Bak bu sultanın ismi de Fatih... Yâni fetheden, İstanbul'u alan... Bunların gayeleri dünya değildi.
İmtisâl-i câhidû fillâh oluptur niyyetim,
Din-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim.
Fazlü hakk u himmeti cünd-i ricâlullah ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir fikretim!..
diye, ondan sonraki Avcı Mehmed'in şiiri olduğu söyleniyor bu ama, (cahidû fillâh) "Allah yolunda cihad edin!" diye Allah emretmiş. Ben de namazı kıldırırken size okudum:
(Ve câhidû fillâhi hakka cihâdihî) "Allah'ın yolunda hakkıyla cihad edin, tam cihad edin!"
Şimdi Allah bize bir can vermiş muhterem kardeşlerim; hepimiz yaşıyoruz. Canımız var da şu bedenimizde, yaşıyoruz. Bu canı veren, bu hayatı veren kim?.. Allah...
(Vallàhu yuhyî ve yumît) Hayatı veren Allah... Öldüren kim?.. Öldüren de Allah... Öldüren ok mu, tabanca mı, kâfir mi, falanca mı, filânca mı?.. Değil. Öldüren, hayatı bitiren Allah; hayatı başında veren Allah... Hayatın miktarını da alnına yazan Allah...
İbrâhim AS'ı Nemrud öldürebildi mi?.. Öldürmek istedi. "Öldürün bunu!" dedi.
(Harrikhu vensurû âliheteküm) "Bu madem putları kırdı. Yakın bunu da tanrılarınıza yardım etmiş olursunuz!" dediler. O kadar odunları yığdılar, o kadar tutuşturdular. İbrâhim AS'ı içine attılar. Yakabildiler mi?.. Yakamadılar. Neden?.. Allah öldürmeyince, bir insan ölmez. Allah bir insanın ölmesini yazdığı zaman da, öleceği zaman da, cümle tabîbân-ı cihan başına toplansa, onun ömrünü uzatamazlar; o zamanda ölür. Öleceği zaman, vâdesi yettiği zaman:
(Fe izâ câe ecelühüm lâ yeste'hirûne sâaten velâ yestakdimûn) Biraz geriye gitmez, biraz öne gelmez; o anda ölür. Bu bizim Kur'an-ı Kerim'den inancımız...
Allah-u Teâlâ'nın Esmâ-i Hüsnâ'sından birisi Muhyî; yâni hayatı veren, yaşatan... Bir tanesi de Mümît; yâni ölümü nasib eden, öldüren... Ölüm Allah'tan, hayat Allah'tan...Ölüm Allah'ın emri, Allah'ın tayin ettiği zamanda...
Onun için, bizim dedelerimiz bu hakîkatleri bildiklerinden ölümden korkmamışlar. Zâten ölümden korkmanın ölmemeğe bir yararı yok, ölmemeyi sağlamıyor. Ölümden korkuyorsun, öleceksen yine ölüyorsun. Adam falanca yerden ölümden kaçıyor, filânca yerde ölüyor. Çare yok... Ecel geldiği zaman çare yok...
Bu mübarekler ne yaptılar?.. Allah yolunda cihad ettiler. Biz şimdi kimiz?.. Biz de Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin torunlarıyız... Biz de İstanbul'u fetheden Fatihlerin torunlarıyız... Şehidlerin torunlarıyız, gàzilerin torunlarıyız. Amma İslâm'ı unutmuşuz!.. Ama, hayatın gayesini unutmuşuz. Hayatta yapmamız gereken hedefi unutmuşuz. Küfrün merkezini tahrib etmeyi yapmıyoruz, düşünmüyoruz, planlamıyoruz. Eimme-i küfrü yok etmeyi, onları ortadan kaldırmayı düşünmüyoruz. İslam'ı yaymayı, üzerimize düşen vazifeyi yapmıyoruz.
Ölmüş, şehid olmuşlar. Ne olmuş?.. Cennetlik olmuş. Şehid, daha kanının ilk damlası yere damlarken gözünden perdeler kaldırılır, cennetteki makamı kendisine gösterilir. Şehid, hem kendisi cennetliktir, hem de ehl-i beytinden etrafından nice tanıdığına şefaat eder. "Yâ Rabbi, bunları da cennete sok!" diye şefaat edip, onların da cennete girmesine vesîle olur.
Şehid olmak büyük bir nimettir. Şehid olmak, büyük bir devlettir. Şehid olmak, bir gayedir. şehid olmak, bir müslüman için bir idealdir. Onun için İmam Ca'fer-i Sâdık Hazretleri buyurmuş ki:
(Allahümme ahyini saîden) "Yâ Rabbi, sen beni said bir kul olarak; yâni sana mutî, mü'min bir kul olarak yaşat! Şekàvet ehlinden, eşkıya zümresinden değil de, süedâ zümresinden, said bir kul olarak yaşat! Sevdiğin bir kul olarak, cennetlik olarak ömür sürdür bana!.. (ve emitnî şehîden) Şehid olarak öldür!.."
Şehidlik bir gayedir. Şehid olmak bir idealdir. Şehid olmak herkesin arzusunun ana gayesi olması lâzım!..
Şimdi bu mübarekler bunu bildiler, bunun için çalıştılar. Ehlullah, evliyâullah, ricâlullah olarak... Her birisi mübarek insanlar olarak... Bir vaktini kazaya bırakmamış insanlar olarak... Gusülsüz, abdestsiz gezmemiş insanlar olarak... Düşmana saldırırken "Allah!.. Allah!.. Allah!.. Allah!.." diye zikr ede ede yürümüş olan insanlar... "Zikrederken canımı vereyim, Allah derken ruhumu teslim edeyim!" diye çalışmış insanlar...
Tabii, en yüksek makamı buldular. Onların bize ihtiyaçları yok... Çünkü, bismillâhir rahmânir rahîm:
(Velâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîllillâhi emvâtâ) "Allah yolunda savaşırken öldürülen kimseleri ölü sanmayın! (bel ahyâün inde rabbihim yürzakn) Bil'akis onlar hayattadır, diridir. Rablerinin huzurunda, Rableri tarafından kendilerine nimetler verilip, nimetlenip duruyorlar."
(Yestebşirûne bini'metin minallàhi ve fadlin) "Allah'tan kendilerine verilen nimetleri, fazlı, ikramı, ihsânı arkadakilere söylemek istiyorlar."
Sesleniyorlar, diyorlar ki: "Yâhu, çok güzel bir şeymiş bu şehidlik!.. Biz şehid olduk da Allah'ın rahmetine erdik; Allah'ın fazlına, ikrâmına mazhar olduk. Siz de korkmayın, mahzun olmayın, ölümden çekinmeyin!.. Allah yolunda gevşemeyin, Allah yolunda malınızı, canınızı esirgemeyin!.. Çok güzel bu şehidlik! Çok büyük mükâfatlar var!.." diye bizi müjdelemek istediklerini bildiriyor Kur'an-ı Kerim... Müjdeliyorlar ama, duyacak kulak lâzım!..
Bedir Harbi'nden sonra kâfirlerin ölülerini bir kuyuya attılar. Peygamber SAS Efendimiz o kuyunun başına geldi, seslendi:
"--Ey kâfirler!.. Biz Allah'ın bize va'dettiği mükâfatları bulduk, gördük, erdik. Siz de Allah'ın size söylediği azablara daldınız mı, mâruz kaldınız mı?.. Siz de o azabları tattınız mı, söyleyin bakalım!.." diye ölmüş insanların leşlerine, cesetlerine seslendi.
Sahabe-i kiram meraklandılar, sordular, dediler ki:
"--Yâ Rasûlallah! Duyar mı bu adamlar?.."
Ölmüş, kurumuş, kaskatı kesilmiş, üst üste yığılmışlar, atılmışlar, kuyunun içindeler.
"--Sizden iyi duyarlar ama, cevap veremezler! Cevap verse de siz duyamazsınız."
Arada bir perde olduğundan duyulmaz ama, duyan duyar. Evliyâullah duyar, bilir, görür ama, herkes duymaz.
Şimdi aziz ve muhterem kardeşlerim, şehidler müjdeliyorlar. Bizleri sevdikleri için diyorlar ki geride kalan bizlere, evlâtlarına:
"--Korkmayın, müjdeler olsun! Şehid olursanız, Allah yolunda çalışırsanız, çarpışırsanız, cihad ederseniz, Allah'ın dinine hizmet ederseniz nimet var, ikram var, ihsân var... Mahzun olmak yok, korkuya uğramak yok... Korkulu bir durum yok bu tarafta, korkmayın yâ!.. Gayret!" diye sesleniyorlar. Ama, onu duyacak kulak lâzım!..
Muhterem kardeşlerim! Hayatımı koruyacağım diye bütün gayeniz yaşamak olmasın!.. Çünkü zâten yaşamak, ölmek elinizde değil... Gayeniz Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızâsını kazanmak olsun!.. Allah'ın sevgisini kazanmak olsun!.. Allah'ın dinine hizmet etmek olsun!.. İman bayrağını burçlara dikmek olsun gayeniz... Ulubatlı Hasan olmak olsun emeliniz... Allah'ın emrini herkese tebliğ etmek olsun, Allah'ın emrini tutturmak olsun!..
Dedelerimiz buralarda şu yüksek surların üstünden merdiven dayayarak, ip kanca sallayarak, tırmanarak, topa tutarak, yıkıklardan geçerek buraları fethettiler, buraya imanı soktular. Şimdi bu diyarda yaşayan insanlar imana göre yaşıyor mu?.. İstanbul'un nüfusu onbir-oniki küsur milyon... Oniki milyon insan, Fatih Sultan Mehmed Han'ın ve ordusundaki mücahidlerin, şehidlerin, gàzilerin isteğine, arzusuna, idealine göre yaşıyor mu?.. Yaşıyor musunuz, yaşıyor muyuz?..
Yaşamıyorsak, yaşamıyorlarsa; o zaman, o şehidler üzülüyorlar: "Biz niçin şehid olduk, biz neler düşündük, şu bizim evlâtların hâline bak!.. Kâfirlik, küfür, şirk yeryüzünden yok olsun diye biz canımızı verdik. Ortada savaş yok, harb yok, darp yok; bunlar kendiliklerinden kâfir oluverdiler. Kıyafetlerini bıraktılar, namuslarını bıraktılar, örtülerini bıraktılar, namazlarını bıraktılar, Kur'an'ı bıraktılar... Allah'ın emrini tutmayı bıraktılar, Allah'ın yasaklarından korkmamaya başladılar... Şeytanın yoluna girdiler.
Rahman yaratmış, Rahman'a kulluk etmeleri lâzım; şeytana kulluk ediyorlar!.. Rahman'ın buyruğunu tutmaları lâzım; şeytanın emrine girmişler!.. Bu acı bir şeydir. İstanbul'un fethinden 542 sene geçmiş, fetihten sonra İstanbul'un içine yine kâfir dolmuş, küfür girmiş!..
--Bu neden, bu kimin sorumluluğu, bundan kim mes'ul, vebal kimin?..
--Bizim!..
--Neden?..
--Bu diyarların sahibi biziz!.. İstanbul'un sahibi kim?.. Hepimiz... Parça parça, hisse hisse İstanbul'un sahibi biziz, Anadolu'nun sahibi biziz, Balkanlar'ın sahibi biziz, Saraybosna'nın sahibi biziz... Bizim malımız gidiyor, bizim kardeşimiz ölüyor. Kırım'ın sahibi biziz, Kafkasya'nın sahibi biziz, Kazan'ın sahibi biziz... Viyana'ya kadar bizim... İtalya bizim, Sicilya bizim, Otranto bizim, Mora Yarımadası bizim... Cezayir bizim, Fas bizim, Tunus bizim... Malta'yı fethettik, İspanya bizim, Endülüs bizim... İspanya'da Prene Dağları'nı geçtik de, Fransa'nın ortasına kadar geldik ya...
İmam Şafiî Efendimiz'in fıkhında güzel bir kaide var: "Bir yer müslümanların eline geçmiş de, fethedilmişse, orası İslâm diyarıdır; sonradan kâfirlerin eline geçse bile!.." Neden?.. İslâm diyarına kâfirler saldırmış demektir. Müslümanların malıydı, kâfirler saldırdı; orası müslümanların... "Kâfire bak, bizim yerimizde oturuyor!.. Kâfire bak, benim konağıma girmiş!.. Kâfire bak, orda benim tarlamdan, benim ağacımdan elmayı kopartıp yiyor hâin!.." diye gayrete gelmemiz lâzım!.. Kıskanmamız lâzım!.. "Vay benim elmamı kopartıyor kâfir!.. Vay benim şehrimde oturuyor, vay benim suyumu içiyor!.. Orası benimdi!" dememiz lâzım!.. Endülüs bizim, Fransa'nın yarısı bizim...
"Lâ ilâhe illallah denilen, cami kurulmuş olan, ezan okunmuş olan yer benim!" diyeceksin, malına sahib olacaksın!.. Malının içine kâfirin girmesine, hırsızın girmesine müsaade etmeyeceksin!.. İmanını koruyacaksın, Allah'ın dinine hizmet edeceksin!.. "Lâ ilâhe illallah" bayrağını elinde tutacaksın, götüreceksin!.. Onlar oraya kadar götürmüşler, sen Britanya Adası'na götüreceksin, İsveç'e götüreceksin!.. Amerika'ya götüreceksin, kutuplara götüreceksin!..
Bakın İslâm diyarı Maverâünnehr'e kadar uzanmış, Seyhun Nehri'nin ötesine gitmiş. Sonra, öbür taraftan düşmanlar hücum etmişler. Bir kısmı budist...
--Tamam, oralarda budizm yayılmış, budistler varmış. E, dur bakalım, hadi hayırlısı...
--Bir kısmı hristiyan...
--Haa, dur şimdi; Hristiyanlık nerdeydi?..
--Suriye'deydi, Nazuret (Nasara) kasabasındaydı.
--Hazret-i İsâ nerde yaşadı?..
--Filistin'de yaşadı.
--E bu müslümanların diyarının öbür tarafında, tâ Moğolistan'da, Sibirya'da hristiyanlık ne arıyor? Ne zaman gitmiş oraya?..
Hiç merak ettiniz mi, hiç araştırdınız mı, hiç incelediniz mi, hiç kıskandınız mı?.. Nasıl olmuş da hristiyanlar o taraftan müslümanları vurmuşlar?.. Müslümanların batısına ne zaman gelmişler?.. Nasıl olmuş da hristiyan kavimler ordan müslümanlara saldırmışlar?..
Bizim Çinliler kadar gayret-i dîniyyemiz yok mu?.. O bozkırlardan gelen insanlar şehirlerimize zarar vermesin diye kaç bin kilometre Çin seddi yapmışlar!.. Süleyman Demirel, ağzı açık hayran kalmış, "Yâhu ben mühendis olarak hayret ettim!" demiş. Dağların tepesinden, vadilerin içinden, öteki dağın üstünden, öteki dağın ötesine... Kaç bin kilometre?.. Kolay mı?.. Edirne'den Kars'a, Ardahan'a kadar olan mesafenin kaç misli?..
Onlar kâfirken, kendilerini korumak için duvar yapmış, çalışmış, çarpışmışlar da, biz niye koruyamamışız İslâm'ı?.. Tembelliğimizden, çalışmadığımızdan, iyi müslüman olmadığımızdan... "Lâ ilâhe illallah" bayrağına sahib olmadığımızdan, şehidlerin hayırlı evlâdı olmadığımızdan... Allah'a güzel hizmet etmediğimizden muhterem kardeşlerim!.. Böyle müslümanlık olmaz!..
Belki biz de öleceğiz. Moğolların kâfir olarak İslâm diyarına geldikleri gibi, Bağdad'ı bile istilâ edip, ordaki müslümanları öldürüp Dicle'yi kırmızı akıttıkları gibi; bizim mukaddes güzel din kitaplarımızı nehre atıp da, nehrin mürekkep akmasını sağladıkları gibi; Sivas'a geldikleri gibi, Konya'ya geldikleri gibi, belki biz de böyle bir istilâya uğrayacağız!.. Neden?.. Çünkü, bütün Avrupa, bütün Amerika İslâm'ın düşmanı!.. İslâm'ı düşman ilân etmiş; gazeteler yazıyor okumuyor musunuz?..
Avrupa İslâm'ı düşman ilân etmedi mi?.. "Şimdi bizim düşmanımız Rusya değil, müslümanlık!" demiyorlar mı?.. Rusya demiyor mu, İngiltere başbakanı Tatcher demiyor mu?.. Amerikalı uzmanlar söylemiyor mu, yazmıyor mu; okumadınız mı?.. Amerika işte, bak muhribimize nişan aldı, beş tane askerimizi öldürdü. Şaka mı, gerçek mi?.. Şaka desen ne olacak, gerçek desen ne olacak?..
Hiç mi gayret-i dîniyyemize dokunmuyor?.. Hiç mi uyanmıyoruz?.. Biz futbol oynayacak zamanda mıyız?.. Biz ticaretle uyuyacak zamanda mıyız?.. Biz boş vakit geçirecek zamanda mıyız?.. Biz gülecek zamanda mıyız?..
Selâhaddin-i Eyyubî başına siyah sarık sarmış, gülmemeye azmetmiş. "Kudüs fethedilinceye kadar gülmeyeceğim ben!" demiş, gülmemiş, yüzü asık durmuş, kaşı çatık durmuş. Neden?.. "İslâm'ın üçüncü mukaddes şehri Kudüs, hristiyanların emrinde!" diye... "Gülmek bana yakışmaz!" demiş.
Biz ne biçim müslümanız?.. Ne biçim şehid evlâdıyız biz?.. Müslümanlığın feri, gücü, kuvveti; imanın aşkı, şevki ne oldu yâni?.. Bizim kendimizi düzeltmemiz lâzım muhterem kardeşlerim!..
Ölen kardeşlerimiz şehid oldular. En yüksek mertebeyi buldular, cennetlik oldular. Asıl acınacak olan biziz, biz kendimize acıyalım!.. Biz Bosna'da ölenlere acımayalım, Çeçenistan'da ölenlere acımayalım; biz kendimize ağlayalım!.. Bizim müslümanlığımız müslümanlık değil... Söylüyoruz, anlatamıyoruz. Birleşin diyoruz, birleştiremiyoruz. Herkes nefsinin, keyfinin, zevkinin derdine düşmüş. Yılbaşı olduğu zaman yer yerinden oynuyor, Galatasaray şampiyon olduğu zaman kıyamet kopuyor, İslâm gittiği zaman hiç bir şey olmuyor!.. İman ayaklar altına alındığı zaman hiç bir şey olmuyor!..
Bir milletvekili, "Cuma namazı tatil olsun!" deyince, bir sürü zıpır adam aleyhine çalışıyor. Ne var bunda, ne olurmuş yâni?.. Hristiyanlar pazar gününü ibadet için tatil yapmıyor mu?.. Suudî Arabistan'da cuma günü tatil, Suriye'de cuma günü tatil, Mısır'da cuma günü tatil; sen de de öyle oluverse ne olur?.. Sen müslüman değil misin?.. Böyle müslümanlık mı olur? Kim kimi aldatıyor, ne biçim iş bu?..
Aklımızı başımıza toplamamız lâzım!.. Belki biz de öleceğiz. Belki Moğol istilâsı gibi bir istilâ gelecek. Sırplar öyle istiyor zâten... Yunanlılar da öyle istiyor. Uğraşıyorlar. Bulgaristan'da da şimdi yatsı namazına gidenler fişleniyor, cuma namazı kılanlar fişleniyor. Jivkov zamanındaki terör yine başladı. Neden?.. Çünkü Bulgaristan'da seçim yapılırken Bulgarlar kendi taraftarlarını destekledi ama, Türkler kendi aralarında bölündüler, birlik olmadılar. Birlik olmadıkları için de fazla milletvekili çıkartamadılar. İktidar şimdikilerin eline geçti. Birleşselerdi, o zaman Türk Birlik Partisi çok milletvekili çıkartacaktı. Ekseriyet onların eline geçmeyecekti, bu zulüm olmayacaktı. Ne oldu? Bak, müslümanlar yine katliama uğrayacak!..
Bulgar boş durur mu?.. Yunanlı boş durur mu, Sırp boş durur mu, Rus boş durur mu?.. Balkanlardan müslümanları atmak istiyor. İstanbul'u almak istiyor, Anadolu'dan da atmak istiyor... Kudüs'ü de almak istiyor, petrol bölgelerini de almak istiyor. "Dünya nüfusu fazla, sen yok ol!" diyor. Aptal mısın sen?.. Kimi destekleyeceğini bilmiyor musun?..
Bizim böyle mübarek günlerde meseleyi enine boyuna bir düşünmemiz lâzım!.. Tamam, ölebiliriz; ölüm Allah'ın emri... Biz ölmeyecek olduktan sonra, onlar bizi öldüremezler! Biz er gibi durduğumuz zaman, Fatih Sultan Mehmed Han gibi çalıştığımız zaman, hiç bir şey yapamazlar!.. Sen hem Fatih Sultan Mehmed Han gibi müslüman ol, hem de Fatih Sultan Mehmed Han'ın hazırlandığı gibi, teknik yönden hazırlan!..
Şimdi bize herkes söylüyor:
"--Yâ ne biçim tarikat şeyhisin sen, ne diye politika ile uğraşıyorsun?.. Ne diye şu işleri yapıyorsun, bu işleri yapıyorsun?.."
İhvânımız tenkid ediyor:
"--Ne diye şirketlerle uğraşıyorsun?.."
Anlamıyor musunuz? Ne yapmak istediğimizin farkında değil misiniz?.. Çalışmıyor mu kafanız?.. Bizim dünyada gözümüz yok!.. Sizin de olmaması lâzım!.. Dünya bizim gayemiz değil ki!.. Bizim gayemiz Allah'ın rızasını kazanmak, ölmek, şehid olmak... Belki de öleceğiz, ölümden de kaçamayız.
Bizim Muhammed Emin Er Hoca dedi ki:
"--İslâm hukukuna göre, bir müslüman kadın kâfirlerin eline geçse garb'da; şarkta garbda bütün İslâm Alemine o tek kadını kurtarmak için çalışmak farz olur." dedi. Kaç tane kadın orda, ezâ cefâ altında!.. Ne biçim müslümanlık?.. Eski müslümanların müslümanlığı nasıl müslümanlık, nasıl anlayış; yeni müslümanların müslümanlığı nasıl müslümanlık?..
Oooh!.. Suudî Arabistan'da adamın petrol gelirleri geliyor; adam 500 Mercedes'ten 1000 Mercedes'e, 1000 Mercedes'ten 1001 Mercedes'e keyif yapıyor. Paralar cepte... Uçakların yüznumara tokmakları altından... Keyif yapıyor. Kuveyt öyle... İran bir başka havada, Ermenilerle işbirliği içinde... Afganistan'daki mücahidler birbirleriyle çarpışıyor. Taliban Hizb-i İslâmî ile, Hizb-i İslâmî Burhaneddin Rabbânî ile, Burhâneddin Rabbânî emir bilmem kimle...
Tüh, yazıklar olsun müslümanlara!.. Yuh olsun müslümanlara!.. Size de yuh olsun, bana da yuh olsun!.. Bak, şehidler nasıl ömür geçirmişler, nasıl çalışmışlar?.. Nasıl devir açıp kapatmışlar, nasıl imparatorluk yıkmışlar?.. Küfrün merkezini nasıl dağıtmışlar?.. Küfrün merkezi şimdi neresi?.. Ara, bul, çalış!.. Yenmek için çalış!..
Hoşuma gitti, burda bir kızcağız kurslara gitmiş, kompitür kullanmayı öğrenmiş de bir işe girmiş. Aferin dedim kendi kendime... Sen de kompitür kullanırsan, sen de çalışırsan, sen de uğraşırsan, sen de çabalarsan, sen de ilerlersin!..
Amerikalılar memleketlerine geldiği zaman, Japonlar, hükümdarlarının yanına sürüne sürüne, emekleye emekleye gidip eteğini öpen, dizini öpen insanlardı. Medeniyetleri yoktu, kamıştan evleri vardı. Baktılar ki pabuç pahalı, baktılar ki o gidişle olmuyor; uğraştılar, çalıştılar, çabaladılar. Japon gençlerini imparator seçti, Avrupa'ya, Amerika'ya ihtisasa gönderdi. Göndereceği gün hepsini topladı, herbirine uçu kıvrık birer hançer hediye etti. Dedi ki:
"--Gitttiğiniz yerde öğreneceğiniz ilmi tam öğrenin! İmtihanları başarın, o ilmi tam öğrenin!.. Öğrenemezseniz, saplayın bu hançeri bağrınıza, yırtın ölün. Başarısızsanız geberin, Japonya'ya gelmeyin!" dedi.
Bizimkiler ne yaptılar?.. Bizimkiler Paris'e gittiler, operaya hayran oldular; burda operayı taklid ettiler. Baloya hayran oldular; çocuklarının çıplak, başparmak ucunda dönmesini sanat diye yutturdular.
Yâhu, senin teknolojiden öğreneceğin şey yok muydu, Fransa'dan, İngiltere'den, Almanya'dan?.. Böyle mi kalması lâzımdı bu memleketin?.. Koca Devlet-i Aliyye-i Osmâniye bu yâhu!.. Yedi düveli tir tir titretiyordu bu Devlet-i Aliyye-i Osmâniye!.. Küçük bir devlet miydi senin bu devletin?.. Gidenlerin her birisi alim olarak dönecekti, burada her birisi bir fabrika kuracaktı. Şimdi herkes sûistîmalle cebini doldurmağa bakıyor. Şu kadar milyar kredi şu almış, bu kadar milyar bu almış... E, memleket ne oluyor, sanayi ne oluyor?.. Silah sanayii ne oluyor, memleketi korumak nasıl olacak?.. Alet, edevat hepsi Japonya'dan geliyor, başka memleketlerden geliyor.
Bak işte giden heyet şimdi, Çin'e hayran kalmış. Şanghay'ı görünce ağzı açık kalmış. "Allah Allah! Yirmibirinci Yüzyıl'a girmiş!" demişler. E, ben geçen sene yazdım, evvelki sene yazdım dergilerde... "Yâhu bu adamlar Yirmibirinci Yüzyıl'a girmişler, bizden çok ileriler!.." dedim, ilk defa Singapur'a gidip, buraya geldiğim zaman... Uyuyor millet!.. Afrikalılar bizi geçti. Küçük küçük devletler bizden ileri duruma geldi. Altı milyon, sekiz milyon nüfusu olan İsveç, uçak yapıyor, kamyon yapıyor... Atom santralleriyle ülkesinin enerjisini sağlıyor. Her şeyi yapıyor. Bizde hiç bir şey yok...
Bu neden?.. Kanımızın donmasından, şehid evlâdı olduğumuzu unutmamızdan, müslümanlığımızın, imanımızın gereğine göre yaşamamamızdan, İslâm'ı doğru anlayamamamızdan... Fatih Sultan Mehmed Han gibi, "İyi müslüman neler yapmalıymış, nasıl olmalıymış?" diye düşünüp doğruyu bulamamamızdan...
Millet sanıyor ki, iyi müslümanlık sarık sarmak, cübbe giymek... Sarık modası, cübbe modası... İyi, güzel kardeşim ama, sen bu kâfir Amerika'lıyı yenecek çalışma da yapıyorsan o zaman iyi... Bak Fatih Sultan Mehmed, hem müslüman, hem de teknolojide birinci... Öyle çalışmış, öyle çalışıyorlar. Çin öyle çalışıyor, başka milletler öyle çalışıyor.
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, biz şehidlerimizden şefaat isteyelim!.. Onlar imtihanları başardılar, Allah'ın rahmetine erdiler, cennetlik oldular, ahirete gittiler. Bizim de vazifemiz, onların evlatlarıyız; yaşayan insan onlara ne yapar?.. Kur'an-ı Kerim'ler hediye eder, dualar eder vs. Onların ihtiyacı yok, onlar zaten cennetlik!.. Bizim onları sevmemiz, onları örnek almamız, onların yolunda gitmemiz lâzım!.. Allah onların şefaatlerine bizleri nâil eylesin...
29. 5. 1995 İskenderpaşa C. / İstanbul
ALLAH'IN DİNİNİ YAYMAK
Eûzü billâhi miheş şeytânir racîm...
Bismillâhir rahmânir rahîm...
Elhamdü lillâhi hakka hamdihî... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn...
Aziz ve sevgili ve muhterem kardeşlerim!
Akşam namazını kıldık, yatsı namazını kıldık. Şu anda İslâmî takvim hesaplamalarına, takvim adetine, geleneğine göre bir gün akşam ezanıyla başladığı için, şu anda 1416 hicrî yılına girmiş bulunuyoruz, ilk iki saatini geçirmiş bulunuyoruz. Yâni, yeni bir yılın içine girdik. Bu bir mânevî hal... Elle tutulur, gözle görülür bir şey değil, izâfî bir şey... Zaman dediğimiz şeyin ne olduğunu, filozoflar derin düşünmeğe başladıkları zaman kendilerini kaybediyorlar. Pek de tarif de edemiyorlar. Zaman ne imiş filân diye işler karışıyor.
Şimdi buradan Avustralya'ya telefon açıyoruz, konuşuyoruz: Orda kış, burda yaz... Fesübhânallah!.. Orda gündüz, burda gece... Fesübhânallah!.. Orda cumartesi, burda cuma... Fesübhânallah!.. Yâhu, aynı dünya üzerindeyiz. Bir telefon bağlantısı kurduğumuz yerde mevsim başka, gün başka, saat başka...
Yâni, zaman dediğimiz şey izâfî... Her yerde aynı şey yok... Burada gece, Amerika'da sabah... Acaib bir şey... Dünyayı büyük düşündüğün zaman, bütünüyle düşündüğün zaman, acaib... Kâinâtı daha büyük düşündüğün zaman, o zaman işler daha fazla acaib oluyor.
Şimdi Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri'nin Medine-i Münevvere'ye hicretinden 1416 sene geçmiş. O kadar uzaklaştık. O kadar hicrî yıl geçmiş. Ay Dünya'nın etrafında 1416 x 12 defa dönmüş; bu onu gösteriyor.
Yeni bir yıla girdik. İzâfî bir şey... Zaman da izâfî, mekân da izâfî... Allah bu yeni yılımızı hayırlı, mübarek eylesin... Kazançlı eylesin, sevaplı ecirli eylesin... Taptaze yeni bir sayfa açıldı önümüze...
Peygamber SAS Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret etmiş, Mekke-i Mükerreme'den... Doğduğu yer Mekke... Nerde doğdu Peygamber Efendimiz?.. Mekke-i Mükerreme'de doğdu. Kabri nerde?.. Medine-i Münevvere'de...
Mekke-i Mükerreme çok mübarek bir mahal... Yeryüzünde ilk mâbedin yapıldığı yer... Bismillâhir rahmânir rahîm:
(İnne evvele beytin vudıa lin nâsi lellezî bibekkete mübâreken ve hüden lil àlemîn. Fîhi âyâtün beyyinâtün makàmı ibrâhîm, ve men dehalehû kâne âminâ, ve lillâhi alen nâsü hıccül beyti menistetàa ileyhi sebîlâ, ve men kefera feinnallàhe ganiyyün anil àlemîn.)
(İnne evvele beytin vudıa lin nâs) "İnsanoğlu ibadet etsin diye yapılmış olan ilk mâbed, ibâdethâne, (lellezî bibekkete) o Mekke'nin yerinde olan, yeryüzünün o eski, kadîm mahallinde yapılmış olan mübarek yapıdır. Kâbe'dir, Kâbe'nin olduğu yerdeki yapıdır. Çok mübarek bir yer...
İbrâhim AS, o mâbedin temelleri üzerinde kendisi inşaatı tamamlamıştır. Zâten orada bir yer var, mübarek bir yer... Zâten, "Çoluk çocuğunu götür, oraya yerleştir!" diye Allah-u Teâlâ Hazretleri emrettiği zaman, o mübarek mâbedin olduğu yere çoluk çocuğunu iskân ettiğini biliyor. Dua etmiş:
(Rabbenâ innî eskentü min zürriyyetî bivâdin gayri zî zer'in inde beytikel muharrem) "Yâ Rabbi! Senin o muhterem evinin yanına çoluk çocuğumu yerleştirdim." diyor. Ev filân görünmüyor o anda... (gayri zî zer'in) Ekin bitmeyen bir vâdiye, taşların arasına çoluk çocuğumu iskân ettim, yerleştirdim." diyor. "Senin evinin, mukaddes mâbedinin yanı." diyor. Mukaddes bir yer... Temelleri görünmese bile, o anda boş gibi olsa bile mukaddes bir yer... Allah öyle mukaddes eylemiş.