281 ilâ 300. sayfalar

Bu da gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, çeşitli ve akla hayâle gelmez işlerle, kuvvet ve kudretini izhâr buyurmalarından ibâret hâdiselerle mütevekkil kullarının imdâdına yetişir. Hemen Cenâb-ı Hak ve Tekaddes Hazretleri, bu iman kuvvetne sahip ve mâlik olan kullarının arasına bizleri de ilhak buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

Hülâsa: İşte bunlar hepsi şu duânın, kullar üzerindeki tecellîsinden ibârettir:

"Allàhümme innî es'elüke nefsen bike mutmeinneten, tü'minü bilikàike ve terdà bikadàike ve takne'u biatàike."

Mânâsı: "Yâ Rab, senden öyle olgun ve kâmil bir nefis isterim ki; seninle rahat bulur, kendisinde sükût hâsıl olur ve sana mülâkî olacağı o ahiret gününe inanıp iman eder ve senin bütün hüküm ve kazàlarına râzı olup, ikram ve ihsanlarına az veya çok, zayıf veya kavî, sağlam veya dertli, senden gelen her nesneye hem râzı ve hem de kanâatkâr olsun!"

İşte bu kulun imanı, ind-i ilâhîde pek makbuldur ve o tam mütevekkil bir kimsedir.

ŞECÂAT

Bu bir güzel huydur ki, diğer iyi huyları da, arkasından çekip getirir. Yalnız şu kadar var ki, şecâat, cesurluk, bahâdırlık, îtidâl üzere olmazsa, zulüm ve taaddîye yol açar. Bununla beraber bir de gurur ve kibir gibi bütün hasletler ârız olabilir ki, tabiatiyle bunlar da pek mezmumdur. Nasıl ki, şecâat icab eden yerde sükût, korkaklığın iktizâsıdır.

301

Peygamberimiz SAS Hazretleri de, bir çok hadislerinde korkaklık demek olan cübün'den Cenâb-ı Hakk'a sığınmışlardır. İman ve İslâm'ın bekàsı şüphesiz ki, mücâdele ve muhârebedeki muvaffakiyyetlere vâbestedir. Korkak ve sabırsız insanların muvaffak olmaları mümkün değildir.

Her zaman görülmektedir ki, bir çok bâtıl işlerde bile, muvaffak olmak için insanlar, kendi çıkarları ve menfaatleri iktizâsı, pek çok mücâdele ve muhârebelere azim ve metânetle devam etmektedirler. Halbuki, bu hususta ne bir sevap ve mükâfatları vardır, ne de şehâdet gibi bir mertebeye ulaşabilirler; belki zulüm ve haksızlıklarının cezâsını çekmek üzere, büyük azâb ve felâkelere uğratılırlar.

Halbuki bir müslim-muvahhid, gerek gaza, gerek cihad ve gerekse her hangi bir haksızlığa karşı mukavemeti neticesinde ölecek olursa, buna şehid rütbesi verilir. Makamı cennet olur. Günahları da, daha kanının ilk damlasıyla silinir, sorgu ve sual de olunmazlar. Bu güzel haslete sahip olan fertler ve cemiyetler dâimâ bahtiyardırlar.

Mü'minin imanı öyledir ki, ecel gelmedikçe hiçbir kimseye ölüm erişmez. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın ezeldeki takdiri ile verilmiştir. Değiştirmek kimsenin elinden gelmez. Binâen aleyh, korkaklık insana hiçbir fayda te'mîn etmediği gibi, bir çok hak ve hüriyetin de ziyâına göz yummasına sebep olur. Yine ölüm hiç kimsenin yakasını bırakmış değlidr. Şan ve şerefle ölmek, elbette zuafâ ve kadınlar gibi korkup evlerinde saklanarak ölmekten bin kat evlâdır.

302

İman ve İslâm'ın teâlî ve terakkîsi ve intişârı için, rahat ve huzurlarını, iş ve güçlerini bırakıp da, küffâr ile cenk ede ede, tâ buralara kadar gelmiş ve İslâm sancak ve bayraklarını bir taraftan bir tarafa ulaştıran ve İslâm'ı yayan, o büyük ecdadımızın saymakla bitmez fütûhâtları, hep bu yüksek sevginin eseri değil midir? Şüphesiz bu da imanın kuvvetine ve Hakk'ın rızâsını kazanma emelini taşıyan kimselere mahsustur.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak'ın Kur'ân-ı Kerim'inde, Sûre-i Feth'in sonundaki bir ayet-i celîle pek çok faydaları şâmil olduğundan, imâmımız, İmâm-ı A'zam KS Hazretleri'nin de virdidir. Bu âyet-i celîle, bütün (elifbâ) harflerini câmi'dir:

Meâli: "Muhammed SAS Allah'ın peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar (ashàb-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rükû ve secde eder halde (namaz kılarken), Allah'ta sevap ve rıza istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmaları yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur.

303

İncil'deki vasıfları da şu: Onlar filizini çıkarmış bir ekine benzerler Derken o filizi kuvvetlendirmiş de kalınlaşmış, nihayet gövdeleri üzerine doğrulup kalkmış; ziraatçilerin hoşuna gidiyor.

(İşte ashàb-ı kiram da böyle olmuştur. Bidâyette sayıları azdı. Sonra çoğalıp kuvvetlendiler ve güzel bir cemiyet meydana getirdiler.)

Bu teşbih, kâfirleri ashab ile öfkelendirmek içindir. Onlardan iman edip salih amel işleyenlere, Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfât vaad etmiştir." (El-Fetih: 29)

Bu ayet-i celîleyi her kim murad ettiği bir şey için oniki kere okursa; duası ind-i ilâhîde kabul olup, şifâlar, bereketler hasıl olacağını erbâb-ı ilim beyan etmişlerdir.

Başka bir ayet-i kerîme:

Meâli: "Sonra o kederin arkasından üzerinize Allah bir emniyet, bir uyku indirdi. Öyle ki içinizden bir zümreyi (hakîkî mü'minleri) o uyku sarıyordu. (Münafıklardan ibaret) bir zümreyi de, nefislerini can kaygısına düşürmüş, gözlerini uyku tutmaz olmuştu. Allah'a karşı cahiliyyet zannı gibi haksız bir zan besliyorlar ve 'Bu zafer işinden bize ne?' diyorlardı.

304

Rasûlüm de ki:

'--Bütün iş Allah'ındır.'

Onlar, nefislerinde sana açamadıkları bir şey gizliyorlar;

'--İş elimizde olsa, zorla savaşa çıkarılmasaydık, burada öldürülmezdik.' diyorlardı.

Rasûlüm de ki:

'--Evinizde de olsaydınız, üzerlerine ölüm yazılmış bulunanlar yine dışarı çıkacak, düşüp kaldıkları yerleri çaresiz boylayacaklardı.'

Allah Uhud Savaşı'ndaki bu olayları, kalblerinizde olan ihlâs ve nifakı meydana çıkarmak ve yüreklerinizdeki niyetleri pak ve öz yapmak için meydana getirdi. Allah kalblerde olanı pek iyi bilir." (Âl-i İmran: 154)

Bu ayet-i celîle ondokuz kere okunduğu takdirde, dertlere deva, hastalara şifa, gönüllere deva olduğu da kezâlik beyan buyrulmuştur.

Zikrettiğimiz ilk ayet-i celîlede, Cenâb-ı Hak pek açık olarak mü'minlerin, yâni Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'ne ve Rasûlü SAS Hazretleri'ne inanıp iman eden kimselerin, düşmanlara karşı gayet şedît, cesur, azimli, şecaatli, methanetli, bahadır, korkmaz ve yılmaz kimseler olduğunu beyan ederken; aksi halde birbirlerine karşı da son derece şefîk ve merhametli olduklarını bildirmesi, şecâatin ancak yerinde ve bâhusus din düşmanlarına karşı amansız bir halde yapılması lüzumunu da bildirmiştir.

305

Düşmana karşı kuzu gibi olup da, birbirlerine ve bilhassa ev halkına karşı lüzumsuz olarak kızıp bağırmalar, hattâ onları döğmeye kalkarak çeşitli korkulara sokmak, hiçbir zaman şecâat alâmeti değildir. Çünkü erkeğin iyisinin, dış hayatında sert, evde ise yumuşak ve mülâyim olmasını tavsiye etmişlerdir. Lâkin, bunları sû-i istîmâle meydan vermeyerek tatbik etmeye çalışmalıdır. yoksa onların İslâmî esaslara uymayıp da, asrın her türlü rezâletine uymalarına göz yummak ve mülâyim davranmak hiç de câiz değildir.

Hubb-u fillâh ve buğz-u fillâh kàidesini elden bırakmamak ve her işte gerek sevgi icâbı mülâyimlik ve gerekse isyan ve günahlar halinde buğz, şiddet ve adâvet, îcab ederse şecaat ve cesaretini Allah için göstermek, selâmet-i hâssa ve âmme için pek yerinde olsa gerektir.

Cenâb-ı Peygamber SAS Hazretleri bir hadis-i şeriflerinde, yakın ve uzak akrabâlar arasında, hiç bir lâimin levmine bakmayarak mücâhedeye devam edilmesini işâret buyurmuşlardır. Hudûd-u ilâhînin, yâni şerîatin vâcib kıldığı bütün emirleri, gerek hazarî ve gerekse seferî halinde (misâfirlikte) îfâsına, ikàmesine sa'y u gayret gösterilmesini ve fî sebîlillâh mal ve canla Hak yolunda cihâd edilmesini beyân ve tavsiye buyurmuşlar. Cihâdın, cennet kapılarından en büyük bir kapı olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın bu sebeple bu mücâhidlerin dünya ve ahiret gam ve kederlerini gidereceğini de bildirmişlerdir. (Râmûzül-Ehàdîs, 133/10)

306

HİMMET

Himmet kasd mânâsınadır. Bir şey kasd ve arzu edilmedikçe, meydana gelmeyeceği ma'lûmdur. Hayırlı şeyleri kasd etmek, her ne kadar onu yapmaya muvaffak olamazsa bile, tabii ind-i ilâhide ma'lûm olduğu için, o arzu ve emeli ile me'cûr olur. Bunun aksine kötü şeyleri kasdetmek de her ne kadar onu işlemedikçe defter-i a'mâline günah yazılmasa bile, kalbinin o kötü ve fenâ düşünceler ve emeller sebebiyle vâkî olacak fesâdın iyi neticeler vermeyeceği muhakkaktır. Kalbin fesâdı ise, cevârihin fesâdını müeddî olacağı da tabiidir.

Onun için kötü ve uygunsuz ve günahı mûcib olacak her hareketten tevakkî edip, iyi ve güzel, makbul ve memduh olan hareketleri seçmek ve yapmak, şüphesiz en a'lâ ve uygun olan bir iştir. Onun için kasd (himmet), ahlâk-ı hamîdelerden biri olarak zikredilmiştir.

FÜTÜVVET

Bu kelime cömertlik mânâsını mutazammındır. Bu hususta mümkün olan ma'lûmat, cömertlik bahsinde mevcut olduğundan tekrarına lüzum görülmemiştir. Cûd, müvâsât ve îsâr bahislerine müracaat oluna...

MÜRÜVVET

307

İnsâniyyet, racüliyyet ve âdemiyyet mânâlarını taşımaktadır ki, insanlık yalnız boyla, varlık, bilgi ve benlikle değil, belki İslâm dininin gösterdiği ve bildirdiği güzel ahlâkların, o kimsenin üzerinde toplanmasıyla ve onları tatbîki ile mümtaz olması gerekir ki, bu da, nefse tam bir hâkimiyetin neticesidir. Yoksa lâfların mahsulü olamaz. İstediği zaman iyi, işine gelmediği zaman da her fenâlığı yapmağa müstaid kimselerde, ne insanlaık ne de racüliyyet (yâni erkeklik) ve ne de âdemiyyet denilen güzel huyları bulmak mümkün değildir. Hele servet, şöhret, makam ve mansıb düşkünlerinde bunları aramak ve bulmak mümkün olamaz.

Asıl erkek ve asıl insan, hiç şüphesiz ki, ilk devrin müslümanlarında pek bâriz bir sûrette temâşâ edilmekte idi. İşte onlar örnek tutulursa, bu güzel ve kıymetli insâniyyet, racüliyyet ve âdemiyyet de bizde o nisbette zuhûr eder.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, râzı olmadığı bütün kötü ahlâklardan emîn ve mahfuz eylesin ve râzı olacağı bütün iyi ve güzel huyları; güzel ahlâkı nasîb ve müyesser eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn. Allàhümme salli ve sellim alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

308

ŞEYHÜL-İSLÂM İMÂDEDDİN EL-VÂSITÎ KS HAZRETLERİ'NDEN İKTİBASLAR

a. Günde Bir Saat Zikir İçin Ayırmak

Hergün bizim için geceden ve gündüzden bir saat olsun ki, o saatte biz bütün maksat ve gâyelerimizi huzûr-u Rabbil-Àlemîn'de toplayıp, bizi meşgul eden bütün dünya işlerini kalblerimizden çıkaralım. Hak Sübhânehû ve Teàlâ'dan gayri gönlümüzde bir şey kalmamak üzere gündüzleri bir saat durabilelim. Zîrâ bu saatte insan kendini güzel bir muhasebeye çeker. Kendisinin Rabbiyle olan halini anlar ve bilir.

Her kimde biraz hal vardır; o hal derhal kendisini o saatten harekete getirir. Pilde cereyan varsa, düğmeye basınca nasıl zil çalar harekete gelirse, kendisinde biraz iman ve İslâm korkusu olan zâtı da, bu yalnızlıkla yaptığı tefekkürü ve düşüncesi harekete getirmeğe kâfîdir. Eğer pil bitmiş ise veya cereyan yoksa, ne kadar düğmeye bassanız, hiçbir ses çıkmadığı gibi, ölmüş gönüllerden de bir şey beklenemez. Hak ile biraz kalan gönülde beliren muhabbet ve ta'zîm ile yükseklere doğru göğsünü kabartarak, kükremeye, şahlanmaya başlar.

309

İşte bu hal ki, gözünü yumup da her şeyden, maldan, mülkten, evlât ve ıyalden ayrılıp, kabre girdiği haline örnek ve nümunedir. Yâni bu hali gözünün önüne getirip, bundan ibret almağa çalıştığı zamanda, gönül harekete gelip, istikàmetini düzeltmeğe gayret eder, muhabbet ve ta'zîmi artar.

Yoksa, dünya işlerinden kurtulamayıp böyle bir saatini Hakk'a ayıramıyorsa, o kimse bilmelidir ki, kendisinde ne ulvî bir rabıta ne de sevmek ve sevilmekten bir nasîb vardır. O halde artık onun, nefsine ağlamaktan başka çâresi yoktur. Zîrâ ne kurbiyyet ve ne de Hak ile ünsiyet nîmetlerinden haberi vardır.

Fakat bu bir saatlik tefekkür, murâkabe ve muhasebede hàlisâne hareketi sebebiyle. diğer vakitlerde kıldığı beş vakit namazları, huzûr, huşû', muhabbet, ta'zîm ile; secde ve rüku'larını da son derece sevgi ve ta'zîm ile edâ edeceğinden, bu yirmidört satinden bir saatini, kendini bulunmaz nimetlere ulaştıran Vâhid-i Kahhar olan Allah için ayırmakta hiç bahillik etmeğe gelmez. Bu hal devam ettikçe dâimâ terakkî ile hali değişir. Kemâle doğru yükselir ve âşikâre bir şekilde ibadetlerinde dâimî surette muhabbetinin lezzetini duyar.

310

Cenâb-ı Hak cümlemize böyle huzû', huşû' içinde ibâdetleri nasib ve müyesser kılsın, âmîn...

b. Halvetin Lüzûmu

Ey okuyucu muhterem kardeşim!

Bütün ulemânın ittifâkıyla halvet, islâmiyette meşrû bir yoltur. Sonradan ihdas olunan bir bid'at değildir. Halvetler muhakkak sûrette hasta ve mariz kalblerin şifâsı için vesîledir ki, bu halvetler sebebiyle Hakk'ın istediği gibi kalb-i selîm sahibi olup, sahibini kıyâmet gününde hesap ve mîzandan necâta ulaştırıp, cennete ve cemâlullahı müşâhedeye nâil eyler.

Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

"O günde ne mal fâide eder, ne de oğullar; meğer ki Allah'a (küfr ü nifâktan) tamamen sâlim bir kalb ile gelenler ola..." (Eş-Şuarâ: 88, 89)

Halvet ve uzlet, dâimî olan bir şey değildir. Dâimî olanı da makbul değildir. O hayat mücâdelesinden kaçan, bir asker kaçağına benzer. Çeşitli mikroplarla aşılanmış insan, mücâdelede ekseriyâ muvaffak olur. Mikroplarla mücâdeleye alışmamış ve bu gibi aşılar almamış insanların, derhal ve pek çabuk bu hastalıklardan birisine tutulup, mücâdelesinde muvaffak olamayacağı nasıl kâbil-i inkâr değilse, selâmet deyip halvetlere çekilen bahtiyarlara, biraz da olsa acımak lâzımdır. Çünkü hayatın tadı ancak bu mücâdelelerle anlaşılır. Eğer bu mücâdelelere lüzum olmasaydı, Hak Sübhânehû ve Teàlâ Hazretleri hepimizi melek gibi yaratırdı.

311

İşte bu muvakkat zamanlardaki halvetlerin müdâvimleri, hastanelerden tedâvi olarak çıkan, sıhhatli, sağlam bünyelerdir ki, bu neş'e ile hayatta daha güzel ve daha lâyık hizmetler yapmağa muvaffak olurlar. Eğer öyle hasta halde kalsalardı, ne kendilerine, ne de cemiyetlerine zarardan başka bir faydaları olamayacağı âşikârdır.

Halvetlerden sonra kalbi ma'mûr, imanı gür ve kuvvetli olan yakîn ehli, hayatının kıymetini bilir ve hiçbir zaman onu Hakk'ın râzı olmayacağı bir işe ve bir yere bırakmaz. Kahvehâne, gazine, sinema, pilaj ve emsâli yerler ki, en sağlam insanların bile hayatlarını, ruhlarını öldürür, kat'iyyen oralara uğramazlar ve müslüman kardeşlerinin de uğramasını istemezler. Çünkü buralar, ma'nevî bulaşıcı mikrop yuvalarıdır.

Halbuki bir çok kimseleri görüyorsunuz ki, sıhhatinin iktizası olarak envâ-ı çeşit masraflarla banyolara, denizlere, ormanlara, güzel sulu ağaçlık, meyvalık yerlere giderler, istirahatlarını te'min ederler. Sonra da şu kadar kilo aldım diye övünürler. Heyhât ki heyhât, o kilo aldığı ve hergün dikkat ve ihtimamla baktığı cesedini bir gün musallâ taşında görünce aklı başına bilmem gelir mi?.. Gelse bile ne fayda!

312

Her şeyin fâni olduğunu vaktiyle anlayıp, bu gelip gitmedeki hikmeti sezerek, kendisini yaratanı bulmak ve bilmek ve emirlerine riâyet ederek ölüme mahkûm cesedini değil, cennet ve cemâle müştâk; o aziz cânını, rûhunu, gönlünü, kalbini, yaşatmaya, nurlandırmaya yükseltmeye gayret göstermesinin lâzım olduğunu idrak ederek, gönlünün ma'mûr olması için, sessiz, tenhâ halvet yerlerini seçip, Hâlik-ı Zülcelâl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri'yle bir müddet beraber kalmayı tercih etse; nefsini kötü ve fena huylardan kurtarıp, Hakk'ın sevdiği ve Peygamberimizin de tavsiye buyurduğu güzel ahlâklarla ahlâklanırsa; şüphesiz ki hem dünyada ve hem de âhiretteki yeri de cennet olurdu.

Bunu dile getiren şâir pek güzel şöylemiştir:

Fânî cisminin yaşaması için onu hergün temizler kokularsın da,
Asıl bâkî olan kalbini marîz, hasta olarak tek edersin!

İnsan, hakîkat-i İslâm'ı biraz olsun anlasa, bedeni ile beraber kalbinin ve gönlünün de ıslâhına çalaşırdı. Cisim, ceset, nasıl fânî lezzetleri isterse, muhakkak gönül de ebediyyetin mânevî lezzetlerini isteyecektir. Bunu bilmemek kadar büyük gaflet olmaz zannederim.

313

Yine bir şâir bunu şöyle dile getirmiştir:

Ey cismin hizmetkârı, daha ne zamana kadar bu cisme hizmet edeceksin?
Sen sonu zarar olan şeyden ticâret mi umuyorsun? Bu ne kadar gaflet!.
Binâen aleyh, hemen fırsat elde iken nefsinin ıslâhı ve fazîletleri kazanmaya ve onu kemâle ulaştırmaya bak!
Çünkü sen cisminle değil, ruhunla insansın!

Bundan nâşî, mü'min ve muvahhid olan kimseye bu halvet şarttır. Hem her sene mümkün oldukça, yâni ölünceye kadar devam etmek kendi menfaatleri iktizâsındandır. Zîrâ imanda kemâl, ilm-i yakîn ve ma'rifet- ilâhiye, ancak ve ancak bu suretle mümkün olabilir.

Hiç şüphe yoktur ki insanda kemâl, imanda kemâl, İslâm'da kemâl, ahlâkta kemâl her müslümanın başlıca vazifelerinden sayılır. Tarîkat, tasavvuf, şerîat bunlar kat'iyyen birbirinden ayrılmaz parçalardır. Aradaki fark yalnız şu kadar ki, herkes hilkatte bir değildir. Kimi zayıf, kimi kavî kimi bilgin, kimi de câhil; kimi zengin, kimi fakir... Buna binâen Hak yolu da buna göre ayarlanmıştır. Kavî bir insan 100 kilo yükü rahatça taşıyor diye, aynı yükü zayıfa da yüklemeyiz. Bunun gibi âhiret yolcularının da, kavîsi olduğu gibi zayıfı da vardır. Bunun için ahiret yolu da, ruhsat ve azîmet diye ikiye ayrılmıştır.

314

Ruhsat ile amel zayıflara mahsustur. Azîmet ile amel de, kavîlerin halleridir. Şöyle ki, namaz abdestsiz olmaz. Bir mü'min namaz vakitlerinde abdest aldı mı, ruhsat ile amel eder. Erbâb-ı şerîattır, kat'iyyen muâheze olunmaz. Kavî müslüman-mü'min ise, hiçbir vakit abdestsiz gezmez. Abdesti bozulunca hemen tazeler. Buna da erbab-ı tarîk derler.

Meselâ, gece yatsı namazından eve gelince uykusu gelinceye kadar oturur, konuşur, sonra yatar; muâhaze olunmaz. Fakat erbâb-ı tarîkat yatsı namazından sonra, zarûret olmadıkça oturmaz. Tâze bir abdest alarak, hiç olmazsa dört rekât namaz kılar. Birinci rekâtta Âyetül-Kürsî ile iki âyet daha ilâve ederek okur. İkinci rekâtta, Amenerrasûlü'nün başından bir âyet daha alarak okur. Üçüncü rek'atta ise, Sûre-i Hadîd'in başından altı veya on âyet okur. Dördüncü rekâtta da, Sûre-i Haşr'in sonundaki üç âyet-i kerîmeyi okuyarak kılar. Sonra uykusu galebe edinceye kadar sessiz bir yerde zikrullaha devam eder. İşte bir fark budur.

Zuafâ ise sabaha kadar uyur, sabah namazına kalkar. Muâheze olunmaz ise de, efdal ve ekmel ve a'lâyı terk ettiğinden ötürü, elbette iyi hareket etmemiştir.

315

Ehl-i takvâ, ehl-i tarîkat, ehl-i tasavvuf ise, gece biraz uyuyup dinlendikten sonra, ses sadâ kesilip herkes tatlı uykuya daldığı zaman, yatağından kalkar. Güzel bir abdest alır. Mevlânın, Hak Sübhânehû ve Teàlâ'nın, Hàlık-ı Kâinât'ın, Rabbül-Àlemîn'in, huzuruna el bağlayıp, gözlerinden de yaşlar akıta akıta, kıldığı namaz ve yaptığı zikrin acaba tadına doyulur mu?.. Her tadın, her zevkin, her neş'enin fevkinde, hem de tasavvur olunmaz derecededir. Şimdi sen hangisini istersen onu seç!..

Evliyâ-yı izâm hazretlerinin menkıbeleri okundukça, insan bunlara hayran kalır. Onlar da bizim gibi Ademoğulları, fakat Cenâb-ı Hakk'ın onlara ne gibi lütufları ihsan ettiği, herkes tarafından pek âşikâr bir sûrette görülegelmektedir. Ondan dolayıdır ki, o evliyâların isimlerinin bile anıldığı yerlere bol bol rahmet-i ilâhî nâzil olup, kalbler yumuşar, gözler sulanır, gönüller neş'e dolar.

Bunlar hep azîmet yolunu ihtiyar eden akviyânın, müttekî ve sâlih kulların nâil oldukları devletlerdir. Bunlar hiç bir zaman para ile, mal ve mülk ile elde etmek imkânı olmadığını pekâlâ herkes bilir. Dünyada iken bu lütuflara ve bu ikramlara ve kerâmetlere nâil olan bahtiyarların, ahiretteki nâil olacakları nîmetleri ta'rife ve tasvire gücümüzün yetmez olduğu mâlumunuzdur.

316

Onun için, ey azîz ve muhterem kardeşim! sen bu fânî dünyanın kıymetini iyi bil de, o âhiretin bitmez tükenmez ve eşi bulunmaz nîmetlerini, cenneti, cemâl-i ilâhîyeyi müşâhede devletini hep burada kazanacaksın. Bunu boş yere gafletle geçirip, bunlardan mahrum olmak kadar acı bir âkıbet olmaz. Öyle ise, aklını başına al da, fırsat elde iken bu halvetleri, mürebbî ve mürşidlerini ara ve bul da, onlara teslim ol! Hem öyle teslim ol ki, bu halvetlere onların izinleriyle girip, azgın olan nefislerimizi ıslaha gayret edelim. Çünkü asıl olan kalbin salâhı, şifâsı ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olmasıdır.

Makàmât-ı kalbiyye, tevbe, muhâsebe, recâ, murâkabe, sıdk, ihlâs, sabır ve sâir gibi ki, sâlik ma'rifetullah yolunda bunlarla, ma'rifet-i ilâhiye ve zevkiyeye ve makâm-ı ihsâna vâsıl olur ki, en üstün mertebedir ve mertebesinin hudûdu yoktur. Allah-u Teàlâ ve Tebâreke Hazretleri'ne vâsıl olmanın mânâsı, Allah-ü Teàlâ'yı bilmeye yarayan ilme erişmektir. Yoksa, Allah-ü Teàlâ Hazretleri'ne ittisâl hiçbir sûrette tasavvur olunamaz. O bunlardan münezzehtir.

317

Allah'ı (CC) ve àlemi tanımaya yarayan ilim de üç nevi'dir; ilmel-yakîn, aynel-yakîn, hakkal-yakîn'dir. Meselâ bir baklavayı size tarif ederler, siz de anlarsınız ve bilirsiniz ki, baklava böyle olurmuş, buna ilmel-yakîn derler. Bir de baklava yapılırken görürsünüz ve bilirsiniz, buna da aynel-yakîn derler. Bir de yersiniz, o zaman baklavanın ne demek olduğunu hakîkî mânâsıyla anlamış olursunuz ki, buna da hakkal-yakîn derler.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri bizlere yakînî iman nasîb etsin... Cümlemizi afv ü mağfiret buyurup, bütün büyüklerimizin gittikleri güzel ve hakîkî iman ve İslâm yolundan ayırmasın... Nefis ve şehvetin esîri olup, dünyası için âhiretini terk eden veya ihmal eden zavalılardan etmesin... Âmin, bihürmeti seyyidil-mürselîn.

EK:

MEHMED ZÂHİD KOTKU RH.A EFENDİ HAZRETLERİ'NİN TAVSİYELERİ

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi!..

Benim çok sevgili ve hakikatli kardeşlerim! Büyüklerimizin nasihatlerinden bazılarını size da hediye etmeyi kendime bir borç saydım:

318

1. Her şeye başlarken besmeleyi ve Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâyı ve Peygamber Efendimiz'e salât ü selâmı, kat'iyyen dilinizden bırakmayınız ve gönlünüzden çıkarmayınız!

2. Cemaate, cumaya, bayramlara, derslere devâm ediniz! Evrâd ve ahdinize, vaadinize dâimâ vefâ üzere olunuz!

3. Namazı, zekâtı, haccı, orucu, vakitlerinde îfâ edip; emr-i bil-ma'rûf ve nehy-i anil-münkeri ve emâneti edâ ediniz.

4. Birbirinize kat'iyyen buğz ve hased etmeyiniz ve arka çevirmeyiniz! Dâimâ ihvan olarak kardeşçe yaşayınız!

5. Dâimâ tahsil-i ilim üzere olup cehilden korkunuz ve nâsa anlayamayacakları ve akıllarının ermediği şeyleri söylemeyiniz!

6. Kur'an okumasını muhakkak öğrenip, dâimâ okuyunuz ve evlâdınıza da mutlaka okutunuz! Cehil çok fenâdır.

7. Avret yerinizi hiç bir yerde açmayınız ve kendinizi kadınlara benzetmeyiniz; Avrupalılaşmayınız!

8. İhtiyacın fevkinde yüksek binalara özenmeyiniz! Yeni binalara kurban kesmeyiniz! Kurbanlarınızı yalnız Allah için kesiniz!

9. Fâizden, haram yemekten, yetim malını yemekten, çalınan ve zulüm ile alınan malları yemekten sakınınız!

319

10. Ulemânın, meşâyihin, vâlideynin kalplerini kırmaktan, onlara en ufak bir eziyeti yapmaktan son derece sakınınız!

11. Sünen-i seniyyeye ehemmiyetle son derece riâyet edip, kalıp ve kıyafette hiçbir vechile ecnebî âdetlere kendinizi kaptırmayınız!

12. Büyük ve küçük bilumum günahlardan son derece sakınınız ve sakınmayanlardan uzak olunuz!

13. İçki içenlerden ve müskîrât kullananlardan olmayınız ve onlardan uzak olunuz!

14. Ecnebî hatunlardan, bilumum lehviyat yerlerinden ve eğlence yerlerinden korkup kaçınız!

15. Taamlardaki bid'atlerden, Kur'an ve hadisten gayri şeylerle amel etmekten ve bilcümle israflardan sakınınız!

16. Bilâd-ı küfürden gelen yiyecek ve giyecek ve içecek şeylerden son derece dikkatli ve ihtiyatlı olup, onlara tenezzül etmeyiniz, kullanmayınız!

17. Sahàbe-i kirâma ve evliyâ-i izâma sövenlerden ve müçtehidîn-i kirâma, sâdât ve selefe taan edenlerden uzak olunuz!

18. Muhârebe meydanından kaçmayınız! Tâun ve vebâ hastalıklarının bulunduğu yere girmeyiniz ve şâyet orada iseniz çıkmayınız! Meşâyıh ve ulül-emre itâatsizlikten sakınınız!

320
321 ilâ 340. sayfalar