Sıddîkların kendiliklerinden söyledikleri nefsânî sözler, sadakata hıyânet addedilmiştir. Zîrâ, sıddîklık makamına ulaşan kimselerin, sözlerinin de nefsânî değil rûhânî olması gerekir.
Fethul-Mevsilî KS adındaki zâttan sıdk hakkında sormuşlar, yâni sıdkın mahiyetini öğrenmek istemişler de; o mübârek zât, yanında bulunan bir demircinin ateşinde kızarmış olan demiri eliyle tutarak ateşten çıkarmış ve avucunun içine alarak; "İşte evlâdım sıdk buna derler." demiştir.
Tabiî bu, pek şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bütün eşya Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri'nin yed-i tasarruflarındadır. İbrâhîm AS'ı yakmayan ateş nasıl yakmadıysa, Allah'ın sevgili kullarını da yakmayacağı şüphesizdir. Bunun gibi, Mûsâ AS'ı ve kendisiyle beraber olan kavmini, Kızıldeniz'den geçerken su boğamamıştı. Bir de her şeyi kesen bıçak, İsmâîl AS'ı kesememişti. Daha bir çok misaller varsa da, bu kadarı kâfîdir.
Yâni Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'yle muâmelesi dürüst olanların hàfızı, hàmîsi, yardımcısı her yerde ve her zaman Allah CC olduğunu unutmamalıdır. Yeter ki biz, o sadâkate sahip olan kullardan olalım!
Bundan dolayı Yûsuf ibn-i Isbat KS:
"--Benim bir gecelik Allah ile sıdk üzere muâmelem, düşmanla fî sebîlillâh dövüşüp boyunlarını vurmaktan, bana daha sevgilidir." diyerek sıdkın lüzumunu ve ehemmiyetini belirtmiştir.
Ebû Ali ed-Dekkâk KS Hazretleri de:
"--Sıdk, yâni doğruluk, ya göründüğün gibi olmak, veya olduğun gibi görünmektir." buyurmuşlardır.
Sàdıklarda, halkın gönlünde yer alma hevesi kat'iyyen bulunmaz, insanların iyi amellerine muttalî olmalarını istemedikleri gibi, kötü hallerine de muttalî olmalarını kerîh görmezler. Çünkü kötü amellerinin bilinmemesini istmek, onların yanlarındaki kıymetlerinin ziyâdeliğini istiyor demektir. Bu ise sıddîklara yakışmayan bir ahlâktır.
Bazı büyükler buyurmuşlar ki:
"--Dâimî olan bir farzı edâ edemeyen bir insanın, vakitli farzları kabul olunmaz."
Bunun üzerine;
"--Dâimî farz nedir?" demişler.
Bu suâle;
"--Sıdkdır, yâni doğruluktur." diye cvvap vermişlerdir.
Bundan da anlıyoruz ki, doğruluk her müslümanın dâimî ve ebedî bir borcudur. Bundan ayrıldığı zaman muvakkat olan vakitlerdeki, muayyen saatlerdeki ibadetlerin de kabul olunamayacağına da işâret olunmuştur.
Binâen aleyh, Allah-ü Teàlâ'yı sıdk ile isteyenlere Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayna verir ki, o aynada dünya ve ahiretin bütün acâibini pek aşikâr olarak görürsün. Zannederim, bu ayna da gönül aynası olsa gerektir.
Azîz kardeş, öyleyse sen sıdktan ayrılma! Her ne kadar korkulu yerlerde sana zarar verecek gibi olsa bile, asla korkma! Doğruluk hiçbir zaman zarar vermez, dâimâ sana fayda verir. Yalanı kat'iyyen bırak! Her ne kadar sana faydalı gibi görünse de, muhakkak sana zarar verecektir. En büyük zararından birisi de, artık gönlünün tamamiyle kararıp hiçbir şeyi görmesine imkân kalmamasıdır.
Zîrâ doğruluk kişiyi iyiliklere ve hayırlara sevkeder. Hayırlar da dolayısıyle cennete götürür. Kişinin gâyesi sadâkat olunca, ind-i ilâhîde sıddîklar defterine yazılır. Yalancılık ise, muhakkak insanları kötülüğe sevkeder. Kötülükler de, tabiatiyle kişinin cehenneme girmesine sebep olur. Yine kişi yalancılığa alıştığından dolayı, bu kötü huy, nihayet ind-i ilâhîde onun yalancı olarak yazılmasına sebep olmuştur. Sıddîk veya kezzâb olarak yazılmanın ne demek olduğunu artık sizler düşününüz.
İlâhî kitabımızda bütün Peygamberler övülürken sıddîkiyet sıfatlarıyla övülmüşlerdir. İbn-i Abbâs RA buyururlar ki:
"--Dört şey her kimde bulunursa, muhakkak en büyük kazancı elde etmiş olur. Bunlar; sıdk, hayâ, şükür ve güzel ahlâktır."
Allah-u Teàlâ Hazretleri'yle muâmelesinde sadâkat üzere hareket edenler, insanlardan tabiatiyle tevahhuş ederler. Onun için senin bineğin sadâkat olsun, hak da kılıncın, Allah-u Celle ve A'lâ da gâyen ve talebin olsun.
Bir adam, hakîm bir zâta:
"--Ben senin dediğin gibi sàdık bir kimse göremedim!" demiş.
Bu hakîm zât da:
"--Eğer sen sàdıklardan olsaydın, sàdıkları bilir ve tanırdın." demiştir.
Allah-ü Teàlâ'nın dini, üç erkân üzerine kurulmuştur: Hak, sıdk, adâlet.
Hak olan, a'zâ-yı cevarih üzerine görülür. Adâlet ise, kalblerde; sıdk da, akıllar üzerinde tezâhür eder.
Bir kişi ki, Allah-u Teàlâ'yı severim iddiâsında bulunur ve bu iddiâsında sàdık olmazsa, kıyâmet gününde yüzleri kapkara olacağı bildirilmiştir. Bütün ulemâ ve fukahânın ittifakıyla, bir kimsede üç haslet sahîh olursa onun kurtuluşu mümkündür. Fakat bunlar birbirinden ayrılmazlar:
Birincisi; bid'at ve hevâdan ârî halis bir İslâmiyet.
İkincisi; amellerinde Allah-ü Teàlâ'ya sıdkını göstermesi.
Üçüncüsü de; yeyip içmesinde tıyb (helâl ve güzel) olanı aramasıdır.
Her ne zaman ki yaptığı iş ve amellere nefsinin hazlarından bir şey karşıtırıyorsa, o zaman bu amel, sıdktan àrîdir. Ma'lûmdur ki sıdkın olmadığı yerde ihlâs da olmaz. Sıdkın ve ihlâsın bulunmadığı iş, amel ve harekâtta da hayır, bereket olmaz vesselâm.
Bazı kitaplarda kurtuluşun şartlarından olarak zikr olunan aşağıda yazılı 22 ufak, fakat mânâları çok derin olan kelime ve cümleler üzerinde titizlikle durulması tavsiye olunur:
1. İlimden daha faydalı bir hazîne olamaz.
2. Hilimden daha ziyâde kârlı mal olmaz.
3. Gazabını yenmekten daha iyi hesap olmaz.
4. Amelden daha ziynetli dost olmaz.
5. Cehâletten daha kötü refîk (arkadaş) olmaz.
6. Takvâdan daha azîz şeref olmaz.
7. Hevâsını terketmekten daha iyi kerem olmaz.
8. Tefekkürden efdal amel olmaz.
9. Sabırdan a'lâ hasene olmaz.
10. Kibirden beter, fenâ günah olmaz.
11. Rıfktan daha makbûl ilâç olmaz.
12. Akılsızlıktan daha acı dert ve musibet olmaz.
13. Haktan daha adâletli elçi olmaz.
14. Sadâkatten daha iyi nasîhatçi ve delîl olmaz.
15. Tama'dan daha zelil fakirlik olmaz.
16. Şekâvetle toplanan maldan zenginlik olmaz.
17. Sıhhatten daha güzel hayat olmaz.
18. İffetten daha tatlı maîşet olmaz.
19. Huşû'dan daha güzel ibâdet olmaz.
20. Kanâatten daha hayırlı zühd olmaz.
21. Sükûttan daha ziyâde muhafaza eden bekçi olmaz.
22. Ölümden yakın da gàib olmaz.
Şimdi bunları birer birer inceleyecek olursak, beşerin saadet ve selâmetinin nerede olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz, sanırım.
Ebûbekir el-Verrâk KS:
"--Kendinle Hak arasındaki sıdkı ve halk ile kendi arandaki rıfkı muhafaza edebilmek, kişinin saâdet ve selâmetinin îcâbıdır." buyurmuştur.
Hayattaki selâmet ve saadet yollarının doğruluk, sehâ ve şecâatte olduğunu, bir de bunlara ilâveten, ittikâ, hayâ ve gıdanın tıybi olarak bildirmiştir.
İbn-i Abbâs RA der ki:
"Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'den kemâl denilen şey soruldu.
'--Hak sözü söylemek ve sadâkatle amel etmektir.' buyurdular."
Sıdkın altı mânâda müsta'mel olduğu da ayrıca zikredilmektedir:
1. Sözde sadâkat.
2. İrâde ve niyette sadâkat.
3. Azminde sadâkat.
4. Ahdine vefâda sadâkat.
5- Amellerinde sadâkat.
6. Muâmelât-ı dîniyyenin hepsinde sadâkat.
1. Sözde Sadâkat
Yalnız çocukların terbiyesinde ve bazen de hanımların terbiyesinde, karı koca arasını ıslâhta, kardeşlerin aralarını ıslâh ile barıştırmakta, harp esnasında ve usüllerinde ihtiyaç ve zaruret miktarı söylenen sözlerin kizib denilen yalandan sayılamayacağı belirtilmiştir. Bu ise ne kadar dikkate şâyândır.
Şu mezmûm olan ve herkes tarafından da hiç beğenilmeyen yalanı görüyorsunuz ki, iki kardeş arasını veya karı koca arasındaki dargınlık ve münâfereti gidermek için, bu fena olan yalana cevaz verilmiştir. Müslümanların ve âilelerin birbirine karşı dargınlık ve küslüğü, demek ki, yalandan daha fena bir şey olduğundan, onları barıştırmak için bu gibi yalanlara cevaz verilmiştir.
Meselâ, "O benim için şöyle, şöyle söylemiş. Yâni iğrenç, kötü, fena sözler sarf etmiş." diyene, siz de inkâr sadedinde: "Hayır birader, ben de ordaydım, o adam sizin için kat'iyyen öyle söylemedi, size yanlış anlatılmış, belki şöyle şöyle dedi" diyerek onun hoşuna gidecek bir ifade kullanmak gibi...
2. İrâde ve Niyette Sadâkat
Niyyet ve irâdesinde Hakk'ın rızâsından gayrı bir şey düşünmemek ve istememektir.
3. Azminde Sadâkat
"Cenâb-ı Hak şöyle bir servet verirse, ben onun şu kadarını hayırlara harcayacağım!" dediğinde ve buna mümâsil bütün yapacağı işlerdeki azminden sadâkatini bilfiil dediği gibi göstermesidir. Bunlarda gösterceği zaaf, azminde sadâkatsizliğe delildir.
Meselâ: "Cenâb-ı Hak bana para ve kuvvet verirse hemen hacca gideceğim!" diye azmeden insanın, bilâhare çeşitli bahânelerle bunu tehir etmesi azminde sadâkatsizliğe alâmettir.
4. Ahdine Vefâda Sadâkat:
Ahdinde vefâ da böyledir. Bir şeyi va'd etmek kolaydır. Fakat va'dini zamanında yapmak hünerdir. Meselâ, Enes RA'ın amcasının oğlu Enes RA. Bedir muharabesine iştirak edememiş ve buna çok üzülmüş;
"--Nasıl olur da ben Rasûlullah'ın bulunduğu bu ilk muharebede bulunamayayım?" diyerek çok acınmış ve "Bir daha muharebe olursa bakın ben kendimi nasıl göstereceğim ve Bedir'de bulunamadığımın acısını çıkaracağım!" diye söz vermiş. Vaktâki Uhud muharebesi başlıyor, Sa'd ibn-i Muâz RA bu zâta, Uhud meydan muharebesine giderken rastlıyor ve soruyor:
"--Hayır ola nereye böyle?" deyince, cevâben:
"--Cennet kokuları burnuma gelmektedir." diyor ve muharebe meydanına atılıyor. Öyle aşkla cenk ediyor ve dövüşüyor ki herkes hayrete düşüyor. Nihayet şehâdet şerbetini içip rûhunu teslim ediyor. Muharebe bitince bir de bakıyorlar ki, tanınacak hali kalmamış, yalnız kardeşi elbisesinden tanıyabilmiş. Aldığı ok ve kılıç yaralarını saymışlar, seksenden fazla yara almış.
Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle sözlerinde ve ahidlerinde vefâkâr olan bahtiyar insanların şefâatine nâil eylesin ve onları da radiyallàhü anhüm ve rad anh sırrına mazhar buyursun, âmîn.
5. Amellerinde Sadâkat
Bu da pek ince ve dikkate değer bir iştir. Yaptığı amellerde, dışı nasılsa içi de öyle olmalıdır. Meselâ, dışından pek güzel namaz kılan insanın, o andaki iç harekâtı dışının göründüğü gibi değilse, aranan sadâkat bunda bulunmaz. Namazda herkes dışını, duruşunu ve kıldığı namazı pek beğenir. Fakat onun içi gönlü, kalbi, evde, işte, çarşıda, pazarda, olup da bu harekâtıyla içi dışına uymadığından ötürü, hareketlerinde ve amellerinde sadâkat bulunmamaktadır.
Elbette bu pek kolay bir şey değildir. İçimiz her ne kadar dışmıza uymasa dahî biz yine vazîfemizi yapmakla me'muruz. Kendimizi ıslâha sa'y ve gayretle beraber gönlümüzü de Hakk'a tam mânâsıyla çevirmeye çalışıyoruz ve Cenâb-ı Hakk'ın yardımını ve tevfîkını da mütemâdiyen isteriz. Çünkü bizim aczimiz mâlûmdur. Onun lütfu ve ihsânı olmazsa, hiç bir şeyde muvaffak olmayacağımız tabiîdir.
Peygamberimiz SAS Efendimiz bir duâsında şöyle buyurmuşlardır:
"--Yâ Rab! Benim sırrımı âşikâr olan amellerimden hayırlı kıl ve âşikâr, alenî amellerimi de sâliha kıl!"
Bir mü'min de dâimâ böyle duâ etmelidir. İçle dış müsâvî olursa, o vakit yarı yarıya demektir. Asıl iç dıştan efdal olursa, o zaman makbûl ve memdûh olur. Bunun aksine, dış içten üstün ve gösterişli olursa, o makbûl değildir. Onun için bazı büyükler, sadâkat "İç ve dışın Hakk'a muvâfık olması gerektir." demişlerdir.
6. Muamelât-ı Dîniyyenin Hepsinde Sadâkat
Mü'minin sırrı zâhirine uyarsa, Allah-u Teàlâ o kulu ile meleklerine mübâhât edip, "İşte benim bu hak kulumdur!" buyurur.
Sıdk, derecelerin en a'lâsı ve azîzidir. Din makamlarında Allah'tan korkudaki, recâdaki, ta'zîm, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi ve sâiredeki sadâkatini göstermesidir. Hiç şüphesiz ki, bunların başlangıcıyla sonuna ulaşanlar bir olamazlar. Bunlardaki korku, ümid, ta'zîm, rızâ, tevekkül ve sevginin herkesteki tezâhürü bir olamaz. Burada zaaf ve kuvvet nisbetinde, herkeste ayrı ayrıdır, derece derecedir ve galebe nisbetindedir.
Allah-u Teàlâ'ya iman eden herkes Allah'tan korkar. Fakat bu korku, herkeste bir değildir. İmanın kuvveti nisbetinde korkarlar ve severler. Ta'zîm ve tevkîr de böyledir. Meselâ Efendimiz SAS Hazretleri, Cebrâil AS'ı hılkat-i asliyesiyle, şark ile garb arasını doldurmuş olduğu vakitte görünce, bayılır gibi olmuştu. Cebrâil AS:
"--Yâ İsrâfil AS'ı görseydin ne olacaktı? Onun büyüklüğü ta'rife sığmaz derecededir. Halbuki, o kadar büyük olmasına rağmen huzûr-u Rabbül-Àlemîn'de korkusundan ufacık bir kuş gibi kalır." buyurmuştur.
Allah'tan gayrisinden korkanlar hakîkat-i imana ulaşamazlar. Fakat cibilliyet-i insaniye iktizâsı, insanda zaaf ve acz vardır. Yırtıcı canavarları görünce korkmaması, sultandan, zâlimlerden, eşkiyâlardan korkmamak herkese müyesser değildir. Filvâkî bazı büyük zevat, bu canavarlara da sözlerini geçirebilmişlerdir. Ammâ bunlar pek mahdut bahtiyarlardır. Yoksa bizim gibi àcizlerin işi değildir.
Sıdk derecelerinin sonu yoktur. Herkes nasîbi kadarını alır. Tevhîdde sadâkat, tâatte sadâkat, ma'rifet-i ilâhiyede sadâkat, sıdkın esaslarındandır. Tevhîddeki sadâkatte bütün ehl-i iman müsâvîdir. Tâatteki sadâkat ise ehl-i ilme mahsustur, denilmiştir.
Ca'fer-i Sâdık RA Hazretleri'ne göre sıdk, mücâhede ve Allah'tan gayrisini ihtiyar etmemektir. Sıdkın alâmeti olarak da, tâatlerin ve müsîbetlerin tamamen saklamaktır demişlerdir.
Şu da şâyân-ı dikkattir ki, Sûre-i Münâfikn'da bildirildiği vechile münâfıkların Rasûlüllah SAS Hazretleri'ne gelip:
"--Biz senin, Allah-u Teàlâ'nın hak rasûlü olduğuna şehâdet ederiz!" demelerine mukàbil, Cenâb-ı Hakk'ın onların yalan söylediklerini ve kâzibînden oldukların bildirmesi ne kadar güzeldir. (Münâfikn: 63)
Çünkü söylenen söz hakikatte pek doğru, fakat bu söz dilin sözüdür. Hakîkatte ise gönülleri ona inanmış olarak söylemedikleri için, Cenâb-ı Hak da onların yalancılıklarını meydana koymuştur. Bundan pek güzel anlıyoruz ki, sözlerin muhakkak sûrette özlerine uygun olması gerektir.
Kur'an-ı Kerim'de Bakara Sûresi'nin ikinci sayfasında bu yalancı münâfıkların halleri pek güzel ve açık bir sûrette tasvîr edilmiştir. O günün yalancı, müfteri, aldatıcı münâfıklarının hâli, her devirde her zaman görülegelmektedir. Bunlar bâtıl akîdelerince, yalanlarıyla insanları aldattılarını zannederlerse de hakikatte kendilerinin aldandıklarını ve bu iki yüzlü olmaları ise beyinsiz ve akılsız oldularının alâmeti olduğunu pek açık bir lisan ile belirtmişlerdir.
Pek azîz ve muhterem kardeşim! Şu okuyagelmiş olduğun sıdk bahsi hakkında her halde gönlünde birtakım belirtler hâsıl olmuştur. Mahlûkların en mükemmel ve efdali olan insana dâimâ her yerde ve her zaman sadâkatin yakışacağına kanâatin mevcuttur. Bugünkü insan câmiası, herhangi bir kavim ve miletten veya dinden olursa olsun, doğruluğun, sadâkatin lüzumunu hiçbiri inkâr edemez. Doğruluğun lüzumuna herkes kàil fakat, doğru olmak ve doğru olabilmek kolay bir mesele değildir. Herkesin sevdiği ve istediği bu doğruluk, oldukça zor bir iştir. Zira, her kıymetli şey gibi o da pahalıdır. Herkes alamaz, ancak büyük zenginler alabilir. Meselâ, yâkut ve plâtin cevherleri olsa da çok değil, birazcıktır.
Halbuki doğruluk, hiç bir cevherle ölçülemeyecek kadar üstün ve kıymetildr. Oun elde edebilmek için çok kuvvetli ve üstün, sağlam bir imana sahip olmalıdır. Sàdık, doğru, düzgün, tam, kâmil bir müslüman olması da pek kolay bir şey değildir. Bunun için Hazret-i Celle ve Âlâ, bizlere dâimâ sàdıklarla yâni, tam, kâmil, olgun müslümanlarla beraber olmamızı tavsiye etmiş ki, onların güzel ahlâkları, kemâlleri, tedricî bir sûrette temas ettiği insanlara, müslümanlara da sirâyet eder, geçer ve bir gün bakarsınız ki, o da güzel, kâmil, olgun bir müslüman olmuştur.
Kötü ve yaramaz kimselerin kötülükleri, nasıl kendileriyle temas eden kimselere geçerse, iyilik de böyledir. Hattâ bu kàide nebatlarda da böylece cârîdir. Meselâ, beyaz kabağın yanına ekilen bir karpuz, bir müddet sonra kırmızı rengini kaybeder. O da kabağın rengine boyanır. Bu haberi çiftçilerden dinlemiştim. Bizde de şu atalar sözü meşhur değil midir? "Üzüm üzüme baka baka kararır."
Yerin güzelinden, güzel mahsûl alındığı da ma'lûmdur. Çorak ve çöl arazide ise ne kadar uğraşsanız, güzel mahsul alamazsınız. Çiftçiye güzel yeri aramak nasıl lâzımsa, müslümanlara da güzel müslümanları aramak ve onlarla hem dem ve hem âhenk olmak mutlak sûrette lâzımdır. Zirâ, dünya ve dünyanın her çeşit nîmeti ne kadar güzel ve kıymetli de olsa, sonu yoktur, bekàsı yoktur, fânîdir. İman ve İslâmiyet'te kemâl ise, hiç de böyle değildir. Onlar hep ebediyet yolunun meyveleridir; ne biter, ne de tükenir. Her lokmasının tadı ayrı ayrıdır, birbirinden üstün lezzetleri vardır.
Sert bir demiri hemen şöyle bir kızdırmakla, onu istenilen şekle sokmak mümkün olmaz. Belki ateş gibi kıpkırmızı olacak ki, istenilen şekle sokulabilsin. İnsan da tıpkı böyledir. İyileri görmek, onlarla sohbet etmek veya onlara biraz hizmet etmekle, onların hallerini tam mânâsıyla almak mümkün olmaz. Demirin tam mânâsıyla kızarması nasıl lâzımsa; kâmil, olgun müslümanların arasında uzun zaman bulunup onların hallerini tam almadıkça, insanda kemâl tezâhür etmez ve edemez.
Bu hususta ne kadar büyük ve devamlı bir mücâdelenin lâzım olduğuna inanmak gerekir. Küçük muharebeden büyük muharebeye dönüşün ne demek olduğunu herkes pekâlâ bilir. Binâen aleyh, böyle mücâhedelere alışmamış ve hazırlanmamış kimseler için, imanda kemâl, ahlâkta kemâl, insanlıkta kemâl, İslâmlıkta kemâli ummak âdeta muhaldir, derseniz pek hata etmiş olmazsınız sanırım.
Büyüklerin atasözleri de buna delildir: "Kötü huyu teneşir temizler." derler ya, evet, yerleşen ve kökleşen kötü huyların değişmesi ve terki çok zordur. Onun için, "Dağı yerinden söküp kaldırmışlar denirse inan; fakat, alışılan kötü huyların bırakıldığını söylerlerse, inanma!" dedikleri de meşhurdur. Fakat ne yazık ki henüz küçük yaşlarda, iyisini alıp kötüsünü bırakmak, hele bu devirde ne kadar müşküldür. Sinemaler, tiyatrolar, televizyonlar, radyolar, gazete ve mecmualar, deniz ve kara banyoları, artık kimde can bırakır bilmem?..
Böyle sefâhatlara, israflara haramlara alışan insanlarda, artık ne insanlık ne de İslâmlık aranabilir. O gibiler, ahireti çoktan unutmuş, tam bir dünya adamı olmuştur. Amma ecel şerbetini içip de, ahiret âlemine intikal edince, nasıl yanlış yolda olduğunu anlayacak, fakat iş işten geçmiş, her şey bitmiş olacaktır. Nedâmet, pişmanlık kimseye fayda vermez.
Onun için, ey aziz kardeşim; sen bu fakîr-i pürtaksîr, günahkâr kardeşinin sözlerine iyi kulak ver ve onu kabul et de, bir an evvel tevbe ve nedâmet edip İslâm'ın yoluna dön! Namaz kıl, cemaate devam et, vaaz ve nasihat dinle! "Ben ondan daha iyisini bilirim!" deme! Zekâtını fazlasıyla ver, yardımdan ve sadakalardan sakın kaçma!
Elinden gelirse her sene hacca git, orda akümülâtörünü doldur! Sonra memleketine faydalı olarak dön! Medine-i Münevvere'yi de ziyaret etmeyi ihmal etme! Rasûlüllah SAS Efendimiz'in huzurlarında gözyaşlarını dökerek çok çok salât ü selâm getir! Sakın kimseyi hakir ve hor görme, herkesi her bakımdan kendinden iyi ve üstün görmeye bak! Servete, bilgiye, varlığa, sağlığa sakın güvenme!
Kimseyi incitme ve kimseden yardım bekleme; elinden geldiği kadar herkese yardımcı olmaya çalış! Kat'iyyen sert konuşma ve çok da konuşma! Yüksek sesle hele hiç konuşma; gayet yumuşak ve tatlı konuşmaya dikkat et! Bâhusus, zuafâ ve fukarâya karşı gayet mülâyim ol, kimsenin gönlünü kırma! Kat'iyyen bilgiçlik taslama, makamlara göz dikme, onların parlaklığına hiç aldanma! Mümkün olduğu kadar devlet kapılarından uzak ol; oradan bir şey bekleme!
İhtiyar dahi olsan, sakın genç kadınlarla hatta yaşlı kadınlarla dahi sohbete alışma! Yazlık diye deniz kıyılarında ev tutma, günah yerlerinden kaç! Çocuklarını da öyle yerlere bırakma ve onları günahlara alışmaktan koru! Dünya için zinhar dinini zâyî etme! Ölümü unutma, gözünün önünden ayırma! Dâimâ Hakk'ın rızasını kazanabileceğin hayırlı ibadetler ve amellerle meşgul ol!
Bid'atlardan sakın, hevâ ve nefsinin arzularına uyma. İyi, sàlih, sàdık, àbid, zâhid kişileri ara bul, onlardan ayrılma, hizmetlerine devam et! Kat'iyyen kimsede kusur ve kabahat görme ve arama; kendi kusur ve kabahatlerini ara ve onlar gidermeye sa'y ü gayret eyle!
Komşularınla son derece güzel geçinmeye bak, onları mümkün oldukça hediyelerle taltîf et! Çocuklarına da hediye vermekten geri kalma! Onların kusurları olursa, örtmeye çalış! Kimsesiz ve yardıma muhtaç olanlarını ara bul, hizmetlerinde kusur etme! Güler yüz ve tatlı dilden ayrılma!
Boş vakitlerinde Kur'an-ı Kerim'i oku ve zikrullah ile meşgul ol! Boş ve faydasız dedikodulardan son derece uzak ol! Hakk'ı unutma ve Hak'tan zerre kadar ayrılma!
Lokmalarına son derece dikkat et, onların dâimâ helâlinden olmasına çalış! Şüphelilerden sakın! Faizlere kat'iyyen karışma; hırs ve tama' hiç bir zaman iyi bir şey değildir. Dünya zînet ve süslerine iltifat etme, fuzûlî masraflardan sakın! Haramlardan milyonları kazanacağını bilsen, katiyyen tenezzül etme!
Kızlarını ve hanımını sakın memure etme ve ticaret yapmalarına izin verme, son derece zaruret olmadıkça... Fakr ü hale rızâ ve kanaat ile geçinmek ve hür türlü sıkıntılara sabır ve tahammül etmek, hiç şüphe yoktur ki dünyanın müreffeh hayatlarının hepsinden daha iyidir. Ahiretteki mükâfatı da o nisbette büyük ve hesapsızdır. Sabır bahsini mütalâanızı tavsiye ederim.
AHDE VEFÂ
"Ahdi (yapılan sözleşmeyi) yerine getirin, çünkü verdiği sözden cayan (kıyamet günü) sorumludur." (El-İsrâ: 34)
İslâm ahlâkının en mühimlerinden biri de ahde vefâdır. Ahde vefâ husundaki âyet-i kerimler on taneden fazladır. Sözünde duran kimseleri, ahidlerini, vaadlerini, verdikleri sözü yerine getirenleri, hem Allah-u Celle ve A'lâ sever, hem de insanlar sever. Sözlerinde ve vaadlerinde durmayan kimseleri, Allah-u Celle ve A'lâ sevmediği gibi, kulları da sevmez.
Emânete riâyet etmeyenin imanı olmadığı gibi, ahde riâyet etmeyenin de kâmil bir dini olmadığı Hazret-i Enes RA'den rivâyet edilmiştir. (Et-Tergîb, c. 4, s.11)
Müslim RA'ın rivâyet ettiği bir hadisin sonunda, bir müslümana gadr ve ahdini nakzedenler, "Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerlerine olsun!" diye çok açık bir şekilde tehdit edilmişlerdir.
Bu tehdit hiç şüphesiz ki, ahde vefânın çok mühim olduğunu güzelce bildirmektedir. Esâsen münafıklığın başlıca üç alâmetinden birini de, ahdini bozanlar teşkil etmektedir. İsmail AS'ın vaadinde sebâtı, Kur'an-ı Azîmüşşan'da övülmüştür. Efendimiz SAS Hazretleri peygamberliğinden önce, birisine vermiş olduğu sözden nâşî üç gün orada beklemişti.