241 ilâ 260. sayfalar

Àkil isana lâzımdır ki, cahile karşı hüsn-ü muamele, rıfk ve müdârâ eyleye... Doktorun hastasına yaptığı muamele gibi mülâyim söyleye...

Dedikoduyu terk eden, gönül hoşluğunu idrak eder. Sükûtun menfaatleri sonsuzdur. En ednâ faydası, ömrünün selâmetidir. İnsanın canının helâki dilinin ucundadır. Sırrını sen sakla ki, sır emanet olmaz. (Buna çok dikkat etmek gerekir; sır başkasına söylenmez.) Sırrını emanet veren, selâmet bulmaz. Sırrını saklarsan, sırrın selâmet olur. Sırrı ızhârın sonu nedâmettir. Dostundan hiç bir nesne gizleme; lâkin her sırrı ona dahi söyleme!

Nazım


Açma râzı ki, zâr olmayasın,
Mihnet ve kederde yâr olmayasın!

Sakla sırrını ki, sır selâmet ola;
Sırrını izhar eden melâmet ola!

Âşikâre eden şikâr oldu,
Fikrini fikreden fekkâr oldu.

Nice sır var ki, ger zebâna gele,
Nice canlar revâ-yı dünhâne gele!

Dil kafesi râz-ı mürg-u vahşîdir;
Mürg-u vahşî kafeste yahşîdir.

Râh-ı devlette kim ki gence erer,
Saklamazsa hezâr rence erer.

Hak olan halka âşikâr olmaz,
Sayd edeyim derken şikâr olmaz.

261

c. Sırları Saklamak

Üçüncü Nevi': Lisânın, vaktin, amellerin, ahvallerin, hayatın muhâfaza ve âfetlerden selâmetinin, sırları saklamakta olduğunu bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, sükût, ilimlerin efdalidir ve Allah-ü Teàlâ'nın hikmetidir. Dil konuşunca, gönül sükût eylese, gönül hikmet söyler. Söz gümüş olsa, sükût altın olur. Çok konuşanlar çok kere pişman olurlar. Lâkin, her sükût eden sâlim olur.

Lisânın sükûtu, lâfızların, kelâmın terkiyledir. Gönlün sükûtu, i'tirâzı ve i'râzı terk etmektedir. Gönlün sükûtu hayrete, hayret de vâridât ve keşiflerin vukûuna sebeptir. Ârif sükût eylese, hâline sahib olup. Sükût ile gönül gözü açılır, akıl ziyâde rahat bulur. Hemen dilini zabt eyle ki, onun ısyânı ve tuğyanı, diğer a'zâlardan daha eşed ve a'zamdır. Yine dilini bağla ve tut ki, onun fesad ve adâveti bütün a'zâlarınkinden daha zararlı ve umûmîdir.

Böyle olunca lisânın muhâfazası, cümleden ehem ve elzemdir. Zîrâ lisanın muhâfazasında a'zâların muhâfazası da dahildir. Haberde gelmiştir ki: Âdemoğlu sabaha dâhil olunca cemî a'zâsı diline:

262

"--Allah için müstakîm ol! Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz; eğer sen yamuk olursan, biz de yamuluruz." derler.

Sözlerin insan a'zâları üzerinde iyiye de, kötüye de te'siri âşikârdır.

Ey âdemoğlu, eğer yüreğinde bir berklik, katılık, bedeninde bir zayıflık, rızkında bir noksan buldunsa; anla ki, faydasız, boş sözler söylemişsin! O sözlerin te'sirinden ötürü bu belâlara düşmüşsün!

Lisânın muhâfazasında, vakitlerin muhafazası da vardır. Çünkü insanın ekseriyâ sözleri boş ve mânâsızdır. Bunların hepsi de, vakitlerin zâyî olmasına sebep olur. Vakit ise nakittir. Hem de bir daha ele geçmesine imkân yoktur. Zâyî olan mal, mülk belki ele geçebilir; fakat kaybedilen vakitleri bulmak mümkün değildir.

Şâir demiş ki;

"--Bâtıl ile konuşmayı kasdettiğin zaman, derhal onun yerini tesbihlerle doldur! Kelâmın her ne kadar fasîh dahî olsa, sükûtu tercih etmek konuşmaktan hayırlıdır."

Lisânın muhâfazasında, vakitler muhâfaza olunduğu gibi, amellerin muhâfazası dahi vardır. Zîrâ çok konuşan gàfil, elbette gıybet eder. Bu da onun hasenâtının, düşmanlarına gitmesine sebep olur. Bir ârif demiş ki:

263

"--Eğer gıybet eylesem, kendi vâlidemin gıybetini ederim; tâ ki hasenâtım ona gide!"

Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi îcâbeden bir husustur.

Lisânın muhâfazasında, vakitlerin, amellerin, muhâfazası gibi, ahvâlin de muhâfazası vardır. Zîrâ dil, irfân hazînelerinin anahtarıdır. Binâen aleyh, çok sözle gönül, cevher-i hikmetten hâlî kalır ve ehliyetsiz kimselerin yanında zâyî olur.

Lisânın muhafazasında, dünya âfetlerinden de selâmet vardır. Lisan, pusudaki arslan gibidir. Sükût, ondan emn ü emândır. Lisânın muhâfazası, iki cihanın selâmetidir demek oluyor. Ehl-i irfanın sermayesi sükût olmuştur. En metin kale, gönül ve cândır.

Lokman Hakîm, Dâvûd Aleyhisselâm'ın huzuruna gelmişler, bakmışlar ki, demir parçaları onun elinde bal mumu gibi yumaşak ve istediği gibi küçük halkalar halinde birbirine eklenmektedir. Hiç görmedği bu sanata, Lokman Hakîm teâccüb edip, bunların ne olacağını sormak istediğinde, onun kalbinde olan hikmet, onu sormaktan men etti. Vaktâ ki, Dâvûd Aleyhisselâm, mucizesini tamamlayıp onu giydi ve Lokman Hakîm'e hitab ederek:

264

"--Bu zırh insan için, muharebe esnâsında metin bir kaledir." deyince, Lokman Hakîm ona demiştir ki:

"--Benim bu sükûtuma ne dersin ki, ben onu senden sormadım?"

Hazret-i Dâvûd da cevaben:

"--Sükût bir hikmettir ki, fâili azdır. Sükût, dil ve can için, konuşma sırasında gâyet mükemmel bir kaledir."

Sükût eden selâmet bulur. Dilin hataları, helâkin en şiddetlisidir. Sırrın iyi bil ki, senin esîrindir ve sen onun emîrisin. İfşâ ettiğin zaman, sen onun esiri olursun. Her sözün bir yeri vardır. Her işte de bir maksat vardır.

Dert yanmak, içini dökmek, er kişiye yakışır bir şey olmadığı gibi; aynı zamanda gönlün muhâfazası için --ki, hepimize pek lâzım ve mühimdir-- dili tutmamak ve her akla geleni hemen söyleyivermek, çok abes bir şeydir. Sonra insan binlerce defa pişman olsa da faydası yoktur ve olmayacağı da herkesçe ma'lûmdur.

d. Az Konuşmanın Faydaları

Dördüncü Nevi': Az konuşmanın faydalarıyla, halinin muhâfazasını bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki:

Dilini altın muhâfaza eder gibi, muhâfaza eyle; yâni altınları nasıl saklıyorsan, dilini de öylece tut ki, sonra pişman olmayasın! Dilin iki dudak ve iki diş tabakası arasında yaratıldığının hikmetlerini unutma. O bize her zaman söylüyor ki:

265

"--Az söyle, çok dinle!"

Eğer böyle eder, az konuşur, sükûtu çok edersen, selâmeti bulursun. Kişi, kendi dili altında gizlenmiştir. Her ne ki lisana gelir, o ziyana gider. İnsanın bütün belâsı ve çektikleri, dillerinin belâsıdır. Nice boş sözler, sâhibi için noksanlıktır. Nice dil var ki, sahibine düşmandır. Meclis emânettir; meclislerde konuşulan sözleri dışarıya nakletmek o meclise hıyânettir.

İnsanın salâhı, lisânının muhafâzasına ve cömertliğine bağlıdır. Evvelâ düşünüp sonra söylemek, en akıllı bir iştir. Akıllı insanın dili kalbinde, ahmak kişinin de kalbi ağzındadır. Hakkı söylemeyi ganimet bil, bâtıldan da sükût ile emîn ol! Her insan lisânıyla muâheze olunacaktır.

Beyit

Sükût eyle Hakkı ki, sükût içre var,
Nice bin lisân ve nice bin beyân.

Hayırlı söz, lâfzı kısa mânâsı geniş olandır. Nice sükûtlar vardır ki, konuşmaktan çok evlâdır. Çok konuşma, bir çok nîmetlerin elden gitmesine sebep olur. Dil hatâsı, ayak hatâlarından büyüktür. Dil yarası, hançer yarasından daha şiddetlidir. Lisânın muhâfazası, imanın başıdır. Konuşmalar, Allah zikrinin nûrlarını gönülden giderir. Çok söz, kalbi katı yapar. Katı kalbliler ise, Allah Teàlâ'dan ve onun rahmetinden uzak olan kimselerdir.

266

Müjde o kimseye ki, lisanı sâkit ve kalbi zâkirdir. Yine müjde o kimseye ki, lisânına mâlik, her haline de şâkirdir. Lisânını muhâfaza eden, nefsine ikrâm eder. Hikmetle konuşan izzet bulur. Nâsa ancak bildiklerini söyle; bilmediklerini ve akıllarının ermeyeceği şeyleri söyleme! Güzel sözlerinle halka yakın ol, fakat gönlünle onlardan uzak ol!

Bilmem demek ilmin yarsıdır. Ayıp örtmek, tam hilimdir. Fakirliğini halka açıklayan, velev rumuz ile dahi olsa, kendi kadir ve kıymetini yok eder.

Malınla cömert ol ve lâkin sözlerinle sıkı ol. Malına karşı bahillik eden zelîl olur; sözlerinde sıkı olan, yani az konuşan, azîz olur. Gizli şeyleri saklamayan ahmaktır. Başkasının onu saklamayacağı muhakkaktır. Vâkıf-ı esrâr olmayana sırları açmak ve herkesin, her sualine cevap vermek doğru değildir. Kimseye karşı sakın çirkin hitaplarda bulunma ki, sen de mukàbil çirkin cevaplara muhatap olmayasın.

Hikmetli sözleri ehli olmayana kat'iyyen söyleme. Haberde vârid olmuştur ki:

"--İncileri köpeklerin boyunlarına asmayınız, takmayınız. Cevherleri hınzırların boyunlarına asmayınız!"

267

Hikmet ise, inci ve cevâhirlerden çok daha kıymetlidir. Onun kadir ve kıymetini bilmeyen münkirlere söylemek, pek büyük hatadır. Eğer nutuk gümüş olsa, sükûtun altın olur.

e. Gönüllerin Muhafazası

Beşinci Nevi': Dilin sükûtunun, gönüllerin muhafazasına yaradığını bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, âriflerin içinde esrar hazineleri vardır. Sakın bunları ehli olmayan kimselere söylemeyesin! Ehlinden de saklamamalıdır. Hak Teàlâ, bazı has kullarına tahsîs eylediklerini, avam kullarına vermemiştir. Zîrâ liyâkatleri yoktur. Bir hakîm, İlâhî hikmet ve havâssı bir kelime ile veya bir harf ile avamdan bir şahsa verse; o ârif hikmete muhalefet eylemiş ve kendi katlini hazırlamış olur.

Ebû Hüreyre RA Hazretleri bir rivâyetinde:

"--Ben Rasûl-ü Ekrem'den SAS iki ilim ahz eyledim. Birini halka ızhar eyledim, diğerini ise sakladım. Eğer onu da ızhar etseydim, benim boynum kesilir, yâni halk onu anlayamazlar ve benim katlime kadar giderdi." buyurmuştur.

Nitekim, Hallâc-ı Mansûr KS da kendisine verilen hikmeti muhâfaza edemeyip, "Enel-hak!" dedi, başına kıyâmet koptu. Bunun gibileri pek çoktur.

268

Cüneyd-i Bağdâdî KS Hazretleri de, bir dervişini esrarları ızhar ettiğinden ötürü tekdir etmişlerdir. Merhum, kitabının 323. sayfasında, irşâd sahiplerini îkàz edip, vasiyyet buyurmuştur ki:

"--Eğer avamdan bir zât, tevâzû ile bizlere gelip, mutî ve emirlerinize münkàd ve hükümlerinize tam mânâsıyla teslim olarak, varını yoğunu hükmünüze bırakıp, her şeyden geçer. Yânî bütün dünyalığı, hatta çocuklarını da emrinize teslim eder, hizmetinize girerse, o zaman ona lâzım olan hizmeti îfâda kusur etmezsiniz; size kul olduğu kadar siz de ona hâmî ve muhafız olursunuz.

O kimse ki dünyayı sever, evliyâyı inkâr eder ve câsus, hayâsız, münâfıklara havâssa mahsus hikmetleri söylerse; o zâlim, hikmet ve emânetlere hıyânetlik etmiş olmakla, kendisi de rahmet-i ilâhîden tard olunmuş olur. Zîrâ hikmet-i evliyâ, ilm-i ledünnîdir; ızhârı memnûdur. Havassa mahsus olan esrarın, avâma ifşâsı meşrû değildir. Izhâr edenin sözü dinlenmeye değmez.

f. Sükûtun Kısımları

Altıncı Nevi': Sükûtun kısımlarını, hal ve makamlarının neler olduğunu bildirir.

269

Ey aziz! Ehlullah demişler ki, lisânın sükûtu gece uykusuzluğunun, yâni geceleri uyanık olup, ibâdet, tâat, tefekkür ve zikrullahla meşgul olmasının neticesidir. Çünkü gerek gece ve gerek gündüzleri uyanık olan zevât-ı muhteremler gönüllerinin şenliğinden canları kat'iyyen konuşmak istemez.

Sükût iki kısımdır. Biri, dilin sükûtudur ki, Hak'tan gayrı birşey konuşmak istemezler. Gönüllerinin uyanık olması sebeyilme, mâsivâ ile vakit geçirmekten korkarlar ve dâimâ sükûtu ihtiyâr ederler.

Birisi de, kalblerin sükûtudur ki, gönüllerine hiç bir havâtır gelmez. Zîrâ bilirler ki, gönül Rahmân'ın nazargâhıdır; Arşür-rahmân'dır. Orada mâsivâ ve hâtıralara mahal yoktur. Hem hiç bir kötü huy da kendilerinde bulunmaz. Ne hırs, ne haset, ne kin, ne gazap ve ne de kibir, gurur, azamet, hele riyâkârlığa ve şehvete dair birşey bulundurmazlar.

O zaman tabiatiyle, gönüller hikmetle dolar. Konuştukları vakit etrafındakileri mest ve hayran edip, feyze gark ederler. Eğer dil ve gönülleri durmadan ağzına geleni konuşacak olursa, o kimse artık şeytan memleketi ve onun maskarası olur.

270

Sükût, sülûk ehli için bir menzildir. Bunu geçmedikçe ebrâr denilen bahtiyarlar arasına girmek mümkün olmaz. Kalbin sükûtu ise, şühûd ehlinin sıfatıdır ki, bunlara mukarrebîn denilir. Sükût, mübtedîler için âfetlerden selâmettir. Mukarrebînlerde ise, Hak ile ünsiyete vesîledir.

O kimse ki, herhalde sükûtu iltizâm eder, onun kimse ile bir sözü kalmaz; ancak Rabbi ile olur. Zîrâ insanın içinde mâsivâ olsa, o kimsenin sükût edip, susması mümkün olmaz. Ne zaman ki mâsivâ konuşmayı terk edip, Mevlâ-yı müteâl Hazretleriyle meşgul ola; o zaman selâmete erişip, mukarrebînden olur. Konuştuğu zaman hak üzere, dâimâ doğruyu konuşur. Bu doğru konuşma ve hak üzere konuşma, sükûtun mükâfâtıdır. Nasıl ki boş ve mânâsız konuşanların hatâlarının çokluğu, mâsivâ ile tekemmülerinin cezâsıdır. Mâsivâ ile konuşmak her vechile hatâdır.

Sükûtun faydalarından biri ve hattâ en mühimi, kendilerine ma'rifetullahın zuhûrudur. Bu ise saltanatların ve saadetlerin en büyüğü ve en güzelidir. Bir kimse ki, ma'rifet nîmet-i celîlesine mazhar olmuştur; artık onun kadir ve kıymetini ta'rife ve tavsîfe kimsenin gücü yetmez.

271

Ehl-i irfânın tasavvuf hakkında yazmış oldukları eserleri okuyup da, kendini bilmeyen cahil sofuların, o kelimelerle ma'rifet iddiasında bulunmaları kadar abes bir şey yoktur. İnsan olan onları okuyup, kendi noksanını anlar ve ıslah-ı hal etmeye çalışır. Bu ise en büyük meziyettir. Her ilim ehlinden okunarak öğrenilir. Bu kalb ilmi, gönül ve ahlâk ilmi ise, okumakla beraber, bu ilmin sahiblerine ihlâs ile yapılan hizmetlerin neticesinde, onlara Hakk'ın lütfu ve ihsanıdır. Onun için demişler ki:

"--Mürşid-i kâmil olunca, sana mürşid olarak Kitap ve Sünnet-i Resûl yetişir."

Fakat ne de olsa, dün ve bugün de göregeldğimiz bir şey varsa, o da ehl-i ilmin hemen ekserisi, nefislerinin esîri ve kölesi olup, gönül âlemiyle ilgi kuramamışlardır. Onların bilgileri ve kitaplarının mütâlaası, ömürlerinin sonuna kadar böylece devam edip gider de, gönüllerinden habersiz olarak nihâyet ahireti boylarlar. Bu sebepten olsa gerektir ki, irfan sahipleri, gönül sahipleri, muhabbeti ilâhîye, aşk-ı ilâhiyeye mazhar olan zevât-ı muhtereme, "Bu gibi gönülsüz, dünyaya meyyâl ve muhib olanlara esrâr-ı muhabbeti ifşâ etmesinler!" diye sıkı sıkı tenbihlerde bulunmuşlardır.

272

Ancak, hakîkî tevbeye muvaffak olmuş ve dünyayı terk ile cân ü gönülden hakîkî ve tam mânâsıyla teslim olmuş bahtiyarlardır ki, esrâra vâkıf olabilirler. Sen de, fânî bir zâta tâlib olursan ki numûnesi, senin herhangi bir a'zândan kan aktığı vakit, onun da aynı a'zâsından kan arar derecede birliğe ulaşmış kimselerdir. Buna, fenâ fiş-şeyh derler. Tabii bu herkese müyesser olmaz. Ancak ve ancak hakîkî tâliblere nasîb olur.

Kalb ilmi, ancak hal ilmidir. Tezekkür ve tefekkürler kalbe dolmuştur. Onun için birinin hali diğerine aks etmekte ayna misâlidir. İlm-i zâhir ise böyle değildir. Halbuki, bizlere islâmiyeti ta'rif edip anlatanlar diyorlar ki:

"--Mü'minler ve müslümanlar bir cesed gibidir. Evet, cesedin herhangi bir tarafında bir ârıza olsa, bütün vücuda sirâyet eder. Bütün vücud, bundan müteessir ve müteellimdir. Halbuki, rahatsızlık, farz edelim ki ayağın parmağında veya tırnağındadır. Fakat bütün vücud bu ağrıya ve sızıya iştirak halindedir."

İşte hakîkî müslümannın böyle olması lâzım gelirken, bugün bizlerin hali ağlancak derecede acıdır. Bu acıyı da kimse hissetmemektedir ki, bu hal acının daha acısıdır. Müslümanlık bir binâ gibidir. El ele verdikleri takdirde, birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe güzel işler başarırlar. Dinleri de dünyaları da ma'mur olur. Ne zaman ki, bölünürler, fırkalara, partilere ayrılırlar; işte o zaman tıpkı göçmeye yüz tutan bir bina gibi, ansızın yıkılıp giderler de haberleri bile olmaz. Allah muhafaza buyursun, âmîn...

273

Azîz kardeş; sen bu sözleri sakın yabana atma! "Bak dünyanın her tarfında bir nizam cârîdir. Bizde de öyle olursa neden yıkılırmış?" deme! Ben yazmayayım, fakat sen düşün ve bul; emînim bulacaksın!

Bir akşam, iftar vakti, radyoda bir konuşma yapan Diyanet İşlerine mensub bir müdür, konuşmasını, müslümanlıkta tevhîdin, birliğin lüzûmuna dâir yapıyordu. Bu arada şöyle bir de vak'a nakletti:

Efendimiz SAS Hazretleri'nin zamân-ı saâdetlerinde ashâb-ı kirâm hazretleri, mescid-i şerifte öbek öbek oturmuşlar, muhabbet ediyorlarmış. Efendimiz SAS Hazretleri bunların bu hallerini beğenmedikleri için, bir beyânda bulunarak, bu halin iyi bir şey olmadığına, kötü ve fena âkıbet doğuracağına dâir sözleriyle onları îkàz buyurmuşlardır.

Evet bu herkesin bildiği bir şeydir ve kàide hiç bir zaman bozulmaz. Ancak bozulan bir şey varsa o da kàideleri bozmaya çalışanlardır. İyi bil ki, sular toplandığı zaman ne kadar çok olursa, faydası da o kadar çok olacağından kimsenin şüphesi olmaz. Bu büyük suları arklara taksim edip dağıttığımız vakit, elbette kuvvetten düşeceği yine herkesce bilinir. Şimdi, şu parti, bu parti, acaba ne demektir? Biz, hep bir milletiz ve aynı dine mensubuz. Buna rağmen neden ayrılıklar yapıyoruz? Bunların zararının umum millete olduğunu halâ anlayamıyoruz.

274

Azîz kardeş! Tefrikada azâb, vahdette saâdet ve selâmet olduğunu unutma! Kim ne derce desin, sakın aldanma! Bunu bütün kardeşlere duyurmaya ve birlikten ayrılmamalarını te'mine çalış ve çalıştır. Bak, Efendimiz SAS Hazretleri'nin nasîhatlerinin birinde, ihtilâf anlarında bile dâimâ büyük topluluğu, cemâati tercih edip, ihtilâfçıları kendi başlarına bırakmak sûretiyle cezâlandırdıkları bizlere anlatılmakla, güzel bir ders verilmiş olmaktadır.

İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin, güzel ahlâklara sahip ve kâmil bir insan olmak isteyen her irfan sahibi için tertib ettiği eserinde, az yemek, az uyumak ve az konuşmak hakkında söyledikleri bütün sözler, hep birer ayn-ı hakikat olduğu, erbâb-ı ilim tarafından takdire şâyândır. Bunların hiç birisi hakkında ufak bir îtirâz dahî mesmu' değildir.

Bütün kusur kendimizdedir. Biz ne zaman kendimizin ıslâhına gayret edersek, o zaman bumların ne kadar doğru ve lüzumlu olduğunu takdir ederiz. Şimdi ise hep nefislerin adamı olduğumuzdan ötürü, yiyip içmeye ve bol bol uyuyup, çok çok konuşmaya alıştığımızdandır ki, bunların zararını görmekten uzak kalıyoruz.

Cenâb-ı Hak fazl u keremiyle bu gafleti üzerimizden gidersin ve bizi kâmil, olgun müslümanlar arasına ilhak buyursun, âmîn...

275

TEVEKKÜL

Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyurdu:

"Kim Allah'a tevekkül ederse, o ona kâfîdir." (Et-Talâk: 3)

"Artık gerçek mü'minlerseniz, Allah'a tevekkül ediniz!" (El-Mâide: 23)

Tevekkül, vekâletten müştaktır. Meselâ, "Falanı vekil tayin ettim, işlerimi ona terk ettim." demektir. Vekîlinin ilim, kudret ve kuvvetine ve sâir hallerine olan îtimadına mukàbil, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin de gücünün, kuvvetinin, ilminin lütuf, ihsan ve inâyetinin hudutsuzluğunu ve kemâlini bilip de, onun kuvvet, kudret ve kemâlinin üstünde, hiçbir kuvvet ve kemâl olmayacağını ve fâil-i hakîkînin de ancak Hak Sübhânehû ve Teàlâ olduğunu bilip, idrak eden her ehl-i basîret için, her umur ve hususta, Allah-u Celle ve A'lâ'yı vekîl ittihaz etmesinden daha makbul bir şey olamayacağı pek âşikârdır.

O zaman insan, ne kendi kuvvet ve kudretine, ne de başkasının kuvvet ve kudretine iltifât etmez. Bilir ki, bütün güç ve kudret ancak Allah'ındır. Şüphesiz bu hal, ancak imanın kuvveti ve kalbin mâsivâdan temiz olmasına bğlıdır. Tabiidir ki, imanı ve Hakk'a îtimadı zayıp olan bîçârelerin, Hakk'a tevekkülleri de o nisbette zayıftır. (İhyâul-Ulûm, c. 4, s. 233)

276

Tevekkülün üç mertebesi vardır: İlki, kişinin vekîline olan îtimadı gibi ki, iyi bir vekîli olan insan, ona îtimat ile rahat eder.

İkincisi, çocuğun anasına olan itimadı gibi ki, hemen anasına sığınır ve eteğini bırakmaz. Hatta çocuk, yemek ve temizlik vakitlerinde ihmal etse, anne kendiliğinden çocuğunu çağırıp doyurur ve temizler.

Üçüncüsü ise daha kuvvetlisi ve a'lâsıdır ki, Allah-u Celle ve A'lâ'nın huzurunda, cenazenin yıkayıcıya teslimiyeti gibi teslîm olmasıdır. Yâni, Hak Sübhànehü ve Teàlâ Hazretleri'ne ve her emir ve irâdesine teslim ve râzı olup, îtirâzı terk etmesidir ki, imanın kuvvetine alâmettir.

Bu mertebeye eren insanlar, duâ ve isteme yapmazlar. Bilirler ki, kendilerini yaratan Hak Celle ve A'lâ Hazretleri, kulunun her işine âgâhtır. Onun muhtaç olduğu şeyleri, o istemeden ihsan edeceğine kanâat-i kâmileleri vardır. Nitekim hadîs-i şeriflerde, bir kimse zikrullah ve Kur'an-ı Azîmüşşân'ın tilâveti, tetebbûu ile meşgul olursa, Cenâb-ı Hak da o kulun muhtaç olduğu şeyleri, istemeden vereceğini beyân buyurmuştur.

277

Tevekkülün aslı, hakîkat-ı imana bağlıdır. Yâni, kişi Allah-u Teàlâ'ya bilgisi, ma'rifeti nisbetinde tevekkül edebilir. "Lâ ilâhe illallah" demek, "Lâ fâile illallah" demektir. Kâinatta fâil-i hakîkî, yalnız Allah-ü Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri'dir. Binâen aleyh, mevcûdattan hiçbir zerre, ne yerde ne de gökte, izn-i ilâhî olmadıkça kendi başlarına harekete muktedir değildirler. Güç ve kuvvet Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne mahsustur.

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) bunun yegâne delilidir. Allah-ü Teàlâ'ya iman ise, onun Esmâ-i Hüsnâ'sına iman ile tamam ve kâmil olur. Rahmân ve Rahîm olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, aynı zamanda mülkünün sahibidir. Evveli ve âhiri olmayan Allah-ü Teàlâ Hazretleri, ihyâ edip yaratan ve dirilten; sonra öldüren, ifnâ edip yok eden; kıyamet gönünüde tekrar ba's eden, diriltip hesaptan sonra cennet veya cehennemine koyan, envâ-ı nîmetlerle --ki, akıl, fikir ihâta edemez-- ikram ve ihsan eden ve cemâlinin müşâhedesini lütfeden; ve yerlere gömülenleri, konanları, girenleri ve yerden çıkanları, gökten inenleri, göklere çıkanları ve dâimâ kullarının bütün iç ve dış âlemlerini bilen; hattâ, gönüllerinden geçirdikleri saklı ve gizli olan her şeyi de bilen ve her cihetten kendilerini muhît olduğunu; Hazret-i Allah Celle ve Şâne'nin, kullarının rızıklarını da daha onları yaratmadan evvel takdir ve tayin etmiş olduğunu, kendisinden başka her şeyin ona muhtaç olup, emrine müsahhar olduğunu iyice bilerek ona göre hareket etmeliyiz.

278

Yüce Rabbimiz:

"Allah'a tevekkül et, işini onun vekâletine bırak! Sana bütün işlerinde vekil olarak Allah yeter." (El-Ahzâb: 3)

"Dâimâ diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül et." (El-Furkàn: 58)

"Kim Allah-ü Teàlâ'ya tevekkül ederse, o ona kâfidir." (Et-Talâk: 3)

"'Allah bize kâfidir; o ne güzel vekildir.' dediler." diye buyurmaktadır. (Âl-i İmran: 173)

Buna benzer bir çok âyet-i celîlelerde beyan buyrulduğu gibi Zât-ı Ecell-ü A'lâ'sına tam bir tevekkülle bağlanıp, Allah'tan gayrı her şeyden ümid ve alâkasını keserek, lâyık olduğu vechile kullak vazifesini yapmağa çalışması gerektir.

Bunun için. îmânın mertebelerini beyân etmek mecburiyeti hâsıl olmuştur. Çünkü herkesin böyle kâmil olmasına gayret etmesi lâzımdır.

İmana dört mertebe ta'yin etmişlerdir: Birinci mertebe, içi inanmamış olduğu halde, itikadı yokken veya şüphe üzerinde olan imandır ki, buna münâfık imanı derler. Bu ancak dünyada müslüman mezarlığına gömülmüş olabilir; lâkin bunların hiçbir faydası olmadığı gibi, ahiretteki azâbı da o kadar şiddetli ve devamlı olur. Bunlara şerîat dilinde münâfık denir.

279

Münâfıklık da iki kısımdır: Biri itikadda, diğeri ameldedir. Amelde olanın imanı vardır, fakat ameli muntazam değildir; ki, bu diğerlerinden hafifdir. Lâkin, itikadda münâfık ise, dilinde tevhid var amma kalbinde bir şeyi olmayandır ki, bunlar hakkında zikredilen âyetlerden hazılarına işaret edelim:

"Ey yüce Peygamber! Kâfirlere karşı silâhla, münâfıklara delil ve hüccet getirerek muhârebe et! Onlara karşı çetin ol! Onların barınağı cehennemdir ve o ne kötü bir dönüş yeridir!" (Et-Tevbe: 73)

Diğer bir âyet-i celîlede de:

"Ey Rasûlüm, o münâfıklar için ister mağfiret dile veya mağfiret dileme! Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de, yine Allah onları aslâ bağışlamayacaktır. Bu mağfiretten mahrum edilişleri şundandır: Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü tanımadılar, inkâr ettiler. Allah ise öyle fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez." (Et-Tevbe: 80)

Başka bir âyet-i kerîmede de:

"Münâfıklardan ölen hiçbir kimse üzerine, hiçbir zaman namaz kılma! Kabri başında (gömülürken veya ziyâret için) durma! Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü tanımadılar ve kâfir olarak can verdiler." (Et-Tevbe: 84)

280
281 ilâ 300. sayfalar