41 ilâ 60. sayfalar

Zikrullah ile eczâ-yı beden inceleşir, letâfet peydâ eder. Gönlü, hicab-ı anâsırdan müberrrâ ve libâs-ı bedenden muarrâ olur. Uykusu halinde âlem-i berzâha varıp rahat bulduğu gibi, yakaza halinde hem berzaha ve hem de melekûte muttalî olarak, hem rahat ve hem de saâdet bulur. Uykusunun îtidâli, bedenin rahatlığı olduğu gibi, can da rahat eder. Lâkin tâlib-i irfân uyku ve rahatı bırakıp gecenin karanlığında aynı hayât-ı cânı müşâhede ile görmüştür."

Nazım

Sulh u salâh oldu bu kavgà-yı şeb
Oldu çü sahrâ, bize deryâ-yı şeb.

Şâhid-i gaybın sevgilisi gecedir,
Âşıka rûz olmadı hem tây-ı şeb.

İstemez uykuyu kaçar hâbdan,
Eylese bu dîde temâşâ-yı şeb.

Çok dil-i pür-nûr u nice cân-ı pâk.
Oldu kamu bende-i Mevlâ-yı şeb.

Dîk-i siyahtır göze, şeb zulmeti,
Tatmasa dil lezzet-i helvâ-yı şeb.

Gündüz olur gerçi bu sevdâ-yı kâr,
Başka safâdır dile, sevdâ-yı şeb.

Bağladı şeb desti, çü her kârdan,
Hakkı eder subha dek ihyâ-yı şeb.

Bundan anlıyoruz ki, müşâhede mertebelerine nâil olmak isteyen àriflere ve sâliklere, mutlak ve mutlak mücâhede lâzımdır. Bunun da aslı, az yemek, az uyumak ve az konuşmak olup, halvetle birlikte zikrullaha devamdır. Bunlarsız ne ahlâkta ve ne de insanlarda, matlûb olan kemâli elde etmek mümkün olmaz.

61

8. Uykunun Esrârı ve Faydaları

Ey azîz! Ehlulah demişler ki: İnsan rûhu âlem-i ulvîden âlem-i süflîye garip gelmiştir. Ancak nefs-i hayvânîmizin işlerini tedvirle meşguldür. Nefs-i hayvânînin menfaatlerini celb ve mazarratlarını def için ona taallûk ve bedene teveccüh kılınmıştır. Bu sebeple, bu dar yerde mahpus kalmıştır. Nefse, yâni cisme uyku geldikte, ol rûh-u ulvî kendi âlemine girip, iki türlü fayda bulmuştur:

Birincisi; darlıktan kurtulup rahat ve serbest olmuş ve beden hizmetlerinden kurtulmuştur; âlem-i likàda ervâh ile mülâkàt edip zevk ve huzur bulmuştur.

İkinci faydası; rûh-u ulvî kendi vatanına varıp, akl-ı evvelden bazı esrâra muttalî oldukta, bir çok meânî tahsil kılınmıştır. Biz buna rüyâ deriz ki, bu da iki kısımdır: Biri rüyâ-yı sâdıka, diğeri kâzibedir. Eğer rûh berzâhdan geçip akl-ı külle mukàbil geldiyse, vasıtasız müşâhede edip ilhâmât almıştır. Uykusu, yakaza halinde olup, murâkabe ve keşiflere dalmıştır.

İnsan vücudu bağlanmış bir tahta misâlidir. Uyku halinde rûh-ı revânı, ondan alıp başka yerlere götürürler. Tâ bu altı cihetten başka bir menzil ve bu âlemden başka bir âlem olduğunu görüp anlaya ki, ondan gelmiştir ve yine o âleme dönecektir. Binâen aleyh, bu dünyaya meyletmeyip, o yüksek makàmına, vatanına muhabbet kıla ve ona vâsıl olabilmek için mücâhedelerine devam eyleye ve bin netice ma'rifetullàh mertebesini bula ve muhabbetullàha nâil ola.

62

Gerek uyku halinde ve belki de ölüm vaktinde bile âlem-i berzahta kalmayıp, melekûttan içeri gidip gelebile ve saâdet-i üns ve huzur ona müyesser ola.

Bir kâmil, ziyaretçilerin çokluğundan mütessir olmuş ve demiş ki:

"--Ey dostlar, izninizle bir saat kadar vahdete varayım!"

Sonra yatıp, hırkasını başına çekip uyumuş. Zîrâ, gönül gözü açık olan kâmilin cismi uyumak ister, ruhu da kendi âlemine rücû eder. Huzûr-u Hazret'te huşû ve huz eder, gelip gideceği yer olan akl-ı külle gider.

Nazım

Gözlerin yumdu bu cihândan o cân,
Açtı hüsnü nikàbını cânân.

Dikti cânân yüzüne cân gözünü,
Açamaz yummadan cihân gözünü.

Yine cânında buldu cânânı,
Yine tahtında gördü sultânı.

Kalb-i àrifte zâhir oldu o nûr,
Kıldı evvelki sûret ile zuhûr.

* * *

Nevm-i ehli-i dil huzûr-u hazret-i dildâr olur,
Çünkü her dem arzûsu dilde ol dîdâr idi.

Àrifin gözü uyur kalbi uyumaz aşk ile,
Kim ezelden aşk ona her halde yâr-ı gàr idi.

Hâb hoş olsun helâl o ayne kim düşte görür,
Anı kim Hakkı anınçün bir zaman bîdâr idi.

Hâzır ol her dem deminden bir hayât-ı tâze bul,
Gece, Hakkı hâbı az et, hâbı az et, hâbı az.

Sen bizi öyle ferâmuş eyledin gûyâ ki sen,
Bir dahî râci' değilsin aslına gel etme nâz.

Nîm-şeb kalk, ağla derdinle, teveccüh kıl bana,
Tâ seni cezb eyleyem, kûtâh ola râh-ı dirâz.

63

Uyku gflettir ehl-ü mevt olma, hay ol aşkîyle,
Dinle her şeb sözlerin, ma'lûmun olsun cümle râz.

9. Uykunun Hakîkatı

Uykunun hakîkatini, avâm uykusunun berzahda kaldığını, havâs uykusunun melekûte yol bulduğunu bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, uykunun hakikati budur ki, rutûbetli gıdalar, yürek damarlarına rehâvet verip, havâs ve a'za-yı beden, his ve hareketten kalır. Damarlar, ciğer ve bütün beden gıdâlarını alıp beslenir ve büyürler. Uyku ise bedenin bu hâletinden ibarettir. Rutûbet ve gıda, mûcib-i nevm, uyku getirir olduğu için çok su ile uyku ağırlaşır ve balgamla, gaflet ve unutkanlık ziyade olur.

Eğer uyuyanın kalbi gàfil ve nefsiyle meşgul ise, kendi kemâlini kazanmaktan âciz olur ve âlem-i berzahta hapsolup, hayâlen, rüya, (edgâsü ahlâm) bir takım karışık rüyâlar ile kalır. Eğer uyuyanın kalbi uyanık ve mücerred ise, âlem-i berzah denilen (Ölenlerin ruhlarının toplandığı yer, dünya ile âhiret arasında bir mekân) yerden geçip, kendi asıl âlemine varır. Orada huzur içinde aslâ uyku gelmez ve bedinin uykusu, böyle kalbi hiç bir zaman hareketsiz kılmaz; teveccüh ver terakkîden de bir nefes bile hâlî kalmaz.

64

Uyku cahillere atâlet ve gaflettir. Uyku, ruhânî ise, Huzûr-ı Hazret'tir. Cahilin uykusu muvakkat bir ölümdür. Àrifin uykusu ise, hâtıraları açar. Avâmın uykusu perişanlık ve azaptır. Havâssın uykusu ise, Hakk'a tam tevccühdür. Nâkısın uykusu, vakitlerin ziyâıdır. Kâmilin uykusu tâatın özüdür.

Gönül ehil, kâmil bir zât, on gün kadar bir dergâha misafir olmuş. Çokça yer, çok uyur ve çok da konuşurmuş. Bunu şeyh efendiye şikâyet etmişler. O da o zâtı çağırıp, şikâyetlerini anlatmış. Misafir olan kâmil zât cevaben demiş ki:

"--Eğer bu şikâyetçilerde biraz irfân olsaydı, şikâyet yerine teşekkür ederlerdi. Zîrâ benim yediklerim nurdur, uykum huzûra gitmektir, sözlerim ise hiç boş değil, hep hikmettir." deyince şeyh efendi bu zâtın kemâlini görerek, onu kendi makàmına oturtup kendisi ona mürid olmuş ve onun işâretiyle bir çok günler açlık ve yemezlik, sükût ve uykusuzluğa devamla, ol dahî nûr-u hikmet ve huzûru bulmuştur.

Lâkin bu kemâle vâsıl olmayan âşık, çok yemekle ve çok uyku ile, hâib ü hâsir, zarar ve ziyan içinde kalmıştır. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle gaflette bırakmasın...

65

Nazım

Nîm şeb aşk eyledi dilden yana vâfirce nâz,
Çok itâb etti, dedi: Àşık sen eyle, hâbı az.

Biz seninle geceler, tâ subha dek söz söyleriz,
Sen ayağın eylemişsin câmehâb içre dirâz.

Gündüzün gaflettesin bizden, dahî şeb, hâbda,
Yâ ne vakt eylersin, ey âşık bize tatlı niyâz?

10. Uykusuzluğun Kısımları

Uykusuzluğun kısımlarını, hal ve makamlarını bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Uykusuzluk açlığın neticesidir. Zîrâ midede gıda olmazsa, uyku gelmez.

Uykusuzluk iki kısımdır: Biri gözlerin uyumaması, biri de kalbin uyumamasıdır. Lâkin kalbin uyanıklğı müşâhedeyi taleb içindir. Aynı zamanda gaflet uykularından intibahtır, uyanıklıktır. Ammâ gözün uyanıklığı, müşâhedeyi taleb için, gönülde olan himmetin bekàsına ve devâmına rağbettir ki, tevfîk-ı ilâhidir. Zîrâ göz uyuyanca, ekseriyetle kalb ameli de bâtıl olup kalır. Eğer göz uyuduğu halde gönül uyumayıp ameli, hâli üzere kaldıysa; ol müşâhede, evvelki gecelerin uykusuzluğunun mükâfatıdır. Bu uyanıklığın faydası, amel-i kalbin hâli üzere istikrârı, bekàsı ve devâmıdır. İnd-i ilâhîde olan menzil ve hazînelerine yükselmeye ve nâil olmaya vesîledir.

66

Mübtedî olan sâliklerde ise, uykusuzluk gafletle geçen vakitlerin telâfîsi ve ta'miridir. Kâmil ve muhakkıkînde ise, hallerinin ziyâdeliğine sebeptir ve ahlâk-ı ilâhiye ile ahlâklanmalarına vesîledir ki, inâyet-i ihlâhiyenin esâsı, kökü ve ilkidir. Uykusuzluk makàm-ı kayyûmiyettir. Zîrâ, Esmâ-i ilâhîyede bir isim kalmaz, illâ ki insân-ı kâmil onu hâmildir. Uyanıklığın bir hâssası da, nefsinin bilmeye yaramasıdır.

Bir efendi bir sevdiğine àşık olduğunu bildirmiş. O da, "Bu gece yarısı ben size gelirim!" demiş. Fakat àşık olan zât gece bir müddet bekledikten sonra uyuyakalmış.

Sevilen zât eve gelmiş, bakmış ki àşık uyuyor, önüne biraz ceviz döküp, eteğinden de bir parça keserek gitmiş. Àşık sabahleyin uyandığı zaman gördüğü manzaradan çok utanıp, pişman olmuş. Olmuş ammâ iş işten çoktan geçmiştir. Bundan sonra uykusunu tamâmiyle terk edip, huzûr-u ilâhîde ünsiyet nasîbini almıştır.

Nazım

Sakın ey yâr-ı mihmandâr uyuma!
Gelir gönül evine dildâr uyuma!

Ko hâbı-gafleti şeb-i kalbe sirâyet,
Nice zâhir olur esrâr uyuma!

Dilersen Hayy ü Kayyûm'un rızâsın,
Gece tenhâ otur zinhâr uyuma!

Çü şebi ikbâlde ferâh buldu uşşâk,
Gözet sen, sen de bul dîdâr uyuma!

Edip tazyid-ı evkàt uyusa halk,
Sen etme zâyî, ol bîdâr uyuma!

Gam-ı aşk eylese, şeb-i kalbi meksur,
Gelir tahtına ol Cebbâr uyuma!

Gaam-ı aşk olsa mihmân, koyma tenhâ,
Ona ver Hakkı her neyin var, uyuma!

Mevlâ cümlemizi hakîkî kanâatkârlardan eylesin. Âmin, bihürmeti seyyidil-mürselîn...

67

RIZA

Hak Celle ve A'lâ'nın hükümlerine, kazâ ve kaderine teslîmiyettir. İster ekşi, ister tatlı olsun hükm-ü ilâhîyeye rızâ ve inkıyaddır. İnsanlık derecelerinin en üstünü ve ahlâk-ı hamîdenin de en mühimidir.

Şu kıssa bunu pek güzel anlatır:

Sa'd ibn-i Ebî Vakkas RA'ın ihtiyarlık sebebiyle gözleri görmez olmuş. Halbuki, duâsı da pek müstecâb olan bir zât imiş. Dostları kendisine, gözlerinin görmesi için Cenâb-ı Hakk'a duâ etmesini ricâ etmişlerse de, cevâben demiş ki:

"--Ben Hakk'ın kazâ ve kaderini, gözümün nûrundan daha çok severim de, onun hikmetlerine îtirâz etmem!"

Bu büyüklük ve kemâl alâmetlerinden başka bir şey olmadığı ma'lûm bir hakikatir.

Rızânın evveli, insanın sa'yi ve gayreti eseri, sonu da Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd'un bir mevhibesidir. Cenâb-ı Peygamber SAS Efendimiz de;

"Allàhümme innî es'elüke nefsen bike mutmeinneten, tü'minü bilikàike ve terdâ bikadàike ve takneu biatâik." duâsıyla ümmetine ne güzel bir ders vermiştir. [Ey Allahım, ben senden sana mülâkî olacağına inanan, kazâna râzı olan ve nimetlerine kanaat eden, itmînâna ermiş bir nefis istiyorum!]

68

Makàm-ı mutmainneye ulaşmış olan hakîkî zâkir, her an Hakk'a mülâkî olacağına inanan, kazâ-yı ilâhiyeye râzı olan ve hiç bir vechile îtirâz ve şekvâda bulunmayan, her zaman ihsân-ı ilâhîye ve atâ-i sübhânîye kanaat eden, başkalarının mal ve servetinde gözü olmayan tok gözlü insanlar, hem Hâlik'ın hem de kullarının sevdiği makbûl kimseler olduğunda şüphe yoktur.

Fakat bu güzel ahlâkın ve benzerleri diğer ahlâkların, insanlarda yer alabilmesi ve bulunması, tabiatiyle kötü ahlâklardan kurtulmasına, nefsânî ve şehevânî temâyüllerinin tamamiyle kesilip kırılmasına bağldır. Azgın nefislerde yâni, nefis ve şehvetlerinin esiri olan zavallılarda rızâ ve diğer huyların bulunmasına imkân yoktur.

Onun için rızâ sahipleri dünyada dahi cennette imiş gibi rahattadırlar. Zîrâ rızâ, "Allah'ın en büyük kapısıdır, dünyanın cennetidir." buyrulmuştur. Halbuki kulun Hàlık'ının hükümlerine râzî oluşu, Hàlik-ı Zülcelâl'in o kulundan razı oluşundan sonradır. Nasıl ki, yerdeki otların bitişi ve mahsûlâtın oluşu, gökten gelen yağmurlara ve güneşin hâraretine bağlıdır. Yağmur yağmaz, güneş de bulunmazsa, bütün emeklerin boşa gideceği herkesin bildiği bir şeydir.

69

Kadınların sultanı Râbiatül-Adeviyye KS'nun sözleri ne kadar kıymetlidir. Mübârek kadın buyuruyor ki:

"--Bir kimse nâil olduğu nîmetlere sevindiği gibi, belâ ve musîbetlere de sevinmedikçe rızâ sahibi olamaz."

Efendimiz SAS Hazretleri de:

"--İmanın tadını Allàh-ü Celle ve Âlâ Hazretleri'nin hükümlerine râzı olanlar ve onu hakîkî mürebbî ittihaz edenler tadabilir." diye beyân buyurmuşlardır.

Bu sebeptendir ki, duâlarında evvelâ nefs-i mutmainneyi istemelerinin sebebi pek güzel anlaşılır. Çünkü nefs-i mutmainne makàmına erişilmedikçe güzel ahlâk elde edilemez.

Mûsâ AS Hazretleri Cenâb-ı Hakk'a:

"--Yâ Rab! Beni öyle bir amele delâlet et ki, ben onu işlediğim zaman sen benden râzı olasın!" demişler.

Cevâben:

"--Yâ Mûsâ, sen ona tâkat getiremezsin!" buyrulunca, hemen secedeye kapanıp tazarru' ve niyâzda bulunmuş, bunun üzerine:

"--Yâ ibn-i İmrân, muhakkak benim senden râzı olmaklığın; senin, benim verdiğim hükümlere, kazâ ve kadere râzı olmana vâbestedir." diye vahiy buyrulmuştur.

İşte çeşitli rûhî buhranlar ve muhtelif sinir hastalıkları ve hattâ --Mevlâ cümlemizi muhâfaza buyursun-- intiharlar, tetkik edilirse hep hükm-ü ilâhiye, kazâ ve kadere rızâsızlıktan neş'et etmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Bu sebeptendir ki rızâ, ahlâk-ı hamîdenin ve fezâil-i insâniyenin en mühimlerindendir.

70

Cenâb-ı Hak cümlemizi hükm-ü ilâhiye münkâd, râzı ve tslim olan kullarından eylesin... Âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn, salevâtullàhi ve selâmühû aleyhim ecmaìn.

"Rabbin hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." (En-Nisâ: 65)

ŞÜKÜR

Sahâbe-i kirâmdan bazıları Hazret-i Âişe Vâlidemiz'e, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nden, görmüş olduğu acâib şeylerden bazılarını söylemesini ricâ etmişler. Vâlidemiz de ağlayarak anlatmaya başlamış:

"Onun her hâli taaccübe şâyândı. Bir gece benim yatağıma dahil olmuşlardı, hattâ cildi cildime değmişti. Sonra buyurdular ki:

'--Yâ Ebâ Bekr'in kızı, Rabbime ibâdet etmek için beni bırakmaz mısın?'

Dedim ki:

'--Ben senin Hakk'a kurbiyetini severim. Evet izin veririm.'

Rasûl-ü Ekrem kalktılar. Abdest aldılar, fazlaca su dökündüler, namaza durdular. Baktım ki, ağlıyorlardı, gözyaşları göğüslerine dökülüyordu. Sonra rükû ettiler, yine ağlamakta idiler. Sonra secde ettiler, yine ağlıyorlardı. Başlarını kaldırdılar, hâlâ ağlamakta idiler. Bu hâl devâm etmekte iken, Hazret-i Bilâl RA sabah ezânını okumağa başladı. Ben:

71

'--Yâ Rasûlallah, neye ağlıyorsunuz? Cenâb-ı Hak sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı affetmedi mi?' dedim.

Cevâben:

'--Allah-ü Teàlâ'nın nîmetlerine karşı şükredici bir kul olmayayım mı?' buyurdular."

Şükür hakkında söylenen sözler pek çoktur. Şükrün hakîkati, mün'im-i hakîkî olan Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin vermiş olduğu nîmetleri ta'zîm üzere îtirâf edip, muhsin-i hakîkî olan Allah-u Teàlâ'yı ihsânından dolayı senâ etmektir. Bu da üç nev'îdir. Dil ile şükür, beden ile şükür ve kalb ile şükürdür.

Cüneyd KA Hazretleri'nden, daha çocuk iken, şükür hakkında fikri sorulmuş. Cevâben:

"--Cenâb-ı Hakk'ın nîmetleriyle tene'um ederek, ona isyân etmemektir." buyurmuştur.

Şiblî KS Hazretleri de:

"--Şükür, nîmeti değil, nîmeti vereni görmektir." demiştir.

Mûsâ AS münâcâtında:

"--İlâhî, Âdem'i yed-i kudretinle halk ettin. Ona sayısız ni'metler verdin. O sana nasıl şükretti de bu ihsâna nâil oldu?"

Cevâben:

"Onların hepsinin benden olduğunu bilmesi onun şükrüdür." buyruldu.

72

Sehl ibn-i Abdillâh KS Hazretleri'ne bir adam, evine hırsız girip eşyalarını çaldığından bahsedince, demiş ki:

"Allah'a şükret; eğer o hırsız kalbine girip de tevhidini ifsâd etseydi ne yapardın?"

Her a'zânın ayrı ayrı şükürleri vardır. Gözün şükrü, dostunun ayıbını görmemektir. Kulakların şükrü de, ayıpları işitmemektir.

Serrîy-yi Sakatî KS Hazretleri'ne de şükürden sorulmuş. Buyurmuş ki:

"--Allah-u Celle ve A'lâ'nın nîmetlerinden faydalandığın şeylerle, meâsîye cür'et etmemendir."

Hazret-i Ali KV'nin oğlu demiş ki:

"--Yâ İlâhî! Nîmetlerini verdin, beni şâkir olarak bulmadın. Sana şükretmediğimden dolayı nîmetlerini elimden almadın. Sabırsızlığımdan dolayı da iptilâlarımı artırmadın. İlâhî, Kerîm'den umulan ancak keremdir."

Dört amel vardır ki, hiç bir faydası yoktur:

1. Sağırla konuşmak.

2. Nîmeti, şükretmeyene vermek,

3. Tuzlu ve çorak yerlere tohum atmak,

4. Güneş varken ışık yakmak.

73

Haber-i sahihte bildirildiğine göre, Allah-u Teàlâ'nın nîmetlerine hamd edenler, cennete ilk girenler olacaktır.

Cenâb-ı Hak cümlemize verdiği maddî ve mânevî nîmetlerine lâyıkıyla şükredebilmek devlet ve şerefini ihsân buyursun... Âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn ve sallallàhü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...

SADÂKAT

[Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sàdıklarla beraber olun!] (Et-Tevbe:119)

Bu fermân-i İlâhî karşısında başka bir söz söylemeğe hakkımız yoktur. Yalnız ikaz sadedinde bazı hadis-i şeriflerle, büyüklerin sözlerini nakletmeyi uygun bulduk.

Sıdka devam eden ve sıdkı arayan insan, ind-i ilâhîde sıddîk olarak yazılır. Sıdk her işin temeli ve direğidir. Sâdakat nübüvvet derecesinden sonra gelir. Sıdkın en azı, iç ve dış birliğidir. Sâdık, söylediğini doğru söyleyen; sıddîk da bütün akvâl, ef'âl ve harekâtında sadâkatten ayrılmayandır. Sıdk, tehlikeli yerlerde hakkı söylemekten kaçınmamak olduğu gibi, haramların yenilmesini de men eder. Nefsinin esiri olan, sıdkın kokusunu koklayamaz. Başkalarına müdâhene eden de böyledir.

74

Bir zâtın annesi ölmüş, elli dînâr mîras kalmış. Bununlu hacca gitmeye niyet etmiş. Giderken yolda eşkıyâlarla karşılaşmış:

"--Neyin var?" diye sormuşlar.

O zât diyor ki: Nefsimde biraz düşündüm. Doğruyu söylemenin hayırlı olacağına inanarak:

"--Elli dînarım var!" dedim.

"--Ver!" dediler.

Verdim. Adamlar saydılar. Baktılar ki para tamam, geri verdiler ve dediler ki:

"--Senin doğruluğun bizi böyle yapmaya sevk etti".

Sonra reisleri atından inerek zorla beni atına bindirdi. Gideceğim yere kadar arkamdan yürüyerek geldi. Ertesi sene bizim meclisimize katılarak ölünceye kadar hizmetimizden ayrılmadı.

Cüneyd KS:

"--Asıl sadâkat, yalandan başka bir şeyle kurtulmak imkânı olmadığı yerde, doğruyu söyleyebilmektir." buyururlar.

Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri:

"--Sadâkat Allah'ın kılıncıdır, nereye konsa onu keser" buyurur.

75

Feth'el Mevsilî KS den sıdkı sormuşlar. Elini demircinin ateşine sıkarak; "İşte sadâkat budur!" demiştir.

Sâdık kimseden üç hal hiç ayrılmaz. Sözlerinde halâvet, hal ve tavrıyla herkesin hürmetini celb etmek ve nurlu bir yüz.

Demişler ki:

"--Farz-ı dâimîyi edâ etmeyenin vakitli farzları kabul olunmaz!"

Farz-ı dâimiyi sormuşlar;

"--Sıdktır." diye cevap verilmiş.

Yine demişler ki, Allah'ı sıdk ile istediğinde sana bir ayna verir ki, onunla dünyânın ve âhiretin acâib şeylerini görürsün.

Sana zarar vereceğinden korktuğun yerde sıdkta sebât et; muhakkak fayda bulursun. Fayda bulacağını ümid ettiğin yalanı da terk et; muhakkak zarar görürsün. Bunlardan anlaşıldığına göre, Cenâb-ı Hak cümlemizi içi dışı daimî surette doğru olan kullarından eylesin... Âmîn, ve sallallàhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Sıdk yalancılığın zıddı olan doğruluktur. Cenâb-ı Vacibül-Vücud Hazretleri doğruluğu ve doğrularla birlikte olmamızı tavsiye buyurmuştur. Bir insan daimâ doğruluğu ve doğru olmayı kasd ve arzu ettiği ve aradığı müddetçe, Cenâb-ı Hak indinde nihâyet sıddîk olarak yazılır. Bil'akis yalanı ve yalancılığı ve kaçamak yolları aradığı müddetçe de, nihâyet ind-i ilâhîde yalancı olarak yazılır.

76

Doğruluk her işin gereği, kökü ve esasıdır. Bütün işlerde muvaffakiyet doğruluğun neticesidir. Nübüvvet derecelerinden sonra gelen bir derecedir.

Sıdk, sözde, işte ve ahvalde olur. Yalnız sözde olursa sàdık denir. Söz ve işlerinde, hâl ve hareketinde de sıdkı muhafaza edebilirse, o zaman kendisi sıddîk denir. Allah-ü Teàlâ'nın yardım ve nusreti, hıfz ve himâyesi kendisiyle beraber olmasını isteyen her kişiye, sıdka devam tavsiye olunur. Zîrâ Allah-u Teàlâ Hazretleri daima sàdıklarla beraber olduğunu beyan buyurmaktadır. Sàdıkların kalbleri de o kadar nurlu ve feyizli olur ki, bu hâli tavsîfe lisânen imkân yoktur.

Asıl doğrulukta hüner, tehlikeyi mûcib olan bir yerde, yâni yalanla kurtulmak imkânı olduğu halde doğruluktan şaşmamaktır.

Yine doğruluk, iç hâlinin dış hâliyle uygun olmasıdır. Yâni içi dışına muvâfık olması gerekir. Bâhusus doğruluk, her şeyden evvel insanların haramlardan ve haramı mûcib olan her şeyden uzak kalmasıyladır. Yâni haramları irtikàb edenlerin sözlerindeki doğruluğun kıymeti olmaz. Bunun için doğruluk, bütün iş ve amelleriyle Allah-u Celle ve A'lâ'ya karşı vefâsını gösteren kimsenin hâlidir.

77

Doğruluğun kokusunu bir kul koklayamaz, nefsine esir ve köle olduğu müddetçe. Bundan dolayı derler ki: "Sàdık kimse ölüm geldiği vakitte bütün sırları meydana çıkarılsa dahi, kendisini utandıracak bir hâli bulunmayan kimsedir."

Sàdıkların sözleri bir oktan daha ziyâde te'sirlidir. Ölmek istedikleri vakite bile, istekleri olan bir şeyi reddedilmeden, derhal vaktinde yerine getirilir. Bu hususta pek çok vak'alar zikredilmiştir. Meselâ:

Birisinin annesi vefat etmiş. Kendisine elli dinar miras isabet etmiş. Bununla hacca gitmeyi murad etmiş. Yolculuğu esnasında önüne çıkan bir adam, ne kadar parası olduğunu sormuş. O da tereddütsüz, doğruluk hayırdır diyerek, "Elli dinarım var!" demiş. Soran adam bunları istemiş. O da kesesiyle beraber teslim etmiş.

Alan adam paraları saymış; tamam çıkınca kendisine gelen bir halet-i rûhiyye karşısında paraları sahibine iade etmiş ve "Ben senin doğruluğunun üzerimde bıraktığı tesirin altında kaldım." diyerek, atından inmiş ve yolcuyu zorla atına bindirmiş; kendisi de arkasından bir seyis gibi Hicaz'a kadar götürmüş. Sonra da onun hizmetine girerek, ölünceye kadar hasr-ı nefs etmiştir.

78

Onun için sâdıklar, öyle boş şeylerle kat'iyyen uğraşmazlar. "Onları yâ farzların edâsında veya Allah için yapılan hayırlı işlerde görürsünüz." demişlerdir.

Sâdıklar, sözlerindeki halâvet, yüzlerindeki melâhat, tavır ve hareketlerindeki heybetle zînetlendirilmişlerdir. Yüzdeki melâhat, gece namazlarına devamın mükâfatıdır. Heybet de Allah-u Celle ve A'lâ'nın hoş görmediği yerlerden ve işlerden uzak kalmalarının neticesi, kendilerine verilen bir ilâhî lütuftur. Lisanlarındaki halâvet ise, hakkı rıfk ve sühûletle konuşmalarının neticesi olarak verilmiştir. Bu hasletler her kimde bulunursa, hiç şüphesiz onlar, çok bahtiyar kimselerdir.

Dâvûd AS'a olunan vahiyde buyrulmuştur ki:

"--Yâ Dâvûd! Her kim beni içinden, gizli bir halde tasdik ederse, ben de onu mahlûklarımın arasında alenen sâdık olarak zikreder, anarım."

Bu iç tasdîki çok mühimdir. Allah-ü Teàlâ'ya tam mânâsıyla teslim olan insanların hâlidir. Bu hâle canlı bir misâl verelim:

İki arkadaş bir yola çıkmışlar. Sıdkı kâmil olan zât yanındakine demiş ki:

79

"--Dünyalık neyin varsa hepsini bırak, hattâ ayakkabının tasmasını dahi..."

Öteki diyor ki: "Ben de onun sözünü tutarak neyim varsa hepsini terk ettim. Fakat yolda ayakkabımın tasmaları kopdukça yenisini hazırca buluyordum." Arkadaşım bana dedi ki:

"--Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'yle sıdk ile muamele edenlerin hâli böyle olur. Onu hiç bir yerde mahrum bırakmaz."

Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri:

"--Doğruluk Allah'ın kılıncıdır; nereye dokunursa, nereye konursa, derhal keser." buyurmuştur.

Her fenalık üzerinde olan bir kimse müslüman olmak istemiş; fakat senelerden beri mûtâdı olan kötü huyların hepsini birden bırakamayacağını da söylemiş. Ona:

"--Sen yalnız yalanı terk et ve doğruluktan ayrılma!" denilmiş, o da kabul etmiş.

Sonra içki içmek istemiş; fakat yakalandığı takdirde doğruyu söylemek mecbûriyetinde olduğu için, cezâlanacağını düşünerek içkiyi terk etmiş. Hırsızlık yapacak olmuş, tutulursa yine doğruyu söyleyeceği için cezâ göreceğini hatırlayınca ondan da vaz geçmiş. Nihâyet yalanı terk etmekle bütün fenalıklardan kurtulmuş; bu sûretle de hem kendine, hem de cemiyete faydalı bir müslüman olmuştur.

80
81 ilâ 100. sayfalar