyorum. Menfaatim yok olsa da, olmasa da yapıyorum. Ben bunu dedim diye adam bana düşman oluyor. Demek ki, gayrimüslimlerin inançtan dolayı bir düşmanlığı var bize... Bu da elimizde olmayan bir şey...
Bu inançtan dolayı olan düşmanlık, Kureyş müşriklerinden başladı. Peygamber Efendimiz'i öldürmeğe, sahabe-i kirâmı öldürmeğe, kan dökmeğe kadar gitti, savaşlara kadar gitti. Müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaki İslâm tarihinden bildiğiniz çeşitli savaşlara, çeşitli seferlere, çeşitli gazâlara kadar gitti. Ondan sonra da Haçlı Seferleri olarak Yirminci Yüzyıl'a kadar geldi. Hâlâ gayrimüslimler haçlı zihniyetini bırakmış değil, yahudiler yahudiliğini bırakmış değil... Düşmanlıklar şu veya bu şekilde perdeli, örtülü, gizli, kapaklı hâlâ devam ediyor; biliyoruz.
Müslüman olduğumuz için adam sevmiyor bizi; aldatmağa çalışıyor, kandırmağa çalışıyor, zarara uğratmağa çalışıyor... Yok etmeğe çalışıyor, dinimizden döndürmeğe çalışıyor... Çocuklarımızı hristiyan etmeğe çalışıyor, entegre etmeğe çalışıyor... Bu da düşman!..
Yâni, kâfirler düşmanımız... Fâsıklar, fâcirler, günahkârlar, kötü huylular, nefse şeytana uyan insanlar düşmanımız... Dünya düşmanımız... Dünyanın keyfi, zevki, eğlencesi, aldatıcı güzellikleri bizi gayemizden alıkoyabilir; bir çeşit düşman... Nefis düşmanımız, şeytan düşmanımız... Bunları bilmemiz lâzım!..
--Ben müslüman oldum...
İyi ama, düşmanlarını bil! Aman onların oyununa gelme, onların karşısında yenik düşme, maratonu bitirememe durumuna gelme!.. Gayeye ulaşamamak, yarıyolda yarışı bırakmak, başaramamak, sonunda cehenneme düşmek gibi bir duruma gelmemek için, bunları da bilmesi lâzım bir insanın!..
Şimdi genel durumu, dünyadaki pozisyonumuzu böyle özetliyorum ben... Hepimizin içinde bulunduğu durum bu... Ahiret yolcusuyuz. Ahirette cennet ve cehennem var, dünyada biz müslümanız. Tamam, cennetin yolu açılmış önümüze ama, etrafımızda da bir sürü düşmanlar var... Biz bunlara rağmen, bu şartlara rağmen, bu ahvâl ve şerâit karşısında olmamıza rağmen, bu müşkilleri aşıp cennete ulaşmalıyız. Gaye bu... Ne yapıp yapıp cennete ulaşmalıyız, cehenneme düşmemeliyiz.
(Femen zühziha anin nâri ve üdhilel cennete fekad fâz) "Kim cehennemden kurtulabilmişse, cennete girebilmişse, işte o kurtulmuş olacaktır." İşin sonucu bu...
Ben bu dünyada bir yol tutturabilirim; alkışlayabilirler, beğenebilirler, şöhret kazanabilirim, para kazanabilirim... Bir sürü ses sanatkârı var, para kazanıyorlar; milyonlar, milyarlar kazanıyorlar.
Muazzez Abacı Nazilli'ye gelmiş de, sinema salonu vs. yetmemiş stadyumu tutmuşlar, stadyum tıklım tıklım dolmuş. Şarkıcı bir kadın... Herkes muazzam paralar vermiş. Herkes altın, banknot, bilmem ne iğneliyorlar elbisesine, şarkı söylerken yanına geldiği zaman; üstü milyonlar dolmuş. Anlatıyorlar: Koca stadyum dolu, kadının üstü para dolu...
Nedir bu netice itibariyle?.. Şarkıcı... Ne kadar sürer bunun şarkıları?.. Sabaha kadar bağıracak mı, nihayet bir saat sürer. Zâten bir saatten fazla dayanamaz, boğazı yorulur. Bir saatlik bir şarkı için bu kadar itibar görüyor. Ama dünyanın atom alimi gitse oraya, en faydalı insanı gitse, konferans vereceğiz dese; en faydalı işi yapan, en iyi insan gitse oraya, hoca gitse, mürşid-i kâmil gitse, evliyâullahtan filânca şahıs gidecek olsa, o rağbeti göstermezler.
Yâni, bir insan para kazanabiliyor bu dünyada, zengin olabiliyor, milyarlara sahip olabiliyor, tarifsiz her şeye sahip olabiliyor... Mühim değil! Cehennemden paçayı kurtarabilmiş mi, cenneti kazanabilmiş mi; sonuç bu... Çünkü bu dünya hayatı kısadır, ahiret hayatı sonsuz!..
......................
Amerikalılar diyor ki, dolarlarının üzerinde yazılı: (In god we trust) "Biz tanrıya dayanıyoruz." demek yâni...
--Haa, bak aferin, "Tevekkeltü alellah" diyormuş, bize benziyor...
--Hayır, hiç acele etme! Hiç sana bana benzemiyor. Onların "God" dedikleri, Hazret-i İsâ... (Jesus is coming) "İsa geliyor." diyorlar. Tanrı deyince Jesus (İsâ) geliyor aklına onların... Hiç aklınız alemlerin rabbine gidip de, onları bize yakın sanmayın!.. Biz Hazret-i İsâ'yı seviyoruz ama, Hazret-i İsâ peygamber; tanrı değil, Allah'ın oğlu değil, Allah'ın kulu!..
Yâni, biz ne kadar ma'kuluz, Amerikalılar ne kadar şaşkın, Avrupalılar ne kadar yanlış yolda... Afrikalılar ne kadar ilkel dinde, Hintliler ne kadar sapık... Budistler, Çinliler ne kadar kötü yolda... Japonlar... Japonların da tanrıları Güneş, imparatorları da Güneş'in oğluymuş; öyle diyorlar. İnanca bak!.. Ölse bile bir bahane buluyorlar, kulp buluyorlar, herhalde babasının yanına gitti diyorlar. Şeytan aldatıyor.
Demek ki, dünya üzerinde doğru inançta olan insan çok az... Bizim bilim sahibi olarak doğru yolumuzda sapasağlam yürümemiz ve çocuklarımızı böyle yetiştirmemiz lâzım!.. Ve bu inançlara bulaştırmamamız lâzım!..
Bu insanlar kendi dinlerini bizlere ve çocuklarımıza öğretmek için, hiç de doğrudan doğruya çıkıp da, "Biz haça tapıyoruz!" demiyorlar. Çok böyle dolambaçlı yoldan geliyorlar. Çamları ışıkla süslüyorlar, çam ağacı dikiyorlar, evlerinin önüne çelenk koyuyorlar, eğlenceler yapıyorlar... Krismus diyorlar, sokakları süslüyorlar, tatil yapıyorlar... Noel baba diyorlar, pamuk sakallı bir adama şeker dağıttırıyorlar...
Bunların hepsi nedir?.. Bunların hepsi folklorik malzemedir. Bizim Karadenizlilerin horon tepmesi gibi, Egelilerin sarızeybek oyunu gibi bir şey bunlar, folklor bunlar... İnancı doğrudan doğruya anlatmıyorlar, doğrudan söylendiği zaman inanılmaz diye korkuyorlar. "Önce hristiyanlaştırıp inançsız olsun, sonra hristiyan inancını öğretiriz." diyorlar. "Bu kendisi şimdi yumuşasın, gelsin bizim yolumuza; bunun çocuğunu biz sonra küçükten kendimize benzetiriz." diyorlar. "Birinci jenerasyon, ikinci jenerasyon... Üçüncü nesilde bu işi haklarız." diyorlar.
Bu bizim hacıbabalardan ümitleri yok... Sakallı, şalvarlı hacıbabaları yola getiremeyeceklerini biliyorlar. İkinci neslin ortada olduğunu biliyorlar. Üçüncü nesil tamâmen burda okuduğu için, ana okulundan itibaren Avrupa'da okuduğundan, onları kendileri yetiştirdiklerinden; bunlar da burada eğer hocalara, camilere gitmiyorsa İslâm'ı iyi öğrenmediklerinden; kültürmüş, Noel Babaymış, eğlenceymiş, faşingmiş, bilmem neymiş derken, kendilerine benzetip hristiyanlaştırıyorlar.
Onun için, çok dikkat etmek lâzım! Çocuklarımıza İslâm'ı öğretmek çok önemli!.. Ben sabahtan beri odamdan dinliyorum; Allah râzı olsun, kardeşlerimiz çanak anten getirmişler, Akra yayınlarını uydudan alıp dinlettiriyorlar. Bakın Akradyo'nun yayınları sizin için, aileniz için, çocuklarınız için önemli bir olaydır. Siz kendi çocuğunuza sahip çıkamazsınız. Sizin çocuğunuza, sizin haberiniz olmadan öğretmenleri çok başka şeyler öğretir, sizin hanımınıza çok şeyler öğretir. Bu radyonun sizin evinizde susmaması lâzım, bu radyoların dinlenmesi lâzım!.. Bu çocukların İslâmî bilgileri duya duya duya, müslüman olarak yetişmesi lâzım!..
Bakın, Münih'teki bir arkadaşımızın çocuğu, bizim ihvanımızdan sakallı bir kardeşimizin çocuğu okulda... "Hadi dua edin!" demiş öğretmeni çocuklara... Çocuklar da başlamışlar hristiyanlar gibi ellerini tutarak dua etmeğe... Bizim ihvandan olan kardeşimizin çocuğu yanındakine bir dirsek patlatmış; "Ulan, öyle mi dua edilir? Böyle dua edilir!" demiş. Tabii ellerini açmışlar, dua etmeğe... Hemen hoca gelmiş başlarına;
"--Sen niye öyle yapıyorsun?" demiş.
"--Ben müslümanım, biz böyle dua ederiz!" demiş.
Bu yutmamış ama, çoğu yutar. Oltadaki yemi yutan da, yukarıya yem olur, yukarıya av olur. Onun için, çocukların iyi yetişmesi önemli, doğru bilgileri öğrenmesi önemli!..
Benim şahsen kendi kızım okula gittiği zaman, imam-hatip okulunda hocası sınıfa gelmiş; "Biz baba-evlât sayılırız, hadi bakalım başınızı açın!" demiş. "Biz bir aileyiz, öğretmen insanın babası sayılır. Hadi bakalım, cici cici başlarınızı açın kızlar!" demiş. İlk girişte söylüyor. Güzel, böyle sevimli bir yoldan söylüyor. Haa, öğretmen baba sayılır. Herkes itiraz etmez yâni...
Bizim İlâhiyat Fakültesi'nde de profesör öyle geldi, başörtü olayları öyle çıktı. Profesör geldi sınıfa, çocuklara dedi ki:
"--Biz bir aile sayılırız, ben sizin babanız sayılırım; açın başınızı!.."
Niye açtırıyorsun?.. Başından sana ne, niye açtırıyorsun?.. Peygamber Efendimiz açtırmış mı?.. Açtırmamış.
Bakın, bu olayı unutmayın: Peygamber Efendimiz yanındaki ashabı ile, kızı Fâtımatüz Zehrâ'nın evine gidiyor. Kızı Fatımatüz Zehrâ Hazret-i Ali ile evli ya, onun evine gidiyor. Kapıya yaklaştığı zaman sesleniyor Peygamber Efendimiz SAS, kızı Fâtımatüz Zehrâ Anamız'a:
"--Kızım Fâtımâ! Yanımda misafirler var, misafir geliyoruz sana; perdenin arkasına geç!" diyor.
Bakın düşünün: Peygamber Efendimiz, ne kadar insan varsa hepsinin en yükseği, Allah'ın en sevgili kulu... Yanındaki ashâbı, evliyâullahın en yüksek derecelileri... Evine gidilen şahıs Fâtıma Anamız... E, Fâtıma Anamız herhalde evde örtülü geziyordu. Ama ona diyor ki:
"--Perdenin arkasına geç!"
Yâni, "Öbür odaya geç!" demek... O zaman lüks evler olmadığına göre, "Biz geliyoruz öbür odaya git!" demek... Peygamber Efendimiz böyle yapmış. Profesör geliyor sınıfta, "Hadi başınızı açın!" diyor. Öğretmen geliyor imam-hatip okulunda başörtülü kızlara: "Hadi başınızı açın!" diyor.
Niye açtırıyorsun, sen bu havayı nerden aldın? Bu fikri kim verdi sana, bunu sana kim emretti?.. Ne hakla başını açtırıyorsun?.." Allah'ın emri ise açsın da, Allah kapayın dediği halde sen niye açın diyorsun?.. Hem de imam-hatip hocasısın.
Tabii, bizim kız kalkmış, "Ben açmam başımı!" demiş. Nerden alıyor cesareti?.. Benden alıyor. Tutumumuzu biliyor. İkincisi başörtüsünün Allah'ın emri olduğunu biliyor. "Ben açmam!" deyince, bozulmuş hoca... Ötekiler de diretmişler... filân.
Şimdi muhterem kardeşlerim, insan evlâdına dinini güzel öğretmezse, --her anda imtihan halindeyiz, her anda hücum halindeyiz-- bir yerde aldatabilirler. Aldanmamak için iyi öğrenmek lâzım, ilim lâzım!.. Çoluk çocuğumuza, kendimize Allah'ın emirlerini bir bir öğretmeliyiz. "Allah'ın emri şudur, Allah'ın emri budur... Haram yeme, günaha yanaşma, şeytana uyma!.." vs. diye bu ahirete yarayacak, cenneti kazandıracak, cehenneme düşmekten koruyacak ilimleri öğretmeliyiz.
Sonra, bu ilimlerin en önemlisi, Allah'ı bilmektir. Allah'ı bilmeye biz ma'rifetullah diyoruz. Bütün insanların Allah'ı bilmesi lâzım, ma'rifetullah konusunda gelişmiş olması lâzım!.. İrfan sahibi olması lâzım, arif kul seviyesine gelmesi lâzım!.. Bu nasıl elde edilir?.. Bu tasavvufla elde edilir. Ma'rifetullah tasavvufla elde edilir. İnsan müslüman olur ve tasavvuf yoluyla ma'rifetullah'a erişir.
--E niye hocam, böyle konferans versek, ma'rifetullahı anlatsak; üniversitede, kültür merkezinde konferans versek ma'rifetullahı öğrenmez mi?..
Bilgiyi öğrenmekle, ilim öğrenmekle ma'rifetullah'a tam ulaşamıyor insan... Acaib bir şey!.. Senin bildiğin kadar, belki senden daha iyi Anna Maria Şmell İslâm'ı biliyor. Şu Almanların meşhur, madalya alan oriantalistleri... Mevlânâ'yı seviyor, tasavvufu öğrenmiş, bilgisi iyi... Kitaplar yazmış, Almanlara da İslâm'ı savunuyor, müslümanları savunuyor; ama ben hristiyanım diyor. Belki bir taktik olarak söylüyor. Yâni, kalbi müslüman da, Almanlar arasında öyle söylüyor. Belki de tam müslüman olamadı; neyin nesi olduğunu bilmiyoruz ama, müslümanım demiyor kendisi... "Ben hristiyanım!" diyor. Yâni, kabuğunu yırtıp yumurtadan çıkamıyor, kendisini zincirlerden kurtaramıyor.
Şimdi bir insanın bilgi bilmesi mümkün; üniversitede okur, oriantalistik okur, profesör olur, bazı bilgileri elde eder... Bu bilgileri elde etmiş olmak yetmiyor. Neden?.. Allah bilgisini doğru olarak elde edip, ma'rifetullaha sahip olursa bir insan cennete gideceği için, Allah herkesi cennete sokmadığından, cennete girmek için bazı şartları olduğundan, sırf bilgi ile, kitaptan okuyarak bu olmuyor.
--Senin bu söylediğin sözün Kur'an-ı Kerim'de yeri var mı hocam?..
Peygamber Efendimiz'e bildiriyor ki Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(İnneke lâ tehdî men ahbabte velâkinnallàhe yehdî men yeşâ') "Ey Rasûlüm, sen bazı insanların imana gelmesini, müslüman olmasını istiyorsun ama, sen istediğini hidayete erdiremezsin; Allah istediğini hidayete erdirir."
Misâl: Peygamber Efendimiz'in amcası Ebû Tâlib... Amcası Ebû Tâlib iyi insandı. Peygamber Efendimiz'i himâye etti, Peygamber Efendimiz'e evlâdı gibi baktı. Peygamber Efendimiz'e siper oldu, korudu Peygamber efendimiz'i... Peygamber Efendimiz onun himayesinde, müşriklerin hücumlarından rahat bir şekilde yaşadı. Ama, müslüman olmadı, imana gelmedi, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühü" diyemedi.
Peygamber Efendimiz yalvarıyor, vefatına yakın zamanda, başında; diyor ki:
"--Amcacığım, 'Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühü' de de, ben de Rabbimin huzurunda sana şefaat etmeye yüzüm olsun, şefaat edebileyim!"
Diyor ki:
"--Yeğenim doğru söylüyorsun, haklısın ama; sonra ben öyle dersem, 'Ebû Tâlib ölümden korktu da, ölüm döşeğinde korkusundan müslüman oldu.' derler. Öyle diyemem." diyor.
Öyle gitti. Peygamber Efendimiz yine, azab görmesin diye başından aşağıya kadar eliyle meshetmiş. Deniliyor ki: "Allah ona öyle azab verecek ki, başından azab girecek, ayaklarından çıkacak. Bu Peygamber Efendimiz'in eli değen yerlerde azab olmayacak ama, tepesinden girecek, bacaklarından çıkacak."
Şimdi, Rasûlüllah Efendimiz Allah'ın sevgili kulu ama, Rasûlüllah'ın duasını umûmiyetle Allah kabul eder ama, Allah rasûlüne buyuruyor ki: "Sen istediğine hidâyet edemezsin, ben ederim; istemezsem hidâyet vermem!" diyor, vermiyor.
Hidâyeti niye vermiyor?.. Muhterem kardeşlerim, şimdi burda önemli bir noktaya geliyoruz. Kimlere hidayeti veriyor da kimlere vermiyor Allah; bu çok önemli!.. Üç kimseye Allah hidâyeti vermiyor:
1. Kâfirlere hidâyeti vermiyor Allah...
(Vallàhu lâ yehdil kavmel kâfirîn) "Allah kâfirlere hidâyet vermez!" Ne yapacak?.. Küfrü bırakacak, imana gelecek; Allah da ona hidayet verecek, doğru yolda yürütecek. Kâfir oldu mu, olmaz!