Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri, küffâr ve münâfıklar hakkında nasıl mücâdele yapılması ve onlara gösterilecek gılzat ve sertliği beyân buyururken, neticede onların karargâhlarının en kötü yer olan cehennem olacağını bildirmiş ve onlara yapılacak istiğfârın velev yetmiş defa dahi olsa, küfürlerinden kinâye olarak, ne kadar çok olsa dahî fayda vermeyeceğini ve şâyân-ı mağfiret olmayacaklarını; çünkü onların, Allah ve Rasûlünü tekzîb etmeleri, kâfir olmaları sebebiyle Allah-u Teàlâ'nın fâsık kavimlere hidâyet etmeyeceği bildirilmiş ve aynı zamanda bu gibi münâfıkların, aslâ ve kat'â cenaze namazlarının kılınmaması için emir verilmiş, kabirlerini ziyâret etmeye müsaade edilmemiştir
Çünkü, bunlar Allah ve Rasûlüne düşman olup, fısk üzere, fâsık oldukları halde ölmüşlerdir. Binâen aleyh, ne namazları kılınr, ne de onlara okunur. Ne yazık, bunların başlarına dikilip okuyanlara ve bunlara çelenkler koyarak saygı duruşu yapanlara!.. Artık bunların ne kadar kötü adam oldukları pek âşikâr bir şekilde anlaşılmaktadır. Dünyâda iken böyle rezil ve rüsva olanların, âhiretlerinin de ne kadar acı ve müşkül olacağı da mâlûmdur.
Bu iman, cevizin üst ve yeşil kabuğuna benzertilmiştir. Bu kabuk nasıl bir işe yaramazsa, münafığın da imanı böyle hiçbir şeye yaramaz. Cenâb-ı Hak, cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i münâfıklıktan muhâfaza buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, salavâtullàhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn.
İkinci imana gelince: Bu da bil-umum avam mü'minînin imanlarıdır. Bunların imanları gelişmemiş ve olgunlaşmamış ve kemâle ulaşmamış olan kimselerin imanıdır ki, bunu da son nefesine kadar muhâfaza edebilirse, ebedî âhiret azâbından inşâallah kurtulur ve cennete de kavuşurlarsa da, erbâb-ı müşâhede ve mükâşefe sahipleri gibi olamayacakları tabiidir. Bu imanı da ehl-i tasavvuf, cevizin yeşil kabuğunun altındaki sert ve katı olan kabuğa benzetmişlerdir.
Halbuki, bu da yeşil kabuk gibi bir işe yaramaz. Yalnız olsa olsa bir odun gibi yakılır, bir ısıtma yapılabilir. Halbuki, cevizden murad, ne o yeşil kabuğu, ne de bu sert kabuğudur. Bunlar en nihâyet cevizin içindeki özü muhâfazaya memur kabuklardır. Maksad cevizin içidir. Bunu elde edemeyenlerin, kendilerini nasıl aldattıkları görülünce, bu kıymetli ömrün, şu fânî dünyanın çeşitli ve yine fânî lezzetlerine aldanıp, ahiret saadetlerini zâyi etmeleri ne kadar acıklıdır!
Cevizi yemeden veya yiyemeden ölmek; onları, "Benim de cevizim var!" diye yanında taşıyıp ve onun ağırlık zahmetine katlanıp, kendisinden istifâde edemeyen kimsenin; kesesinde bir çok paraları ve anbarında bir çok zahiresi olduğu halde, aç kalıp ölen insandan ne farkı olabilir? Tabii huzûr-u Rabbil-Àlemîn'de de:
"--Kulum, ben sana bu kadar nimetler vermişken niçin onları yiyip bana şükretmedin?" diye acaba sorulmaz mı?
Bu ikinci imanın hali, sahibi tevhid-i hakîkîye ulaşmadığı için dâimâ kesret âleminde perişan bir halde yaşar. Şöyle ki, gâyet dalgalı ver fırtınalı havada gemisini yürütmeye çalışan kaptan gibi, bir dalgadan kurtulup diğerine tutulur ve böylece, bocalaya bocalaya, sâhilden uzak olduğuna göre, pek çok defalar batar çıkar.
Bazıları yakayı kurtarıp, zorluk ve müşkülât içinde sâhil-i selâmete ulaşabilirlerse de, pek çoğu da, denizin derinliği içinde, dibine giderek mahvolurlar. Allah CC cümle ümmet-i Muhammed'i ve bizleri de muhâfaza buyursun, âmîn.
Bu kesret içerisinde ve esbâb âleminde dolaşan zavallılar bilmezler ki, kâinatta hiç bir zerre kendi başına, hiç bir harekete kàdir değildir. Bütün eşyâ ve mevcûdat, küçük, büyük hepsi, Hàlik-ı Kâinat ve Mâlikül-Mülk olan Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin emir ve iradesine müsahhardırlar. Kendi başlarına hareket etmelerine imkân yoktur.
Bir beyaz kağıda yazılan yazılara, hal diliyle sorsanız ki:
"--Sizi kim böyle karaladı? Sen beyaz temiz bir kâğıttın."
Cevap verir, der ki:
"--Bilirsiniz, ben kendimi karlayamam. Beni bu hale sokan mürekkebe sorun!"
Mürekkebe sorsanız, o da der ki:
"--Bilirsiniz ki benim kendi başına bunu yapmaya gücüm yetmez. Binâen aleyh, benden alıp kâğıda karalayan kaleme sorun!"
Kaleme de sorulunca, o da tabii şöyle cevap verir:
"--Efendi! Bilirsin ki, ben sulak yerlerde biten bir nebatım. Oradan beni kesip, kalem haline getirerek, o kâğıda bu yazıları yazan parmaklara sorun! Benim hiç bir kabahatim yok." diyeceği tabiidir.
Parmaklara sorsanız ki:
"--Niçin böyle yaptın?" diye, o da der ki:
"--Ben de kemik ve deriden ibaretim, canlılar kadar ölülerin de ellerinde bulanan bir parmağım. Kendi kendime hiç bir şey yapmaya kudret ve tâkatim yoktur. Binâen aleyh, onu bana emreden irâdeden sorun!" der.
İrâde de bunu ilme, akla ve kalbe havâle eder. Nasıl ki, otmobilin yürümesi her ne kadar tekerlekler vasıtasıyla ise de, bunu tekerlekten sorsanız, aynen kâğıdın verdiği cevap gibi silsile-i merâtible, tekerler dingile, dingil dişliye, o pistona, o da benzine ve cereyana havâle edecekleri gibi, en nihâyet iş şoförün anahtarı açmasına ve ceryanın benzini ateşlemesine nasıl bağlanıyorsa; bunların hiçbirisinin kendi başlarına fâil-i muhtar olmadıkları anlaşılıyorsa, kâinâtta bütün zerrâtın dahi hareketleri böyledir.
Lâ ilâhe illallàh'ın mânâsı "Lâ fâile illâ hû" demek olduğu tezâhür eder, yâni meydana çıkar. Şeytan ve nefis bizi aldatmasın. Cenâb-ı Hak, bizleri mes'ûl etmesi için, bize de bir irâde-i cüz'iyye vermiştir ki, bununla cennet veya cehennem kazanılabilir. İrâdelerimizi hayırlara sevk edersek, bundan Cenâb-ı Hak da râzıdır; cennet kazanılır. Kötü ve günah yerlere harcarsak, şüphesiz bundan da cehennem kazanılır ve sahibi mes'ul olur. Yine ikisinin de, hayrın da, şerrin de hàlikı Allah-u Zülcelâl Hazretleri'dir. Bunların işlenmesine kuvvet ve kudret veren yine kendisidir. Hàlikıdır ve lâkin, o kötü fiillerden de râzı değildir. Bundan dolayı sahibi mes'uldür. Cezâî sebeplerdendir. Âmentü billâhi'de, (hayrihî ve şerrihî) dediğimiz işte budur.
Ne zaman ki bu kesretten kendimizi kurtarır, müsebbibül-esbâb olan Allah-u Teàlâ'nın fiilini görüp, müşâhede ve mükâşefeye erersek, işte o zaman fâil-i hakîkînin, Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğu tezâhür eder ki, buna "Lâ fâile illâ hû" denir.
"Halbuki sizi de. yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Saffât: 96) âyet-i celîlesinde bunu apaçık beyân etmektedir. İşte o zaman insan kendini kesretten kurtarıp, gayet durgun bir deniz, fırtınası da yok, gemi de sağlam, hava da güzel olunca, o seyahatin tadına doyum nasıl olmazsa, bu iman sahiblerinin keyfine ve saltanatına da öylece doyum olmaz. Lâkin bu makama ulaşan bahtiyarların sayısı da pek azdır. Btüün insanlar hemen hemen kesret âleminden çıkamadan ve dünyanın lezzetine doyamadan ahireti boylarlar.
Şerîat ma'lûm olduğu gibi 54 farzın îfâsıyla tamam olur. Fakat sahibi, yine kesret âleminden çıkamaz ve imanın tadını bulamaz. Nitekim, bir hadis-i şerifte buyrulmuş ki:
"Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa imanın lezzetini tadar:
1. Allah ve Rasûlünün sevgisi, her şeyin sevgisinin üstünde olmalıdır.
2. Kişi, sevdiğini ancak Allah için sevmelidir.
3. Kul, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine iman nûru nasib ettikten sonra, cehenneme atılmayı kerîh görmesi gibi küfre dönmeyi kerîh görmesidir." (Buhàrî ve Müslim, Enes RA'dan.)
İmanın tadı ancak üçüncü iman mertebesi olan, hakîkat âleminde iken anlaşılır. Erbâb-ı tarikatın merâtibi ise kırktır. Ancak insan bunları atlatınca hakîkate erişebilir. Yoksa her tarîka giren için bu mümkün değildir. Çok mücâhede lâzımdır. Yalnız verilen ve yapılan evrâd ve zikir kâfî gelmez. Her halde, ferâiz, vâcibât ve sünnet-i nebevîye son derece, harfi harfine riâyetle beraber, imdâd, lütuf ve ihsân-ı ilâhînin de inzimâmı şartıyla hakîkate ulaşması mümkün ise de, bu da pek kolay olamayacağı âşikârdır.
Çünkü, günahların her cinsinden sıyrılabilmek ve yapılacak işleri de insanın kendi başına yapabilmesi, her halde tevfîkât-ı samedâniyye ile olacağını, her mü'min ve muvahhid tasdîk eder. İşte bundan nâşî, bizlere dâima (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) dememiz tavsiye edilmektedir ki, bunda ne kadar haklı oldukları açıkça görülmektedir.
İnsanın kesret âleminden kurtulabilmesi ve saadete kavuşabilmesi için, nefsin emmâre ve levvâme ve mülhime denilen şu üç devresini atlatıp, nefs-i mutmainneye ulaşması ve hatta, onu da geçerek râzıye ve merzıye derecelerini bulabilmesi gerektir. Lâkin bunları atlatmak öyle kolay bir şey de sanılmamalıdır. Zîrâ bu devrelerin atlatılması öyle memuriyetlerdeki gibi, üç-beş senede bir yapılan terfiler gibi değildir. Her birisi için uzun zamanlar mücâhedelere ve muvaffakiyetlere bağlıdır.
Bu mücâhedelerde de dâimî bir sebat ister, yoksa ufak bir ihmal veya nefsin arzusuna muvâfakat, insanın çok yükseklerden bile düşmesine sebep olabilir. Onun için mücâdele ve mücâhedeyi tâ ölünceye kadar bırakmamaklıdır. Zîrâ, Hak Sübhânehû ve Teàlâ'nın kitâb-ı mübîni olan Kur'ân-ı Azîmüşşân'ında;
"Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" buyurduğu ma'lûmdur. (El-Hicr: 99)
Buradaki yâkinden murad, tâ ölüme kadar ibadete devamı beyân eder. İbâdette tekâmül ise, o da yine mücâhede ve mücâdeleye bağlıdır. Çünkü, nefsin kölesi ve esîri olan kimselerin ibâdetinin, takliçilikten ileri, geçmediği herkesin gördüğü ve bildiği bir şeydir. İbâdet yalnız Allah-ü Teàlâ'nın istediği, meselâ, namaz, oruç ve sâire gibi, ibâdetleri yapmakla bitmez. Muhakkak yasak olan, yine Allah-u Teàlâ'nın men ettiği ufak, büyük bilumum kötü, mezmûm ve menhî olan, yeme, içme ve giyinme, oyun ve sâir âdât ve an'anelerinden tamâmiyle sıyrılması ve bunlardan kurtulup kaçması hem de arslandan kaçar gibi lâzımdır.
Nefs-i emmâre, dâimâ kötülükle emreden, tevbe ve istiğfarı bilmeyen ve yapmayan bir nefs-i anûddur. Islâhı ancak tevbe, istiğfar ve salevât-i şerîfelerle ve tevhîd zikrine devamla ve üstâdından alacağı ta'lim ve terbiye ile mümkündür.
Konuşurken yalan söylemek, vaadinde durmamak, emânete hıyânet etmek münâfıklık alâmetidir. Aynı zamanda gıybet, iftirâ, riyâ, şöhret meyli, kibir, ucüb, hased, hırs, kin, adâvet, namaza ve cemâate devam etmemek; alenî ve âşikâr Ramazan-ı Şerif'te --velev özürlü dahî olsa--Êoruç yemek, zekâtını vermemek, kudreti varken hacca gitmemek, müslüman kardeşinin ihtiyacı halinde yardımına koşmamak, cihaddan ve harbden kaçmak, düşmanla, küffârla, münâfıklarla mücadeleyi terk etmek ve sâire gibi şeyler, hep nefs-i emmârenin ve münâfıklığın alâmetleridir.
Hele kendini beğenip, kendi kendine insanların irşâdına hizmet edeceğim diye, esaslara dayanmayan uydurma ve kendi düşüncesine uygun kitap yazmalar, çok konuşmalar ve makam düşkünlükleri gibi hallerin sahipleri bir türlü kendilerini emmârelikten ve münâfıklıktan kurtaramazlar. O takdirde, çok azgın bir denizde ve fırtınalı havada denizlerin dibine gömülen gemilerden hiç farkı olmadan maâzallah imansız olarak ahireti boylamak, ne kadar acı bir sonuçtur.
Kâinâta ibret nazarıyla bakıp, tefekküre dalarak, bu mülkün sâhibine teslîm ve inkıyâd eder, tevbekâr olur da birer ikişer mübtelâ olduğu kötülükleri terk ederek, ibâdet ve ezkâra devam ederse, nefs-i emmâresi, nefs-i levvâme'ye döner. Artık yaptığı her kusur ve günahtan hemen nedamet edip, ağlaya, sızlaya tevbeler eder, yaptığına derhal pişman olup, bir daha yapmamağa çalışır ammâ, yine kendini selâmet sahiline atamamıştır. Yine kesret âleminde bocalayıp durur, her şeye karışır, neden, niçinmiş diye kendini yer bitirir, hırslanır, sinirlenir, bir türlü vahdet hâline geçemediği için, kesret âleminde boğulur, gider. Bu gibilerden pek az kurtulan olur.
Nefs-i levvâmelikten kurtulmak, nefs-i mülhimeye atlayabilmek için de, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker icrâsıyla beraber, sünnet-i Rasûlüllah'ın icrâsına sa'y ü gayretle, ferâiz ve vâcibâtı, sünen ve müstehâbâtı bil-fiil işleyip, bütün münkerâttan, yâni yasak olan her şeyden, son derece sakınmakla beraber, nefs-i levvâmenin elinden kurtulmak mümkün ise de, iç ahlâkları, yâni ahlâk-ı mezmûmeler, istenmeyen, beğenilmeyen kötü huylar bâkî kalır ve bu sebeple kendisinden istenilen tevekkül meydana gelemez. Zirâ, henüz nefis ve şeytanın tasallutundan kendini kurtarabilmiş değildir. Bu sebepten Hakk'a teslim olup tevekkül edemez.
Buraya kadar, terfî-i derecât, insanın kendi s'ay ü gayretiyle mümkünse de; ne kadar zâhid, ehl-i takvâ ve mutasavvıfînden ve ulemâ-yı zevil-ihtirâmdan olsalar bile, bundan ileriye kendi başlarıyla terakkî mümkün değildir. Ancak, üstâd-ı kâmillerinin hizmetine ve onlara teslîmiyete vâbestedir. Hizmeti ve teslîmiyeti nisbetinde nefs-i mutmainneye ayak basmaları ve erişmeleri mümkündür.
Lâkin, nefs-i mutmainne kendisine hal oluncaya kadar da yine uğraşmak lâzımdır ki, velâyet kademesine ayak basabilmiş olsun. Bu da ancak tarîkat ehline nasib olan ilk makamdır. Bütün ahlâk-ı zemîmeleri artık, ahlâk-ı hamîdeye tebdil olmuş pek muhterem insanlardır. Bunlar şöhretten de çok sakınan ve mahviyet şiârları olan kimselerdir.
İnsana lâzım olan da bu makamdır. Zîrâ kişi nefs-i mutmainneye ermeden yaptığı bütün vaaz ve nasihatlerde onu dinleyenler için bir fayda temin edemez. Yabânî meyvaların, nasıl insanlara bir zevk-i tabiî vermedği gibi, bunların nasihatleri de böyle olur.
Nefs-i mutmainne sahiplerinin ef'âlleri, ef'âl-i cemîleye ve ekserî ahlâkları da, ahlâk-ı hamîdeye tebdil olmuş bahtiyarlar olduklarından, bilâ irâde tevekkül-ü tam ile Cenâb-ı Hakk'a mütevekkil olurlar. Yine bilâ irâde Hakk'a teslim-i tam ile teslim olup, zerre kadar dünya cihetinden olan şeyleri düşünmez ve gam da yemezler. Gerek cennet arzusu ve gerekse cehennem korkusu kendilerinden alınmış olup gussa çekmezler. Bütün işleri, Allah rızâsı için ibâdet ve taate devamdan ibârettir. Teveccüh ve mürâkabelerinde huzûr-u maallah kendilerine hâl olup, bir nefes gaflet üzere olmayıp, dâimî zâkir ve uyanık bulunurlar. Çok ümid olunur ki:
"Biliniz ki, Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır." sırrı haklarında sâdır olmuştur. (Yunûs: 62)
İşte tevekkülün başlangıcı nefs-i mutmainnedir. Tabii kuru ve boş lâflarla, söz ebeliğiyle bu işler tahakkuk etmez. Tevekkül alâmetlerinden biri de, sabırdır. En az beş günlük açlığa sabrı olmayan kişilerin tevekkülden bahs etmesini abes görmüşlerdir.
Bütün ahlâk-ı zemîmelerin başı, benlik ve enâniyet, varlık ve dünya sevgisidir. Bütün kötü huylar bundan neş'et eder. Bunun için varlık, benlik büsbütün selb olunmadıkça, mahvolmadıkça, kötü ve mezmûm ahlâkların da, memdûh ahlâk-ı hamîdeye tebdîl olunmasına imkân yoktur. Şu halde, bu gibi kimselerden tevekkül beklemek de doğru olmasa gerektir.
Yalnız şu kadar var ki, levvâme ve mülhimede olan zâtların, dâimâ düşmelerinden korkulur; velâkin, mütmainne sahibi için böyle bir şey olmaz ve korkulmaz. Bununla beraber şöhret âfâtından da o kadar sakınırlar ve kaçarlar ki, insan hayretlerde kalır.
Meselâ; bir büyük zât, şehre gireceği sırada kendisini karşılamaya gelen insanların ellerinden kurtulmak için hırsızlık yapmayı ve sonra da çaldığı şeyi sahibine verip helâllaşmayı, fitnelerden kurtulmanın çâresi olarak uygun bulmuştur. Bazıları da, Ramazan'da herkesin gözü önünde orucunu yemeye ve sonra 61 gün kefâret orucu tutmaya nefislerini mecbur etmişler.
Bütün bundan maksatları, halkın gözünden düşmek içindir. Hakk'a tam mânâsıyla bağlanabilmeyi kendilerine gàye edinmiş âlîcenâb insanların halleri böyle olur. Hattâ bir adam, böyle bir zâtın kemâlini anlayabilmek için onu evine yemeğe davet etmiş, tam evin önüne gelince, adamı bir bahâne ile geri çevirmiş ve bu harekâtını dört-beş defa tekrarlamış. Zavallı adam hiç itiraz etmeden her davetine, pekiyi deyip icâbet etmiş ve "Sen beni kaç defadır aldatıyorsun, ayıptır, günahtır, hadi şuradan, ben artık senin davetine gelmem, bu kaçıncı oldu, ben senin eğlencen miyim?" dememiş.
Bunun üzerine, o davet eden zât:
"--Ben sizi tecrübe için böyle yaptım, kusurumu affedin ve beni de mânevî evlâtlarınız arasına kabul buyurun!" diyerek her ne kadar ricâda bulunduysa da;
"--Evlâdım, o gördüğün hiç de kemâl alâmeti değildir, çok aldanmışsın. Görmez misin ki, köpeği ne kadar kovarsan kov, o yine çağırınca kuyruğunu sallayarak gelir. 'Demin kovdun, şimdi gelmem!' demez. Binâen aleyh, biz de gördüğün o huy da, ancak bir köpek sıfatından ve huyundan başka bir şey değildir." diyerek tevâzu gösterip, ızhâr-ı acz eylemekten çekinmemiştir.
Tevekkül sahiblerinden birisi, gàyet kıymetli bir atını yanına bağlayıp namaza durmuş. O sarad bir hırsız gelip, atı alıp kaçmış. Adam da hiç sesini çıkarmamış. Kendine:
"--Niçin böyle yaptın?" diyenlere,
"--Namaz bana atımdan çok kıymetlidir. Bir at için huzûr-u Rabbil-Àlemîn'den nasıl ayırılabilirdim?" demesi üzerine; orada bulunanlar hırsızın aleyhinde bedduâ, yâni "Allah onu kahretsin!" gibi duâlar etmeye başlamışlar. Atın sahibi onlara:
"--Aman susun, ne yapıyorsunuz? O zavallı bir kere büyük bir günaha girdi, şimdi bir de siz onun üzerine bir yük daha yüklüyorsunuz. Yazık ona, onun o at sebebiyle haram yememesi için ben ona hakkımı helâl ettim. Belki onu, kendine bir sermaye eder de, bir daha böyle şeyler yapmaz." diye etrafındakilere lâzım glen nasâyihi vermiştir. Bunların emsâli pek çoktur.
İşte diğer bir misâl: Bir zât, bir arkadaşıyla bir odada yatmışlar. Sabahleyin, arkadaşı parasının zâyî olduğunu görmüş ve:
"--Bunu sen aldın, çünkü burada senden başka kimse yoktur." demiş.
O güzel insana bak ki, hiç itiraz etmeden:
"--Ne kadar paran vardı?" demiş ve hemen hepsini ödemiş.
Biraz sonra başka arkadaşları gelmişler, vaziyeti anlamışlar ve demişler ki:
"--O paraları sana şaka olsun diye biz aldık, çok yazık; böyle oluşuna da çok üzüldük. Haydi şimdi hep beraber gidip arkadaşımızdan özür dileyelim!" diyerek arkadaşlarının evine gitmişler. Ona:
"--Efendi, kusura bakma biz bir hatâ ettik, affedin, hem de sizin paralarınızı getirdik, özür dileriz!" diye her ne kadar ricada bulunmuşlarsa da, o efendi parayı kabul etmemiş ve nihayet çocuğunu çağırıp, verdiği çokça parayı tamâmiyle tasadduk ettirmiş. (İhyâül-Ulûm, c. 4, Tevekkül bahsi.)
Cenâb-ı Hak hepimizi lütfuyla böyle insanlar zümresine ilhâk buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn.
Sehl ibn-i Abdullah KS Hazretleri:
"Mütevekkilin üç alâmeti vardır:
1. İstemez,
2. Reddetmez,
3. Saklamaz." buyurmuşlardır.
Yine, "Tevekkülün ilk makamı kulun, Allah-u Teàlâ'nın hüküm, irâde ve kazalarına karşı, ölünün yakayıcıya teslîm olduğu gibi teslîm olmasıdır." buyurmuştur.
Tevekkülün yeri kalbdir. A'zâların hareketli, kalbin tevekkülüne mânî değildir. Şöyle ki, kulda takdîr-i ilâhînin cereyanına tahakkuk hâsıl olur. Zorluklar ve darlıkların onun takdiri ile, ikrâm, ihsân ve bollukların da yine onun takdiri, ihsânı ve ikrâmı olduğunu bilmesiyledir.
Hamdûn SA Hazretleri de:
"Tevekkül, Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri'ne tam mânâsıyla sarılmaktır." buyurmuştur.
Enes ibn-i Mâlik RA Hazretleri'nin rivâyetine göre, bir adam devesiyle birlikte gelmiş:
"--Yâ Rasûlallah, devemi bıraktım ve Allah'a tevekkül ettim!" demiş de, Efendimiz SAS Hazretleri:
"--Onu bağla da sonra tevekkül et!" buyurmuşlardır.
Bişr-i Hafî KS Hazretleri de: "Allah'a tevekkül ettim diyen insan yalan söylemiş olur. Zîrâ, tevekkül eden insan, Cenâb-ı Hakk'ın kendisi hakkındaki işlerine ve hükümlerine râzı olur." buyurmuşlardır.
Yahyâ ibn-i Muâz RA Hazretleri'nden:
"--Kişi ne zaman mütevekkil olur?" diye sormuşlar. O da cevâben:
"--Allah-ü Teàlâ'nın vekâletine râzı olduğu zaman." buyurmuştur.
Ebû Türâb en-Nahşî KS'ya göre tevekkül: "Kişi kendini ubûdiyete hasredip, kalbini Mevlâ'ya bağlar, verdiğine râzı olur ve şükreder; vermezse sabr eder." buyurmuştur.
Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri de, tevekkül hakkında; "Kul ne zaman bilirse ki, Allah Sübhânehû ve Teàlâ Hazretleri, kulunun her halini görüp, bilmektedir. O zaman kendi tedbirinden vazgeçip, Hakk'a teslîm olur." buyurmuştur.
Tevekkülün kemâli, İbrâhîm Aleyhisselâm'da tahakkuk etmiştir. Cebrâil Aleyhisselâm'ın yardımını istemeyip, benim halimi Rabbimin bilmesi bana kâfîdir buyurması gibi.
Ömer ibn-i Sinan KS Hazretleri, bir rivâyette kendilerine Hızır Aleyhisselâm mülâkî olmuşlar ve beraber yolculuk murâd etmişler de, Hakk'a tevekkülüme mânî olursun diyerek istememişler.
Ebû Aliyyinid-Dekkâk KS Hazretleri:
"--Tevekkül üç derece üzerinedir: Evvelâ tevekkül, sonra teslîmiyet, daha sonra tefvizdir." Mütevekkil, Allah-ü Teàlâ'nın vâdine sâkin ve emîn olur. Rahat ve sükûnet sahibidir. Teslîmiyet, Cenâb-ı Hakk'ın hâlini bilmesiyle iktifâ ve tefvîz, hükmüne râzı olmasıdır. Tevekkül bidâyet, teslimiyet ortası, tevfîz de nihâyeti demişlerdir.
Sehl bin-i Abdullah KS Hazretleri de:
"--Tevekkül, Peygamberimiz SAS Hazretleri'nin halidir." buyurmuşlardır. Kisb de onun sünnetidir. Çalışanlara karışmak, sünnet-i Rasûlüllaha ta'n; mütevekkîle ta'n ise, imana ta'n demektir. Yâni zemmetmektir.
İbrâhîm el-Havas KS Hazretleri, tevekkülde en ileri derecede gösterilen zât idi. Bununla beraber iğnesi, ipliği ve su ibriği yanında eksik olmadı. Soranlara da, "Fakîrin başka elbisesi olmaz ki, yırtılınca nasıl namaz kılacak? İbriği olmazsa, tahâreti mümkün olmaz." derlermiş.
Ca'fer el-Haddâd KS Hazretleri, yirmi seneye yakın, tevekkülüne binâen çalışır, kazandığını fukaralara dağıtır, o kazancından ne bri şu parası ne de başka ihtiyçaları için bir şey ayırmazmış.
Mütevekkil insan; ancak bir çocuğun anasının memesinden başka bir şey bilmediği gibi, kulun dâimâ Mevlâsına mürâcaatı ve ondan başka bir kapı bilmemesi gerekir.
Bir rivâyette; bazı kimseler, bir kâfilenin önüne gitmekte olan bir hatuna, onun ağır ağır gidişinden dolayı, yorulmuş olduğunu ve yardıma ihtiyacı bulunduğunu zannederek, kendisine bir miktar yardım etmek istemişse de, hanımefendi ellerini hava kaldırmış, avuçları altın ile dolu olarak:
"--Siz paralarınızı ceplerinizden çıkardınız, biz de işte böyle min tarafillâh gayb hazînelerinden harcarız." diyerek herkesi hayretlere düşürmüştür.
Tevekkül, Allah-u Teàlâ'nın hazinelerine güvenip, nâsın ellerindekilerin ümidini kesmektir.
Ebû Alî Ruzbârî KS Hazretleri:
"--Beş gün açlığa tahammül edemeyip, açlığını ızhar eden kimsenin tasavvufta yeri yoktur!" demiştir.
Ebû Türâb en-Nahşî KS Hazretleri, üç gün açlıktan sonra, bir karpuz kabuğuna elini uzatan s™fî bir dervişi görünce, ona:
"--Sana tasavvuf gerekmez, lâyık değildir; çalış, kazan, ye!" diyerek onu aralarından uzaklaştırmıştır.
Hasan el-Hıyât KS Hazretleri:
Ben Bişril-Hafî KS Hazretleri'nin yanında bulunuyordum. Şâm-ı Şerif'ten hacca gitmek üzere bir kafile gelip selâm verdiler ve kendisine beraberlerinde götürmek istediklerini söylediler. Onlara teşekkürden sonra:
"--Sizlere ancak üç şartım vardır. Kabul ederseniz, kafilenize iltihak edebilirim. Yanınıza yiyecek, içecek, giyecek bir şey almamak, kimseden bir şey istememek, verirlerse de almamak sûretiyle sizinle yolculuk yapabilirim!" demesi üzerine;
"--Pekiyi almayalım, kimseden de bir şey istemeyelim; fakat verilince almamayı yapamayız!" demişler.
Bunun üzerine:
"--Öyle ise Allah'a tevekkül değil, hacıların vereceklerine güvenerek yola çıkmış bulunuyorsunuz; beni mâzır görün!" diyerek hakîkî mütevekkil olduğunu göstermiştir.
Hasan Basrî KS Hazretleri de buyurmuşlar ki: "Fukarâ üç kısım üzeredir:
Birincisi; istemez, fakat verilince de almaz; bu ruhâniyyûn kısmındandır.
İkincisi; istemez, fakat verilince kabul eder. Bunlara da mükâfâten cennet bahçelerinde, envâ-i çeşit sofralar vaz' olunur.
Üçüncüsü; ister, verilince kifâyet miktarı alır. Bu istemesine keffâret olarak açlığında sadık olduğuna, ancak zaruretini giderecek kadar alması alâmettir."
Bu haller mütevekkilînin derecelerini îzâh etmektedir.
İbn-i Mübârek KS Hazretleri de:
"--Bir dirhem haramdan bir pâre alan mütevekkil olamaz!" buyurmuşlardır.
Ebû Hamza el-Horasânî buyururlar ki:
Bir kimse hacca giderken, yolda boş bir kuyuya düşmüş. Kurtulmak için ordan geçenlere bağırmak istemiş, fakat tevekkülü buna mânî olup, "Hak Sübhânehû ve Teàlâ Hazretleri sana herkesten daha yakın iken, onu bırakıp da kullarına ilticâya sıkılmaz mısın?" diye içinden gelen bu sese hak verip, tecelî-i ilâhînin zuhûrunu beklemeye karar vermiş.
Tam o sırada ordan geçenlerden bazı kimseler, kuyuya birisi düşer düşüncesiyle ağzını kapatmışlar. Bu mütevekkil zât da hiç sesini çıkarmadan beklemiş. Fakat, az bir zaman sonra bir hayvan glip, kapanan kapağı eşeleyerek açmış ve ayaklarını da uzatıp, sanki bana tutun diye homurdanmış. Bu hali gören zât, hayvanın ayaklarına sarılıp, kuyudan çıkmış.