• /
  • Kütüphane
  • /
  • Tebliğ ve İrşad Çalışmaları
  • /
  • 241 ilâ 260. sayfalar
221 ilâ 240. sayfalar

Sonunda da Allah-u Teâlâ Hazretleri, Peygamber SAS Efendimiz'i, o Mekke-i Mükerreme'ye tekrar, mansur, müeyyed, muzaffer ve galip olarak avdet ettirmiştir.

Tabii bunlarda, saatlerce konuşacağımız ibretler var... Mekke devrinin ibreti; insan hayatında ızdırablı, sıkıntılı, zulümlü, mazlum devreler olabilir. Mü'min orda ümidini kaybetmemeli, üzülmemeli, sabretmeyi öğrenmeli demektir.

Medine devrinin çıkartılacak büyük dersi; azmettiği zaman, çalıştığı zaman;

(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) Allah-u Teâlâ Hazretleri kendi yolunda çalışanları mansur eder.

(Velekad ketebnâ fiz zebûri min bağdiz zikri ennel arda yerisühâ ibâdiyes salihûn) Allah-u Teâlâ Hazretleri salâh-ı halleri, güzel durumları dolayısıyla mü'minleri te'yid ve takviye eder. Muvaffakıyetlere eriştirir.

O halde, biz de bugünkü hayatımızda zulümden yılmamalıyız, ümitsizliğe düşmemeliyiz. Çünkü, İslâm'ın lügatinde ümitsizlik yok!.. Bu gecelerin arkasından bir sabahın geleceğini, bu zulmün bir zaman sonra biteceğini; hakkın galib geleceğini, bâtılın zâhik olacağını bilmemiz lâzım gelir.

241

Aslında mazlum iken, gariban durumunda iken de müslüman yine galibdir, yine iyi durumdadır. Çünkü Peygamber SAS Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki:

(Fetûbâ lil gurabâ') "Ne mutlu garibanlara; ne mutlu yerini yurdunu terketmiş, boynu bükük, yersiz, yurtsuz, himâyesiz, akrabasız, diyar-ı gurbette kalmış kimselere!.." diyor. Yâni, garipleri medhediyor, onları sevdiğini ifade ediyor. Sordular Peygamber SAS'e:

(Vemel gurabâü yâ rasûlallah?) "Bu guraba tabirinden kasdettiğiniz nedir yâ Rasûlallah?" diye... O da çok güzel bir tarif ve bir cevap veriyor, bu da bizim için çok önemlidir:

(Ellezîne yuslihûne mâ efseden nâs) "Öteki beyinsiz, akılsız, imansız, sorumsuz insanların bozub berbad ettiği düzenleri, toplumları, dünya hayatını ıslah edenler..." Gariban bunlar... Çevresiyle hemfikir değil, bunlar yalnız... Çevresinin içinde gariban durumda kalmış, etrafındakilerinin bozduğunu düzeltmeğe çalışıyor.

Bu da bizim vazifemizdir. Yâni tek başımıza bir toplumun içinde olsak, toplumun bütün fertleri başka fikirleri tutuyor olsa, bozuk yollara gidiyor olsa...

242

Meselâ ben şahsen buraya gelirken, üzülerek geldim. Nihayet bir futbol maçından elde edilmiş bir galibiyetin, halkın üzerindeki bu kadar büyük tesiri, böyle basit bir olaydan bu kadar sevinme, şuur seviyesinin eksikliğini gösterir. Bir gazetede ben bir sayfa spor sayfasını çok görürken, spor sayfalarının dört sayfaya, beş sayfaya çıkması büyük sorumsuzluktur. çünkü, Türkiye'nin yapılacak çok büyük işleri vardır. Spor sayfalarına değil sanayiye, kültüre, millî mânevî değerlerimizin korunmasına, menfaatlerimizin savunulmasına, haklarımızın alınmasına yönelik nice işler vardır. Tabii, bu toplumun bu duruma getirilmesi de bir garib hadisedir.

Biz de bu toplumun içinde garibanlarız, diyar-ı gurbetteki insanlar gibiyiz. Okyanusta bir adaya çıkmış insanlar gibiyiz. Ama, ümitsizlik yok... Çünkü, ne mutlu garibanlara!.. O garibanlar kimlerdir?.. Bozulanları düzeltmeğe çalışanlardır.

Ben bir yerde, "Allah bizi salihlerden eylesin..." dedim. Salih, iyi insan demek... Karşımda bir misafirim vardı, Irak'tan gelmiş olan... Arapça biliyor, arif, çevresi olan bir insan... Kültürlü bir muhitten gelmiş. O dedi ki: "Hocam salih olmak iyi; ilâve olarak bir de muslih olmak var!"

243

Salih olmak, kendisinin iyi olması... Muslih olmak; ıslahçı olmak, başkalarını iyi etmek... İşte bizim asıl vazifemiz o!.. Tek başımıza kalsak da, gariban olsak da, ama yine bayrağı yere düşürmeyeceğiz, Ulubatlı Hasan gibi burca dikeceğiz. Zafer müslümanların olacak!.. İnşaallah, Fatih Sultan Mehmed Han'ımızın İstanbul'u fethettiği gibi, bizden sonraki nesiller de Roma'yı fethedecek!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtüh!..

31. 5. 1995 - Eskişehir

244

TEBLİĞ VE ORGANİZASYON

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Vessalâtü ves selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ senedinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn... Emmâ ba'd:

Muhterem kardeşlerim!.. Allah'ın üzerimizde sonsuz, sayısız, hadsiz, hesapsız nimetleri vardır. Nimetlerine hamd ü senâlar olsun... Onun peygamber-i zîşânı, habîb-i edîbi Muhammed-i Mustafâ'sına sonsuz salât ü selâm, tahiyyât ü ihtirâmâtımızı arz ederiz. Allah-u Teâlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'in şefaatine cümlemizi, cümlenizi nâil eylesin... Sevdiklerinizle beraber iki cihan saadetine mazhar eylesin...

Burada böyle bir dinî organizasyonu gerçekleştiren kardeşlerime teşekkür ederim. Çok güzel bir çalışma yapmış bulunuyorlar, Allah razı olsun... Ve bu teşebbüsün bütün iştirak edenler için çok hayırlı, çok faydalı olacağını tahmin ediyorum. Allah-u Teâlâ Hazretleri büyük hayırlara sebep eylesin, vesîle eylesin...

Muhterem kardeşlerim!.. Hiç kimsenin karşı çıkamayacağı birtakım kesin hakîkatler var... Başka konularda insanlar çeşitli fikirler söyleyebiliyorlar, ama bazı şeyler gün gibi ortada... Dekart gibi her şeyi silip yeniden, mantıklı bir şekilde inşâ etmek için, ben de o hakîkatlerden başlamak istiyorum:

245

Hiç şüphemiz yok ki, şu gençliğimize rağmen, şu günlere rağmen, bu şartlar değişecek, bir gün ihtiyar olacağız. Bir zaman sonra da bu dünyadan ayrılacağız. Bu dünyadan ayrılanlar ne oluyor, nereye gidiyor?.. Bunu insanoğlu ilk insandan beri bilmekte... Hazret-i Adem AS'dan beri insanlar biliyorlar ki, biz vefat ettiğimiz zaman, öldüğümüz zaman bu dünyadan ayrılıyoruz ama, bu dünyadan ayrı ahiret denilen, ukbâ denilen ikinci bir dünya var... Oraya gidiyor insanlar...

Allah-u Teâlâ Hazretleri ilk insan Adem AS Atamız'ı peygamber yapmıştır. Bunu Amerikalılar da, yahudiler de biliyor, kabul ediyorlar. Müslümanlar da biliyor. Yâni dünya üzerinde çok büyük bir ekseriyetin bildiği bir şey... Ve o zamandan bu zamana, Allah-u Teâlâ Hazretleri her zaman insanlara peygamberler göndermiş, haberciler göndermiş. Demek ki, insanlar bazı gerçekleri eğer Allah bildirmezse, kendileri kolaylıkla bulamayacaklar. Onun için birtakım gerçekleri bildiriyor Allah-u Teâlâ Hazretleri...

Onun için bizim Peygamberimiz hakkında da Kur'an-ı Kerim'de buyruluyor ki:

246

(Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn) "Ey Rasûlüm, biz seni ancak alemlere rahmet olarak indirdik, başka bir sebeple indirmedik. Rahmeten lil âlemîn'sin!" Yâni, insanlara, alemlere acıdığımız için demek... Rahmet, şefkat göstermek, acımak demek... Acıdığımız için seni gönderdik. Niye?.. Çünkü, bir peygamber gönderilmediği zaman, insanlar ateist veya gàfil veya cahil kalır. Onun sonucu da çok kötüdür.

Allah-u Teâlâ Hazretleri kâinâtın yaratanı, sahibi, mâliki, mutasarrıfı... Şirki aslâ affetmeyeceğini Kur'an-ı Kerim'de bildiriyor:

(İnnallàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî şey'en ve yağfiru mâ dûne zâlike limen yeşâ') "Allah-u Teâlâ Hazretleri bütün günahları affedebilir, Gaffârüz zünûbdur, Settârül uyûbdur, affedicidir, kerimdir, ekremül ekremîndir, erhamür râhimîndir. Tevbe ederse kulun suçunu günahını bağışlar. Tamam, bunların hepsi var... Fakat, (İnnallàhe lâ yağfiru) Allah aslâ affetmeyecek, (en yüşreke bihî şey'en) kendisine şirk koşulduğu zaman, kişi müşrik olduğu zaman, kâfir olduğu zaman aslâ affetmeyecek! (ve yağfiru mâ dûne zâlike limen yeşâ') Başkalarını affedebilir."

247

Şimdi, şu kâinatın son derece mükemmel ve muntazam metodlarla çalıştığını hepimiz biliyoruz. Yüksek tahsil yaptık ve bu konularla ilgilendik. Bunu herkes biliyor, kitaplarda yazılıyor. Büyük filozofların kitaplarında yazılıyor. Büyük alimlerin kitaplarında zâten bu iş detaylı olarak anlatılmış ama, ilim adamı olan büyük şahısların kitaplarını hepsinde yazılı...

Aynıştayn'la röportaj yapmak için yanına gitmişler, sormuşlar:

"--Siz dindar mısınız, Allah'a inancınız var mı?" diye...

Diyor ki:

"--Makrokozmos; etrafımızdaki büyük çevrenin derinliğini kavramanın mümkün olmadığı uçsuz bucaksız bir fezâ, kâinat... Ve mikrokozmos; kapalı alem, ulaşamayacağımız kadar küçük... İki uç: Birisi uçsuz, sonsuz büyük; ötekisi sonsuz küçük... Biz ortasında... Bunların, makrokozmos ve mikrokozmosun, kâinatın ve zerrenin son derece mükemmel bir nizam içinde çalıştığını, çok muntazam matematiksel kanunlarla çalıştığını mesleğimden biliyorum. Hem gökyüzünü inceleyen bir kimse olarak, makrofizikçi olarak, hem atomu inceleyen bir alim olarak son derece mükemmel olduğunu görüyorum bunların... İşte bunlara bu düzeni, bu mükemmelliği veren varlığa inanmak eğer dindarlıksa, ben dindarların en başında geliyorum."

248

Tabii bir fizikçi olarak, Aynıştayn olarak, makrokozmosu bilen, mikrokozmosu bilen bir insan olarak, atomu ve kâinatı inceleyen bir insan olarak, bunun bir düzenle, her yerinde matekatiksel birtakım kurallarla muntazam şekilde çalıştığını gören bir insan olarak tabii, dindarım. Din buysa, ben dindarım diyor.

Din her zaman bu değil... Din bunun ötesinde, insanların birtakım katkılarıyla bozulmuş, birtakım saçmasapan teorilerle doldurulmuş olabiliyor. İşte heykeller, işte putlar, işte birtakım akıl mantık almaz sözler... Onları kabul etmek niyetinde değilim demek istiyor. Kendi ifadesinden, "Dindarlık ötekisiyse, ben dindarların en başındayım; ama dindarlık buysa, ben böyle hurafelerde yokum!" demek istediği anlaşılıyor.

Şimdi bu çağımızda yaşayan birisi... Daha geriye doğru da gidildiği zaman, büyük filozoflar da --hayatlarını okumuşsunuzdur, biliyorsunuz-- bu gerçekleri ifade ediyorlar. Bu işin felsefesini yapanlar kesin olarak biliyorlar. Kâinatın bir intizamı var, kâinatta eşsiz bir nizam var... Mükemmel bir işleyiş var... Bu işleyişin sahibi, bu düzenin kurucusu alemlerin Rabbi... Rabbül alemîn diyoruz biz, tamam... Buna iman ediyoruz biz...

249

Bu imandan sonra en önemli olan husus, ahirete imandır. Yâni bundan sonra bir başka hayat olacak. Bu birinci hayata, elhayâtüd dünyâ diyoruz. Hayâtüd dünyâ daha yakın olan demek, içinde bulundğumuz bu hayat... Bir de elhayâtül âhireh, öteki hayat var... Buraya dâr-ı dünyâ diyoruz, ötekisine dâr-ı âhiret, dâr-ı ukbâ diyoruz. Tamam... İşte bu ahiret inancı, inancın ana direğidir. Asıl önemli olan husus budur. Biz de amentüde ifade etmişiz ki,

(Amentü billâhi, ve melâiketihî ve kütübihî, ve rusulihî, vel yevmiy âhir) ahirete inanıyoruz. (Vel ba'sü bağdel mevti hakkun) Öldükten sonra dirilme haktır, gerçektir." diye biliyoruz.

Muhterem kardeşlerim!.. İşte ahirette cennetin ve cehnnemin olacağını bize peygamberler ve mukaddes kitaplar ve onların en başında gelen Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafâ SAS ve hiç bozulmamış vahy-i ilâhi olan Kur'an-ı Kerim bildiriyor. Ve biz buna çok temiz, berrak, pırıl pırıl bir imanla inanıyoruz. İnandığımızın delili, inancımız için şehid olmayı bile göze alıyoruz.

İnsanın bugün hayatında en çok koruduğu, kolladığı canıdır. Canı için her şeyini verir. Ama biz, dinimiz için canımızı da veriyoruz. Çünkü, biliyoruz ki, dini için canını verdiği zaman, ahirette insan cennetlik olacak. Cennete inandığımız için, ahirete inandığımız için, canımızı da veriyoruz. Çok doğru... Tabii, bizi kâfirlerden ayıran ana esas bu... Kâfir buna inanmıyor. Kâfir dine inanmıyor, Allah'a inanmıyor. Allah'a inanmayanlara ateist diyoruz. Bozuk dinlere sahib olanlara müşrik diyoruz, kâfir diyoruz. Çeşitli kademeleri var bu işin...

250

Ama biz Allah'a inanıyoruz, ahiret gününe inanıyoruz... Cennetin cehennemin, Mahkeme-i Kübrâ'nın, büyük adaletin olacağını biliyoruz. Kur'an-ı Kerim'de, Fâtiha sûresi'nde Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin sıfatlarını sayarken, (Rabbül âlemîn) "Alemlerin rabbi" diyor, Rahman ve Rahîm olduğunu söylüyor.

(Mâliki yevmid dîn) diyor. Burdaki din, karşılık verme demektir. Arapçada derler ki:

(Kemâ tedînü yüdân) "Nasıl muamele edersen, öyle karşılık görürsün!" Yevmid dîn, insanın dünyada ettiğinin karşılığını gördüğü gün demektir. Yâni ektiğini biçtiği gün demektir. Yoksa, "Day of religion" demek değildir. Ordaki din religion mânâsına gelmiyor, karşılık mânâsına geliyor. Meselâ, insan kötülük yapmışsa, kötülüğün karşılığı olarak ceza görür; iyilik yapmışsa, iyiliğin karşılığı olarak da taltif olunacak, mükâfatlandırılacak. İşte Mâlik-i yevmid dîn, o karşılıkların verildiği güne mâlik olan Allah demek... Biz burdan biliyoruz. Kur'an-ı Kerim'in ilk sayfasından bu gerçeği biliyoruz. Herkesin ettiğini bulacağı bir adalet gününün, büyük Mahkeme-i Kübrâ'nın olacağını biliyoruz. İşte buna hazırlanıyoruz. Bizim imanımızın ana istikameti, kalbimizdeki, aklımızdaki ana felsefe ahirete hazırlanmaktır. Yâni, dünyaya hazırlanmak değil...

251

Dünyada mühendis olmak, üniversite hocası olmak, zengin olmak veya dünyada mutlu olmak bize küçük geliyor, kısa geliyor. Biz ahirete hazırlanıyoruz. Ahiret saadetini kazanmak istiyoruz, cenneti kazanmak istiyoruz. Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz. İşte bu bizi öteki insanlardan çok farklı kılıyor. Biz müslümanlar son derece farklı insanlarız.

Bu bizim bütün felsefemize, bütün hayatımıza, her şeyimize te'sir ediyor. Davranışlarımıza te'sir ediyor. Her şeyimizi buna göre ayarlıyoruz. Kazanırız, hayır yaparız. Kazanırız, başkalarına veririz. Yaşarken hayatımızı fedâ ederiz. Bu gibi şeyler, bizim bu ahiret inancımızdan geliyor.

Tabii, ahirette de Allah'ın razı olduğu bir kul olmak isteriz. Allah'ın sevdiği bir kul olmak isteriz. Ana fikrimiz bu...

Ana fikir bu olunca; ahirette saadete ermek, cenneti kazanmak, Mahkeme-i Kübrâ'da beraat etmek, cezâlanmamak, mükâfatlanmak, Allah'ın rızâsını kazanmak ana fikir olunca; o zaman, "Allah neleri sever, Allah kimleri sever?.. Ne yapılırsa onu sever?" diye kendimize sormamız lâzım!.. Tabii, biz bu sorunun cevabını dinimizden biliyoruz da, dinimizin mantığının ne olduğunu anlatmak bakımından açıyorum.

252

Biz müslümanlar olarak dâimâ Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz ve her yaptığımız işte Allah'ın rızasını gözetiyoruz. Cüzdanımızı açıyoruz, para veriyoruz. Gidiyoruz zayıfa yardım ediyoruz. Gidiyoruz birtakım fedâkârlıklarda bulunuyoruz. Ramazanda yemek yemiyoruz, akşama kadar aç duruyoruz. Zekât veriyoruz, hacca gidyoruz. Bulunduğumuz yer çok güzel olduğu halde, rahatımız çok yerinde olduğu halde, kalkıyoruz, meşakkatli bir ibadeti yapmağa gidiyoruz. Her işimizi Allah'ın rızası için yapıyoruz.

Çok sağlam bir yoldur. Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(İnned dîne indallàhil islâm) "Allah'ın kabul etiği geçer din, Allah'ın indinde geçerli olan din İslâm'dır."

(Ve men yakbel gayrel islâme dînen ve len yukbele minhu) "İslâm'dan gayri bir dine yapışan, giren, o yolda yürüyen bir kimsenin bu faaliyeti aslâ kabul olmayacak!"

Yâni, bir sürü kilise var, bir sürü din var, bir sürü mezheb var, bir sürü inanç var, bir sürü insan var ki, başka şeylerin peşinde... Fakat Allah-u Teâlâ Hazretleri peygamber göndermiş, şaşırmasınlar diye... O peygambere uyulacak ve İslâm dini üzere olunacak.

253

(Hüve semmâkümül müslimîne min kabli ve fî hâzâ) "Eskiden gönderdiği peygamberlere de Allah İslâmiyet'i emretmişti. Bütün önceki peygamberler de İslâm'ın esaslarını anlatıyorlardı." Mûsâ AS'ın Firavun'la çatışmasının sebebi neydi?.. İslâm'dı; yâni, "Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasûlüllah..." İbrâhim AS'ın Nemrud'la kavgasının sebebi neydi?.. "Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasûlüllah..." İslâm'dı. Putlara tapılmasın diye İbrâhim AS itiraz etti: "Olmaz böyle şey! Elinizle yaptığınız putlara niçin tapıyorsunuz? tapınmayın, tapınmamanız lâzım!" dedi. Söylemekle de durmadı, "Ben sizin bu putlarınızın hepsinin canına okuyacağım, parçalayacağım!" dedi. Parçaladı. Puthaneyi perişan etti.

Firavun'la Mûsâ AS'ın macerası da böyle oldu. Nuh AS'ı biliyorsunuz, "Şu şu isimli putlara tapınmayın, Allah'a ibadet edin!" diye kavmiyle mücadelesi var...

(Rabbi innî deavtü kavmî leylen ve nehârâ. Ve lem yezidhü duâî illâ firârâ) "Ben onları doğru yola çağırdıkça, mü'min olsunlar diye onlara hakkı anlattıkça, uzaklaştılar." diyor.

254

Bütün peygamberlerin mücadelesi budur. Adem AS'dan Peygamber Efendimiz'e kadar mücadele, İslâm'ın mücadelesidir. İnsanların anlamadığı İslâm'dır. Anlayanın anladığı ve kurtulduğu, sarılıp saadete erdiği İslâm'dır. Bir çok insanın da bu kadar peygamber gönderilmesine rağmen, bu kadar kitap indirilmesine rağmen, kalın kafasına girmeyen, anlamadığı şey İslâm'dır. Enterasan bir şey, bir takım insanlar bu hakikatı anlamıyor. Eliyle putu yapıyor ve ona tapıyor. Ama şu güzel hakîkatı, Allah'tan başka tanrı olmadığı hakîkatini görmüyor.

Elhamdü lillâh, bunu gören insanlarız, mü'min insanlarız. Başka insanlar da var... Dinlerle ilgilenen, dinlerle ilgilenen, inceleyen insanlar da dünyada müslüman oluyorlar. Bu da önemli bir fenomen, önemli bir hadise, önemli bir misal, önemli bir haber... Dinlerle ilgilenen herkesin, arayan her insanın sonunda geldiğ yol İslâm... Kim bu arayanlar?.. Filozoflar, profesörler, ilim adamları, araştırıcılar, hattâ papazlar... Eğer bir adam bu konuları bilen bir insansa, bu konular üzerinde düşünebilip de karar verebilecek kadar gelişmiş bir insansa, müslüman oluyor.

255

Bu kuru bir iddia değil... İsimlerle takviye edebileceğimiz, söyleyebileceğimiz bir şey... Asrın filozofları, geçmiş asırların filozofları, büyük din adamları, büyük alimler, her milletten insanlar müslüman oluyor. Bu neyi gösteriyor?.. Akıl için yol bir tanedir, akıl için tarik birdir derler; inceleyince İslâm'ı buluyorlar.

Kendi çıkar hesaplarıyla menfaatleri bırakamayan birtakım insanlar da putperestliğinde devam ediyor. Hindistan putperest, Japonya putperest... Avrupa, Afrika, Güney Amerika... vs. Yâni, bir çok yerde insanlar putperest veyahut kendi elleriyle yaptıkları şeylere tapan kimseler...

Şimdi biz elhamdü lillâh, --şu zamanın müslümanları sizler ve bizler, sizden önceki neslin bir temsilcisi olarak ben, bu neslin fertleri olarak sizler-- körükörüne müslümanlar değiliz artık... Hani anadan babadan müslüman olduğu için, "Elhamdü lillah ben müslümanım!" diyen insanlar da olabilir. Ömrünü tarlada geçirmiş, köyünde geçirmiş, babadan dededen gördüğü üzere dinini öğrenmiş, Kur'an'ını okumuş, namazını kılmış; tarlasını sürmüş, buğdayını ekmiş, biçmiş, satmış; yaşamış, ihtiyarlamış, ölmüş olabilir.

256

Bu zamanın müslümanları sizler ve bizler böyle müslümanlar değiliz. Biz her türlü hücuma mâruz kalmış, her türlü ters ve pis fikri dinlemiş, onların karşısında elimizi vicdanımıza koymuş ve karar vermiş, süzgeçten geçmiş insanlarız. Biz küfrü biliyoruz. Bize çok kâfir filozofların felsefeleri çok okutuldu. Biz müşrikleri biliyoruz, biz putperestleri biliyoruz, biz İslâm düşmanlarını biliyoruz. Biz gayrimüslimlerin tenkitlerini biliyoruz. Biz İslâm içindeki birtakım ben müslümanım diyen insanların ideolojilerini de biliyoruz, birtakım fikirlerini de biliyoruz. Dinledik, dinledik, dinledik, süzme yaptık, eledik, reddettik; doğruyu gördük, tasdik ettik.

Biz bu zamanın müslümanları tahkîkî müslümanız. Meseleyi tahkîk ederek, araştırarak sonuca vardık. Hepimizin kafasında filozofça bu işin mantığı sağlam olarak yatıyor. "Ben müslümanım, şu sebepten... Allah birdir, şu şu sebeplerden... Matematikman böyle, fizikman böyle, kimya yönünden böyle, her yönden böyle..." diyoruz. Elhamdü lillâh, bu daha iyi... Bir insanın tahkîkî müslümanlığı, her şeyi gördükten sonra İslâm'ı seçmesi daha güzel...

257

Kur'an-ı Kerim'de de bu metod var... Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi adetâ sıhhat kazanalım diye aşılamak bakımından, müşriklerin sözleriyle karşılaştırıyor. Müşriğin söylediği sözü Allah bize söylüyor. Ne diyor?.. Nereye bir peygamber gelse, onlar demişler ki: "Atalarımızın dinini böyle gelen bir insanın bir anlatması üzerine, yeni bir peygamberin söylemesi üzerine terkeder misiniz?.. Terketmeyiz, atalarımızın dinine sarılırız." demişler. "Aya tapalım, güneşe tapalım!" demişler. Firavun ne söylemiş, Nemrud ne söylemiş?.. Hepsinin fikirleri Kur'an-ı Kerim'de var... İnkâr eden insanın Peygamber Efendimiz'e itirazı var... Onlara karşı Kur'an-ı Kerim'in deliller getirerek cevapları var...

Demek ki Allah bizim küfrü de bilip, ondan sonra sağlam bir şekilde mü'min olmamızı istiyor. Onun için, Kur'an-ı Kerim kâfirin sözünü de yazmış, ama onun cevabını da vermiş.

Bunları şu bakımdan size anlatıyorum: Yolumuzun ne kadar sağlam olduğunu, nasıl yegâne yol olduğunu anlatmak için söylüyorum.

Meselâ, bir hristiyanın eksikliği nedir?.. Müslümanlığı incelememiş olmasıdır. Adam bizi incelediği zaman, ben bunu böyle bilmiyordum diyor. Tabii ya, incelemezsen bilmezsin!.. Yalan yanlış sözlerle, kulaktan dolma mâlûmatla karar verirsen olmaz!.. Ama biz her şeyi biliyoruz. Biz budizmi okuduk, konfüçyanizmi okuduk, brahmanizmi okuduk, hristiyanlığı okuduk, yahudiliği okuduk... Biz sizin gibi değiliz ama, siz İslâm'ı okumadınız. Onun için bizim böyle tahkîkî müslüman olmamız güzel...

258

Bizim Amerika'da olmamız, sizlerin şu anda Amerika'da bulunması, bu da ayrı bir avantaj... Çok önemli bir şey... Dünyanın bir çok ülkesini gezmiş bir kise olarak söylüyorum, Amerika dünyada emsâli bulunmayan bir ülke... Bu kadar geniş yerlerin tek bir yönetim altında olduğu başka bir ülke gösterilemez. Evet, Çin daha büyük ama, Çin'de bu çeşitlilik yok, bu kültür zenginliği yok... Amerika o bakımdan çok önemli ve dünyanın lideri durumunda... Teknolojik bakımdan çok önde... filân.

O bakımdan sizin burada okumanız da ayrıca önem taşıyor. Müslümanlık bakımından da önem taşıyor, sizin şahsınız bakımından da önem taşıyor. İslâmiyet bakımından da önem taşıyor. Sizin bizim burada bir mescidimizin olması, bir yayınımızın olması, kitap neşretmemiz büyük önem taşıyor.

Bizim buradaki çalışmalarımız tutarsa, bizim buraya ektiğimiz fidanlar tutarsa, meyva vermeğe başlarsa, çok büyük sonuçlar olacak. O bakımdan Amerika'da bulunmak, bunların dilini bilmek, kültürünü bilmek çok önemli bir olay... İslâmî bakımdan önemli bir olay... Müslümanların istiksali bakımından son derece önemli bir olay...

259

Osmanlıların son devirlerinde Batı'ya ilk giden Osmanlı münevverleri, --tabii genel yapı olarak söylüyorum-- Batı'nın hayranlığı ile doldular, kendi kültürlerinden koptular, kendi inançlarından uzaklaştılar. Jöntürk adını aldılar, ilerici adını aldılar. Onların sosyal organizasyonlarına girdiler, sosyal cemiyetlerine girdiler, mason oldular. Bir takım teşkilatlara girdiler ve Osmanlı diyarına geldikleri zaman Batı'nın onlardan beklediği vazifeyi yaparak Osmanlıların içinde aleyte çalıştılar; sonuç olarak Osmanlı'yı yıktılar. Osmanlı münevverleri Osmanlı'ya yâr olsaydı, Osmanlı'nın aleyhinde çalışmasaydı, çok başka türlü olabilirdi durum... Öyle yapmadılar, düşmanla birlik oldular, jöntürk oldular, Fransa'nın desteğini aldılar, Batı'nın desteğini aldılar, ters çalıştılar.

Şimdi sizi de Allah böyle bir imtihan ortamına göndermiş durumda... Siz de Batı'dasınız, ama Allah'ın hikmeti sizin fonksiyonunuz başka türlü... Sizin burada İslâm'ı aşılı olarak, bütün başka türlü fikirleri, zevkleri, keyifleri, safâları, dünyevî şaşırtıcı şeyleri gören insanlar olarak müslüman kalmanız, ondan sonra İslâm'a hizmet etmeniz; Osmanlı'nın son devrindeki acıklı durumun aksine, Türkiye'nin bugünkü acıklı durumu için ümid verici bir başka durum meydana getiriyor. Bu bizim ümidimiz... Biz bundan birçok şeyler umuyoruz.

260
261 ilâ 280. sayfalar