141 ilâ 160. sayfalar

Şu beyitler bizlere ne güzel hakîkatleri açıklamaktadır. Birinci beyitte, Hak Teàlâ'nın dâimâ kul ile beraber olduğu; ikinci beyitte, gafletten uyanan gönüllerin onu bulacağı, üçüncü beyitte de gönül cennetinde cemâlullahın seyr edileceği ve bu cennette başka zevke dair şeylerin bulunmayacağı; dördüncü beyitte ise, Cenâb-ı Hakk'ı görmek isteyenlerin gönüllerine hakim olmaları ve onu Hakk'ın hoş görmediği her şeyden temiz ve pâk tutması gerektiği; beşinci beyitte ise, "Sen kitabullahsın!" diyerekten, insanın ne büyük şan ve mevkî sahibi olduğu ve bütün ülûmun, iki cihanda olanların hepsinin senin gönlünde yazılı ve hazır bulunduğu beyan edilmektedir.

İyi bil ki, sen ne kadar muhterem, âlî-cenab ve çok kıymetli ve bahtiyar bir mahlûksun. Onun için arif ol, nefsini bil. Altıncı beyitte nefsini bilmeyenin bu dünyada ve yarınki ahiret àleminde kör olacağını açıklamış bulunmaktadır.

c. İnsan Kalbinin Şerefi

Dördüncü nevi': İnsan kalbinin fazl, kemâl ve şerefini bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki: "Her feyiz, àlem-i lâhutdan àlem-i ceberûta ve ondan da àlem-i melekûte, --ki ervah àlemidir-- oradan da bu bizim àlemimize nâzil olur. İnsanın kalbi ne zaman mâsivâdan tàhir olursa, bunda acâib-i melekût zàhir olur ki, işte insan aklı bunun vasfından acizdir. Kalbin mahalli, her ne kadar yürek dediğimiz et parçası ise de, lâkin kendisi mahal ve mekândan, ayıp ve noksandan berîdir. Kalbin kılıfı olan vücud, bu àlemdendir. Lâkin kendisi lâhûtîdir.

161

Beyan buyrulduğu vechile:

"Benim için Arş'tan büyük, Kürsî'den geniş, melekûttan daha zînetli, cennetten çok daha tıyb bir hazinem vardır ki, onun yeri iman, siması da ma'rifet, güneşi şevk, mehtabı muhabbet, yıldızları havâtır, bulutları akıl, yağmuru merhamet, nehirleri hizmet, ağaçları tâat, meyvaları da hüsn-ü ahlâktır. Köşkleri kulun himmetine bağlıdır. Bu hazinenin dört erkânı vardır. Biri tevekkül, biri tefviz, biri sabır, birisi de rızâdır. Âgâh ve mütenebbih olunuz ki, işte bu vasf olunagelinen hazinem, kâmil ve àrif kulumun kalbidir."

Bundan da anlaşılıyor ki, ehl-i irfanın kalbi, kainatın en büyüğüdür, Hazret-i Hak'tan gelecek feyizleri almağa müsaiddir ve beyt-i Hazret-i Rahmân'dır. Kalbin kemâl ve fazlını bilip, nefsine àrif olursa, kendisinde ma'rifetullah istidadını bulması için bu kadar kâfîdir.

Şüphesiz ki, koca deryaların bir dağa çıkamayacağı herkesin ma'lûmudur. Binâen aleyh, insan kalbinin ahvali yazmakla bildirilmesi mümkün olmayan bir hakîkattir. Ne zamanki zikrullaha devamla gönül aynası parlar ve saf olur, o zaman gönüle içdeki nur güneşinin aks-i zıya ettiğini kendinde görür.

162

Binâen aleyh, kalbini bilen, söylemez, söyleyen de bilmez. Şimdi anlaşılıyor ki, arif olan kimseler tay-yı mekan, semâvâtı seyir ve mi'râc-ı rûhânî, cân ü cânân, fakrü fenâ, likà ve bekà ne imiş, bunları anlar ve bilir de, "İki cihan, dil (kalb) ve can (ruh) insan gönlünden bir nişan imiş." der.

Beyit

Àlem-i dilde Hakk'ın cennet ve bağı vardır.
Cân-ı uşşakın o gülşende durağı vardır.

Ehl-i dil, dilde bulur, ol gül-i gülzârı müdâm.
Mest olur hoş kokudan, ol ki dimâğı vardır.

Var iken dilde bu devlet, feleğe yok minnet.
Àrifin taşrada yok meyli, ferağı vardır.

Kalb ayağıyla bir an içre cihânı devr et;
Başka seyyahtır ol, başka ayağı vardır.

İbrâhim Hakkı (Rh.A) bu beyitlerinde de, kalb gönlünü ne güzel tavsif etmektedir. Bir gönül ki, Hakk'ın cennet ve bağı vardır, artık aşıklar o gülistandan tabii ayrılmak istemezler. O gönül aşıkları, o gülistan bahçesine devamla beraber, oradan aldıkları hoş kokulardan mest olurlar. Fakat, o kokuyu alacak kabiliyetlerin olması şarttır. Gönülde böyle bir devlet varken, artık insan başka şeye minnet eder mi? Onun için àriflerin gönüllerinden başka yerlere iltifatları yoktur. Zîrâ bu gönül, ayaklarıyla bir anda cihanı dolaşır. Artık senin füzelerin bunun yanında ne kalır bilmem?..

163

d. Kalbin Yedi Tavrı

Beşinci Nevi': İnsan kalbinin yedi tavrını bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki:

Kalb-i insan, nefs-i nâtıka, rûh-u insan, hakîkat-ı insâniye ve latîfe-i Rabbâniye, akl-ı mead, cümlesi bir candır ki rûh-u revândır. Bu isimlerle müsemmâ olan kalb-i insan, akl-ı kâmil olan o rûh-u izâfîyi birler; ol zaman hayat-ı cavidani bulur ki, hayvan ve melek mertebelerini aşıp, insan-ı kâmil mertebesine vâsıl olur. Nitekim, Hazret-i İsa Aleyhisselâm buyurmuş ki:

"--Bir kimse iki kere doğmadıkça melekût ve semâvâta ve zümre-i melekûte dahil olamaz. Birinci doğuşu, ana rahminden bu dünyaya gelişidir. İkinci doğum odur ki, mezmum ahlâklardan ve zulmet-i nefsâniyeden kurtulup melek hasletli olmasıdır."

Nitekim, gönül àlemine gelip, zümre-i melâikeden olarak meclis-i ünse yol bulur. Ol àlem-i mânâda ehl-i dil olup, kalbin turlarını birer birer görüp geçer. Birinci turunda, hakkı batıldan fark ve temyiz kılıp, mü'min olursun. İkinci turunda, inşirâh-ı sadır hasıl olur. Üçüncü turunda, gam ve neşâtı unutup, rahat edersin. Dördüncü turunda, ilham-ı cemâli ve celâl-ı nefsânî bulup, ferâset ve dirâyetle farkını bilirsin. Beşinci turunda, cezbe-i Rahmâniye kendisini alır ve dünyadan bil-külliye göçüp gidersin. Altıncı turunda fuad diye yad olunur ve mazhar-ı cemâl olursun. Yedinci turunda, sıddıklar zümresinde dahil olursun ve kalbin mir'at-ı cemâli ve nazargâh-ı Zülcelâli olursun ve ebedil-ebed huzur ve zevk içinde olursun.

164

Beyit

Gönül tez eyle vedâ, cihan kevn-i fesad.
Semâ-yı rûha sefer kıl, sefer-ii mübarek bâd.

Muhakkak kitâb-ı Hudâdır, derûnun ey Hakkı,
Zehî sahàyîf-i tâbân, zehî beyâz ü sevâd!

Anladığımıza göre insandaki kemâlatın son noktası, bu altı devri atlattıktan ve yedinci devreye eriştikten sonra kemâlini bulur. Fakat şu birinci tur, devir bile bizim için çok şâyân-ı dikkattir. Daha birinci devredeki mü'minin Hak ile bâtılı tefrik etmesi lâzım gelirken, maalesef bugünkü müslümanlık davasını eden ve camiden çıkmayan nice müslümanlar vardır ki, din düşmanlarını destekler ve onların neşriyatını muntazaman alır. Böylece bâtılı destekler de, sonra mü'minlikten dem vururlar, heyhât...

e. Kalbin Tasarrufâtı

Altıncı Nevi': İnsanın nail olduğu irfanı, tasarrufâtı ve kemâle ulaştıktan sonra teslim ve rıza halinde kaldığına dairdir.

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki:

İnsandaki kalb, melâike cinsinden bir kudrete mâliktir ki, sâir hayvanlarda bu yoktur. Meselâ, Cebrâil Aleyhisselâmın, Lût kavminin bulunduğu yeri alt üst etmesi ve diğer bütün eşyadaki tasarrufları, gerek kendi vücudlarımızda ve gerekse mahsulatımızın yetişmesinde ve çocuklarımızın ana rahminde iken bile meleklerin terbiyesinde oldukları bilindiği gibi; insandaki kalb de, melâike cinsinden olmakla, aynı tasarrufa ve belki daha fazlasına sahiptir.

165

Yine, insanın kendi tasarrufâtındandır ki, kalemi eline aldığı vakit istediği gibi yazabilmesi ve diğer işleriyle anlıyoruz ki, kişi kendi a'zâlarına tasarrufa kàdirdir. Her gönül kendi cisminde tasarrufa mâhirdir. Cemî a'zâ, kalbe mutî ve müsahhardır. Bir gönül ki, tabiat adetlerinden kurtulmuş ve melek misli hayvânî ve habis hallerden pâk ve münezzeh olmuşsa, melaike-i tıybe ahlâkıyla dolmuştur. Bu cismin sahibi, başka cisim üzerine tasarrufa da kadir olur.

Meselâ, ol gönül sahibi, arslana bile şöyle heybetiyle bir baksa, her biri bir kedi gibi bir kenara büzülüp kalırlar. Hastalara muhabbetle bir baksalar, şifâ ve sıhhat bulurlar. Sağlam kimselere de hışım ve gazabla baksalar, derhal hasta ve mariz ve dertli olurlar.

Bu haller bir çok tecrübelerle sabittir. Kars'taki Ebül-Hasen-i Harkànî KS Hazretleri'nin arslanlara yük yüklediği gibi emsâlleri pek çoktur. Sihirbazların habis olan nefesleriyle nasıl tasarruf ettikleri de görülegelmektedir. Hàsidlerin göz değmesi (halk dilinde nazar) denilen nazarlar da böyledir.

166

Kalbin tasarrufu üç vech iledir. Birincisi, rüya iledir; cemî nâsa keşfolur. İkincisi, ilimdir ki, umum nâsa ta'lim ve taallüm ile hasıl olur. Lakin, enbiyâ ve evliyâda taallümsüz, Hak tarafından ilham ile, nice ulûm ve sanatları meydana koymuşlardır. Buna ilm-i ledünnî veya ilhâm-ı Rabbânî denir. Üçüncüsü ise, kalbin tesiridir ki, kendi bedeninde tasarruflar eder. Amma, enbiya ve evliyâ hem kendilerinde, hem de başkalarında tasarrufa kàdirdirler.

Lâkin, gönül àlemîne girenler ve huzûr-u Mevlâ'da edeple oturanlar, makàm-ı tevekkülde teslim ve razı olup, tedbir ve tasarruftan el çekerler. Herhangi kâmilde bu üç tasarruf hassası bulunursa, ona havass-ı evliyâ derler. Rüya ile ilm-i ledünnî ve ecsâm üzerine tasarruf onların alâmetidir.

Beyit

Vasf-ı lisân seninledir, vasf edemem gönül seni.
Nutk-u beyân seninledir, vasf edemem gönül seni.

Fikrin olsa ber Hudâ, kalmaya sende mâsivâ;
Emn ü emân seninledir, vasf edemem gönül seni.

Olmasa kibr ile riyâ sensin ol beyt-i Kibriyâ.
Genc ü nihân seninledir, vasf edemem gönül seni.

167

Binâen alâ zâlik, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri'nin biz kullarına olan ikram ve ihsânının ne kadar büyük, had ve hududa sığmaz derecede olduğunu görünce, bu halimize acımamak mümkün olmuyor. Bu fânî olan dünyaya ve nihayet cîfe olacak bir vücuda ne kadar kıymet veriyoruz da; asıl lâzım olan gönlümüzden habersiz kalıyoruz.

Halbuki bütün saadet ve selâmet, hep bu gönlün temizliğindedir. Onun temizliği yıkanmakla değil, belki kötü ve fenâ ahlâkları çıkarıp iyi ahlâklarla doldurmakla olacağından, kötü ahlâkları öğrenip onlardan sıyrılmak ve kezâ, iyi ahlâkları da öğrenip onlarla ahlâklanmak, her mü'min için en güzel bir yoldur.

f. Kalbin İlhamlar Alması

Yedinci nevi': İnsan kalbinin kendi àleminden, gerek uyku halinde ve gerekse tasfiye-i kalb ile ilhamlar aldığına dair ma'lûmatı bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki:

Gönülden àlem-i berzaha pencereler açıldığı iki delil ile sabittir. Birisi uyku halinde gördüğümüz rüyalardır ki, bazen aynı çıkar, bazan da misallerle gösterilir ve tabirlere muhtaç olur. Bu havas, pencereleri uyku ile kapatıldığı zaman, gönül aynasına umur-u gaybiye aks eder. Eşkâl-i acîbe ve ahval-i garîbeyi seyr eder. Lakin, mevt esnasında havass-ı beden, bil-külliye münkatı' olduğundan ve hicablar da ortadan kalktığı için gönül, àlem-i melekutu gayet parlak bir şekilde seyr edebilir.

168

İkinci delil de şudur ki, hiç bir kimse yoktur ki, onun havâtır-ı kalbiyyesi olmasın. Yâni herkes görüp işitmediği nesneleri ilham tarikıyla idrak edebilir. Lakin, gönül àlem-i melekûtte iken her şeyi güzelce seyrediyordu, ondan i'raz edip, bu àlemdeki cismiyle ve zàhirî havaslarıyla meşgul olarak veya hayvânî sıfatlarla kirlendiğinden ötürü, kendi àleminden mahcub ve asıl geldiği vatanını seyirden men edilmiştir. Onun için insana layık olan şey, dış havaslarla beraber iç havaslarını da kullanabilmek ve iç àlemini, gönül àlemini temiz tutup, Hakk'ın ilhamlarını alabilmektir.

Arifin kalbi musaffâ görünür.
Vech-i dildârî ol aynada peydâ görünür.

g. Ruhun Tedennî ve Terakkîsi

Ondördüncü Nevi': İnsan ruhunun tedenni ve terakkisini ve kemâlini bildirir.

Ey aziz! Ehlullah demişler ki:

Ruh-u insânî olan emr-i Rabbânî, a'lâ-yı ılliyîndir. Bu àlem-i esfele, yâni melekût àleminden dünya àlemine ve bedenimize nâzil olmuş o nûraniyet bu zulmetle, o istîdat bu nisyâna tebdil olmuştur.

Bunun neticesi insan evvelâ hayvan mertebesinden, sonra canavarlar mertebesinden, daha sonra şeytanlar mertebesinden ve daha sonra melekler mertebesinden, ondan sonra da mertebe-i nefsâniyeden geçmedikçe, insan-ı kâmil mertebesini bulamaz. Bu da kendinden fânî olmadıkça, ruh-u izâfi ile bâkî olamaz. Tezhib-i ahlâk etmeyen, yâni kötü huyları bırakıp, iyi huylarla ahlâklanmayan, hayvan mertebesinde kalarak insan mertebesine yükselemez ve àrif-i billâh olamaz.

169

Azîzim, insanda üç ruh vardır ki, sâir hayvanat ile müşterektir. Birisi, ruh-u tabiîdir. İkincisi, ruh-u nebâtîdir. Üçüncüsü de, ruh-u hayvânîdir. İnsana mahsus bir de dördüncü ruh vardır ki, buna nefs-i nâtıka derler ki, onun taallûk ettiği yer, ancak yürekte olan nokta-i sevdada bulunan ruh-u hayvânîdir. Eğer ruh-u hayvânî, bu ruh-u insan üzerine gàlip gelip gazab ve şehvete esir olduysa, ol kimse hayvan bilinmiştir. Zîrâ, hüküm gàlibindir. Madem ki, ruh-u insânî mağlub olmuştur, o zaman idare ruh-u hayvânînindir. O kimsenin kalbi ölü; cesedi ve nefsi diridir. Diridir amma, gönülsüz bir ceset halindedir.

Eğer Cenâb-ı Hakk'ın inâyetiyle ruh-u insânî, ruh-u hayvânîye galip gelirse, gazab ve şehvetine mâlik ve sahip olursa, o kimsenin nefsi ölü, ruhu diridir. Rûhâni ve belki insan-ı kâmil olup, makamından daha a'lâ makamlara vâsıldır.

Ruh-u izâfînin bir çok adları vardır. Akl-ı kül, akl-ı evvel ve bu sıra ile 30 kadar isim saymışlar ve en son bütün ruhların neş'et ettiği, sultan-ı hakîkat ve sırr-ı ilâhîdir demişlerdir. Bu arada ruh-u kudsî, ruh-u Muhammedî ve nur-u Muhammedî demişlerdir.

170

Şimdi, sen kendinin hangi mertebeden olduğunu bilmek istersen, kendi hallerine iyice bak! Eğer muradın yeyip içmek, uyumak ve şehvet arzularını görmekse; iyi bil ki, behâim denilen hayvan mertebesindensin.

Eğer yeyip içip, şehvet arzularıyla beraber gazab, kavga, gürültü, şiddet, adâvet, kahır, zulüm ve şerirlikle halkı incitip, makam peşinde isen; canavarlar mertebesinde olduğunu anlarsın.

Eğer bununla beraber; yeyip, içip, uyuyup, eğlenip ve şehvetinin esiri olmakla beraber, yalan, hiyle, hıyanetlik ve çeşitli düzenlerle aldatıp, münafıklık da ediyorsan; bil ki mevkiin şeytan mertebesidir.

Eğer az yeyip, az uyuyup, yalan ve hile bilmez ve cemî halka rıfk ile muamele eder, insanlara hayırlar yapıp dualarını alır ve mülâyim konuşursan; muhakkak ki, melâike-i kiram mertebesine nâil olmuşsundur.

Eğer îtidal ile hareket edip, yemek ve içmek ve uyumakta mûtedil bulunur, gazab ve şehvetine mâlik olursan, ma'rifet ve muhabbetullah yoluna da gönülden gidersen, kendi sıfatında fânî ve hàlik olursan iyi bil ki, hem àrif ve hem ma'rufsun. Ahlâk-ı hamide ile mevsufsun. Allah-u Teàlâ'nın katında da, insanlık mertebesinde kâmil insansın. Makàm-ı âlîye vâsılsın. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle kâmiller zümresine, fazl u keremiyle ilhak buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidl-mürselîn vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

171

Aziz kardeşim! Ruh ve kalb hakkında İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'sinde yazmış olduğu ve ekserisi Arabî ve Fârisî ile karışık cümleleri, hem ihtisar hem de mümkün mertebe anlayabileceğiniz şekilde yazmağa çalıştım ise de, onu kitabından okumanın daha iye, daha a'lâ ve daha faydalı olacağını bildiğim için, mümkün olursa oradan okumanızı tavsiye ederim. Fakat bu, muhtasar da olsa, bizler için faydadan hàlî olmayacağını umarım.

Bu gönül işi, evvelce de arz ettiğim vechile, laf ile, dinlemekle veya söylemekle veya yazmakla veya okumakla olacak bir şey değildir. Ne kadar güzel yazı yazanlar, ta'rif ve tavsif edenler vardır ki, kendilerinde ise hiçbir şey yoktur. Cenâb-ı Hak bizleri öyle laf ebesi dedikleri gibi, gönülsüz sözlerden muhafaza buyursun ve gönüllerimizi iman nuruyla doldurup, ahlâk-ı hamîde sahibi ve her halimizle Peygamber SAS Efendimiz'in izi ve yolu üzerinde giden sevgili, bahtiyar kullarının zümresine ilhak buyursun ve o yoldan hiç bir zaman ayırmasın...

Gönüllerini unutup, şehvetlerinin esiri, cisimlerini besleyip, ahlâk-ı zemîmelerle mülevves oldukları halde, kemâlat-ı insaniyeye ulaşamadan gözlerini bu dünyaya yuman ve ahirete de eli boş, yalnız günahlarıyla birlikte, şirk ve küfür üzerine yuvarlanıp gidenlerden etmesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn.

172

Yine merhumun, bu, gönülleri uyandırma hususundaki asıl tâkib ettiği yol, Peygamberimiz'in (SAS) gösterdiği bir yoldur. Fakat tatbiki, tabii bu günün biz müslümanlarına hiç de kolay değildir. Çünkü bizler, hep göregeldiğimiz bir an'anenin kurbanlarıyız. Dünya telâşelerinden kendimizi kurtarıp, şöyle bir düşündüğümüz de yok. Düşünsek de faydası yok. Çünkü önümüze kattığımız bir sürü işler vardır ki, bunlardan ayrılmamız, dünyadan ayrılmamızdan daha çok zordur.

Halbuki, hepsi fânî ve boşuna kürek çekme dediğimiz nev'iden boşuna bir faaliyettir. Nihayet hepsinin sonu olan ölümden kimsenin kurtulmasına imkân olmadığını herkes pek iyi bilir. Fakat insan bir kere kendini kaptırmış olmakla kurtulması da mümkün olmuyor. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın lütfedip esirgedikleri müstesnâ... Cenâb-ı Hak cümlemizi bu esirgediği kullarından eylesin, âmin...

173

NEFİSLERİ ŞEHVET VE LEZZETLERİNDEN
MEN VE ARZULARINA MUHALEFET

Yüce Rabbimiz Nâziàt Sûresi'nin 40 ve 41. ayetlerinde şöyle buyurur:

"Her kim Rabbinin makamından korkmuş ve nefsini şehevâttan alıkoymuşsa, muhakkak cennet, onun varacağı yerdir."

Efendimiz SAS Hazretleri'nin ümmeti üzerine en çok korktuğu şey, hevâsına uyması ve uzun emeller beslemesi olmuştur. Zîrâ, nefsinin hevâsına uymak, mü'mini Hak'tan uzaklaştırır ve men eder. Tùl-ü emel ahireti unutturur. "Muhalefet-i nefs, ibadetlerin başıdır." denilmiştir.

Bazı meşâyihtan;

"--İslâm nedir?" diye sormuşlar.

"--Muhalefet kılıcıyla nefsi kesmektir." demişlerdir.

Zünnûn-u Mısrî (Rh.A) Hazretleri:

"--İbadetin anahtarı düşüncedir (tefekkürdür)."

Tefekkür demekteki isabetinin alâmeti de, nefs ü hevâsına muhalefet ve şehvetlerini terktir. Nefis haddi zatında tînet ve cibilliyet iktizâsı sû-i edeb üzerinedir. Kul da, bunda edebe devamla memurdur. Nefis, tabiatı iktizası kötülüklere meyyal olup, mü'min kul da bunu iyi yollara çevirmekle görevlidir. Her kim, nefsin arzusuna uyarsa, fesat işlerde müfsitlerin ortağı olur. Her kim nefsini devamlı olarak itham etmez ve onun arzularına muhalefet göstermezse, nefis onu kötü yerlere ve işlere sürükler ve helâkine sebep olur. Akıllı bir insana nefsinden razı ve hoşnud olması nasıl mümkün olur ki, Yusuf Aleyhisselâm bile, nefs-i emmârenin kötülüğünden şikâyette bulunmuştur.

174

Cüneyd (Rh.A) der ki:

Bir gece virdimi yapmak için kalktım. Fakat bir tad ve halâvet bulamadım. Yatmak istedim, olmadı. Oturdum, olmadı. Kapıyı açtım, dışarıya çıktım. Bir de baktım ki, bir adam abasına bürünmüş olduğu halde, kapının önünde duruyordu. Benim çıkışımı görünce dedi ki:

"--Yâ Ebel-Kàsım! Bir dakika konuşmama müsaade eder misiniz?"

Ben de:

"--Bu vakitte hayır ola!" dedim.

Adam:

"--Ben kalbleri tahrik eden Allah'tan senin kalbini de tahrik edip dışarıya çıkmanı istedim." dedi.

Ben:

"--Peki muradın hasıl oldu, hacetin nedir?" dedim.

Dedi ki:

"--Nefsin derdine devâ nasıl olur?"

Dedim ki:

175

"--Nefsin hevâsına muhalefet edince, dertlere deva olur."

Bunu işiten adam, nefsine dönüp:

"--Duydun mu?" dedi. "Ben sana tekrar tekrar söylemedim mi? Sen illa Cüneyd'den duymak istedin, işte duydun." diyerek ayrıldı gitti.

Nîmet-i uzmâ, nefsin arzılarına karşı koymaktır. Çünkü nefis, kul ile Hàlik arasında büyük hicabtır, yâni, mâniadır.

Sehl ibn-i Abdullah KS Hazretleri, "Nefs-ü hevâya muhalefetten daha a'lâ bir şeyle ibadet olunmadı." demiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın gazabına insanı yaklaştıran şey de; "Nefsin ef'al ve harekatına razı olmaktır." demişlerdir.

İbrâhimü'ş-Şeyban KS Hazretleri, nefsine muhalefet kasdıyla kırk sene her tarafı kapalı bir yerde yattığını söylemiştir.

Sırri-i Sakati KS Hazretleri, "Otuz veya kırk seneden beri nefsim istediği halde, eti yağda pişirip de yemedim." demiştir.

Ceddimden işittim ki: "Kulun afeti, nefsinden razı oluşudur."

Yusuf-u Belhi KS Hazretleri, Hatemü'l-Esam KS Hazretleri'ne bir şey göndermişler. O da kabul etmiş, "Neye kabul ettin?" diye sormuşlar. Cevaben, "Almakla kendimin zilletini, onun izzetini gördüm. Geri çevirmekte ise kendi izzetimi, onun zilletini buldum. Bunun için onun izzetini izzetime, zelilliğimi onun zelliliğine tercih ettim." demişlerdir.

176

Bir zat demiş ki: Ben hacca yalnız gitmek istiyordum. Bana dediler ki:

"--Evvelâ kalbini dünya muhabbet ve sevgisinden temizle! Nefsini hevâiyattan, dilini de boş laflardan koru; sonra istediğin yere, istediğin gibi git!"

"Gecesini ibadet ve tâatle geçirenlerin gündüzleri; gündüzlerini ibadet ve tâatle geçirenlerin geceleri, çok güzel ve hoş olur." buyurmuşlardır.

Her kim şehvetinin terkinde sadakat gösterirse, Cenâb-ı Hak, onun ihtiyaçlarına kâfî olur. Allah için şehvetini terk edenler, Cenâb-ı Hakk'ın azabından emin olurlar.

Cenâb-ı Hak, Dâvud Aleyhisselâma vahiy buyurmuşlar ki:

"--Yâ Dâvud! Ashabını, arzu ettikleri şeyleri yemekten sakındır! Çünkü, dünya şehvetlerine bağlı olan kimselerin akılları, beni idrakten uzaktırlar."

Bir kimse havada oturur halde görüldü de;

"--Sen buna nasıl nail oldun?" diye sordular.

Dedi ki:

"--Arzularımı terkettim. Cenâb-ı Hak da bana bu kudreti müsahhar kıldı."

Bir mü'mine şehvet arz edilse, kendisini rıza-yı ilâhiyeden uzaklaştırırlar korkusuyla, onların hiç birini istemez. Hiç bir zaman işlerini, nefsinin isteklerine bırakmak mümkün olmaz. Ancak, şiddetli bir korku veya son derece aşk ve muhabbet sayesinde mümkün olur.

177

Her kim kötü arzularını terk eder de onun mukabilinde tad bulamazsa, o adam davasında kâzibdir.

Ca'fer ibn-i Nâsır isminde bir zatı muhterem, Cüneyd KS Hazretleri'ne bir dirhem vermiş, "Bununla bana sultani incir al" demiş. O da alıp getirmiş. İftarda bir tanesini ağzına koymuş, hemen geri çıkarmış ve ağlamış. Yemesi için ısrar etmişler. Cevaben:

"--Kalbime bir ses geldi ki, 'Bizim rızamız için terk ettiğin arzuna uymaktan utanmıyor musun?' denildi.' buyurmuştur.

Bunları okuyup anlıyoruz ki, kemâlât-ı insaniyye bizim bildiğimiz gibi kolay bir şey değildir. Çünkü nefis, haddi zatında insanları kötülüğe doğru götürmeğe memurdur. İnsana yakışan şey, nefsin davet ettiği kötü yollara girmemektir. Nefis bizim için bir binektir. Bununla ahiret yolculuğu yapmak için bu dünyaya gönderilmiş bulunuyoruz. Buna şeriat gemlerini vurmazsak, o bizi helâke götürür ve sonunda yerimiz cehennem olur.

Binâen aleyh, bu kötü àkıbetten kurtulmak için Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine son derece sarılıp, yasaklarından da böylece korumak üzere hareket ederlerse, inşaallah bu gibilerin yerleri de cennet olur. Zîrâ, ömür bir cevherdir. Kıymetine baha biçilmez. Bunu ibadetlerle geçirebilirsek bize ne mutlu!

178

Bu sebepten dolayı büyüklerimiz ve ashab-ı kiram hazretlerinin mücahedelerinden ve nefislerine muhalefetlerinden biraz bahs edelim:

Kırkıncı müslüman Hazret-i Ömer RA, gece ibadetlerini yaparken, nefsi bazen atalet gösterirmiş de mübarek ayaklarını kırbaçla dövermiş. Bir gün, her nasılsa ikindi namazının cemaatini kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem kıymetindeki bahçesini tasadduk etmiştir.

Gene, Talha RA Hazretleri de bahçesinde meşgul iken, cemaatle namazı kaçırınca, o da bahçesini Rasûlüllah'ın emrine tasadduk etmiştir.

Hazret-i Ömer RA'ın oğlu da, kaçırdığı bir cemaatın sevabını kazanabilmek için, yirmibeş vakit namaz fazla kılarmış. Hattâ bir akşam namazını iki yıldız görünceye kadar tehir ettiğinden dolayı iki köle azad etmiştir. (İhyâül-Ulûm, c. 3, s. 367)

ALLAH'TAN KORKU VE RECÂ

"Hikmetin başı Allah korkusudur." Hàif, şeytandan daha ziyade nefsinden korkandır. Davud Aleyhisselâm'ı insanlar hasta diye ziyaret ederlerdi. Halbuki, Allah korkusundan ve ondan hayâsından dolayı hasta gibi olur, herkes de onu hasta zannederdi.

179

Ağlayıp gözlerinin yaşını silene hàif denmez, asıl hàif azab olunmak korkusundan kötülükleri terk edendir.

Hàif, ancak Allah'tan korkana denir. Havf ile recâ, erkek ile kadın gibidir. Hakîkat-ı iman bundan doğar. Korkudan, rahmet, ilim ve rızâ hasıl olur. İmanın kemâli ilimle, ilmin kemâli ise Allah korkusuyladır. İlim, imanı kazandırır, korku da, ma'rifet-i ilâhiyeyi. Muhabbet şerbetini ancak Allah'tan korkanlar içebilir.

"Allah'tan korkar mısın?" sualine susmak lhazımdır. Çünkü, "Hayır!" desen, küfre gidersin; "evet!" dersen, yalan söylemiş olursun. Zîrâ sıfatlarımız, Allah'tan korkanların sıfatlarına benzememektedir.

Allah'tan korkanların ulemâ-i billâh olduklarını ve bu korkunun kalbdeki bütün kötü ahlâkları yakıp, beden ve cevâriha sirayet ettiğini ve bu suretle de bütün maâsîlerden uzaklaşıp, tâat-ı ilâhiye ile meşgul oldukları bir gerçektir. Çünkü bir şeyden korkanın ondan kaçtığı gibi, Allah'tan korkanların da günahlardan kaçması tabii bir şeydir. Zîrâ, bütün kötülüklerin bir zehir olduğunu bilir de, onlardan uzak kalır. Bütün a'zay-i cevarih, huzu' ve huşu' içerisinde evamir-i ilâhiyeye teslim olurlar.

180
181 ilâ 200. sayfalar