• /
  • Kütüphane
  • /
  • Tebliğ ve İrşad Çalışmaları
  • /
  • 341 ilâ 360. sayfalar
321 ilâ 340. sayfalar

Gerçekten İslâmda ümitsizlik yoktur. Çünkü İslâmî gelişmeler aritmetik gelişme değildir, geometrik gelişme değildir. İslâmî gelişme başka bir şeydir. Patlama tarzında olur İslâmi gelişmeler... Hiç bir hesaba sığmadan birden çok büyük bir gelişme olur, herkes de şaşırır, afallar kalır. Bu İslâmın kendi yapısından, imanın gücündendir.

Demek ki; imanın gücünü bir işin içine koyduğumuz zaman, hiç yapılmayacak gibi görünen bir iş yapılır. Yenilmeyecek gibi görünen güçlükler yenilebilir. Bunun altını çizerek size ifade etmek istiyorum. Yani biz Allah'ın yardımıyla, Allah'ın bize verdiği iman gücüyle, aşkımızla, şevkimizle bu işlerin hepsinin üstesinden geleceğiz ve inşaallah üzerimize düşen vazifeleri yerine getireceğiz. Bize verilen emanetleri yıpratmadan, parçalatmadan, böldürtmeden ileriye doğru götüreceğiz ve daha iyi bir hale getireceğiz.

Hudutlarımız Edirne'nin Meriç suyunda bitmiyor, Kars'ın Aras nehrinde bitmiyor. Nasıl Doğu Almanya'yı Batı Almanya eninde sonunda kurtarmışsa, biz de mazlum ve mağdur kardeşlerimizi kurtaracağız. Bir zaman gelecek, hür bir sema altında kucaklaşacağız. Bunun için tabii çok kuvvetli bir dayanışma gerekiyor.

341

Bizim grubumuzun dayanışması güzeldir ve bu dayanışmanın eseridir bu çalışmalarımız... Grubun eseridir, tek şahısların eseri değildir. Genellikle ilim yolunu seçmiş olmamızın ve kardeşlerimizin hemen hepsinin ihtisas sahibi, bir yüksek tahsil sahibi olmasının önemi vardır. Bu büyük bir avantajdır.

Türkiye'nin diğer İslâm ülkeleri arasında yeri ne kadar yüksekse; Türkiye'deki diğer müslüman gruplar arasında da bizim yerimiz o kadar yüksek durumdadır. Binâen aleyh, bu görevlerin büyük ölçüde bize terettüb ettiğini düşünebiliriz. Bizi daha çok ciddî çalışmaya sevk edeceği için, böyle düşünmekte fayda vardır.

Her şeyden önce çok net olarak görünen bir şey var: Kendi şahsiyetimizi bilip, ona inanıp çalıştığımız zaman; araştırmalarda istikrar elde ettiğimiz ve "Kendi meselelerimizi biz kendimiz çözeriz!" deyip kendi çalışmalarımızı kendimiz yaptığımız zaman; kendi problemlerimizi kendimiz çözmeye çalıştığımız zaman, bu problemlerin çözüleceğine inanıyoruz. Ama bunun için kuvvetli bir dayanışma içinde olmamız gerektiğini işaret etmek, belirtmek istiyorum.

342

Bu arada en çok ön planda görülen mesele: Bu ehl-i dünyanın, materyalist insanların bütün hesaplarının arkasında maddiyat vardır. Para vardır, kazanç vardır. Paranın va kârın olduğu her şeyi, her yerde yaparlar. Müslüman olmak kârlıysa müslüman bile olurlar, hiç belli olmaz! Tabii ki; sömürülmek bir insana çok acı geliyor. Biz cömert bir milletiz. İnsanın cebinden bir şey gitmesi pek önemli bir şey değil, ama aptal yerine konulmak çok acı bir şey... Onun için sömürülmemek de esastır.

Sanıyorum, böyle tüketim felsefesine sarılıp, cebimizdeki paraları oluk gibi harcayarak, önümüze gelen her şeyi almanın çok yanlış bir şey olduğu, buradaki konuşmalardan ortaya çıktı. Tahmin ediyorum ki; ne alacağımızı, kimin malını niçin alacağımızı derin derin düşünüp, iyice hesapladıktan sonra almak zorundayız. Galiba bu da bir savaş... Bazılarının malını almadığımız zaman, dize gelecekler gibi geliyor bana...

O bakımdan; alım ve satımlarımızı, paramızı kullanma istikametimizi çok iyi düşünmeliyiz. Tasarruf; yani, ihtiyaç fazlası kazançlarımızı bir yerde biriktirmek önemli bir iş oluyor. Bu biriktirme işine girin, bunu önemli bir vazife olarak üstlenin!..

343

Tasarruf etmemiz, para biriktirmemiz lâzım! Sizin, bizim, hepimizin biriktirmesi lâzım!.. Fazlalıkları israfa harcamamak lâzım, boşa heba etmemek lâzım!.. Bu biriken paraları da önemli yatırımlara yöneltmemiz gerekiyor. Bu yatırımların her çeşidini yapabilecek düzeyde bulunuyoruz. Teknik yönden, bilimsel yönden en çok kâr getirecek yatırımları yapabilecek kadrolara sahibiz.

Hattâ, ben hatırlıyorum; atom bombası yapmak meselesi görüşülüyordu gazetelerde, "Bu bir finans meselesi..." demişti, onunla ilgili profesör. "Gereken tahsisat ayrılsa, biz de bunu burada tahakkuk ettiririz." demişti. Sanıyorum doğrudur. Yani yapılmaz, başarılamaz bir şey değildir. Onu yaptığınız zaman siz de atom bombasına sahip ülkelerin dahil oldukları gruba girmiş olacaksınız. Herkes size daha başka türlü bakacak.

Bu bakımdan tasarruf yapmayı, tasarrufları beraber grup olarak değerlendirmeyi düşünüyorum. Bunların daha iyi olacağını tahmin ediyorum.

Tabii ki; bütün meseleler bizi ilgilendiriyor. Geçen zamandan ve ortaya çıkmış olan kayıplardan fevkalade üzülüyoruz. Bana kalırsa; bir kaç seçim öncesi seçimler çok önemli seçimlerdi. O seçimlerde çok dürüst insanlar, çok namuslu insanlar seçimleri kazansalardı, Türkiye'nin bugünkü durumu çok daha farklı olabilirdi. Önümüzdeki şu seçim çok geç kalmış bir seçimdir diye düşünüyorum.

344

Bu arada namuslu ve dürüst insanların yönetime sahip oldukları zaman eskilerden, yani o vasıflara sahip olmayan seleflerinden ne kadar üstün başarılı olduklarını da bazı yerlerde görüyoruz. Müşahhas misaller olarak İstanbul Belediyesi'nin, Konya Belediyesi'nin çalışmalarını gösterebiliriz. Her ikisinin başındaki insanlar bizim camiamıza dahil kardeşlerimizdir. İhvanımızdandırlar yani açıkça... Demek ki, dürüst olunduğu zaman çok büyük şeyler elde ediliyor, çok kısa zamanda yapılabiliyor.

Bir şeyi süratle yapmak, almak, öğrenmek, uygulamak çok büyük önem arzediyor. Zaman faktörüne çok büyük önem vermemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Zamanın kıymetini çok iyi düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Kısa zamanda meseleleri halletmek... Tabii bu arada çok okumak gerektiği ortaya çıkıyor. Çünkü bilgiler çok olduğundan onları kazanmak için bir mesai sarfetmek lâzım.

Seçme de gerekli olacak. Çünkü o kadar çok eser var ki, okunacak o kadar çok şey var ki; hangisini okuyalım meselesi çıkıyor ortaya. Sanıyorum bu bizim kuruluşlarımızın işi... Yani biz sizin namınıza nelerin okunması gerektiğini ve size önceden hazırlayarak sizi seçme zahmetinden kurtarabiliriz. O bakımdan kurumlarımızın yöneticilerine --radyo dergi vs.-- büyük görevler düşüyor. Ama sizin de öğrenmede en büyük sürati göstermeniz gerekiyor. Hatta hızlı okuma kurslarına devam edip, süratli okuyup, bir şeyleri süratli elde etme çalışmaları yapmanız gerekecek diye düşünüyorum.

345

Yapılan konuşmaları özetlemek istemiyorum, özetletmek de istemiyorum. Benim merak ettiğim bir husus var. Bu çok derin ve yoğun çalışmaların sizlerde bıraktığı etkileri anlamak istiyorum. O da bir merak... Onun için bu dört günlük beraberliğimizde ilim adamlarının konuşmalarından neler buldunuz, çıkan dersler nelerdir, bunların sonucunda neler yapmak gerekir, toplantıların değerlendirilmesi çıkan dersler ve bunların üzerine bundan sonraki çalışmalarımızda önümüzdeki aylarda, yıllarda neler yapmamız gerektiği konusunu müzakereye açmayı uygun görüyorum. Bunun burada ifade edilmesini diliyorum. Onun için konuşmamı burada kesiyorum.

Katıldığınız için ve ben de biraz kendimi ev sahibi gibi hissettiğim için hepinize teşekkür ediyorum. Biz çok mutlu olduk bu beraberlikten... Bu beraberliklerin devamını dileriz. Toplantılarımızın dünya ve ahiret için hayırlara vesile olmasını diliyorum... Hepinize dünya ve ahiret mutlulukları diliyorum.

Esselâmü aleyküm!...

26. 11. 1995 - Alanya

346

HİDÂYET ALLAH'TANDIR

Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm...
Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi hakka hamdihî... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn...

............

Allah-u Teâlâ Hazretleri kendi emirlerini, en son emrini; en doğru, en bozulmamış, en sağlam korunmuş, korunması Allah tarafından garantiye alınmış dinini ve peygamberini göndermiş oluyor. O halde doğru din üstündeyiz elhamdü lillâh... Ve bu doğruluğumuzu bizim gibi müslüman olarak doğmamış olan, aksine hristiyan veya yahudi olarak, komünist veya ateist olarak doğmuş olan insanlar da incelemeleri sonunda İslâm'a gelerek isbat ediyorlar. Eğer sadece biz kendi kendimizi beğenmiş olsaydık, "Bizim yolumuz doğru!" demiş olsaydık; "E canım, herkes kendisini medhediyor." diyebilirdi bir insan...

Bu konuyu inceleyen herkes müslüman oluyor. Amerikalısı da müslüman oluyor, İngilizi de... Fransızı da müslüman oluyor, İspanyolu da... Papazı da müslüman oluyor, hahamı da... Japonu da müslüman oluyor, Hintlisi de... Artık bütün bunlardan sonra, net olarak ortaya çıkıyor ki, bu bizim kendi kendimize kendimizi beğenmemiz değil; ortada bir gerçek var. Cümle cihan halkı incelediği zaman, bizim yolumuzun doğru olduğunu kabul ediyor, bize geliyor.

347

Bu bir hayal de değil, bir farazıye de değil... Bir boş iddia da değil... Güldür güldür, gümbür gümbür, herkesin gözü önünde olan olaylar... İşte Cat Stevens... Adamcağız Yunanlı, İngiliz tebaasından... Müslüman oluyor. Bizden daha uzun sakal bırakıyor. Sarık sarıyor, cübbe giyiyor. İslâm için çalışıyor. Türkiye'ye geliyor, plaklarını satıyor, "Gelirlerini Bosna Herseğe vereceğim!" diyor. Çalışıyor, çabalıyor.

İşte Fransız filozof Roger Garaudy... İşte Fransız bilimler akademisi üyesi Prof. Moris Bükey... İşte Kanadalı filâca alim, işte Japon filânca... Her ülkeden misaller bulmak mümkün... Ve eser yazıyorlar, neden müslüman olduğunu bildiriyorlar. Ve bu mesele inceleniyor. Elhamdü lillâh akîdemiz hak, inancımız doğru...

İngilizler Hindistan'ı işgal edip, hristiyanlar oranın ahalisini hristiyanlaştırma çalışması yaparken, bu asrın başında, hristiyanlar ile müslümanlar arasında bir münazara tertib edilmiş. Münazara ne demek?.. İki ekip olacak, iki grup, iki heyet olacak; birisi bir tarafta, birisi bir tarafta... Konuları konuşacaklar karşılıklı... Birisi şöyle diyecek; ötekisi de hayır öyle değil böyle diye kendi fikrini söyleyecek.

348

Müslümanların bir heyeti var, hristiyanların bir heyeti var... "Neleri konuşalım, şu ana maddeleri konuşalım!" diyorlar:

1. Tanrı fikri, tanrı inancı... Bakalım hristiyanlar mı haklı, müslümanlar mı haklı?..

2. Peygamberlik fikri... Peygamberlik nedir?.. Bakalım hristiyanlar ne diyor, müslümanlar ne diyor; hangisi haklı?..

3. İlâhî kitap fikri... Bakalım hristiyanlar ne diyor, müslümanlar ne diyor?..

Böyle yedi madde sıralamışlar, yedi konuyu görüşecekler. Bu konuları konuşmak üzere Hindistan'daki misyoner papazlardan bir heyet ile müslüman alimlerden teşekkül etmiş bir heyet, bir büyük toplantıda buluşmuşlar.

Hristiyanlar diyor ki: --hâşâ sümme hâşâ--

"--Hazret-i İsâ Allah'ın oğlu..."

Müslümanlar da diyor ki:

"--Hayır! Allah alemlerin rabbi, kâinâtı yaratan, yöneten çok yüce varlık, her şeye kàdir olan varlık... Hazret-i İsa'dan önce de vardı, Hazret-i İsa'dan sonra da var..."

Konu müzakere ediliyor, müslümanlar haklı çıkıyor.

İkinci konu: "Peygamberlik nasıl bir şeydir, nedir?" Hristiyanlar konuşuyorlar... Müslümanlar konuşuyorlar, diyorlar ki:

349

"--Allah peygamber gönderiyor insanlara... Tâ sizin de kabul ettiğiniz Adem AS'dan, Nuh AS'dan, İbrâhim AS'dan Peygamber Efendimiz'e kadar böyle..."

Müslümanlar haklı çıkıyor.

"--Allah-u Teâlâ kitap vahyediyor Peygamberlerine... İşte Hazret-i Mûsâ'ya Tur Dağı'nda indirilen, vahyedilen Tevrat... İşte Hazret-i İsa'ya indirilen İncil... İşte bize indirilen Kur'an... Sizin kitabınızda şu şu konular yanlış... Eski aslında yok..." diyorlar.

Müslümanlar haklı... Böyle bütün konularda müslümanlar haklı çıkınca, aldıkları emir üzerine papazlar müzakereyi yarıda kesiyorlar, aldıkları emir üzerine toplantıdan geri çekiliyorlar.

Bu, dünyanın her yerinde böyle... Bizim Malatyalı bir mühendis arkadaşımız var; Çamlıca'da oturuyor şu anda, Yaşar Göktürk diye... O, Amerika'da bulunduğu sırada hahamları, papazları ve müslüman alimleri bir konferansta toplamış. Çok büyük iştirak olmuş, dinleyiciler gelmiş. Hepsinin huzurunda bu üç dinin mensupları konuşmuşlar, sonunda müslümanların haklılığı ortaya çıkmış.

Artık mesele beynel milelleşmiştir. Amerikalısı da biliyor. Hattâ Amerikalı papazlar diyorlarmış ki, bizim arkadaşlarımıza:

350

"--Canım sizin dininiz hak ama, ne yapalım? İşte burda hristiyanlar gelmiş, tarihî bir şey olarak... Biz de onlara faydalı olmağa çalışıyoruz." diyorlarmış.

Yine ben geçen gün öğrendim ki, Papa kendisine bağlı organizasyonlara Fâtiha'yı okumayı tavsiye etmiş. "Fatiha sûresini okuyabilirsiniz, besmeleyi çekebilirsiniz!" diye... Hak çünkü... Ama biz onların akîdelerini incelediğimiz zaman, doğru olmadığını görüyoruz. Bunların da ne bakımdan yanıldıklarını isbat etmek mümkün oluyor, bu kesin...

Allah'a hamd ü senâlar olsun, hak din üzerindeyiz. Bu hak din üzerinde olduğumuz artık isbatlanmış bir gerçektir. Hani insan Çin'de doğar, budist olur... Afrika'da doğar totemist olur, puta tapıcı olur... Güney Amerika'da doğar, Kızılderililerin arasında doğar... Olsun, nasıl doğarsa doğsun, sonunda incelediği zaman herkes gerçekleri kabul etmek zorunda kalıyor. Doğru yol üzerindeyiz, Allah'a hamd ü senâlar olsun...

Bu doğru yol üzerinde olduğumuz, dünyanın her yerindeki alimler tarafından da isbat edilmiştir. O bakımdan İslâm'a bağlılığımızla Allah'a hamd etmeliyiz, şükretmeliyiz. Bu bağlılığımızın ne kadar kıymetli olduğunu bilmeliyiz. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız. Avrupa'da da olsak, Almanya'da da olsak, İsveç'te de olsak, Hollanda'da da olsak, İngilterede de olsak, Amerika'da da olsak, artık bu hak dine sarılmalıyız. Bu dine mensub olduğumuz için Allah'a hamd ü senâlar etmeliyiz ve bu dinin gereklerini yapmalıyız.

351

İnsan hak dine girdiği zaman elbette önüne doğru yol açılıyor. Hayatı boyunca gideceği dosdoğru bir yol... Orda dosdoğru yürürse, ahirette de cennete girecek, cehenneme düşmeyecek, azaba uğramayacak.

Fakat bu dosdoğru yolda yürümek bir çalışma sonucu; doğru yürümek, doğru yaşamak bir gayret sonucu... Yâni, hemen ben müslüman oldum demekle iş bitmiyor, iş başlıyor. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh" deyince iş bitmiyor, iş başlıyor. Bir kapı açılıyor, uzun bir yol görünüyor. Bu yolda yürümek lâzım, usûlüne uygun yürümek lâzım!.. Bu yolun kaidelerine uygun yürümek lâzım, hayatı öyle sürmek lâzım!..

Mü'min olduğu halde, İslâm dinine mensub olduğu halde bir insan; tamam, müslüman ama, bu yolda doğru yürümediği zaman, doğru işleri yapmadığı zaman ahirette yine cennete giremeyebilir, cehenneme düşebilir, azaba uğrayabilir, cezâ çekebilir. Meselâ, kötü işler yapar.

--E bir mü'min, bir müslüman kötü işleri yapabilir mi?..

Yapabilir. Çünkü, insanoğlunun yapısında, kafasında, gönlünde her şeyi yapabilecek bir yapı vardır. Yâni hem müslümandır, bir taraftan da kendisini tutamazsa harama bakar. Hem müslümandır, bir taraftan kendisini frenleyemezse, haram lokmayı yer. Hem müslümandır, bir taraftan kendisini zorlamazsa ibadetlerde gevşeklik yapabilir. Hem müslümandır, hem de müslümanlığın icablarını yerine getirmeyebilir. Üşenir, çekinir, utanır... Çeşitli duygular var...

352

Meselâ, "E şimdi ben burda namaz kılsam, bütün Almanlar bana bakacak. Kılamam yâ!.. Boşver, şimdi kılmayayım." diyebilir. Ne oldu?.. Utandı. Namaz vakti geçiyor, kılsa kılacak orda ama, Almanlar utandı, namazı kılmadı. İbadeti yapamamak için utanmak bir sebep olabilir. Korkmak bir sebep olabilir; işte işimden atılırım vs. gibi. Veyahut, ibadet zor geldiğinden tenbellik olabilir. Veya, günah tatlı olduğundan, keyfli zevkli olduğundan eğlenceye kayabilir. Şurada eğlence var, gazino var, bar var, pavyon var... Çok zevkli bir gece, çok güzel program hazırlanmış. Arkadaşı da gel gidelim diyor. Bu da müslüman... Gitmemesi lâzım ama, eğlence tatlı gelip gidebilir.

Demek ki, insanın müslüman olması var... İyi bir şey, iyi bir kapı açılıyor, iyi bir yol görünüyor ama, bu yolun açılması her şeyin bitmesi demek değil muhterem kardeşlerim!.. Bir bakıma müslüman olarak yaşayıp, işi sonuna kadar götürmek, yarışı bitirmek zor; maraton gibi zor... Hani, maraton 42 km imiş. 42 km'yi de düşünün, nerden nereye kadar bir yol olduğunu... Yürümek bile kolay değil... İnsan bir saatte 5 km yürür normal olarak... 42 km, sekiz saat yirmi dakikalık yol eder; sabahtan akşama yürümek demek... Bunu da koşacak, maraton koşusu...

353

Maraton yarışına giren her yarışçı, maraton yarışının sonuna ulaşamaz. Yarıyolda yarışı terkedebilir; çünkü bu 100 metre koşusu değil... Hani, "Yavaş koşarım da sonuncu olurum!" dese; ama sonuncu bile olmayabilir bazı insanlar... Bunu anlıyoruz hepimiz. Çalışmanın gerektiğini, gayret göstermek gerektiğini biliyoruz.

Başka ülkelerden, başka kültürlerden misâl vermek istemem ama, bunun maraton gibi zor bir yarış olduğu kanaatindeyim. Gevşemeye gelmiyor, çalışmadan olmuyor, koşmadan olmuyor; bunu da bilmek lâzım!.. Yâni, "Ben müslümanım, ama sonuca ulaşmam için ter dökmem lâzım, çalışmam lâzım!" demek gerekiyor.

İnsanın müslüman olarak yaşamasına bazı engeller vardır. Bu engeller de tersine onu alıkoymaya çalışır. Bu engellerin bir tanesi, şeytandır. Şeytana dünyadaki insanların hepsi inanmayabilir. Yâni, "Ne mâlûm? Var mı, yok mu?" diyebilir. Kâfir dine de inanmadığı için, şeytana da inanmayabilir. "Görmüyorum öyle bir şeyi..." diye görünmeyen şeyi inkâr edebilirler, inanmayabilirler.

Biz inanıyoruz. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'de Allah bildiriyor. Şeytan diye bir yaratık var... Değişik bir yaratık... Böyle her yere girip çıkabilen bir şey... İnsanın içine girip çıkabilen bir şey, dışarda dolaşabilen bir şey... Ezan okunduğu zaman, ezanın duyulmayacağı kadar uzağa kaçan, ezandan sonra gelen bir şey... İnsanın namaz kılarken aklını karıştıran bir mahlûk...

354

(İnneş şeytàne adüvvün fettahizûhü adüvvâ) "Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman belleyin!" diye Allah emrediyor bize... Yâni, şeytanın düşman olduğunu bileceğiz, biz de onunla uğraşacağız.

Uğraşmak gerektiğini, şeytanla bir mücadele olduğunu biz biliyoruz. Hristiyanlar da biliyor. Onlar da satan diyorlar, satanik diyorlar, devil diyorlar. Böyle bir şeye onlar da inanıyor, yahudiler de inanıyor. Ama, ateist inanmaz. Modern terbiye almış, din terbiyesi almamış, eski kültürleri okumamış insan belki inanır, belki inanmaz.

Şeytan diye bir düşman var.. Ne yapıyor?.. İnsana kötü fikirleri empoze ediyor, telkın ediyor, vesvese veriyor.

(Ellezî yüvesvisü fî sudûrün nâs) "İnsanın göğsünde insana vesvese veren bir varlık..." İçinden insanın bazı duygular gelince, bazı düşünceler kafasına doğunca; bu düşünceler kötü ise, "Yâ gir şu bara, gir şu pavyona, iç şu içkiyi, eğlen şu kadınla!.." gibi düşünceler oluyorsa; veyahut, "İşte kimse görmeden yap şu hırsızlığı, at cebine parayı!.." diyorsa, böyle bir takım kötü şeyler geliyorsa, işte bu şeytandandır.

355

Ama, şeytanın doğrudan doğruya yaptırımı yok... Meselâ, sen çocuğunu alırsın:

"--Gel bakayım buraya!.. sıva bakayım kollarını, yıka bakayım ellerini!.. Al bakayım fırçayı, fırçala bakayım dişlerini!.. Hadi bakalım yatağa!.. Gürültü etme bakalım, yat!.. Kalk!.." dersin.

Nedir bu?.. Senin çocuğu zorlamandır. Çocuğun terbiyesinde zorlama olur mu, olmaz mı ayrı ama, zorlayabiliyorsun, zorla yaptırabiliyorsun.

Şeytanın zorlaması yok, zorbalığı yok... Zorla sana, şunu şöyle yapacaksın deyip de, "Yahu istemiyorum, yapmayacağım!" dediğin halde sana yaptırması yok... Nesi var?.. Fikir veriyor, tavsiye ediyor: "Gel içki iç, gel pavyona gir, gel şu günahı işle!.. Gel şu haramı yap!.." filân diye... Sadece telkin gücü var...

Bunu teselli olarak söylüyorum. Size ve bize bir tesellidir. Dışımızda bir kuvvet var ama, bize zorbalığı yok, bize zorla bir şeyi yaptırmıyor. Sadece diyor ki: "Böyle yapsan fenâ olmaz, gel bunu yap!" Sen de yapmam dersen kurtulursun. İyi bir şey bu... İyi ki, bereket versin ki şeytanın gücü yok; zorla bize yaptırırdı. Hiç istemediğimiz halde günahı yaptırsaydı, ittirseydi ne yapardık?..

356

Hani böyle hortum geliyor dönerek, evi köklüyor yerinden, alıyor havaya... Ev gtimiyeceğim filân diyemiyor, alıp götürüyor. İnsanları uçuruyor, arabaları uçuruyor. Hortum diyoruz; hani büyük fırtına, kasırga filân Amerika'da bakıyorsunuz çatıları uçuruyor, evleri havaya kaldırıyor. Şeytanın böyle bir şeyi yok... Sadece, "Şöyle yapsan nasıl olur beyefendi?" diyor. Sen de beyefendiliğini bilirsen, yapmazsan yapmazsın. Bu güzel bir şey... Çok şükür fazla kuvveti yok, sadece kandırmak için dili var, şeytanca bir mantığı var; o kadar...

İyi bir müslüman olmakta bizi engelleyen ikinci bir düşmanımız var bizim, o da görünmeyen bir şey; nefsimiz... Kendimiz yâni... İnsanın egosu, kendi benliği... Arapçada nefs deniliyor buna... Yâni, benim şu kalıbımın içinde bir kendim var, ben'im var, nefsim var... Bu nefis kötü şeyleri istiyor. İçki ister, bar, pavyon ister, kumar ister... İçki içenler, kumar oynayanlar hatırınıza gelsin diye söylüyorum; yoksa, herkesin içindeki kötü duygular farklıdır. Çeşit çeşit kötü duygular olur.

357

Meselâ, birisi diyebilir ki: "Öyle istiyor ki canım, şu adamı yakalayayım, gırtlağına çökeyim, boğayım şu herifi!.." Senin can dediğin, bunu sana dedirten insanın kendisi... Bu da şeytandan farklı bir şey... Uyku istiyor...

--Yâhu, gel çalış!..

--Yok, canım şu anda çok uyumak istiyor.

Esniyor, geriniyor, bilmem ne.

--Arkadaş ben çalışamayacağım, Allaha ısmarladık, yatmağa gidiyorum!

--Şu vazife bitecek yarına, bilmem ne...

--Vallà anlamam, uykum geldi.

Gidiyor. Yâni, bir şey istiyor canı ve yapıyor. Önüne geçmek de zor... İşte insanın içinden bu istekleri yapan kendi egosuna, benine nefs deniliyor. İslâm'ın en güzel taraflarından biri --dünyadaki başka sistemlerde bu yok-- insanın egosunun varlığını isbat edip, ortaya koyup, bunu düşmandır diye bildiren inanç sistemi bu... Başkalarında böyle bir şey yok... Millet kendi içinde kendisinin nefsinin kendisine düşman olduğunu bilmiyor. Dünya üzerindeki insanların çoğu bilmiyor.

"--Tamam, canım istedi yaparım yâ... Ben hür olmalıyım, istediğimi yapmalıyım!" diyor.

358

Biz diyoruz ki:

"--Hayır, sen istediğini yapamazsın! Senin isteklerini isteyen içindeki nefsin var; onun her dediği yapılmaz!" diyoruz.

Bizi öteki insanlardan ayıran önemli bir zihniyettir bu... Çok büyük bir farktır.

Bu nefsi batılılar bilmez; Avrupalılar, Amerikalılar, İngilizler bilmez. Onun için, hepsi nefsinin esiridir. Sırf nefsi emretti diye çok kötülükler yaparlar. Kapris diyoruz, gaddarlık diyoruz, sadistlik diyoruz; bu kelimeleri duydukça, aklınıza bazı tipler geliyor, anlıyorsunuz bu işi... Adam sadist... Sad İngilizcede elem, keder, ızdırab demek... Sadist, birisine ızdırab çektirmekten, işkence etmekten zevk alıyor. Yâhu başka hiç mi zevk bulamadın, niye zevk alıyorsun?.. Bu adam ağladıkça niye senin hoşuna gidiyor?.. Onu çimdirdikçe, etinden bir parça kopardıkça, feryad ettikçe sen niye memnun oluyorsun?..

Vampir var, kan emiyormuş. Hakîkisi var, sahtesi var, romanlaşmışı var... Yanaşıyormuş kadının ensesine, hart diye ısırıyormuş, kanını emiyormuş. Ama biz onu yapan insanı düşünelim, onu yapan kim?.. O katil, o vampir, o sadist, o gaddar, o zalim neden yapıyor?..

359

--İçinden bir şey geliyor, yapıyor.

Haa, işte bizim dediğimize geldiniz şimdi... Demek ki, insanın içinden her gelen şey, insan tarafından yapılmamalıymış. İşte İslâm bunu söylüyor. İslâm bunu dağdaki çobana da, çöldeki bedevîye de, medresedeki alime de, şehirdeki olgun insana, kültürlü insana da öğretiyor. Bu da çok büyük bir avantaj... Yâni, bizim nefis diye bir düşman olduğunu bilmemiz çok büyük bir avantaj... Kendi kendimizi, içimizden gelen bazı duygularımızın doğru olmadığını bilmemiz, onları yenmemiz gerektiğini bilmemiz, çok ileri bir şey... Bunu kim bilir?.. Başka kültürleri tanıyan ve milletleri bilen, başka insanları hareketlerini incelebileyen, tahlil edebilen kimseler, bunun ne kadar kıymetli olduğunu bilir.

Adam kendi kendisinin karşısına çıkabiliyor, tenkid edebiliyor İslâm'da... "Yok, öyle yapmamalıyım. Nefsim burda haksızlık ediyor, nefsime uymamalıyım!" diyebiliyor.

İşte, nefsin isteklerine hevâ-yı nefs diyoruz. Hava var teneffüs ettiğimiz, bu hevâ... Yazılışları biraz farklı... Hevâ; he, vav, ye ile yazılır. Hava; he, vav, hemze ile yazılır. Hevâ-yı nefs, insanın içindeki arzular... Demek ki hevâya uymamak lâzım!.. Tabii nefsin hevâsı, yâni istekleri çok kuvvetli isteklerdir. Kuvvetli isteklere Arapçada şehvet deniliyor. Şehevât-ı nefsâniyye, insanın nefsinin çok kuvvetli istekleri...

360
361 ilâ 380. sayfalar