Tabii, ibadet deyince bizim hatırımıza hemen namaz geliyor, ramazan günü orucu geliyor, haccetmek geliyor. Halbuki bu ayet-i kerîmede de, "Yaratılışın gayesi ancak ibadettir." diye anlatılıyor, bildiriliyor.
--Peki, yâni biz hep namazla, oruçla, bu ibadet diye düşündüğümüz zaman ilk hatırımıza gelen şeylerle mi meşgul olacağız?..
Hayır! İbadetin mânâsı bizim Türkçede düşündüğümüzden, hemen aklımıza ilk gelen şekillerden çok daha geniş. İbadet, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne güzel kulluk yaparak yaşamak demektir. Hayatın her anı Allah'a itaatle geçiyorsa, Allah'a bağlı olarak geçiyorsa, Allah'ı hatırlayarak Allah'ın rızâsını kazanmak yolunda hareket ederek geçiyorsa; bu ibadettir. Eğer Allah'a itâat etmeden, asî olarak, sözünü dinlemeden geçiyorsa; bu da ibadet etmemektir.
O bakımdan ibadeti Allah'ı bilerek, Allah'ı severek, Allah'ın rızâsını düşünerek yaptığımız her hareket olarak tarif edebiliriz. O halde insanın yemesi içmesi, hattâ uyuması uyanması dahi niyetine göre ibadet sevabı kazanmaya sebep olabilir. Dükkânında çalışması dahi sevabı kazanmasına sebep olabilir.
Demek ki biz yeryüzüne Allah'a itâat etmek ve bu imtihan olan hayatımızı Allah'ın rızâsına uygun geçirmek üzere denenmek için indirilmiş varlıklarız.
İbadeti güzel yapmak için, hayatı Allahın rızâsına uygun geçirmek için de hemen görülüyor ki, bilgi lâzım!.. "Acaba ne yaparsa Allah'ın rızâsına uygun olur, ne yaparsa Allah'ın rızâsına aykırı olur?.. Ne yaparsa Allah sever, ne yaparsa Allah'ın gazabına uğrayabilir?" bunları bilmesi lâzım!.. O halde hemen karşımıza bilgi --Arapça ilim-- meselesi çıkıyor.
Peygamber SAS Efendimiz'in çok sevdiğim ve zihnimde çok derin iz bırakmış olan bir hadis-i şerifini size nakletmek istiyorum, sevgili dinleyenlerim!.. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuşlar ki:
(El'ilmü hayâtül islâm ve imâdül îmân) Çok hoşuma gidiyor bu ifadeler... (El'ilmü hayâtül islâm) "İlim, bilgi, bilmek, öğrenmek İslâm'ın canıdır, hayatıdır." Yâni, ilim varsa İslâm canlıdır; ilim yoksa İslâm canını kaybetmiştir, ölüdür, yoktur.
(Ve imâdül îmân) "İlim aynı zamanda imanın da direğidir." Demek ki, ilim olduğu zaman iyi müslüman olmak mümkün olabilir, ilim olduğu zaman doğru bir inanca sahip olunabilir. İlim olmadığı zaman insanın müslümanlığı ölmüş demektir; çünkü, neyi nasıl yapacağını bilmediği için, artık İslâmiyet bahis konusu olamaz. İmanı da ilim olmadan hatâlara sürüklenebilir, batıl inançlara, yanlış inançlara insanlar saplanabilir.
Hayatta sizler de, biz de her zaman görüyoruz. Gerçekten ilim olmayan bölgelerde, cahillerin olduğu yerlerde ve tahsilsiz, görgüsüz insanların arasında iman konusunda da batıl inançların, hurafelerin yayıldığını görüyoruz.
Kur'an-ı Kerim'de yine çok kesin olarak bildirilmiş olan bir husus var: Allah-u Teâlâ Hazretleri Erhamür râhimîn'dir; yâni çok merhametlidir, merhametlilerin en merhametlisidir. Kul hatasını anladığı zaman, tevbe ve istiğfar eylediği zaman, kulu affeder. Fakat bir şeyi affetmeyeceğini Kur'an-ı Kerim'de kesin olarak bildiriyor. İnanç bozuksa, şirk varsa, müşriklik varsa, kâfirlik varsa; o zaman Allah-u Teâlâ Hazretleri o insanı affetmiyor.
O halde bizim en çok dikkat etmemiz gereken husus, inancımızın şirkten, küfürden, yâni müşriklikten, kâfirlikten uzak olması, pâk olması, temiz olması, sağlam olması... O halde ilim İslâm'ın hayatıdır, canıdır ve imanın da direğidir. İslâm'ın canlanması için ilme sarılmamız gerekiyor; imanın sağlam olması için, ayakta kalması için ilme sarılmamız gerekiyor.
İlim hakkında Peygamber SAS Efendimiz'in bize rivayet edilen pek çok hadis-i şerifleri var. Onlardan bir kısmını, bu vesîle ile size nakletmek istiyorum. Peygamber Efendimiz buyurumuş ki:
(El'ilmü hayrun minel amel) "İlim iş yapmaktan, ibadet etmekten, amel eylemekten daha hayırlıdır."
Başka bir ifadede:
(El'ilmü efdalün minel ibâdeti) "İlim ibadetten daha üstündür." buyrulmuş. İlim öğrenmek hem ibadettir, ibadetlerin en sevaplısıdır; hem de doğrudan doğruya ibadetin kendisinden daha üstündür. Çünkü her şey ilme dayanıyor.
Yine ilim hakkında Peygamber SAS buyurmuş ki:
(El'ilmü mîrâsî ve mîrâsül enbiyâi kablî) "İlim benim mîrasımdır ve benden önceki peygamberlerin mirasıdır." Kim ilim öğrenirse Peygamber Efendimiz'in sahib olduğu hazinelere, zenginliklere sahib oluyor demektir. Peygamber Efendimiz'den önce, insanların doğru yolu görmeleri için Allah tarafından her beldeye gönderilmiş sayısını bilemediğimiz kadar çok peygamberler, mürseller var; onların varisi olmuş olur. Bu da çok büyük bir şeref alim için...
O halde ilme, Peygamber Efendimiz'in ve diğer bütün peygamberlerin mirası olarak sımsıkı sarılmak gerekiyor. İbadetten önce ve ibadetin, kulluğun, hayatın güzel tanzim edilmesi için ilme sarılmamız gerekiyor.
Bir başka hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyurumuş ki:
(El'ilmü halîlül mü'mini) "İlim mü'minin halîlidir." Halîl, çok samîmî dost demek... Yâni sırdaş, birbirinin sırrına âşinâ olan, birbirini çok seven çok samîmî insanlara halîl derler. İlim mü'minin halîlidir; yâni onun sırdaşı, onunla haşi neşir olan, onunla çok samîmî olan çok yakın arkadaşı demektir. Bu da güzel bir vasıf...
Bu bakımdan, ilmi bilen bir kimsenin ilmi öğrenmek isteyen kimseye mutlaka vermesi lâzım!.. Bir talebe bir hocadan bir şey istediği zaman, onun memnûniyetle ilmini ona öğretmesi lâzım!..
Bu konuda bizim alimlerimizden rivâyet edilenler, çok ibret vericidir. Meselâ geçtiğimiz 30 - 40 yıl önce, İslâmî ilimleri öğretenlerin azaldığı zamanlarda yaşayan bazı alimleri hatırlıyorum. Kendisinden ders görmüş meşhur kimseler de var. Bu şahıslar sabah akşam cami köşesinde veyahut buldukları herhangi bir mekânda, istekli talebelere İslâm'ı zevkle, hevesle, aşk ile, yorulmadan öğretmişler.
Hattâ anlatmışlardı: Husrev Hoca denilen bir alim... Tabii, sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra insan evine yorgun argın döner, biraz da istirahat etmek isteyebilir. Bazı kızlar gelmişler:
"--Hocam, biz camiye gelemiyoruz, çalışmalarımız var; acaba bize geceleyin veya sabahleyin şu vakitte grup halinde gelsek, ders verebilir misiniz?" demişler.
Onların o en müsâit olmayan zamandaki isteklerini dahi, o alim reddetmemiş ve onlara ilim öğretmiş. Hakîkaten de çok kıymetli talebeler yetiştirdiğini ve başlıbaşına bir ilmî hareket meydana getirdiğini onu tanıyan kimselerden öğreniyoruz. Allah bu alimlerin sayısını arttırsın... Ahirete göçmüş olanların kabirlerine nurlar indirsin, ruhlarını şâd eylesin... Makamlarını a'lâ eylesin...
Alimlerin, ilmin çok büyük sevabı var, fevkalâde büyük ecir kazanmaya vesîledir. Peygamber SAS buyuruyor ki:
(El'àlimü vel ilmü vel müteallimü vel amelü fil cenneh.) "Bilen adam da cennettedir, ilmin kendisi de cennete sokulacaktır. İlimle yapılan ibadette cennete girecektir."
Başka bir hadis-i şerifte:
(E'àlimü vel mütallimü şerîkâni fil hayr.) "İlmi öğreten ve ilmi öğrenen sevapta ortaktır." İkisi de aynı miktarda sevap alır. Birisi ilim verdiğinden sevap alır, ötekisi de ilim öğrenmesinden dolayı Allah tarafından sevap alır. İlim insanı cennete götürür, cennet yoludur. İlim yoluna giren insan, cennet yolunu tutturmuş bir kimse olur.
Alimler hakkında da bir çok hadis-i şerifler var. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:
(El'ulemâü veresetil enbiyâ') "Alimler peygamberlerin varisleridir." Peygamberler arkalarından mal mülk bırakmazlar, bu mânevî ilimleri, ledünnî ilimleri bırakırlar. Allah'ın rızâsını gösteren ahkâmı öğretirler. Alimler, onları bilen kimseler, böylece peygamberlerin varisleridir. Yâni peygamberlerin makamlarının, vazifelerinin devamı bunlarladır ve aynı hizmeti peygamberlerden sonra alimler götürürler.
Bir başka ifade var alimlerle ilgili:
(El'ulemâü ümenâür rüsul) "Alimler rasullerin emin kimseleridir. Bir başka rivâyette de:
(El'ulemâü ümenâül ümmeh) "Alimler ümmetin emin kişileridir." Burdaki eminden maksat, kendisine bir şeylerin verilip emanet edildiği kimse demek... Yâni ümmetin emânet edildiği, peygamberlerin ümmetlerini emanet ettikleri kimseler demektir alimler... O halde bunların makamının ne kadar üstün olduğunu, bu hadis-i şeriflerden görülüyor.
Bir başka hadis-i şerifte de:
(El'ulemâü mesâbîhul ard.) "Alimler yeryüzünün ışıklarıdır, ışık tutan kandilleridir. Karanlıkları aydınlatan nurlarıdır." buyrulmuş.
O halde Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızâsını kazanmak için, ömrümüzü Allah yolunda, Kur'an-ı Kerim yolunda, hadis-i şerif yolunda, dinimizin ahkâmı yolunda, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin sevgisini ve rızâsını kazanma yolunda geçirmeye gayret edeceğiz. Amacımız bu olacak. Çünkü, dünyaya bir imtihan için gönderildiğimizi biliyoruz. Bu dâr-ı dünya bir dâr-ı imtihandır. Burada bu imtihanı gördükten sonra, ahirette bu imtihanın sonuçlarını alacağız. Allah'ın sevdiği bir kul olarak yaşamış olan, Allah'ın sevdiği işleri yapmış olan, ahirette çok büyük mükâfatlarla taltif olunacak, sonsuz, ebedî, hàlidî nimetlere nâil olacak; cennette büyük nimetler içinde sonsuz olarak kalacak.
Kötü insanlar, Allah'ın rızâsına uygun olmayan işler yapanlar, zulmedenler, kâfir olanlar, müşrikler de ebedî olarak cehennemde kalacaklar ve ettiklerinin cezâsı sonsuz olarak ahirette devam edecek. O halde, Allah'ın rızâsına uygun hareket etmek amacımız olmalı!..
Onun için, bizim büyüklerimiz şöyle bize şöyle bir formül ile bu gerçeği bildirmişler:
(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) diyoruz. Bu cümlenin mânâsı: "Yâ Rabbi benim muradım, gayem, arzum, dileğim sensin. Ben senin rızânı taleb ediyorum, rızânı istiyorum, her işte rızânı arıyorum. Râzı isen, rızân varsa, ben o işi yapacağım. Râzı değilsen, memnun olmayacaksan, o işi yapmayacağım; gayem budur." demiş oluyoruz.
O halde, Allah'ın rızâsına uygun yaşamak gayemiz... Bunu bu sözlerle de ifade etmiş oluyoruz. Fakat bunu sağlamak için aracımız, vasıtamız, kaynağımız ilim... Eğer ilmi bilirsek, bizim müslümanlığımız canlıdır ve Allah'ın rızâsına uygun olanı, Allah'ın rızâsına uygun olmayandan ayırmak mümkün olur. Güzel şeyleri yapmamız mümkün olur. Ömrümüzü sevaplı, başka insanlara faydalı ve güzel şeylerle geçirmemiz mümkün olur. İmanımız sağlam olur, hurafelerden, batıl inançlardan kendimizi rahatlıkla korumuş oluruz. Sağlam bir yolda, akıl ve mantık yürümüş hem dünyamızı hem ahiretimizi ma'mur etmiş oluruz.
Onun için, din büyüklerimizden birisi diyor ki: "Dünyada izzet ve îtibar isteyen ilme sarılsın!" Yâni, dünyada bir mevkî makam sahibi olmak istiyorsa birisi, yükselmek istiyorsa; devlet kademelerinde veya insanların yanında yüksek bir mertebe kazanmak istiyorsa, ilim öğrensin!.. Dünyada yükselmek isteyen ilim öğrensin!..
"Ahirette yükselmek isteyen, ahiretin yüce makamlarını isteyen; o da ilim öğrensin!.." Demek ki hem dünya hem ahiretin izzet ve îtibarı ilim ile olacaktır. O halde ilme sımsıkı sarılmamız gerekiyor.
İlme sarıldığımız zaman, devamlı ilimle meşgul oldukça, ilmi öğrenmeye çalıştıkça ibadet yapmanın sevabını alacağız ve bunun dışında yapmış olduğumuz ibadetlerimiz, ilmin ışığında yapıldığı için Allah'ın rızâsına uygun olacak, böylece sevabımız çok olacak. Çünkü, alimin uykusu bile ibadettir. Onun namazı, alimâne huşû ile, hud ile kılınan namaz, cahilin namazından, orucundan, haccından çok daha fazla sevaplıdır. O büyük sevapları alacak demektir.
Fakat, ilmin de bir şartı vardır. İlmin şartı, ilmiyle insanın amel etmesidir, ilmini uygulamasıdır. Yâni, sadece bilmek insana sevap kazandırmıyor, bildiğini uygulamak sevap kazandırıyor. Şöyle söyleyelim meselâ, bir insan gıybet etmenin günah olduğunu dinî kitaplardan okumuş, öğrenmiş olabilir. Bir müslüman kardeşinin olmadığı bir yerde, onun arkasından onun mevcut olan bir kusurunu söylemek gıybet oluyor. Günahtır, söylememesi lâzım, onu çekiştirmemek lâzım; o toplulukta o yok iken onun aleyhinde konuşmamak lâzım!.. Bunun günah olduğunu biliyor bir kimse... Tamam bu ilimdir, bilgidir; fakat kâfi değil... Bu bilgiyi insanın uygulaması lâzım!.. Yâni fiilen bir başkasının aleyhinde konuşmaması lâzım, konuşmayan bir insan olması lâzım! Gıybetin günah olduğunu bilen bir insanın bu günahı işlememesi lâzım!..
Günah olduğunu biliyor da yine işliyorsa, bu sefer tabii bundan dolayı ayrıca cezâsı olacak. Hem biliyorsun, hem de bildiğin halde yapıyorsun diye, bundan dolayı cezası olacaktır.
O halde ilmin şartı, bildiğini uygulamasıdır. Onun için Peygamber SAS Efendimiz'in bir hadis-i şerifi vardır bu konuda: "Alim, az bile olsa bildiğiyle amel eyleyendir." Yâni, bildiğini uyguluyorsa, onunla mûcebince amel ediyorsa, alimdir. Amma, mûcebince amel etmiyorsa, o alim sayılmaz. Yüzlerce kitabı ezbere bilse, kütüphaneden kitabı çekmeden, gözlüğünü takmadan içindekileri bilen bir kimse bile olsa, bildiğini uygulamadığı için alim vasfına sahib olmuyor. Yâni, o yeryüzünün kandili olan şerefli insanlardan sayılmıyor. Peygamber Efendimiz'in varisleri olan o şerefli insanlardan sayılmıyor. Ümmetin kendisine emanet edildiği kimselerden sayılmıyor.
O halde güzel kulluk, iyi kulluk yapmak için, Allah'ın rızâsını kazanmak için ilim öğreneceğiz ve böylece islâmımızı ve imanımızı sağlamlaştıracağız, güzel yapacağız. Bildiğimizi uygulayacağız.
Bir hadis-i şerifinde Peygamber SAS buyuruyor ki:
(El'ilmü ilmân) "İlim iki tiptir, iki çeşittir. (Fe ilmün sâbitün fil kalb) Bunlardan birisi, insanın gönlüne yerleşmiş ve orada sebat bulmuş, sabit olmuş, yer tutmuş olan ilimdir. (fezâke ilmün nâfi') İşte bu faydalı ilimdir. İstenen, arzu edilen ilim budur.
(Ve ilmün fil lisân) Birisi de, gönle girmemiş, sadece dilinde kalmış insanın... (fezâke hüccetullàhi alâ ibâdihî) Bu ilim de Allah'ın kulları aleyhinde ahirette, Mahkeme-i Kübrâ'da kullanacağı bir delilidir. 'Bak sen dilinle bunu söylemişsin ama, onun mûcebince amel etmemişsin!' diye Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin onun aleyhinde delil olarak göstereceği ilimdir." Yâni, eğer ilim sadece dilinde ise, gönlüne yerleşmemişse, içine te'sir etmemişse, kendisine hakim olmamışsa, sadece dilde kalması kıymetli değil...
Yine bir başka hadis-i şerifte --bu konuyu açıklayan bir hadis-i şeriftir bu da-- Peygamber Efendimiz alimleri üçe ayırıyor:
(El'ulemâü selâsetün) "Alimler üç çeşittir. (Racülün âşe bihin nâsü ve âşe biilmihî) Bir alim ki insanlar onun ilminden istifade ediyor ve kendisi de ilmini uyguluyor, ilmiyle amel ediyor, sevaplar kazanıyor." İdeal alim tipi bu...
(Ve racülün âşe bihin nâsü ve ehleke nefsehû) İnsanlar bu ikinci tip alimin ilminden faydalanıyorlar. Çünkü bilgi veriyor, ders veriyor, okutuyor, üniversitede hocalık yapıyor, yazılar yazıyor diyelim misal olarak; insanlar istifade ediyorlar. Fakat, (ehleke nefsehû) kendisini helak ediyor. Niye?.. Çünkü, bilgisini uygulamıyor, Allah yolunda yürümüyor ve Allah'ın emirlerini tutmuyor. Demek ki, başkasına faydalı oluyor ama, kendisini helâk ediyor. Hani büyüklerimizin söylediği gibi, mum gibi... Kendisi yanıyor, eriyor, yok oluyor, fakat başkalarını aydınlatıyor. Bu ikinci tip alim...
(Ve racülün âşe biilmihî ve lem yaiş bihî gayruhû) Üçüncü tip de; alim, biliyor Allah'ın neleri sevdiğini ve uyguluyor. Fakat başkasına bir faydası yok, kendi halinde, içine kapanık yaşıyor ve böylece sevap kazanıyor.
Tabii bu üç tipten en faydalısı, ilminden kendisinin de faydalandığı, başkalarını da faydalandırdığı alim tipidir. O halde biz de böyle olmağa gayret etmeliyiz.
Özetlememiz gerekirse bu cuma sohbetimizi, sevgili Akradyo dinleyenlerim: Allah'a güzel ibadet etmekle vazifeliyiz. İbadetlerimiz hayat tarzımız demektir. Hayatımızdaki her hareketimiz, davranışımız ibadet sayılabilir, niyetimiz halis olduğu zaman... Fakat davranışlarımızı, hayatımızı ilmin ışığında düzenlemeli ve seçeneklerimizi ilme göre seçmeliyiz, tercihlerimizi ona göre yapmalıyız. Onun için de İslâmî ilimleri öğrenmemiz gerekiyor.
Peygamber SAS, ilmin kaynakları olarak buyurumuş ki: "İlim üç tanedir ana olarak: Birisi Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin Kur'anındaki muhkem ayetler; ikincisi Peygamber SAS Efendimiz'in sünnet-i seniyyesi; üçüncüsü bunlardan çıkartılmış olan hükümler... Bundan sonrası artık ilâvedir.
Demek ki ana kaynaklarımız Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve bunlardan çıkartılmış olan dinî hükümler olmuş oluyor. Bunları bileceğiz ve bunları hayatımıza uygulayacağız. İlmimizle amel edeceğiz. Eğer sadece kendimiz hayatımızda tatbik ederse, bunun sevabını alırız. Fakat daha sevaplı olan ve benim herkese tavsiye ettiğim nokta, tercih ettiğim husus, hem bileceğiz hem de bildiğimizi başkasına öğreteceğiz. Yâni bir tek bilgi bile bilsek, bunu çocuğumuza söyleyebiliriz, hanımımıza söyleyebiliriz, komşumuza söyleyebiliriz, yolda arkadaşımıza söyleyebiliriz.
Peygamber Efendimiz SAS, bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Bir toplantı yapılıp da, o toplantıdan insanlar bana salât ü selâm getirmeden, Allah'ın emirlerinden bahsetmeden kalkarlarsa, sanki bir leşin etrafına toplanıp kalkan hayvanlar gibi olurlar." buyuruyor. Demek ki, özel sohbetlerimizi bile ilimle zinetlendirmeliyiz. Allah'ın emirlerini herkese anlatmağa çalışmalıyız.
Hiç şüphesiz Peygamber Efendimiz'in sahabesi çok kıymetli insanlardı ve ümmetin Peygamber Efendimiz'den sonra sıralamada ikinci tabakada gelen en üstün tabakasıydı sahabe-i kiram... Bunların hepsi bizim bugünkü bilim seviyemizi düşünecek olursak, bu seviyemize muhakkak sahip değillerdi. Bizim onlardan bazı konularda daha fazla şeyler bildiğimiz muhakkaktır. Fakat onların üstünlüğü;
1. Peygamber Efendimiz'in sohbetine nâil olmuşlar ve dini en sağlam kaynağından, en yakından, en güzel tarzda öğrenmiş idiler. Bu idi üstünlükleri...
2. Bildiklerini kendileri uyguladıkları gibi, başkalarına da anlatıyorlardı. Hattâ doğdukları yerde durmadılar, dünyanın her yerine yayılarak İslâm'ı yaymağa gayret ettiler ve Allah'ın emirlerini başkalarına öğretmeğe gayret ettiler.
Bizler de aynı sahabe-i kiram zihniyetiyle hareket etmeliyiz. Onların yaptığı gibi yapmağa çalışmalıyız. İlmi öğrenmeliyiz, kendimiz uygulamalıyız. Az da olsa, bu bildiğimizi başkalarına anlatmağa ve İslâm'ın güzelliklerini insanlara öğretmeğe gayret etmeliyiz.
Bu insanlar en yakınlarımızdan başlayarak halka halka hayatta karşılaştığımız, çeşitli münasebetlerde bulunduğumuz insanlar olabilir. Önce çoluk çocuğumuzu İslâm'a göre yetiştirmek vazifemiz oluyor, hanımımızı yönlendirmek vazifemiz oluyor; bu birinci vazifemiz... Ondan sonra akrabamıza, yakınlarımıza, dostlarımıza İslâm'ı anlatmalı, her fırsatta İslâm'ı başkalarına bir parça daha öğretmeye gayret etmeli!..
Hukuk fakültesini birincilikle bitirmiş bir kardeşim vardı. Çok başarılı bir öğrenciydi, hayatta da şimdi başarılı oldu; Allah selâmet versin... O üniversitede iken sohbet ettiğimizde demişti ki: "Ben her fırsatta fırsatı ganimet bilirim, İslâm'la ilgili birkaç söz söyleyerek etrafıma faydalı olmağa çalışırım." demişti. Misâl de vermişti. Birisi gelmiş yanına demiş ki:
"--Sana hayranım, çok çalışıyorsun ve hukuk fakültesi gibi zor bir fakültede de birinci olmuşsun. Nasıl sağladın bunu?.."
Tabii, bir insanın yüzüne karşı öğülmesi onu şımartabilir. Kardeşimiz düşünmüş. "Estağfirullah!" demiş. Tevâzu duygularına kendisini çekmeğe çalışmış ama, hemen karşısındakine demiş ki:
"--Benim bu çalışmalarımın kaynağı imanımdır. Ben müslüman olduğum için, mü'min olduğum için başarılıyım. Bu başarıyı imanıma ve müslümanlığıma borçluyum." demiş.
Bu fırsattan dahi istifade ederek, karşısındakinin kendisine olan hayranlığını, İslâm'a olan hayranlığa döndürmeğe gayret etmiş. Biz de hayatımızda böyle yaparsak, sahabenin --rıdvânullahi aleyhim ecmaîn-- davranışı gibi davranmış oluruz. Böylece İslâm'ın yayılmasına karınca kararınca hizmet etmiş oluruz.
Sevgili dinleyenlerim! Cumanız mübarek olsun... Allah size, ömrünüzü rızâsına uygun geçirmeyi nasib eylesin... çok hayırlı ilimler öğrenmeyi, faydasız ilimlerden uzak durmayı, ömrünüzün her anını, her saniyesini güzel değerlendirmeyi nasib eylesin...
Gönlünüzce, temenni ettiğiniz gibi, hoş, mutlu ve bahtiyar bir ömür sürmenizi ve Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin huzuruna sevdiği, râzı olduğu bir kul olarak varmayı; ahirette her türlü nimetlerine, mutluluklarına cennette nail olmayı nasîb ve müyesser eylesin...
Hepinize dünya ve ahiretin hayırlarını dilerim. Aziz ve sevgili dinleyenlerim!..
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtüh!..
26 Ocak 1996 - AKRA
ALLAH'IN DİNİNE HİZMET
--Efendim, değişen dünya dengeleri karşısında İslâm dünyasının durumu ne olacak? Müslümanlar nereye doğru gidiyor?
--Avrupa bütünleşiyor, Avrupa Birliği AB haline geldi. Ortak Pazar dediğimiz teşkilat İsveç'in ve diğer ülkelerin de katılmasıyla daha da güçlendi. Entegrasyonlarını, birbirine uyumlarını sağladılar.
Amerika, Avrupa'dan endişe ettiği için Kanada ve Meksika ile NAFTA dediğimiz ekonomik birliği kurdu. O daha büyük bir birlik teşkil etti. Doğu Asya'da da Japonya ve diğer ülkeleri organize ederek büyük bir güç meydana getirdi. Orada kendisinin nüfuzu var. Şimdi önümüzde kuzeye hakim, Güney Amerika'yı da kimseye bırakmaya niyetli olmayan bir Amerika var. Güney Amerika da kuzeyin eli altında gibidir. Avrupa'da bir şey yapma imkanı yoktur. Çin fevkalâde kuvvetlidir.
İslâm alemi bu saydığımız bölgenin altında yeşil bir kuşaktır. İslâm aleminin çevresindeki olaylara karşı tedbir alma zamanı artık gelmiştir. Amerika, nasıl Avrupa birleşiyor diye toparlanıp NAFTA'yı kurdu ise, nasıl Doğu Asya'da milletler birleşip bir birlik meydana getirdiler ise müslümanların bu gelişmeler karşısında birleşmesi lâzım!..
--Sovyetler dağıldıktan sonra Rusya Federasyonu ortaya çıktı. Ancak bu federasyon da yamalı bahça gibi... İçinde müslüman Türk ve diğer ırklardan cumhuriyetler var... Son günlerde Rusya'nın dağılacağına dair beklentiler de yaygınlaştı. Siz bu durumu nasıl görüyorsunuz?
--Rusya sanırım Batı'nın oyununa geliyor. Kafkasya'da Çeçenlerle mücadelesi Rusya'nın aleyhinedir. Bir Rus milliyetçisinin vatan severinin buna razı olmaması lâzım. Bu yanlış bir politikadır, kendisini zayıflatıyor. Harp kolay bir şey değildir. İki taraf ta yıpranır. Rusya Federasyonu, harbi yürütecek ekonomik yapıya sahip değildir. Sovyetler'in dağılması sırasında büyük katliamlara uğrayarak büyük kargaşa içine düşmekten kendisini kurtarmıştır. Ekonomik durumunu düzeltmeye başlamıştır. Ardından bu harbin içine girmiştir. Bu yanlış, kendi zihniyetinin bozukluğundan, kızıl ordunun hükümete tesirinden kaynaklanıyor ama bu Rusya'nın aleyhine olacaktır.
Afganistan'da ister istemez güç kaybetti. Afganistan savaşı, sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin dağılmasına yol açtı. Bünyeyi o savaş sarsmış, ekonomisi perişan olmuştur. Hatta üç günlük yiyeceğimiz kaldı, bize yardım edin dediklerini gazetelerden okumuşuzdur. Doğru değildir, yalandır ama tam da gerçek dışı değildir. Çünkü, ekonomileri çok bozuktur. Çok hantal bir ekonomik sistemleri vardır. Üretimleri ve teknolojileri çok geri idi. Şimdi aynı durum devam etmektedir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, Afganistan'da çarpışırken yara aldığı gibi Rusya Federasyonu da Kafkaslar'da yorulmakta ve yara almaktadır.
Bu savaş yayılabilir. Kafkasya'da yayılma istidadındadır. Müslümanın silaha sarılması, müslümanların silaha sarılmaya mecbur bırakılması İslâm düşmanlarının aleyhinedir. Müslüman sulhçü olduğu için silaha kolay sarılmıyor. Ama silaha sarıldığı zaman kimse onun önünde duramaz. Bunu bilmiyorlar veya Allah bu gerçeği onlara göstermiyor.
Bir de sulh ve sükun içinde aşırı rehavet içinde olan müslümanları Allah çeşitli vesilelerle cihadın içine çekiyor diye yorumluyorum ben bu olayları... Balkanlar'da öyle olmuştur. Balkanlar'da halkın cihada hiç hevesi ve niyeti yok iken, komünizm dahil her türlü İslâm dışı yaşayışı sinesine çekmiş ve benimsemişken, Allah onlara müslüman olduklarını hatırlatıp onları cihadın içine itmiştir, kader onları mücahid yapmıştır. Kafaları ve gönülleri mücahid olma niyetinde değilken, mücahid durumuna getirmiştir.
Fakat Kafkasya öyle değildir. Kafkasya bozulmamıştır. Gerçekten de mâneviyatı yüksek insanlardır. Şimdi bir güzel tarafı müslümanlar için şudur: Müslümanlar Rusya'nın içinde, yani kalenin içindedir. Çeçenistan'da çarpışıyorlar ama Rusya Federasyonu'nun her yerinde müslümanlar var... Bunların birbirinden haberi yok... Telekominikasyon, iletişim eksikliği var... Ama kaynaşma var...