• /
  • Kütüphane
  • /
  • Tebliğ ve İrşad Çalışmaları
  • /
  • 221 ilâ 240. sayfalar
201 ilâ 220. sayfalar

Sen seçiyorsun; bu adamları ne diye seçtin sen?.. Bu din düşmanlarını, iman düşmanlarını, İslâm düşmanlarını, böyle İslâm'la çarpışan kimseleri niye seçtin?.. Ayasofya'da namaz kıldırtmıyorlar, çıplak dansı yaptırtıyorlar, kilizse dansı yaptırtıyorlar. Neden?.. Yok efendim sanatmış da, bilmem neymiş de... Hepsi hikâye... Avrupa'nın emrini tutuyor.

--Halic'in suyunu masmavi yapacağım!..

Hikâye, sen onu külâhıma anlat!.. Sen Amerika Patrikhâne'yi Roma [Vatikan] gibi ayrı devlet yapmak istiyor, Halic'i de o devlete uygun bir arazi yapmak istiyor, sana onu yaptırtıyor; sen de, "Halic'i temizleyeceğim, gözlerimin rengine döndüreceğim." diyorsun. Ne maval okuyorsun, kimi kandırıyorsun?.. Almak istiyor, burada ayrı bir devlet kurmak istiyor.

İstanbul'da hristiyan devleti kurulacakmış... Verir miyiz?.. Dün akşam unuttum, ahd edecektik sizinle, anlaşma yapacaktık, vermeyeceğiz diye... Verir miyiz?.. Bir karış toprak vermeyiz. Elimizden alınanları da geri alacağız, onları da unutmadık haa!..

O alınmışların üstüne bir sünger çekmedik! Benim hudutlarım Edirne'den başlamıyor, benim hudutlarım Viyana'dan başlıyor... Benim hudutlarım Atlas Okyanusu'ndan Hint Okyanusu'na kadar; ben onları unutmadım. Ben unutmadım, unutmayanlar arkamdan gelsin!.. Unutanlara da Allah akıl fikir versin...

221

Oraları da alacağız, buradan da bir şey vermeyeceğiz. Bu heriflerin de kafasından şirki sileceğiz. Çünkü aptal bu adamlar, cehenneme gidecekler. Kendi menfaatlerini bilmiyorlar! Ahirette cayır cayır, odun gibi yanacaklar, bangır bangır bağıracaklar, aman diyecekler, "Affet yâ Rabbi!" diyecekler. Orda af olur mu?..

Biz burda tebliğ edeceğiz:

"--Niye bu haça tapıyorsun yâ, ne bu haç?.."

Şöyle bir haç, bir ölü resmi üstünde... Sarı bir ölü resmi... Bileklerinden çivilenmiş, kafasından çivilenmiş, böyle durmuş... Buna tanrı diye tapınıyor. Tüh, yazıklar olsun! Utanmıyor musun sen, böyle bir uyduruk şeye tapmağa?.. Böyle şey olur mu?..

O Hazret-i İsâ, Allah'ın peygamberi... Allah onu kâfirlerin eline düşürtmedi ki!.. Öyle diyor:

(Ve mâ salebûhü ve mâ katelûhü) "Öldüremediler onu, asamadılar." Kur'an-ı Kerim öyle diyor, kabul etmiyor.

Onlar da kendi peygamberlerini çarmıha gerilmiş kabul ediyorlar, bir de Allah'ın oğlu kabul ediyorlar. Hâşâ sümme hâşâ, Allah evlendi mi?.. Düğünü derneği, zifafı gerdeği mi oldu?.. Ne biçim laf bu böyle?.. Allah'ın oğlu olur mu, Allah'ın kulu... Hepsi Allah'ın kulu... Bunları anlatacağız. Nereye anlatacağız?.. Herkese anlatacağız.

222

Kör dünyanın göbeğine,
Hak yol İslâm yazacağız!

Koç burcuna, yay burcuna,

Bebeklerin avucuna,
Minarelerin ucuna...

Zâten orda ay var; kiliselerin kulelerinin ucuna, her yere "Hak yol İslâm" yazacağız! Vazifemiz o!..

Peygamber Efendimiz niye doğduğu yeri bırakmış?.. Hem de ne güzel teklifler yapmışlar, ne cazib teklifler... Demişler ki:

"--Yâ Ebel Kàsım, gel anlaşalım! Ne istiyorsun sen?.. Seni en güzel kızlarımızla evlendirelim!.. En asil, en soylu, en zengin, en güzel, hasebli nesebli, endamlı, selvi boylu, güzel huylu kızlarımızla evlendirelim!.."

"--İstediğin kadar para verelim!.."

"--Başkan yapalım seni!.." demişler.

"Tamam işte, başkan olduğum zaman her şeyi yaparım!" diye düşünemez mi insan?.. Bugün bir çok müslüman, şu partiye oy veriyor, bu partiye oy veriyor. Neden?.. "Orda işimi götürürüm, İslâm'a öyle hizmet ederim." diye...

Peygamber Efendimiz böyle dinledi dinledi. Ben şöyle onlara acıyarak, acı acı güldüğünü düşünüyorum. "Bana bakın! Şu bir elime Güneş'i verseniz --veremezsiniz ya, gökten alıp Güneş'i verecek haliniz yok-- bir elime de Kamer'i verseniz, yine ben bu dâvadan dönmem dedi.

223

Nedir bu dâvâ: "Lâ ilâhe illallah, muhammedür rasûlüllah" Allah bir, şerîki, nazîri yok... Şu anda dünya üzerinde milyonlarca, milyarlarca Allah'tan gayriye tapan insan var. Biz de müslümanız, biz de "Lâ ilâhe illallah" ehliyiz, biz de burda oturuyoruz. Olur mu öyle?.. Olmaz!..

Ne yapacağız: Her yere gidip, her yerde "Lâ ilâhe illallah" diyeceğiz. "Yâhu, tapmayın buna!" diyeceğiz. "Deli misiniz siz, istikbalinizle oynuyorsunuz. Yapmayın! Allah buna razı gelmez!" diyeceğiz. Hristiyanlara gidip diyeceğiz ki: "Ey nasrânîler, ey isevîler! Hazret-i İsâ, sizin bu yaptığınız işe razı değil, Allah sizin bu yaptığınız işe razı değil!..

(Teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm) "Gelin aynı söze; sizinle bizim aramızda aslında aynı inanç vardı. (Ellâ na'büde illallàh) Ancak Allah'a ibadet edelim, Allah'tan gayriye ibadet etmeyelim! (Ve lâ nüşrike bihî şey'en) Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım! (Ve lâ nettahıze ba'dunâ ba'dan erbâben min dûnillâh) Allah'ı bırakıp da, birbirimizi; içimizden insan olarak yetişmiş Hazret-i İsâ'yı, Hazret-i Meryem'i ve sâireyi kendimize tanrı edinmeyelim!" diye söyleyeceğiz. Vazifemiz bu...

224

(Kul) "Söyle onlara!" diyor Allah; söyleyeceğiz, yazacağız, anlatacağız. Oralara müessese kuracağız, mektep kuracağız, radyo kuracağız, televizyon kuracağız, gazete kuracağız... İngilizce öğreneceğiz, Almanca öğreneceğiz, yazacağız, anlatacağız, anlatacağız, anlatacağız...

Avustralya'ya gittim ben, kaç yerde budist mâbedi gördüm. Yâhu bu eskicilik, bunlar çok eski bir din!.. Getirmiş budizmi, milattan önce bilmem hangi zamanın putperestlik dinini, Avustalya'da mabedler kurmuş, onu yaymağa çalışıyor. Avrupa'da yaymağa çalışıyor.

Şimdi gazetelerde; bizim sözde ilerici aptal gazetelerde ilân veriliyor: "Hint grularından bilmem kim, transandantal meditasyon yapıyormuş, hokkabazlık, bilmem ne..." Adam Hintlilerin felsefesine merak sarıyor, Hint fakirlerinin yaptıkları şeylere merak sarıyor. Hindistan'dan bir herif geliyor, burda gazetede ilân veriyor; bizim memleketten de taraftar, müşteri buluyor da, gidiyorlar ona... Cumhuriyet gazetesinde, falanca gazetede, filânca gazetede reklamı çıkıyor: "Hint dinlerinden, Krişna dininden falanca rahib gelmiş, falanca budist gelmiş..." Bunlar eski, boş şeyler...

225

Senin kafan Yirminci Yüzyıl'da aydınlanmadı mı hâlâ?.. İslâm gelmiş, Allah'ın varlığını birliğini anlatmış, şirkin, küfrün kötülüğünü göstermiş; uyanmadın mı?.. Uyanmamış. Uyandırmak bizim vazifemiz.

Peygamber Efendimiz uyandırmak için çalıştı ömrü boyunca... Sahâbe-i kirâm insanları uyandırmak için çalıştılar, dünyanın her yerine dağıldılar. Bizim evliyâullah büyüklerimiz dervişlerini yetiştirdiler, dünyanın her yerine saldılar. Ahmed-i Yesevî Şeyhimiz, Efendimiz yetiştirdi dervişleri; "Haydi Sibirya'ya doğru yürüyün bakalım, oralarda İslâm'ı anlatın!" dedi. Anadolu o zaman henüz müslüman olmamış, "Yallah Anadolu'ya, hadi bakalım İslâm'ı anlatın!" dedi. "Hadi Balkanlar'a İslâm'ı anlatın!" dedi. Hazar Denizi'nin kuzeyinden, güneyinden Kafkaslar'ın ötesine, Sibirya'ya, her tarafa Allah'ın dinin anlatmağa insanlar gönderdi.

Vazifemiz bu!.. Biz bu vazifeyi bıraktık mı, Allah bizi sevmez. Bizim müslümanlık vazifemizi yapmamış oluruz.

--Osmanlı neden yıkıldı?.. Koca imparatorluktu, üç kıtaya hakimdi, Karadeniz Türklerin bir gölü gibiydi. Her tarafı müslümanlarındı. Akdeniz'in yarısından fazlası müslümanlarındı. Akdeniz'de İtalya'dan bu tarafa düşmanlar geçemiyorlardı. Kıbrıs bizimdi, Malta bizimdi, Girit bizimdi. Osmanlı niye yıkılıdı?..

226

Osmanlı, tevhid akîdesini insanlara anlatmakta ihmalinden yıkıldı. Bırakmayacaktı, gevşetmeyecekti vazifeyi... Devam ettirecekti.

Yedi asır içimizde yaşamış Emeni, Rum kalmış... Olur mu yâ, yedi asırda bunları adam edemedin mi?.. Puttan vaz geçiremedin mi, müslüman edemedin mi?.. Yâni, çalışmamış. Alevîleri uyandıramamış, anlatamamış. Hristiyanlara müslümanlığı anlatamamış. Ondan yıkıldı. Allah yardım etmedi.

Allah kime yardım eder?..

(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) "Bizim dinimiz için, bizim uğrumuzda cihad edenlere, cehd sarfeden, gayret sarfedenlere biz yolumuzu gösteririz, ufuklarını açarız, geliştiririz, destekleriz." diye Kur'an-ı Kerim müjdeliyor.

Vazifeyi bıraktın mı, Allah'ın sevmediği kul durumuna düşersin. Evinde devam edeceksin, mahallende devam edeceksin, dairende devam edeceksin, çarşıda devam edeceksin, pazarda devam edeceksin, bildiğin yerde devam edeceksin, bilmediğin yerde devam edeceksin!..

Abdurrrahîm Zapsu, Erenköy istasyonunda tren bekliyormuş. Radyodan Kur'an yayını varmış, herkes bildiğini okuyormuş, konuşuyormuş. Masanın üstüne elini "Güm... Güm... Güm..." bir vurmuş yolcu salonunda... Herkes susmuş tabii... "Efendiler! Kur'an okunuyor, Allah'ın kelâmı!.. Susun, dinleyin!" demiş. Herkes susmuş. Bak, vazife yapıyor, yâni dayanamıyor. Bir tanesi, "Sana ne yâ, konuşurum!" diyebilir. Belki onunla da kavga edecek. Ne olacak bilmiyoruz ama, dayanamamış, ikaz vazifesini yapmış.

227

Bu ikaz vazifemizi evde yapmazsak, çocuğumuza yapmazsak, komşumuza yapmazsak, kardeşimize yapmazsak, kendimize yapmazsak, Allah'ın sevmediği kul durumuna düşeriz. Kendi kendimizi ikaz etmiyoruz.

Şurda cami, burda adamın evi; camide namaz kılmıyor, ordan camiye gelmiyor. Ne yapacağız?.. "Kardeşim camiye gel!" diyeceğiz. "Hasta mısın, derdin mi var?" diyeceğiz. "Bunu camiye getirmenin yolu, çaresi nedir?" diye kafamıza takacağız onu, getireceğiz.

Falanca adam içki içiyor... "Şunu içkiden nasıl vaz geçirebilirim?" diye uğraşacağız, didineceğiz. Falanca adam kumara alışmış... "Şunu nasıl düzeltebilirim?" diye uğraşacağız.

Şimdi burda ben çok üzüldüm. Birkaç ay evvel, şurda vaaz veriyordum, kâğıt geldi: "Hocam, size üç dört sene evvel intisab ettim; şu camide bir sizi tanıyorum, başka kimseyi tanımıyorum." diyor. Kıpkırmızı oldum, çok üzüldüm. Neden: Bu kadar kardeşsiniz, niye yeni kardeşinizle tanışmıyorsunuz, onu aramıyorsunuz, sormuyorsunuz, bilmiyorsunuz?.. Niye onu dört senedir yalnız bırakıyorsunuz?.. Yeni gelene bir sorun!..

228

Ben şimdi soruyorum bir camide: "Camiye bugün birisi geldi. Yanınızdaki kimdi öğrenin!" diyorum. Bir sorun bakalım, kimsenin kimseden haberi yok!.. Aç mıdır, susuz mudur, hasta mıdır, dertli midir?.. Nerelidir, neyin nesidir?.. Müslüman böyle etrafını projektör gibi tarayacak, ilgilenecek:

"--Hoş geldin kardeşim! Nasılsın, nerelisin bakalım?..Ne oldu?"

"--İşte ben hocaefendiden ders almıştım."

"--Haa, öyle mi? Hadi bakalım mübarek olsun, bilmem ne... Al sana, şu kitap bende fazla, hediyem olsun!.. Yarın akşam bizim eve buyur, bir çorba içelim, tanışalım!"

Böyle cevval olacak. Muhabbet yok, sevgi yok, aşk yok, gayret yok, çalışma yok, hizmet yok... Nasıl gideceksin cennete?..

(Femen ya'mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya'mel miskàle zerretin şerran yerah) "Zerre kadar hayır işleyen karşılığını görecek, zerre kadar şer işleyen karşılığını görecek." Yâni, anlaşılıyor ki, zerre zerre birikecek. Cenneti kazanmak kolay değil...

İbrâhim AS, miracda Peygamber Efendimiz'e demiş ki: "Yâ Muhammed! Söyle ümmetine, cennetin arazisi düzdür." Yâni cennette arsam var, arazim var diyorsun ama, düzdür. O ne zaman böyle ağaçlanacak, çiçeklenecek, zînetlenecek?.. Sen dünyada salih ameller işlediğin zaman, hayrât ü hasenât yaptığın zaman, orası bezenecek. Cennetteki yerinin güzelliği, dünyadaki ibadetlerinin güzelliğinden olacak. Zikrinden çiçekler açacak, hayrından ağaçlar bitecek, meyvalar dökülecek. Sen burda çalışacaksın, cennetteki yerin güzelleşecek. Çalışarak olacak.

229

Çalışmıyoruz muhterem kardeşlerim! Tasavvuf bu değil, müslümanlık bu değil... Şimdi kâfirler bizim etrafımıza sıkışmışlar. Biz Mekke'den başlamışız, Suriye'yi fethetmişiz, Irak'ı fethetmişiz müslümanlar olarak... İran'ı fethetmişiz, Doğu Anadolu'yu fethetmişiz, Diyarbakır'a gelmişiz. Diyâr-ı Bekir, bakır değil... Bekir başka, bakır başka... Bekir'i bakır yapmak olur mu, Diyâr-ı Bekir orası!.. Yâni, Benî Bekir kabilesinin diyarı... Oraları fethetmişiz.

Bu barajın [Atatürk Barajı] yapıldığı yerlerde sahabe kabirleri var... Ziyaret ettik kabirlerini... Azerbaycan'a kadar Hazret-i Ömer zamanında gelmişiz. Adana'ya gelmişiz, Tarsus'a gelmişiz. Antakya müslüman olmuş hemen...

Afrika'ya gitmişiz, Afrika'dan Atlas Okyanusu'na dayanmışız. Atlas Okyanusu'na bakmışız, uçsuz bucaksız bir deniz... Haydi İspanya'ya gitmişiz. İspanya'ya gemilerle geçmişiz, İspanya'yı fethetmişiz. Yürümüşüz yukarıya doğru, Pirene Dağları gelmiş karşımıza... Onları geçmişiz, Fransa'nın ortasına gitmişiz.

Ne zaman?.. İki asır içinde, iki yüzyıl içinde... İspanya'da Pirene dağlarının öbür tarafına aşmışız, Fransa'ya ayak basmışız. Şimdi Fransa'da başörtüsü yasaklanıyor. Yâhu, on asır evvel İslâm gitmiş oraya, çalışmadınız mı hiç?..

230

Şimdi benim geçen gün aklıma takıldı. Hristiyan Moğollar müslümanlara hücum etmiş Orta Asya'da, Onüçüncü Asır'da... Düşündüm: "Yâhu, hristiyanlık oraya nasıl gitti?.." Şimdi onu araştıracağım. Hristiyanlık Moğolistan'a nasıl gitti?.. Okuyacağız tabii... Ne okuyacağız?.. Rahibin birisi, papazın birisi kalkmış gitmiştir, orada ıhlamıştır, ter dökmüştür, zahmet çekmiştir. Göçebe kabilelerin arasında yaşamıştır, dillerini öğrenmiştir. İyilik yapmıştır, hediye vermiştir... Onları sinsi sinsi, yavaş yavaş hristiyan etmiştir.

--Nerden bildin hocam?..

--Çok akıllı olduğumdan bildim, nerden bileceğim!

Nerden bileceğim: Afrika'da da öyle yapıyorlar, görüyoruz. Afrika'ya gidiyor, "Nasıl hristiyan edebilirim?" diye düşünüyor. Orda hastane kuruyor. Meselâ, Dr. Şuvartz gitmiş oraya, hastane kurmuş; adamlar da reklam ediyorlar: "Dr. Şuvartz Afrika'ya gitti, mahrumiyetler içinde, zavallı siyahlara tıbbî hizmet götürüyor." Bilmem ne... vs. reklamlar; gazetelerde, mecmualarda hakkında röportajlar...

Yâhu, siz bu zavallı siyahları bu kadar seviyorsanız; niye bu kadar katliamlarına göz yumuyorsunuz?.. Bak Uganda'ya, bak Ruanda'ya... Niye silah veriyorsunuz, niye engellemiyorsunuz?.. Hemen cump diye atladınız, Bosna-Hersek'te müslümanların elini kolunu bağladınız, Sırplara yardım olsun diye... Ruanda'ya da atlasaydınız da, o binlerce insan birbirlerini katlatmeselerdi ya!.. Hayrola, ne oluyor?..

231

Siz madem böyle siyahları çok seviyorsunuz da, niye esir alıp alıp esir gemileriyle Amerika'ya tarlalara işçi götürdünüz. Kimi aldatıyorsunuz?..

Şimdi Peygamber SAS doğduğu diyarı terketmiş, hicret etmiş. Biz de ederiz. Biz de edelim yâni... Biz de etmeğe râzı olalım! Biz de Allah'ın dinine hizmet etmek için yerimizi, yurdumuzu, diyarımızı bırakmayı göze alalım!..

Allah'ın dinine nasıl hizmet edeceğiz?.. Allah'ın dinini bileceğiz de öyle hizmet edeceğiz. Onun için Kur'an'ı öğrenelim, İslâm'ı öğrenelim!.. Allah'ın dinini öğrenelim; bir de başkalarına anlatmağa, öğretmeğe hepimiz Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin dervişleri gibi, cihana saldığı dervişler gibi, gayretli olalım, çalışalım!.. Hicreti göze alalım!.. Çünkü, bulunduğu yerden hicret etmez de, vazife yapmadan ölürse cezâ göreceğini ayet-i kerimeden okuduk.

Bu hususu hatırlattıktan sonra, şimdi bir sene geçti. Allah-u Teâlâ Hazretleri Gaffârüz zünûb'dur, günahları affedicidir. Tevvâbür Rahîm'dir, tevbeleri kabul edicidir, kullarına merhamet edicidir, affedicidir. Şimdi bir sene geçti, yeni bir seneye girdik. Bizim şu anda yapacağımız ne:

232

1. Geçtiğimiz sene için ağlamak, gözyaşı dökmek; günahlarımızın affı için tevbe ve istiğfar etmek... Birisi bu...

2. Bu yeni sene için ne yapacağımızı düşünmek, planlamak; azmimizi, gayretimizi bilemek, kuvvetlendirmek... Geçen sene yaptığımız hataları yapmayıp; geçen sene yapmak isteyip de yapamadığımız iyilikleri yapmak için, geçen seneki hayatımızın tecrübelerinden istifade ederek, bu senemizi Allah'ın rızâsına uygun geçirmeğe çalışmak... Bu senemizin ve bundan sonraki ömrümüzün hayırlı olmasını Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden dilemek... O duayı yapalım!..

....................

30. 5. 1995 İskenderpaşa - İSTANBUL

233

HİCRET

Aziz ve değerli misafirler!..

Toplantımıza hoş geldiniz, şeref verdiniz. Hepinize teşekkür ederiz. Allah'ın lütfuna ihsânına, rahmetine, iki cihanda saadete ermenizi candan dileriz, niyaz ederiz, temenni ederiz.

Hicret gibi son derece derin mânâsı olan bir olay üzerine, böyle güzel bir toplantıyı tertib eden derneğimiz, Mal Hatun Dostluk, Çevre ve Kültür Derneği... 1992'de kurulmuş olan bir dernek... Eskişehir'li hanımların derneği... Daha önceki yıllarda, yine Eskişehir'de, bir kısmı da bu salonda, yine böyle kaliteli, ses getiren Türkiye çapında önemi olan toplantılar, sempozyumlar, günler tertib ettiler. Gerçekten güzel çalışmalar yaptılar. Kendi kalitelerini, kendi yüksek seviyelerini de göstermiş oldular. Bu toplantıyı da tertibledikleri için onlara da teşekkür borçluyuz. Mal Hatun Derneği üyelerine ve ilgililerine candan teşekkür ederiz. Allah'tan her türlü güzellikleri, mutlulukları kendilerine vermesini dileriz.

Biliyorsunuz, hanımların çok büyük bir yeri ve değeri var... Hanımlar; kimisi bizim annelerimiz, kimisi hayat arkadaşlarımız, refîka-i hayatlarımız; kimisi de sevgili, ciğerpâre kızlarımız... hangi yönden baksak, hepsi başımızın tâcı, son derece önemli...

234

Tabii, onların kendi dünyalarında, kendi yaratılışlarıyla ilgili çok mühim görevleri var, hizmetleri var ve onları yapıyorlar. Yapmışlar tarih boyunca... Onun için burda çağdaş hanımlar bir dernek kurup benden bir isim rica ettikleri zaman, tarihin içinden bir güzel hanımefendi ismini onlara tavsiye ettim. "Mal Hatun olsun!" dedim; çünkü, Eskişehir'in tarihiyle de ilgili bir şahsiyet... Bu ismi koydular. Biz bu jestimizle, eski büyüklerimizi de sevdiğimizi, unutmadığımızı göstermiş oluyoruz.

Bir menkabeyi burada sizlere zikretmek istiyorum: Sultan Mahmud-u Gaznevî, --biliyorsunuz-- İslâm Alemi'ni Hindistan'a doğru genişleten, Gazneli Devleti'nin çok mühim bir büyüğüdür. Tarihimizde çok mühim yeri olan bir kimse... İran'a yönelmiş ve şimdiki Tahran şehrinin olduğu yerde, o zaman Rey şehri var... Rey şehrinde de büyük hükümdar vefat etmiş, küçük bir çocuk devletin başında bulunuyor ama, devleti fiilen onun yaşlı olan annesi idare ediyor. Sultan Mahmud ona haber göndermiş. Çünkü, kendi devletinin sınırında Rey şehri... Hudutlarına yakın bir yer...

235

Demiş ki:

"--Benim yüksek hakimiyetimi kabul etsin! Hutbeyi benim namıma okutsun!.."

Biliyorsunuz, cuma hutbelerinde hükümdara yapılan dua, o bölgede kimin sözünün geçtiğini de gösteren bir sembol oluyor. "Hutbeyi benim namıma okutsun, parayı da benim nâmıma bassın; yoksa, gelirim, Rey şehrinin altını üstüne getiririm!" diye tehditli bir haber göndermiş.

Hatunun cevabı çok güzel... O da cevap yazmış, diyorki:

"--Ey büyük Sultan Mahmud! Bana böyle bir mektub göndermişsin, mektubunu aldım. Tehdit etmişsin, korkutmağa çalışmışsın, 'Gelirim, Rey şehrinin altını üstüne getiririm!' demişsin. 'Savaşırım!' demişsin. Pekâlâ... Eğer savaşmaya gelirsen; Allah şahid olsun ki, ben de senin karşına çıkar, seninle çarpışırım. Korkmam senden... İki ihtimal var, iki şey olabilir: Ya Allah zaferi bana nasib eder, senin gibi koca bir sultanı yenerim. Sen tarihe rezil olursun, aleme rezil olursun; 'Bir ihtiyar kocakarı Sultan Mahmud'u yenmiş!' derler. Ya da, normal olarak sen beni yenersin. Ama, sen zaten büyük bir padişahsın; benim gibi bir ihtiyar kadını yenmen, senin şanına bir şan katmaz. Sultan Mahmud bir ihtiyar kadını yenmiş olunca, onun şanına, saltanatına bir ilâve olmaz." demiş.

236

Sultan Mahmud bu güzel cevabın karşısında, Rey şehrine asker göndermekten vaz geçmiş, onları kendi haline bırakmış diye tarih kitaplarında yazıyor. Ben de bunu naklediyorum. Hani, "Aslanın erkeği olduğu gibi dişisi de olur." derler. Bu hanım kardeşlerimizin çalışmalarını takdirle karşılıyorum. Allah râzı olsun, çok güzel çalışmalar yapıyorlar. Teşekkür ederiz.

Şimdi bugünkü konuşmalar hicret üzerine ve hicretin muhtelif yönlerini anlatacak kıymetli konuşmacılar var... Hicret, bizim İslâm tarihimizde son derece önemli bir olaydır, bir dönüm noktasıdır. Mazlum ve mağdur ve müstad'af müslümanların, Mekke-i Mükerreme'de ızdırablarının son noktaya ulaştığı zamanda ve Mekke'nin dışındaki Yesrib şehrinde, bir takım mübarek insanların Peygamber SAS Efendimiz'e iman ederek, "Yâ Rasûlallah, bizim şehrimize buyur! Biz seni bağrımıza basarız, başımızın tacı ederiz. Seni kendimizi koruduğumuz gibi, kendi malımızı mülkümüzü koruduğumuz gibi himâye ederiz. Bizi teşrif eyle, bizim beldemize buyur!" diye davet etmeleri üzerine vâki olmuştur.

237

Mekke'de müşriklerin tazyikleri ve zulümleri günden güne arttıkça, zulüm çekmekte olan mazlum müslümanlar, ya Habeşistan'a, ya başka diyarlara gitmişler. Medine'den, o zamanki adıyla Yesrib şehrinden bir kapı açılınca, Peygamber Efendimiz'in emriyle birer ikişer oraya hicret etmeğe başlamışlardı. Peygamber SAS Efendimiz, onları müsaade edip gönderiyordu. İkinci Akabe Bey'atı'ndan sonra müşriklerin tazyikleri daha da artmıştı. Korkuları da artmıştı. "Medine-i Münevvere'ye giden müslümanlar, bir de Hazret-i Muhammed oraya gider de onların başına geçerse, bizim için büyük tehlike olur." diye Peygamber SAS Efendimiz'in hayatına bile kasdetmeyi düşünmüşlerdi.

Akabe Bey'ati hacdan sonra, hac münâsebetiyle Mekke'ye gelen Medine'li mü'minlerle olmuştur. Hac mevsimi biliyorsunuz zilhicce ayındadır. Zilhiccenin onu, kurban bayramının birinci günüdür. Yâni, zilhiccenin ilk yarısında hac merasimi tamam olur. Zilhicce kamerî ayların sonuncusudur, onunla sene tamam olur. İşte o hac bittikten sonra, Hazret-i Ömer gibi bazıları alenen, bazıları gizlice hicret etmişler. Bazıları gitmek istediği halde tutularak, engellenerek müsaade edilmemiş. Ama, müslümanlar Medine-i Münevvere'ye göçmüşler.

238

Ebûbekir Sıddîk RA Efendimiz de, "Yâ Rasûlallah, müsaade edersen ben de Medine-i Münevvere'ye göçeyim artık!.." dediği zaman, "Yok! Sen sabret, belki Allah sana hayırlı bir arkadaş nasib eder." demiş Peygamber SAS Efendimiz... Ve nihayet bir gün, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden Rasûlüllah SAS Efendimiz'e de hicret müsâadesi, emri, işareti gelmiş. Onun üzerine Ebûbekir Sıddîk Efendimiz de, şâyân-ı dikkat bir yolculukla, rebîül evvel ayının dördünde başlayan bir yolculukla, hacdan üç ay sonra hicret vuk' bulmuştur.

Hicret; terketmek, bırakmak, sevdiği yeri bırakmak demek... Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme'yi çok sevdiği halde ve Mekke-i Mükerreme yeryüzündeki mekânların en şereflisi olduğu halde, o tazyikler yüzünden tabii, orayı terketmek zorunda kalıp, bırakıp Medine-i Münevvere'ye hicret ederken, dönüp Mekke şehrine seslenmiştir.

Peygamber SAS Efendimiz'in, etrafındaki mekânlara, olaylara, varlıklara bakışı başka türlüdür. Meselâ buyuruyor ki: "Uhud cennette bir dağdır. Uhud bizi sever, biz Uhud'u severiz." Yâni, bir şahsiyet-i mâneviyyesi var Uhud Dağı'nın...

239

Mekke şehrine de hicret ederken döndü dedi ki: "Yâ Mekke! Sen ne kadar mübarek, ne kadar güzel bir şehirsin!.. And olsun ki, eğer kavmim bana zorlama yapmasaydı, tazyikte bulunmasaydı, ben seni bırakıp gitmezdim. Sen Allah'ın en mübarek kıldığı beldesin!..

(İnne evvele beytin vudıa linnâsi lellezî bibekkete mübâreken ve hüden lil âlemîn) ayet-i kerimesi ile sabit o mübarekliğin... Gitmek istemezdim ama mecburen gidiyorum." diye, özür diler gibi, vedâ eder gibi söylemiş.

Onun üzerine, "Seni buradan çıkartan Allah-u Teâlâ Hazretleri, bir gün yine sana burayı nasîb edecek, buraya dönmeyi ihsan edecektir." diye ayet-i kerime inmiştir.

İşte böyle bir macera, İslâm'ın tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Izdırabdan, horlanmaktan, zulüm görmekten istiklâle ve günden güne işin gelişmesine doğru inkişâf etmiş mühim bir hadisedir.

Bu çok mühim olay, İslâm'ın doğuşu demek olduğundan, İslâm'ın büyümeye, neşvü nemâ bulmağa başlaması demek olduğundan; çok güzel bir tensible, kararla İslâm tarihinin başlangıcı olmuştur. Hakîkaten İslâm o zaman başlamıştır. Çünkü daha önce tazyik altındaydı, müslümanlar eziliyorlardı. Ondan sonra İslâm kendi varlığını günden güne herkese göstermeğe, kabul ettirmeğe başlamıştır.

240
241 ilâ 260. sayfalar