Bu bizim sadece istikbalde olacak bir şey hakkında ümidimiz değil, geçtiğimiz yıllarda gördüğümüz bir olgu, bir vâkıa, bir fenomen bu... Avrupa'ya giden sizin ağabeyleriniz, şu anda ülkenin bir çok yerinde genel müdür, bakan vs. olarak hizmet yapan kimseler, sizden önceki nesiller... Onlar, Türkiye'de koyu bir dinsizlik propagandası yapılırken, İslâm'dan hiç bahsedilmezken, gazete tefrikalarında bile İslâm yasaklanırken, okullarda İslâm tarihi devresi atlatılırken... Biz meselâ, okulda İslâm tarihi okumadık. Atlattılar orayı... Dediler ki: "Burayı okumayın! Otuz sayfayı, kırk sayfayı kaldırıyoruz." dediler. Avrupalıların otuz sene harplerini, yüz sene harplerini, rönesansını, reformunu, ıvırını, zıvırını, Dante'sini, Dekart'ını, Kant'ını hepsini okuttular ama, bizim kendi kökümüzü okutmadılar.
Avrupa'ya giden münevverler bu arada Pakistan'lı müslümanlarla karşılaştılar, Mısırlı müslümanlarla karşılaştılar ve Türkiye'de okutulmayan İslâm'ı gördüler. Nasıl bizim bugün cuma namazına gidip de, Mısırlı, Pakistanlı birçok insanla cuma namazı kıldığımız gibi; İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da doktora yapan kimselerden bir çokları da böyle, sağlam bir İslâm anlayışıyla geriye döndüler. Onlarla, onların gelmesiyle Türkiye'de yeni bir İslâmlaşma çalışması başladı. Ben bunu kısaca anlatıyorum, isimlerle söylemiyorum; ben bu oluşumun içindeydim. Biliyorum, bunu takib ettim.
Batıdan görgülü, bilgili, doktora yapmış, yabancı dil bilen, Batı'yı tanıyan münevver bir insan olarak, müslüman olarak Türkiye'ye gelenler, Türkiye'de şimdiki İslâmî akımların büyümesine, gelişmesine sebep oldular. Çünkü, İslâm köylünün dini sanılıyordu, cahilin dini sayılıyordu. Hacı baba namaz kılabilir, hacı nine başını örtebilir. Şimdi kimi yaramazların aklının almadığı şey bu... "Hacı nine başını örtsün ama, üniversitedeki kız başını örtmesin!.. Bu niye örtüyor?.." Onu anlamıyor. "Hacı dede sakal bıraksın ama, üniversitedeki cıvıl cıvıl delikanlı niye sakal bırakıyor?.. O bırakmasın..." Anlayamadıkları bu...
İşte bu anlayış geldi ve bugün Türkiye'nin istikbali için en güzel olan manzaralardan birisi: Genç erkeklerin müslüman olması, bütün zorluklara rağmen başörtülü kızların, maksi mantolu kızların, gençliğin müslüman olması... Deli ediyor anneleri babaları... Annesi babası ilerici, devrimci; çocuk müslüman... Annesine babasına nasihat ediyor. Türkiye'de böyle şeyler var, tanıdığım aileler var... Annesine babasına nasihat ediyor: "Yâhu bu sizin yaptığınız doğru değil, yanlış yoldasınız!" diyor. Annesinin karşısına çıkıyor: "Nedir bu senin poker oynaman?.. Nedir bu mini etek giymen, nedir bu saçını başını açman?.. Günah, ayıp!" diyor, Allah'ın emrini söylüyor. Şimdi güzel olan nokta bu...
Yeni nesil, tahsilli ve bilgili olan nesil, dünyayı tanıyan nesil, eski devrim taassubundan kurtulmuş olan nesil... Bakın Amerika'da görev yapan, zaman zaman da Türkiye'ye gelen giden bir profesör var: Şerif Mardin... Sosyoloji profesörü... Onun bir röportajı oldu, özel televizyon kanallarının birinde... Adam perişan etti devrimbazları... O kadar aleyhinde konuştu ki; röportaj yapan kimse bir şeyler söyleyince dedi ki: "Devrimler lise seviyesindeki, ortaokul seviyesindeki bir takım dar kafalı adamların eline kalmıştır, devrim yobazlarının elinde kalmıştır." dedi. Sosyolog adam, korkusu yok... Ya Boğaziçi Üniversitesi'nde, ya başka yerde... Profesörlüğü var; gemiyor, gidiyor zaman zaman...
Adam ıvırdı, kıvırdı, çevirdi, ıkındı, sıkındı... İşte bir daha sordu, bir daha sordu. Şap diye yapıştırdı, rezil oldu karşısındaki... "Çıkmaza girmiştir, mutaassıb ve der kafalı insanların elinde kalmıştır. Yâni onların yolu doğru değildir." diye şap diye yapıştırdı.
İşte o devrim tutmadı, dinsizlik tutmadı. O dar kafalı heriflerin sakat ideolojileri Aziz Nesin'le beraber öldü. Şimdi gençliği nasıl önleyeceğiz diye düşünüyorlar. Yâni İslâmî akımları nasıl engelleyeceğiz?.. Engelleyemeyeceksiniz; çünkü aklın gösterdiği istikamet, o istikamet... Engellemeniz mümkün değil... Engellemek isteyenler dar kafalı, çünkü sizin kafanız çalışmıyor.
Ben bakıyorum makale yazan, bir zamanlar gözümde büyüttüğüm insanlara; kafa yapılarına, fikir yapılarına bakıyorum, son derece sakat... Hiç bir şey bilmiyorlar, söyledikleri yalan yanlış... Yalan ve yanlış üzerine, hatâlı bilgi üzerine abuk sabuk laflar...
Koca İhsan Doğramacı'nın karşısına çıktı bizim kızlar... Başörtülü kızlar, ilâhiyatlı kızlar... Perişan ettiler sordukları sorularla... Karşı taraf cevap veremedi, veremez; çünkü haksız... Bu taraf ezilmez, çünkü haklı...
O bakımdan işte böyle bir havaya Batı'da okuyanlar getirdiler. O katı, zâlim, adam öldüren devirden sonra... Şapkayı takmadın, bilmem ne... Şöyle olmadı bilmem ne, böyle olmadı bilmem ne... O devirden sonra, böyle bir devir geldi.
Ben şahsen ortaokul talebesi iken, o zaman teknik üniversite asistan ağabeyleri görünce, "Aaa, beş vakit namaz kılıyor, benim geldiğim camiye geliyor, diz çöküyor, başına takke giymiş, uslu uslu vaaz dinliyor." diye ben onlardan kuvvet alıyordum. "Elhamdü lillâh... Demek ki teknik elemanlar da, Batı'yı bilenler de, modern tahsil görenler de dindar olabiliyormuş." diye, ortaokul çağındaki bir çocuk olarak zihnimde iz bırakıyordu.
Sonra onlar bakan oldular, milletvekili oldular, yüksek mevkîlere geldiler... Ama bir oluşumu anlatmak istiyorum. Batı'da öteki müslümanlarla görüşen bizim gençler, Türkiye'ye döndükleri zaman, yeni bir İslâmî oluşumu başlatmış oldular. Şimdi bu oluşum devam ediyor. Şu anda bu oluşumun içindeyiz. Şu anda Türkiye'de çok dindar insan var... Muhtelif yerlerde, devlet dairelerinde, orada, burada... Bunlar pırıl pırıl, bilgi bakımından kuvvetli, her şeyi ölçebilen, biçebilen insanlar... Siz de burdasınız. Sizin hem burda bir vazifeniz, misyonunuz var; hem de Türkiye'ye döndüğünüz zaman bir vazifeniz ve misyonunuz var...
Burdaki vazifeniz, burdaki insanlara İslâm'ı her fırsatta anlatmak... Şimdi biz camiden gelirken konuştuk. Bir arkadaş abdest alırken, bir Amerikalı görmüş de onu, "Ne yapıyorsun?" demiş. "Müslümanım, ibadet için böyle temizlenmemiz lâzım, abdest alıyorum." Sonra, bir iki ay sonra gelmiş adam, "İslâm hakkında sana sorular sormak istiyorum!" demiş. Yâni, siz giyiminizle, kuşamınızla, sakalınızla, namazınızla, çekinmeden, çimenin üstünde namaz kılarak, abdest alarak müslüman olduğunuzu göstereceksiniz. Karşınızdaki merak edecek, "Kim bu? Niye böyle yapıyor?.." diyecek.
Biz meselâ, Almanya'da topluca namaz kılıyorduk çimenliklerde... Bir yerde misafirdik. Bir baktık namaz geçecek, yaydık seccadeleri... Toplandılar etrafımıza, resmimizi filân çektiler. "Ne yapıyorsunuz siz?" dediler. "İbadet ediyoruz." dedik. Adama tesir ediyor, memnun da oluyor. Hem böyle gezmeğe gelmiş, hem dinini unutmuyor; her halde ve her şartta ibadetini yapıyor diye...
Allah'ın rızâsını düşüneceksiniz her yerde... Kimseden korkmayacaksınız, vazifenizi güzel yapmağa çalışacaksınız. Mesleğinizde başarılı olmağa çalışacaksınız. Size soru soracaklar. Soru sormanın şartlarını hazırlayacaksınız. Soru sorsunlar diye isteyeceksiniz, her vesile ile İslâm'ı anlatacaksınız. Allah'ın birliğini anlatacaksınız.
Peygamber SAS Efendimiz Medine-i Münevvere'ye gittiği zaman, Yahudilerin havrasına bile gitti. Belki bunu bilmezsiniz ama önemli bir olay... Yahudilerin havrasına gitti ve dedi ki:
"--Ey Yahudiler! Mûsâ AS Allah'ın peygamberidir. Ona inen Tevrat Allah'ın kitabıdır. O Tevrat'ta şu şu ayetler var, bakın! Allah'ın yoluna gelin, çizgisine gelin!.. İmana gelin! Ben Allah'ın peygamberiyim, bana tabi olun!.. Sizin peygamberlerinizin geleceğini vaad ettiği ahir zaman peygamberi benim!.." diye anlattı.
Ses çıkartmadılar. Peygamber Efendimiz yanındaki insanlarla kalktı, havradan dışarı çıktı. Çıkarken tebliğini yapmış olan, vazifesini yapmış olan bir insanın rahatlığıyla çıktı. Ötekiler kabul etmediler, sustular. Arkalarından birisi koştu; ismi Abdullah ibn-i Selâm... Kendisi Yahudi alimlerindendi.
"--Yâ Rasûlallah! Doğru söylüyorsun, senin dediğin gibidir mesele... Bunların kabul etmeyişi kıskanmalarındandır, menfaat duygularındandır. Ben sana iman ediyorum!" dedi.
Yahudi hahamlarından Abdullah ibn-i Selâm müslüman oldu.
Biliyorsunuz Medine'de münafıkların reisi vardı. Übey ibn-i Selül münafıkların reisi idi. Peygamber Efendimiz Medine- Münevvere'ye hicret etmeseydi, Medine'nin iki büyük kabilesi bir araya gelmişlerdi, onu başkan seçeceklerdi. Peygamber Efendimiz gelince, menfaati bozuldu. Kral olacakken kral olamadı. O zaman karşı tavır aldı. Halbuki ahiretini fedâ etmemesi lâzımdı. Peygamber Efendimiz'e iman etmesi gerekiyordu. Zâhiren iman etmiş gibi oldu, ama münafık olarak gitti. Peygamber Efendimiz onun yanına kadar da gitti. O grubuyla otururken, onlara da tebliğ yaptı.
Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme'de iken, o zamanlar Araplar yine Kâbe'yi ziyarete gelirlerdi, hac yaparlardı. Ukaz Panayırı'nda toplanırlardı. Her yerde kabile kabile toplandıkları yerlere gidip, İslâm'ı onlara da tebliğ etti. Tebliğ etti, tebliğ etti, bana yardımcı olun dedi, Allah'ın emrini tutun dedi. Sadece Medine'den gelenler:
"--Yâ Rasûlallah! Biz seni kabul ettik, sana yardımcı oluruz." dediler.
Biliyorsunuz, İslâm tarihi Medine'ye hicret olarak gelişti.
Yâni, şunu vurgulamak istiyorum: Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme'deyken de muhtelif gruplara gidip İslâm'ı tebliğ etti. Mekke'nin içindeki kabilelere de tebliğ etti, dışardan hac ve ticaret maksadıyla oralara gelen gruplara da tebliğ etti.
Biliyorsunuz Tâif'e de gitti. Tâif şehrinden taşlayarak, ağzını kanatarak çıkarttılar. Yâni, tebliğinden dolayı sıkıntı çekti Peygamber Efendimiz... Sonra Mekke'de öldürmeğe karar verdiler, hicret etti. Medine'de öldürmeğe karar verdiler, ordular gönderdiler, savaşlar oldu.
Medine'deki insanlara da, hahamlara, yahudilere, ötekilere, berikilere, münafıklara ve sâireye, hepsine İslâm'ı tebliğ etti. Ondan sonra da civardaki bütün devletlere İslâm'ı tebliğ etti. Bütün İslâm tarihi kitapları yazar, Bizans imparatoru Heraklius idi o zaman, Heraklius'a elçi gönderdi, mektup gönderdi. Mısır hükümdarı Mukavkis idi, Mukavkis'e elçi gönderdi. Habeş imparatoru Necâşi müslüman oldu. Sâsânî imparatoru Peygamber Efendimiz'in elçisini öldürdü, Peygamber Efendimiz'in mektubunu parça parça yırttı. Peygamber Efendimiz Medine'den ashabına dedi ki:
"--Elçimi öldürdüler, mektubumu yırttılar. Allah da onu kahretsin, onun ülkesi parça parça parçalansın!" dedi.
Medine'den mûcize olarak, elçisine yapılan muameleyi söyledi. O Sâsânî imparatorunu oğlu öldürdü. Oğlu tarafından öldürülmek bahtsızlığına uğradı o kâfir... Peygamber Efendimiz'in elçisini öldüren o herif-i nâ-şerif... Ve İran devleti parça parça parçalandı. İranlıların bayrağı parç parça kesilip de ganimet olarak, İran'ı fetheden müslümanlar arasında paylaşıldı. Ama Peygamber Efendimiz, Bizans imparatoruna, Sâsânî imparatoruna Habeş imparatoruna, Bahreyn'e, Mısır'a, ulaşabileceği her yere İslâm'ı tebliğ etti.
Bizim ana vazifemiz İslâm'ı tebliğ etmektir. Özel şahsî vazifemiz İslâm'ı yaşamaktır, genel dînî vazifemiz İslâm'ı tebliğ etmektir. Başka her şey bahanedir, asıl işimiz İslâm'ı tebliğ etmektir, Allah'ın dinine yardımcı olmaktır. Allah bizi bu görevle görevlendirmiştir. Allah'ın rızâsını kazanmak bu yolla olacaktır. Onun için hepinizin gönlünde Allah'ın dinine yardım etmek arzusu olacak!.. Asıl gönlünüzün arzusu o olsun!.. Ve bunun için çalışacaksınız. Genel müdür olduğunuz yerde böyle yapacaksınız, fabrika müdürü olduğunuz yerde böyle yapacaksınız. Her yerde, her girişiminizde Allah'ın dinine yardımcı olmağa çalışacaksınız.
Bizi İngiltere'de, Cemâat-i İslâmiyye'nin bir eğitim merkezinde misafir etti İngiltere'deki kardeşlerimiz... Orda program yapmışlar, perşembe, cuma, cumartesi, pazar dört gün... O merkezin yöneticisi olan kimse bize anlattı, merkezin çalışma şeklini... "Buraya sizler gibi İslâmî gruplar geliyorlar, böyle kamplar, toplantılar yapıyorlar. Ayrıca müslüman olmayan İngilizler de geliyorlar. Onlara da İslâm'ı anlatıyoruz." dedi. Bunlardan birisinin mâcerâsını anlattı. Enterasan olduğu için size nakledeceğim:
Benim İngilizcem iyi olmadığı için, o adamın görevini anlayamadım. Büyük bir şahsiyet, resmî bir görevi var, emrinde 300 - 500 personel var... Gelmiş, İngiliz kendisi... Orda İslâm'ı anlatmışlar: "İslâm budur, özellikleri şunlardır, ibadetleri şunlardır." diye... Adam dönmüş, kendi görev yeri olan müessesesine... Orada maiyetinde çalışan iki tane Pakistanlı varmış. Onları kontrol etmiş, takib etmiş; bakmış ki, namaz filân kılmıyorlar. Demiş ki:
"--Sen ve sen benim ofisime gelin!"
Başlamışlar Pakistanlılar titremeğe... "Eyvah! Müdür bizi işten mi atacak, azarlayacak mı?.. Bir kusurumuz mu oldu?.." filân diye... Gitmişler. Demiş ki onlara:
"--Buyurun oturun!"
Oturmuşlar. Demiş:
"--Siz müslüman mısınız?.."
"--Müslümanız." demişler.
"--Ben sizi inceledim, siz İslâmî vazifeleri yapmıyorsunuz. Ben falanca yere gittim, kurs gördüm. İslâm'da beş vakit namaz varmış. Sizin namaz kıldığınızı görmedim. Niye kılmıyorsunuz?.. Böyle bir vazife yok mu, bana yanlış mı söylediler?"
"--Var..." demişler.
"--E, siz niye kılmıyorsunuz?.."
"--Efendim, işte şartlar, ortam müsait değil..." filân demişler.
"--Şimdi ben sizin için ortamı hazırlayacağım! --İngiliz bu!..-- Size ibadet edebileceğiniz bir oda tahsis ediyorum. Abdest alabileceğiniz bir yer ayarlıyorum. Kaytarmak yok, işten kaçmak yok; sırf ibadet yapabileceğiniz zaman kadar da müsaade ediyorum. Müslüman olduğunuza göre vazifelerinizi yapın!" demiş.
Bakın bir amir, bir müdür, hem de müslüman olmadığı halde, --ama insaflı bir insan-- salâhiyetlerini nasıl kullanıyor. Siz de her yerde böyle yapın!.. Böyle çalışmalar yapın!.. Hem Türkiye'de, hem dış ülkelerde bütün müslümanlar bu zihniyette, bu tarzda yaptıkları takdirde, bizim sıkıntılarımız inşaallah hayra dönüşecek, güzel bir duruma gelecek.
Bakın biz burda bugün rahat olarak İslâm'ı yaşıyoruz ama, dünyanın bir çok yerindeki müslüman kardeşlerimiz son derece büyük sıkıntılar içinde ve biz onların kardeşleriyiz. Onlar bizim canımızdan birer parça... Onlar bizim Allah tarafından seçilmiş dostlarımız, kardeşlerimiz... Bizim onlara yardımcı olmamız lâzım!.. Bütün müslümanların birbirleriyle ilgili olması lâzım!..
"Müslümanlar bir vücut gibidir. Bir vücudun âzâları gibi birbirleriyle yardımlaşmaları gerekir." buyuruyor Peygamber Efendimiz... Nasıl bir vücuda, meselâ adamın ayağına iğne battığı zaman ayağı şişer, bütün gece ayağı zonklar, bütün vücud ateten ve uykusuzluktan ızdırab çekerse, müslümanların da böyle olması lâzım!..
Şimdi bunun böyle olması için iki önemli esas var:
1. Müslümanın tam müslüman olması... Müslümanın tam müslüman olması için kalbinin nurlanması, aydınlanması, ahlâkının düzelmesi, ibadetlerini ihlâsla yapması lâzım!..
2. Tam müslüman olan kişilerin birbirleriyle organik bağlar içinde olması lâzım!.. Yâni organizasyon içinde olması, yâni teşkilâtlı olması, yâni birlik ve beraberlik içinde çalışması lâzım!..
İki basit esas var: Sağlam müslüman olacaksınız!.. Çürük bir malzemeden sağlam bir bina yapılmaz. Hepiniz inşaatçı değilsiniz ama biliyorsunuz, briket diye bir malzeme var... Kömür tozundan yapılıyor, bazen de kumdan ve çimentodan yapılıyor. Bunun yük taşıma gücü çok azdır. Meselâ, tuğlanın bir taşıma kapasitesi var... Tuğlayı yığarsınız, üstüne bir ağırlık koyarsınız; durur. Ama, briketin taşıma gücü sıfır... Neden?.. Çürük malzeme de ondan... Çürük malzemeden sağlam bir bina yapamazsınız. Bozuk bir metalden iyi bir kılıç yapamazsınız. Malzeme iyi olacak.
Bir kere siz iyi müslüman olacaksınız!.. İyi müslüman olmanın şahsî şartlarını, aklî şartlarını, bilgisel şartlarını taşıyacaksınız! Bu bir...
İkincisi: Organizasyon içinde olacaksınız!.. Çuvalın içindeki pirinç taneleri gibi olmayacak müslümanlar... Böyle yığın gruplarının kıymeti yok... Birbiriyle organize olacak. Bakın, müslümanlar namaz kılarken cemaatle namaz kılıyor. İmam "Allahu ekber" deyince, herkes eğiliyor, söz dinliyor. Sonra, haftada bir cuma namazına toplanıyor. Bakın biz bugün, ne kadar uzak bir yere cuma namazı kılmağa gittik. Halbuki burada namazı kılabilirdik. Sonra senede bir defa bütün dünya müslümanları Mekke'de toplanıyor. Müslümanların organizasyonu olması lâzım!..
Allah bu organizasyonu kurmuş, müslümanlar bu organizasyonu çalıştıramıyor. Allah müslümanların eline çok ileri bir cihaz vermiş gökten, müslümanlar bu cihazın etrafında dolaşıyor... Amazon yerlilerinin cahilliği ile, tarlalarına uzaydan bir araç inmiş olan ilkel kabileler gibi, biz cihazın etrafında dolaşıyoruz da cihazı kullanmasını bilmiyoruz.
Allah bize dünyanın en mükemmel sistemini vermiş, organizasyon için... En mükemmel sistemini vermiş, şahsî kemâlâta ermek için... Eh mükemmel imkânlarını vermiş, hem dünyada hem ahirette mutlu olmak için... Biz bu mekanizmayı kullanamıyoruz, kullanmıyoruz. Bu cahilce bir şey, ilkel bir şey... Bizim bunu kullanmayı öğrenmemiz lâzım!..
Onun için bir kere daha tebrik ediyorum sizi ki, burada bir organizasyon kurmuşsunuz. Bizim işimiz organizasyonla, bizim işimiz toplumla, bizim işimiz cemiyetle... Bizim işimiz cemaatle... Onun için ben Türkiye'de çok geniş organizasyonlar yapıyorum. Dergide de yazdım, orada da söyledim:
"--Eğer bir yerde siz varsanız --benim kardeşim olarak, ihvânım olarak dostum olarak, mü'min kardeşim olarak-- ve orada bir organizasyon yoksa, yazıklar olsun size!..
Neden?.. Müslüman demek, organizasyon demektir. Namazı bile toplu kılıyoruz. Namazı bile düzen içinde kılıyorlar. Bakın, biz namazı kılarken hoca olarak başa geçeriz, döneriz; --Kâbe'de de böyledir, her camide böyledir-- deriz ki:
--Ey cemâat-i müslimîn, safları muntazam yapın!..
--Ne olacak safları muntazam yapmazsa?..
--Olmaz! İslâm intizam dinidir. Öndeki safı dolduracaksın, safı dümdüz yapacaksın. Eğrilik büğrülük, girinti çıkıntı olmayacak. Gevşeklik olmayacak, araları dolduracaksın...
--Niye bu kadar şekilsel şeylere önem veriyor, niye bunların üzerinde böyle durmuş?..
--Şekil öze tesir eder. Şekil, özün de düzelmesine sebep olur. Şekil tamâmen önemsiz değildir. Şeklin ayrıca büyük önemi vardır. Öz daha kıymetlidir ama, şeklin de kendine göre bir kıymeti vardır. Biz namazı böyle kılıyoruz, her işimizi muntazam yapmamız lâzım!..
Bakın, dünya üzerinde hristiyanların organizasyonları vardır. Ben gezdikçe burayı, sizden başka bir gözle görüyorum. Her köşebaşında bir kilise var, her köşebaşında bir organizasyon var... Her organizasyon bir çalışma yapar. Her organizasyon bir alettir, bir cihazdır. Bir compüter demektir. İnsanı elinde tutan, insanın kafasına, kalbine te'sir eden bir kaynak demektir. Bunların kıymetini bilmek lazım!..
Avustralya'ya Yunanlılar hicret ederken, devlet kontrolünde muhacir olarak giderken, Yunan hükümeti her oniki aileye bir papaz göndermiş. Oniki aileye bir papaz, oniki aileye bir papaz... Bu bir organizasyondur. Yıllarca Avustralya'daki yığın müslüman kardeşlerimiz hocasız kalmışlardır. Kendileri hoca bulmağa çalışmışlardır, devlet ilgi göstermemiştir. Bakın burda, en küçük dağların içindeki mahallere kadar yol vardır; Türkiye'nin ana yolları bile yoktur. Bir ucundan ötekine gidecek muntazam bir ana yol yapmamışlardır. Şu ara yollar kadar yol yapmamışlardır, çalışmamışlardır. Organizasyon bunlarda son derece yüksek durumdadır.
Her evin önünden geçerken bakıyorum, bazılarında Amerikan bayrağı var... Sordum:
"--Bugün bayram mıdır, niye bayrak asmışlar?.."
"--Yok! Bunlar son derece milliyetçidir, devamlı asarlar. Yâni biz Amerikalıyız diye..." dediler.
Bakın, insanoğlu alet yapabilen bir mahlûktur. İnsanoğlunu öteki mahlûklardan ayıran en mühim özelliklerden birisi budur. Aletlerin çok önemli bir bölümü gözden kaçan biz Türkiyeli müslümanların ve genel olarak müslümanların bilmediği çok önemli bir bölüm de sosyal aletler olan derneklerdir, cemiyetlerdir. Siz bir yerde varsanız ve orada bir dernek yoksa, o zaman size yazıklar olsun, yuh olsun... Yuh diyorlar ya hani, bir gol kaçırdığı zaman filân maçta... Stadyum ayağa kalkıyor, yuh diyorlar ya, yuh olsun...
"Eğer bir yerde beş kişi varsa, beş tane müslüman bir yerde yaşıyorsa; orada ezan okumaları, kàmet getirmeleri, cemaatle namaz kılmaları gerekir. Eğer bunu yapmazlarsa, (İstehveze aleyhimüş şeytàn) şeytan onları hakimiyeti altına alır, şeytanın esiri olurlar." diyor Peygamber Efendimiz... Demek ki beş kişi iseniz bir yerde --Troy'da, Albeni'de, neredeyseniz-- ve bir organizasyonunuz yoksa, tribünler dolusu yuh olsun size!.. Neden?.. Çünkü teşkilât demektir müslümanlık... Teşkilatlı çalışacaksınız. Allah sizden Allah'ın rızasını kazanmanız için, dinimiz için çalışma istiyor. Müslüman dini için çalışmazsa, Amerikalı mı çalışacak, misyoner mi çalışacak?..
Misyoner çalışıyor. Bir çok camide müslüman olmuş gayrimüslim vardır. Görevi var, burayı kontrol etmek... Müslüman olarak göründüğü için, kimse bir şey diyemez ama, amaç orayı kontroldür. O da bir organizasyon fikridir. Her camide müslüman olmuş bir Alman vardır. Bakarsınız müslüman olmuş, canınız ısınır, seversiniz, yemek yedirirsiniz, hediye verirsiniz... Tam akşam namazına beş dakika kala, "Namaz kılalım hadi!" diyorsunuz; "Benim gitmem lâzım!" diyor. Nereye gitmen lâzım, kerata şu namazı kıl da öyle git! Ne oluyor yâni?.. Beş dakika sonra akşam oluyor. Sen yola gittiğin zaman bu vakit yolda geçecek, kılamayacaksın namazı... Besbelli bir şey... "Benim gitmem lâzım!" diyor, kılmıyor namazı... Ama müslüman görünüyor. O da bir ayrı organizasyon... Yâni Alman devleti, İngiltere devleti, Fransa devleti, Amerika devleti vs. müslümanın organizasyonunu takib etmek için organizasyon kuruyor. Bu odur.
Organizasyonsuz müslümana tribünler dolusu yuh olsun, organizasyon yapan müslümanlardan da Allah razı olsun... Çalışacaksınız, organizasyon kurarak, birbirinizle ilişkili olarak, irtibatlı olarak, muhabbetli olarak... Ve bileceksiniz ki ana amacınız Allah'ın rızâsını kazanmaktır. Allah'ın rızâsını kazanmak için sahâbe-i kiram gibi çalışacaksınız.
Sahâbe-i kirâm nasıl çalışmış?.. Sahâbe-i kiramdan bir tanesini İstanbullular biliyor: Ebû Eyyûb el-Ensârî... O kadar güç şartlar altında, o kadar yaşı ilerlemişken, ordunun içinde oraya kadar geldi ve orada şehid oldu. Bir tanesi Semerkand'dadır: Kusem ibn-i Abbâs... Yâni Peygamber Efendimiz'in amcası olan Hazret-i Abbas vardı ya, onun oğlu... Falanca Mısır'da, filânca başka yerde... Falanca Ahlat'ta, filânca Diyarbakır'da... Sahâbe-i kiram Allah'ın dinini yaymayı esas vazife bildikleri için, her birisi bir yere dağıldılar ve İslâm'ı yaydılar. Siz de sahâbe-i kiram gibi olacaksınız, biz de öyle olacağız. Herbirimizin görevi o...
Burdaki organizasyonu kutluyorum, tebrik ediyorum kuranları, çalıştıranları, iştirak edenleri... Ve bu organizasyonların devamını diliyorum. Dâimâ Allah rızâsı için çalışmanızı temenni ediyorum. Böyle kendi asıl ailenizden, sevdiğiniz gruplardan, yerlerden uzakta, diyar-ı gurbette çalışmalarınızda Allah'ın size yardımcı olmasını diliyorum. Üstün başarılar nasib etmesini diliyorum. Hepiniz mesleğinizde en üstün başarıları kazanarak kaliteli birer eleman olun diye dua ediyorum.
Allah-u Teâlâ Hazretleri sizi hem şahsen salih, iyi bir müslüman eylesin; hem burada hem Türkiye'de Allah'ın dinine en güzel tarzda hizmetler etmeyi nasib eylesin... Hem dünyada, hem ahirette bahtiyar eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Elfâtiha!..
22. 7. 1995 - Pensilvanya / U. S. A.
ALLAH'IN DİNİNE YARDIM ETMEK
.......
Amerika ile biz daha önceden ilgilenseydik, Amerika'nın bir çok yerinde şimdi müslüman kardeşlerimiz bulunurdu. E onlar da Amerika'nın çehresini değiştirirdi, politikasını değiştirirdi. Netice itibariyle ben, bu meselede müslümanların ihmalini görüyorum.
.......
Müslümanlar astronomi ilminde çok ilerlemişler. Yıldızları güzel incelemişler, cetveller yapmışlar. Yıldızların doğmasıyla batmasıyla ilgili modern hesaplar yapabilmişler. Coğrafî boyutları güzel hesaplayabilmişler, çok güzel çalışmalar yapabilmişler. Bunların hepsi tabii, Kur'an-ı Kerim'in bu konularla ilgili ifadelerinden, insanların içinde bir merak oluşmuş.
Biz çevremizle ilgilenmemişiz. Eskiler belki ilgilenmişlerdir. Tabii, biz onların zamanında yaşamadığımız için onların meşakkatlerini bilmiyoruz. Osmanlıları, ecdâdımızı düşününce görüyoruz ki, zavallıların bütün ömürleri mücadeleyle geçmiş, cihadla geçmiş. Anadolu'ya gelişleri cihad, Anadolu'daki yaşamları cihad, Balkanlar'a geçişleri cihad... Mücadele, mücadele... Rahat bırakılmamışlar. Haçlı seferlerine karşı direnmişler. Derken, Allah müslümanlara yardım etmiş, müslümanlar Viyana'ya kadar ilerlemişler.
.......
Ama sonradan bu mücadeleler, karşı taraf kuvvetlendiği için bizim aleyhimize dönmüş. Pakistanlı kardeşlerimiz de bir ara İngilizlerin hakimiyeti altındaydı ama, onlar boş durmadılar, dünyanın her yerine koşturdular, çalıştılar, İslâm'ı yaydılar. Yâni, esaret altındayken bile insanlar bir takım çalışmalar yapabiliyorlar.
Dünyanın her yerine gidiyorlar. Ben dünyanın neresini gezdiysem, bizden önce oraya gitmiş Pakistanlı, Bengladeşli, Hintli müslüman kardeşleri görüyorum; takdir ediyorum, hayret ediyorum. Onların fakirliklerine rağmen, bizden çok daha zor şartlarda yaşamalarına rağmen, daha güzel çalıştıklarını görüyorum.
Demek ki, bir ihmal var... Harp olmuş, darp olmuş, Osmanlı yıkılmış. Yıkılmış ama tamâmen yok olmamış, ondan sonra yeniden yapılmış. Fakat, çevreyi ihmal etmişiz. İhmal etmeyecektik, tanıyacaktık.
.......
Hatırlıyorum 1975 senesiydi gàlibâ, ilk defa Haleb'e gitmek nasîb oldu. Baktım, Bursa gibi bir şehir... Çok sevdim, görür görmez sevdim. E, Haleb Antep'ten ne kadar uzakta; çok az bir mesafe, hemen ulaşılabilir. Yâni, niye o kadar gözümüzde büyütmüşüz bu meseleleri, niye gitmemişiz?..